@hakugu
|
Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍
İnstagram hakugu
🔳🔳🔳
"bazı sesler ılık bir rüzgâr gibidir. gözlerinizi kapatıp dinlediğinizde, ruhunuzu okşadığına şahit olursunuz."
🔳🔳🔳🔳
Temperature of saying - in the Middle of love
Mükemmel editler ve kesitler için sosyal medyada bizi takip edin 👇🏻 hakugu wat_profesyonel profesyonelfanfc hakugu_tayfa
🔳🔳🔳🔳🔳
Haris
Daima özel biri olmak istedim. Kaderin çizdiği yolda yürürken nereden gideceğim bilinse bile kendi yolumu en güzel şekilde yürümek istedim. Sıradan biri olmaktan ölesiye kaçındım. Çünkü sıradan olmak, sıkıcı olmak anlamına gelirdi.
Sıkıcı; yenilenmeyi bilmeyen, güzele açık olmayan, arafta asılı kalmış, siyaha bulanmış, tek düze bir mantıkla bezenmiş...
Şimdiyse sıkıcı bir hayatın sürekli başa sarılmış versiyonunu yaşıyorum. Simli kalemle çizilen yolumu, kara kalemle yürüyor, yeterince iyi silmeyen bir silgiyle de temizlemeye çalışıyorum. Sürekli, ardımda kalan kirli izlerimin bana dönüşü altında eziliyorum. Asla ama asla, temiz bir düzlüğe çıkamıyorum.
Sonra bir şeyler fark ediyorum; bizler en başından beri seçim yaptığını sanan zavallılardan başkası değiliz. Oyun tahtasında sıra sıra dizilmiş piyonlar misali, vaktimiz gelince sahaya iniyor, bazen tek hamlede bazen de birkaç dalavere ile yerimizden oluyor, savruluyoruz sağa sola.
Seçimlerimden oluşan bir yolda yürüdüğümü sanarken, asfaltı ezelde dökülen kavisli bir yolda yolcuymuşum meğerse...
Kuruyan boğazım gitmek bilmeyen bir yumruya ev sahipliği yaparken gözlerim boşlukta geziniyordu. Her şeye bir kulp uydurabilen ben neden mevzu o olduğunda yetersiz kaldım? Daha öncesinde düşünmeli ve onu güvene almalıydım. Kurtlar sofrasında meze olduğunu bile bile neden, neden onu daha iyi korumadım?
Benim için...benim yüzümden...
"Her zamanki gibi müdür kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Vay be, şaşırtmadı!"
Emre elindeki dosyayı atarcasına masaya çarptığında Onur çatık kaşları ile düşünüyordu. Meriç donmuşçasına masasında beklerken ne diyeceğimi bilmiyordum. Kimsede huzur falan kalmamıştı. Yeterince değer vermeseler bile onlar da haksız yere alınan bir terfiden memnun değildiler.
Sadece nefes almak için hareketlendiğimde Meriç'in kızgın bakışları tarafından kadraja alındım. Gözbebekleri ateş saçıyordu adeta. Genelde sessiz kalan bu insanın konu Heyzır olunca öne atıldığına şahit olduğum birkaç zamanda bana karşı böyle davranması abes değildi. Bakışlarındaki gizli nefret herkes tarafından hissedilirken sinirle gözlerini devirip telefonunu eline aldı. Beni suçluyordu. Kim bilir diğerleri de...
Çevirdiği numara için telefonu kulağına götürdüğünde ulaşılamıyor karşılığını aldı. Tüm dikkatleri ile Meriç'i izleyen diğerleri hayal kırıklığına uğradıklarında yüreğim sıkıştı.
"Ne? Telefonlarını da mı kapattırmış?"
Onur sinirle sorduğunda Meriç bir kere daha aradı ancak ulaşılamıyordu. Meriç'in üçüncü aramasını beklemeden Onur çevirdi numarayı.
"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor..."
Onur'un telefonu da yavaşça düştüğünde karanlık bir kuyuya düşmüş gibi oldum. Niye? Neden?
"Heyzır'a hiçbir numaradan ulaşılamıyor."
Emre oturduğu yerden kalkarak birkaç adım attı.
"Ev adresini bilen var mı?"
Meriç hızla yerinden atıldı.
"Danışmana yazdırmıştır."
İç hatlardan bir numara çevirdiğinde karşılık geldi.
"Hacer Gazel'in ev adresini verir misiniz lütfen acil."
Karşıdaki ses her ne diyorsa Meriç'in yüzü yine düşüyordu. İşler gittikçe karanlık bir hal alırken dünden beri birbirine giren saçlarımı elimle karıştırdım hızlıca. Kahretsin...
"Ev adresinde de değişiklik yapılmış."
