Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm

@hakugu

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

🔳🔳🔳

 

 

Bazen; hayranlık, hasedin çığırtkanlığını yapar...

 

İşte o zaman gizlenmeniz gerekir. Tüm güzel işler son bulana dek tamamen kamufle olmanız ve sessizce gerçekleşmesini beklemeniz... Bir yıldızsanız, parıltınızı örtecek bir örtü bulmanız ve miske bulandıysanız az beride durmanız. Engellenemeyen bet durumları kaçarak ötelemeniz gerekir. Onlar sizin ışığınızı çalmadan. Dudaklarınızdaki gülüşü almadan ve umut dolu helkenize hunharca dalmadan.

 

Saklanın... Tüm bu güzel şeylerin devam etmesi içi lütfen saklanın. Gerekirse körebede ebe olun ama asla yakalanan olmayın. Çünkü bu oyunun kazananı, aslında kaybedenidir.

 

Hepimiz Haris'e bakarken ilk gözlerini deviren Onur oldu. Meriç'in elindeki kâğıdı sertçe alması ile elinde bir paçavra gibi sallaması bir oldu.

 

"Bu gerçek bile olsa ancak senin gibi bir hırsız çözebilirdi." Gözlerini alayla kıstı ve beğenmezce gülümsedi. "O yüzden dedektifliğe soyunmaya falan kalkma. Kendi kafa yapınla eş değer birini anlamış olman adalet için bir çöp olabileceğin anlamına gelmez."

 

Emre de yeniden kahvesine dönerken gülüyor ve bir yandan başını iki yana sallıyordu. O da en az Onur kadar bunun basit ve değersiz bir buluş olduğunu düşünüyordu. Düşünceli olan Meriç ise yeniden masasına döndüğünde ortada kalan ben olmuştum.

 

"Hırsızları bir hırsız yakalıyor, ne ala! O zaman her suçlu için bir hemcins bulduk mu tamamdır. Dükkânı kapatıp gidelim, bizim ne işimiz var ki burada?"

 

Onur oturduğu sandalyesinden sonra ayaklarını yeniden masanın üstüne uzattığında Emre Haris'e bakıyor bir yandan da bıyık altından gülüyordu. Kahvesinden bir yudum aldığında bir arenada ölümcül bir gladyatör dövüşünü seyrettiğine emindim.

 

"Seri katil becerilerin de var mı bakalım?"

 

Onur elindeki topu parmaklarında çevirirken Haris'in çoktan yüzü düşmüş sandalyesine oturmuştu bile. Ben de daha fazla beklemektense çayhaneye doğru yönelmişken "Kahvem şekerli olsun Heyzır," dedi Onur.

 

Bir şey demeden çayhaneye doğru yürürken Haris'in acınası bir şekilde gülüp başını iki yana salladığını gördüm. Çay kahve yapmam ona göre yanlıştı. Bir çaycımız varken neden bu iş bendeydi ben de bilmiyordum. Oradan oraya koşuşturup dururken kendi kimliğimin bir polis olduğunu unutuyordum esasında. Ne yapmalıyım? Haris'i yanıma alıp hepsine karşı savaş mı açmalıyım?

 

Elimde bir kahve ile geri döndüğümde dikkatle masaya koydum.

 

"Bana bak," dedi Onur imalı ses tonu ile bana bakarak.

 

"Bununla fazla takılma bak, sağı solu belli olmaz, kimlerle bağlantısı olduğu belirsiz, meslekte körelmek istemezsin."

 

"Sanki şimdi çok işini yapıyormuş gibi."

 

Haris'in söylenmeleri kulağımıza dolsa da bir şey diyemedim. Emre halinden memnun sıradaki lafın Onur da olduğunu düşünerek ona bakıyordu. Onur'un cevabına sıra gelmeden kapıda bir tıkırtı oldu. Hepimiz kapıya baktığımızda sertçe açılıp içeri müdür girdi. Bir süredir dönen gergin kaostan sonra daha fazlası için gelmişçesine sinirli adımlarla bize doğru gelirken herkes ayağa kalktı. Hızlı adımlarla ortaya doğru gelen müdür hepimize tek tek baktı.

 

"Evet? Var mı bir buluşunuz falan?"

 

Ellerini kumaş pantolonun ön ceplerine koyduğu için ceketi hafifçe havalanmıştı ve çatık kaşlarından kesin bir cevap beklediği açıkça anlaşılıyordu.

