@haasanaskar
|
22 Mayıs 1481, İstanbul Karanlık, İstanbul sokaklarını kuşatmıştı. On gün boyunca süren belirsizliğin ardından, nihayet her şeyin son bulacağı an gelmişti. Bayezid ve Cem, kente girdikleri an, kalabalık bir halk kitlesi ve yeniçeri birlikleri tarafından karşılanmışlardı. İki kardeşin, babalarının ölümünden bu yana süre gelen taht mücadelesi burada son bulacaktı; ancak hangi kardeşin tahta geçeceği hâlâ belirsizdi. İstanbul’un surlarının önünde, bayraklar dalgalanıyor, her iki taraf da kalabalık ve heyecan doluydu. Bayezid, yanında önde gelen paşalarıyla birlikte, cesur adımlarla halkın önüne çıktı. Sesini yükselterek, kendisinin devletin devamlılığını sağlayacak yegâne lider olduğunu duyurdu. Kalabalık, bir an için sessizleşti, herkes dikkatle onu dinliyordu. Ancak Cem, abisinin konuşmasını yarıda keserek kalabalığın önüne geçti. O da, gençliğinin ve cesaretinin Osmanlı’yı daha iyi bir geleceğe taşıyacağına dair halkı ikna etmeye çalıştı. İki kardeşin yüzleşmesi kaçınılmazdı. Yeniçeriler arasında bir tartışma baş gösterdi. Bayezid’i destekleyenler ve Cem’i tutanlar, kalabalığın ortasında yerlerini almaya çalışırken, her an bir çatışma çıkma ihtimali artıyordu. Askerler silahlarını kuşanmış, emir bekliyordu. Herkes, kimin galip geleceğini görmek için sabırsızlanıyordu. Sarayda ise, Fatih Sultan Mehmed’in cenazesi, hala unutulmuş bir şekilde yatan bedeniyle odada kalıyordu. O an, devleti yönetenlerin arasındaki boşluk giderek büyüyordu. Sultan Mehmed’in otoritesi, şimdi iki rakip arasında parçalanmıştı. Ancak bir gerçek vardı: Taht kimin olacaksa, Sultan Mehmed’in ölümünden sonra devleti derleyip toplayacak olan kimse, bu bekleyişin acı sonuçlarını üstlenmek zorundaydı. Yeniçeri Ocağı’nın liderleri, tarafları birleştirmek için acil bir toplantı düzenlediler. Ancak ne yazık ki, bu toplantıda da uzlaşma sağlanamadı. Her iki kardeş, kendi taraflarını sağlama almak için daha fazla destek toplamaya çalışıyordu. Kalabalığın içinde, bir grup yeniçeri aniden çığlıklar atarak birbirine girdi. İlk çatışma, Bayezid’in adamlarının Cem’in adamlarına saldırmasıyla başlamıştı. Kılıçlar çekildi, bağırışlar ve çığlıklar sokakları sarhoş eden bir kargaşa yarattı. İki taraf arasındaki çatışma, İstanbul’un ruhunu tehdit ediyordu. Yıllar boyunca süren barış ve refah, bir anda kanlı bir savaşa dönüşmek üzereydi. Askerler, hem kendi liderlerine bağlılıklarını göstermek hem de rakiplerini alt etmek için savaşmaya başlamıştı. Bu kaosun ortasında, sarayın kapıları açıldı ve birkaç din adamı, cenazeye katılmak için yola çıktı. Sultan Mehmed’in naaşını görmek, bir anlamda devletin özüne dönüş anlamına geliyordu. Dini otoriteler, cenaze işlemlerinin yapılmasının, devlete bir kimlik kazandıracağını biliyorlardı. Ancak cenazeye katılmak için gelenler, savaşın gölgesinde nasıl bir araya geleceklerini düşünmeden yola koyuldular. Çatışmalar sürerken, halkın gözleri pencerelerdeydi. Kimi gencecik, kimi yaşlı gözler, yeni bir dönemin başlamak üzere olduğunu hissediyordu. Taht kimin olacaksa, bu savaşın sonucuyla belirlenecekti. O an, her iki taraf da birbirine karşı büyük bir kin ve nefretle doluydu. Ancak bir gerçek vardı: Sultan Mehmed’in bedeni, bu taht mücadelesinin unutulmaz kurbanı olmuştu. Ölüm, iki kardeş arasında bir çatışma başlatmış, ama ardında bıraktığı beden, bir ülkenin kaderini daha da karmaşık hale getirecekti. Sonunda, bir lider belirlenecek ama ödenen bedel ağır olacaktı. İki kardeşin savaşında, İstanbul’un sokakları kanla sulanacak ve Fatih Sultan Mehmed’in ismi, bir daha asla unutulmayacak bir şekilde tarihin derinliklerine gömülecekti. İmparatorluğun bekası için yapılacak olan bu savaş, aslında bir kaybın ne kadar büyük olduğunu da gözler önüne serecekti. |
0% |