 

"Hırsızlar aslında kendileri müdür bey."

 

Müdür hızla Onur'a baktığında biz de Onur'a bakıyorduk. Düşündüğümüz şeyi yapmayacaktı değil mi? Biraz önce yerden yere vurduğu Haris'in fikrini çalmayacaktı değil mi?

 

"Parmak izleri bir bütün olarak aynalara bırakılmış. Bu da bize kasten bırakıldığını gösteriyor. Birçok testten sonra kasten bırakılan parmak izlerinin parçalanmadan bütün olarak yapıldığı kanısına vardık."

 

Meriç olumsuz bir şekilde başını sağa sola sallarken Onur'un yaptığı şeyi desteklemiyordu. Emre ise yeni bir kaos çıkacağı heyecanı ile bastırdığı dudaklarının ardında gülmeye devam ediyordu. Endişe ve hüzünle Haris'e bakmaya devam ederken onu başı yerdeydi. Muhtemelen, sözde adalet iin savaşan bu güruhun içine nasıl düştüğünü sorguluyordu. Onur'un yerine ben utanıyordum. Kendi meslektaşım yerine utanırken bile yerin dibine giresim geliyordu.

 

"Harika! Aferin sana Onur. Bu muhteşem çözüm için seni tebrik ederim. Söyle bakalım nasıl geldi aklına tüm bu fikirler?"

 

Onur sinsi bir gülümseme yerleştirdiği dudakları ile gözlerini gizlice Haris'e çevirdi ve "Bir hırsız gibi düşündüm efendim," dedi.

 

Haris'in dişlerini sıktığını görebiliyordum ama yine de bir şey dememişti. Sinirliydi ama o kadar da umurunda değildi sanki. Ya da umurundaydı ama çaresizdi. Bilemiyorum, hiçbir şey bilemiyorum.

 

Müdür birkaç alkışla Onur'u ödüllendirirken "Bu işin çözümünün senden bekliyorum o halde. Aferin işte böyle devam!" dedi hepimize teker teker bakıp en sonra Haris'te durdu. Boğazındaki hırıltı sesi eğreti bir şeyin varlığından ötürüymüş gibiyken beğenmezcesine gözlerini devirdi ve başka bir şey demeden çıkıp gitti.

 

Onur yaptığı şeyden gurur duyarcasına kasılırken Emre onun omzuna iki kere vurdu sonra birlikte gülmeye başladılar.

 

Daha fazla katlanamadığını tahmin ettiğim Haris ise ayağa kalkıp müdürün peşinden çıkışa doğru yürüdü. O giderken Emre uğultuya benzer bir sesle onu rahatsız edercesine uğurlamıştı. Asla bitmek bilmeyen berbat bir ortamın içinde dönüp duruyorduk.

 

Ve ben yine tüm bunların arasında öylece sıkışıp kalmıştım.

 

***

 

İşlerimi bitirdiğimde tamamen sivil kıyafetlere bürünmüştüm. Akşamın karanlığı tüm Konya'ya çökmüşken merkezin çıkış kapısına doğru yürüdüm. Adımı dışarı attığımda derin bir nefes aldım. Temiz hava iyi gelmişti.

 

İçerisi yavaştan boğmaya başlasa da dışarısı bambaşka bir hayatın varlığını fısıldıyordu. Yaşa diyordu. İnsanlardan oluşa bir kuyuya rağmen yaşa. Onlar seni boğmaya çalışsa da yaşa.

 

Hem oksijen hem de çözülen bir davanın güzelliği tüm benliğimi yenilemişçesine gülümsedim. Öyle güzeldi ki... Yani özgürlük. Dışarıda huzurla gezmek ve kadın olmanın verdiği hissiyatın içimizde bir yerlerde korkuya neden olmaması. Eşitlikten ziyade, benliğimin değeri. Benliğimizin değeri.

 

Gülümseyerek başımı gökyüzüne kaldırdığımda ayın parıltısı tüm geceyi aydınlatıyordu. Yıldızların tatlı tatlı göz kırpışlarına eşlik ederek ben de iki kere göz kırptım. Simsiyah bir çantanın, gümüş düğmeleri gibi dizilmişlerdi gökyüzüne. Bir kere daha derin bir nefes alıp, en azından orada işler hep yolunda diye güvenle baktım gökyüzünden sonra yeniden yüzümü aşağı indirdim.

 

Yıllar önce kendi kendime verdiğim sözü tutmuştum. Nihayet suçlular cezasız kalmamıştı. Bu, kendime verdiğim en büyük sözdü. Karanlıktan korkmayacak ve aydınlık için savaşacaktım daima.

 

Merkezden uzaklaşırken annemin en sevdiği çöreklerden almayı planlıyordum. Erkek kardeşim için de bir uçurtma hayal ediyordum. Ama onu çok heyecanlandırmayacak, kalbini zorlamayacak sade bir uçurtma. Asla uçuramayacağı ve gökyüzünde süzülüşünü seyredemeyeceği ama onunla yatıp, uyumaktan zevk alacağı bir uçurtma.

 

Kimsenin görmediği zamanlarda hafif hafif sekerek yürürken otobüs durağına doğru ilerledim. Sokak lambaları yanmış, insanlar acele ile oradan oraya koşturmaya başlamıştı. Bu saatler en sevdiğim anlardı. Sonuna gelinen bir günün usulca bize veda edişi...

 

Kendi kendime mutlulukla yürürken duraktaki biri dikkatimi çekti, aniden durdum.

 

Sırtını durağın demir bölümüne yaslamış, bir dizini de destek için kaldırmıştı. Elleri pantolonun ön ceplerindeyken öylece hayali bir noktaya dalıp gitmişti.

 

Durup bir süre onu seyrettim. Otobüsler gelip geçiyor, o hiçbirine binmiyordu. Birini mi bekliyordu? Yoksa kendisi için mi zaman ayırıyordu? Derin düşüncelerinin nedeni merkezde kimsenin ona inanmayışı, dahası duymazlıktan gelmesi miydi? Yoksa yalnızlığına katık olacak bambaşka dertleri mi vardı?

 

Unutma, o bir dolandırıcı...yine de?

 

Derin bir nefes alıp sıkıntı ile geri verdim. O da boğuluyormuşçasına bir nefes aldı. Hayır, mesele merkez değildi bence. İçimden bir ses, bizi zerre umursamadığını fısıldıyordu. O, kendi içindeki fırtınalarla boğuşuyordu.

 

Haris her şeyiyle gizemli ve çözülmesi imkânsız bir bulmaca gibiydi.

 

Onu izlerken arkamdan gelen biri bana çarptı ve elimdeki çanta yere düştü. Çarpılmanın etkisi ile sarsıldığımda dengemi sağlamak için bir iki adım öne gittim.

 

"Çok ama çok özür dilerim."

 

"Sorun değil."

 

Eğilip yerdeki çantayı alıp yeniden doğruluğumda bir kere daha Haris'e baktım ama yerinde yeller esiyordu. Gitmişti. Ya da hiç orada değil miydi? Bazen öyle oluyordu ki, onun varlığının bile baştan başa hayal olduğunu düşünüyordum.

 

Çantamın tozlanan yerlerini temizlerken hala daha olduğu yere bakıyordum. Durağın arka tarafına, sağıma ve soluma baktım ama yoktu. Yine derin bir nefes aldığımda benim otobüsümün de geldiğini fark ettim.

 

Yürüyerek durağa yaklaştım ve son kez etrafıma baktıktan sonra otobüse bindim. Arkalarda bir yerlerde tekli koltuklardan birine oturduğumda başımı cama yasladım. Gecenin karanlığı otobüs içindeki ışıklar tarafından ezilirken hareket ettik. Yol önümüzde uzayıp giderken gecenin insanlar üzerindeki ezici etkisine bakıyordum. Evlerine gitmek için koşuşturanlar, iş yerlerini kapatanlar, ışıklarını söndürenler ve ailesi ile buluşmak için can atanlar.

 

Sahi Haris'in bir ailesi var mı ki? Eğer bir hırsızsa nasıl bir geçmişi var? Böylesine profesyonel olmayı nasıl başardı? Hukuk kazanıp tam tersi işler yapması neden?

 

Yol uzadıkça cevapsız sorular da zihnimi meşgul etmeye yoğunlaşmıştı. Her şeye rağmen güzel bir günün sonuydu. Şimdi önümüzdeki davaya odaklanmalı ve şu çete midir neyse onları yakalamalıydık.

 

Çantamı açıp içinden küçük not defterini çıkardım. Günlük sayılmasa da o gü yaşananlar hakkında ve konuştuğum kişiler hakkında not tutmayı alışkanlık edinmiştim. Kalemi alıp yazmaya başladım.

 

Azılı seri katil nihayet yakalandı...

Tüm maktuller için çok üzgünüm.

Haris olmasa yakalanacak gibi değildi.

Yeni bir vukuat geldi ve ancak profesyonellerin çözeceği türde olduğu için yine ona güveniyorum. Bu güven bizim için onur kırıcı olsa da kendimi bir dolandırıcının insafına bıraktığımı inkâr edemiyorum.

Umarım yanlış kişiyle doğru sonuçlar elde etme amacımız ters tepmez ve bir yanlış tüm doğruları götürmez...umarım.

 

***

 

Elimdeki paketi sıkıca tutarken kapıyı iki kere çaldım. İçeride oluşan gürültü annemin koşarak kapıya gelmesinden kaynaklanıyordu. Gülümseyerek onun benim için heyecanlanmasını bekledim. İnsanın tamamen berbat bir iş gününden sonra bile mutlu olacağı tek yer eviydi muhtemelen. Onlara sahip olduğum için öyle şanslıydım ki...

 

Kapı hevesle açılınca annemin ışıl ışıl parıldayan gözleri benimkileri buldu.

 

"Hoş geldin canım."

 

"Hoş buldum annem."

 

Elimdeki paketle ona sarıldığımda tüm kötü olayların bedenimden ve ruhumdan silinerek havaya karıştırdığını hissettim. Bir insanın size sarılması çoğu defa birçok ağrı kesicilerden daha etkili oluyor. Çünkü insanın bedeninden ziyade ruhunun da iyileşmeye ihtiyacı oluyor. Ve çoğu defa ölümcül olan yaralar beden değil de ruha alınanlardan oluşuyor.

 

Ama bir saniye! Annem, patates kızartması kokuyordu.

 

"Köfte mi yaptın?"

 

"Hıhı."

 

Kıkırdayarak geri çekildiğimde ayakkabılarımı çıkardım ve içeri girdim. Annem peşimden kapıyı kapattığında ilk işim Turhan'ın odasına girmek olmuştu. Her defasında heves ve merakla onun koridoruna doğru yürür, büyük bir özlemle kapısını açardım. Gün sonunda onunla geçirdiğim birkaç dakika her şeye bedel oluyordu sanki.

 

Kapıyı özenle açıp girdiğimde o güzel gözleriyle bana bakıyordu. Serumuna takılan ilaç halsizlik yapsa da onun bakışları hayat doluydu.

 

Gün geçtikçe zayıflayan bedeni ve solan teni boğazımda bir yumru oluştursa da gülümsedim ve onun içi aldığım uçurtmayı sallayarak "Bak sana ne aldııım," diye seslendim.

 

Yattığı yerde pek fazla kıpırdayamasa da gülümsüyordu. Çok sevinmesi ya da ani tepki göstermesi kalbine zarar verdiği için sesimi sakin bir hale getirdim ve yavaşça ona sarıldım. Bu sene on yedisine basacaktı ama gören henüz on yaşında sanardı. Yıllardır yataktan kalkmadan öylece hastalığın sivri pençelerinde ezilip durmuştu. Her şeye rağmen o benim canımdı. Onu mutlu etmek ve istediği herhangi bir şeyi yapmak hayatımın en önemli amacıydı.

 

Saçlarını özenle okşayıp ayağa kalktığımda Turhan uçurtması ile ilgilenmeye başladı. Ben de çörek paketini anneme vermek için mutfağa yöneldim. Evimiz dört katlı bir binanın ilk dairesiydi. Turhan, annem ve benim ayrı odamız vardı. Mutfak ve oturma odası ile mütevazı bir döşememiz vardı. Girişte asılı olan babamın büyükçe portresi her bakışımda yaşama sevincimi artırırken özlem gidermeme de yardımcı oluyordu.

 

Ayaklarım koridorun yumuşak halısının dokusu ile buluşurken ben mutfağa ulaşmıştım bile. Annem beklediğim gibi patates köftesi yapıyordu ve en sevdiğim çorba da hazırdı.

 

O tavadaki köfteleri çevirirken gidip arkasından bir kere daha sarıldım.

 

"En sevdiğin çöreklerden aldım annişim."

 

"Canım benim teşekkür ederim."

 

Gözlerimi kapatıp başımı sırtına yasladım ve ayakta öylece dinlenmeye çekildim. Zihnimin ağırlığı bu şekilde hafiflerken mutluydum.

 

"Seri katili yakalamışsınız. Benim başarılı kızım. Aferin sana."

 

Gülümseyerek geri çekildim ve pişen köftelerden birini ısırıp tezgâha yaslandım. Büyükçe bir rolüm olmasa da annemin övgüleri hoşuma gittiği için devam etmesine izin verdim.

 

"Çok zordu gerçekten anne. Görsen ne çok düşündük. Araştırmadığımız hiçbir köşe kalmadı. Ama her şeye değdi."

 

"Dikkatli ol tamam mı kızım? Başına kötü bir şey gelmedi değil mi?"

 

Aklıma o kadın tarafından yakalanıp başıma darbe almam, katille yüz yüze görüşmem, merkezde kahve dağıtmam ve adam hesabına alınmamam gibi birçok kötü şey gelse de hepsini yok ettim ve gülümsedim.

 

"Sen merak etme annem, ben akademiden birinci olarak mezun olmuş başarılı bir polisim. Hiiiç meraklanma."

 

Patatesleri kızartmaya devam ederken annenim gülüşünü seyrettim. Tüm dünyada seyrettiğim en güzel manzara olabilirdi.

 

Yemek hazır olup yedikten sonra birlikte televizyon izledik ve meyvelerimizi de yedikten sonra ilerleyen saatten ötürü odalarımıza çekildiğimizde huzurla sırtımı yatağıma koydum. Yorgun bir günün sonunda mutlulukla gülümseyebiliyorsam işimi tam yaptığım içindi. Bunu tüm yüreğimle hissederken kapalı gözlerimin önüne durağa yaşlanmış bir Haris silueti belirdi.

 

Düşünceli, hafif hüzünlü ve ciddi.

 

Gözlerimi hızla açtığımda karanlık odama sızan ay ışığının loşluğu ile tavandaki avizenin renklerini gördüm. Niye aklıma geliyor?

 

"Kim bu çocuk?"

 

Mırıltımı ancak kendim duyacağım şekilde söylemişken kapanmaya başlayan gözlerime inat onunla alakalı fikirler yürütüyordum.

 

Ne kadar tehlikeli olabilir? Ne kadar zeki olabilir? Ve ne kadar güvenilir?

 

"Ben görüp görebileceğin en güvenilir insanım. Diğer insanların doğru mu yalan mı söylediğini bilemezsin ama ben..."

 

Gözlerim kapandığında zihnimde son cümlesi de tamamlanmıştı.

 

"...daima yalan söylerim."

 

***

 

Sabah erkenden merkeze geldiğimde henüz kimse gelmemişti. Herkesin damak tadına göre birer içecek hazırlarken Haris'in tam olarak ne sevdiğini düşünmeye başladım.

 

"Çay?"

 

Gözüm çaydanlığa kaydığında başımı iki yana salladım.

 

"Hayır hayır, pek çaycı birine benzemiyor."

 

Gözüm kahveye kaydı.

 

"Kahve?"

 

Belki. Gittiğimiz kafede de kahve içmişti.

 

"Ama sabah sabah kahve içer mi ki?"

 

Kahveden de vazgeçtiğimde buzdolabına yöneldim. Taptaze portakallar gözüme çarptığında gülümsedim.

 

"İşte bu! Kimse taze sıkılmış bir portakal suyuna hayır demez."

 

Toplamda üç portakaldan büyük bir bardak meyve suyu çıkardığımda hazırdım. Çayhanenin dışından sesler gelmeye başladığında koşup kapının cam bölümünden baktım. Bizimkiler teker teker geliyordu. Tepsiyi hazırlasam iyi olacaktı.

 

Gidip tüm içecekleri tepsiye doldurdum ve kapıya dikkatle yürüdüm. Dökmemek için dikkat ederken Emre'nin uykulu bir şekilde masasına uzandığını gördüm. Hemen yanına bir fincan kahve bıraktığımda mırıltı ile "Teşekkürler Heyzır," dedi.

 

Hemen çaprazında Onur sütlü kahve rengi kaşe montunu çıkarıyordu. Bana ters ters baksa da bir bardak çayını masasına koydum.

 

"Erkencisin?"

 

Boynundaki atkıyı çıkarırken sorgulayıcı ses tonu ile beni inceliyordu ama bir şey demedim ve başımla onaylayarak masasına yerleşen Meriç'in yanına gittim. Dosyalarını düzeltirken bir bardak çayı da onun masasına bıraktım. Çayı masaya bırakmamla herkesin bana bakması bir oldu ve tam o anda da kapı açıldı.

 

Hızla kapıya baktığımda asıl beklediğim kişinin gelmiş olduğunu anladım.

 

Haris, siyah sweat ve siyah dar paça ile rahat bir şekilde gelirken başındaki bereyi düzeltip masasına doğru yürümeye başladı. Kimse ona selam vermemişti ve o da kimseye selam vermemişti. Beyaz spor ayakkabılarının gıcırtısı kulağıma dolarken herkesin bana bakıyor olduğunun farkında bile değildim.

 

Beklemeden portakal suyu ile Haris'in masasına doğru giderken o masasına oturtmakla meşguldü. Yavaşça portakal suyunu masasına koyup tepsiyi göğsüme yapıştırıp bekledim.

 

Hazırlanmakla meşgulken gözü portakal suyuna çarpınca direkt bana baktı. Bu, pek de kabul edip minnet duyacağı bir bakış değildi.

 

"Teşekkür ederim ama ben portakal suyu içmem."

 

Omuzlarım düşmüştü bir anda. Keşke başka bir şey yapsaymışım.

 

"Kahve? Kahve içer misin?"

 

"Kahve de içmem."

 

"O zaman çay?"

 

"Çay da içmem."

 

"Su?"

 

Şaşkınlıkla ona bakarken "Senin getirdiğin hiçbir şeyi içmem, kendim alırım," dedi.

 

Meselenin bambaşka olduğunu anladığımda gözlerim titredi. O benim içecek hazırlamamı başından beri istemezken tepkisini ilk defa açıkça gösteriyordu. Ben öylece durmaya devam ederken Emre ile Onur çoktan yan yana gelmiş kollarını önlerinde bağlayarak tıpkı bir dedektif gibi bizi inceliyorlardı.

 

"İşin bugu portakal suyu," dedi Emre kuşkulu bir ses tonu ile.

 

Hızla ona baktığımda Onur işaret parmağı ile Meriç'in masasını gösterdi.

 

"Onun çay içmediğini cümle alem bilir. Heyzır her gün onu taze sıkılmış portakal suyu ile karşılarken bu sefer," dedi işaret parmağı Haris'in masasına kaydı.

 

"Portakal suyu ona geçmiş."

 

Gözlerim masalar arası geçiş yaparken tedirgin bir şekilde yutkundum.

 

"Sanırım Meriç hayranlığın Haris'e geçti ha ne dersin Heyzır?"

 

Son cümle ile gözlerimi sonuna kadar açtığımda Haris'e baktım. O da ürkmüş bir şekilde saf bir çocuk gibi bana bakıyordu. Yüzünü buruşturarak hafifçe gülümsedi.

 

Öyle tuhaf bir ortam olmuştu ki kalbim hızla atmaya başladı. Düşüncelerin hareketlerime yansıdığı o dakikalarda Meriç tek kelime etmedi ve çayına dokunmadan sert adımlarla koluna kıstırdığı dosyalarla çıkıp gitti.

 

Kendimi çok kötü bir şey yapmışım gibi hissederken dehşete kapılmıştım. Meriç çay içmiyordu ki? Her gün ona portakal suyu sıkarken bugün ne olmuştu?

 

Kendi içsel düşüncelerimle boğuşurken Haris'in de bana baktığını gördüm. Elindeki kalemin arkasını dişlerken muhtemelen ne düşündüğümü anlamaya çalışıyordu.

 

Benim için tehlike çanları çalarken masadaki portakal suyunu da alıp hızla çayhaneye koştum.

 

"Kesinlikle portakal suyu bir işaret," dedi Emre bir kere daha gözlerini kısarak.

 

"İyi de bize niye hiç vermedi ki?"

 

Onur ile Emre düşünceli bakışlarla portakal suyunun esrarını çözmeye çalışırken ben bu işin içinden nasıl çıkacağımı düşünüyordum.

Loading...
0%