"Nasıl ya? Bir gecede taşınmış olamaz ya?"
"Kanka bu bir sürgün. Eşyaları taşımasa bile kovulduğun anda bilgilerin de silinir."
Meriç, Onur ve Emre sırası ile konuştuğunda daha fazla onları dinleyemedim.
"Öyle önüne geleni kovmaya hakkı var mı müdürünüzün?"
Sorum ile bana bakan Emre bıkkınlıkla bir nefes aldı. Meriç her zamanki gibi oralı olmamışken "Muhtemelen yoktur," dedi Onur alayla gülerek.
Çarpık gülüşünün ardındaki anlamı biliyordum. Standartlara göre bu mümkün değildi ama kim stajyer polisle emniyet müdürünü kıyaslayabilir ki? Özellikle mevki için ölüp biten bunca zavallı arasında?
Burnumdan solurken Heyzır'la konuşmam gerektiğini düşündüm. Eğer onun ne istediğini öğrenebilirsem yani bulunduğu konumdan memnun olmasa bile geri dönmek istiyorsa çabalamaya değerdi. Hoş kim durduk yere kovulmak ister ki?
Hızlı adımlarla kapıya yöneldiğimde koridoru ve katları geçtim. Koşarken hızlanan rüzgar birbirine giren saçlarımın arasından geçerken, kıyafetlerimde dünden kalan kurumuş kan izleri vardı ve ben buna inat ilerliyordum.
Koridordan hızlıca geçerken üzerimde olan gözleri hissetsem de önemli değildi. Hepsi kim olduğumu biliyordu. Hepsi, bir hırsızın asil görünümlü zevksiz alanlarında ne işlerinin olduğunu düşünüyordu. Bunca insan arasından beni dinleyen, bir anlaşma için kıvranan ve bir canı kurtarmak için her türlü yolu deneyen tek insanı aralarından gönderdiklerine inanamıyorum.
Gerçi hep böyle değil midir? Bu ülkede, hatta bu gezegende, bir iş başardığında karşılık olarak cezasını mutlaka çekersin.
Giriş katındaki ofise geldiğimde danışmaya girdim.
Bilgisayar başında bir genç adam vardı. Nefes nefese önündeki masaya yaklaştığımda bana baktı.
"Selam, stajyer polis Heyz... Ah, Hacer Gazel'in ev adresini ve telefon numarasını alabilir miyim?"
Bakışları tepemden başlayarak süzerek ilerlediğinde "Kim istiyor?" diye sordu.
"Ben?"
"Sanırım anlamadın," dedi kaşlarını kaldırarak.
"Kim olup da istediğini söylemeye çalışıyorum. Polislerin şahsi bilgilerini öylesine birine bile vermezken neden bir dolandırıcıya verelim?"
Aslında haksız sayılmazdı ama sanırım buna katlanacak durumda değildim.
"Peki ya takvim neden geride kalmış?"
İşaret parmağım ile gösterdiğim yere baktığında yeniden bana döndü. Elimdeki telefona önce umursamazca baktı sonrasında "Hey!" diye bağırdı.
"Lanet olasıca müdür o koca k... kaldırsın da kendi adresini kendi yazsın. Eğer bir b... kafalı varsa o da müdür malıdır. Aptallar içinde güreş tuttuğumuza inanamıyorum... ve daha niceleri."
Telefonunu masaya koyduğumda kendi telefonumu çıkardım ve aldığım ekran fotolarını gösterdim.
"Kulağa tehdit gibi gelebilir ama hiç de değil, bu ballı mesajlarını müdüre göndermek istemezsin bence. Sanırım kendisi şeker hastası."
Yüzümü buruşturarak söylediğimde "Sanırım anlamadın," dedim kaşlarımı kaldırarak.
"Adresi ver de huzurun kaçmasın diyorum."
Bir telefonuma bir bana bakıp bıkkınlıkla yutkundu.
Bazen kendimden nefret ediyorum. İstediğim her şeyi elde edebiliyor olmak bazen hayatı anlamsız kılıyor. Bazen de daha çok nefret ediyorum, kendimi ayrıcalıklı hissettiğim için. Çünkü ayrıcalıklı olanlar ayrılır diğerlerinden. Özel olmak ve ayrıcalıklı olmak bu yüzden bambaşkadır benim gözümde. Özel olursan bu güzelliğinden herkes faydalanabilir ama ayrıcalıklı olursan sadece sen faydalanırsın. Başta bu o kadar da önemli değil gibi görünse de topluca yaşanan bir felakette sizin toplama kampına gönderildiğiniz anlarda o ayrıcalıklıların köşklere yerleştirildiğini görürsünüz. Böyle bir durum da takdir edersiniz ki olabildiğine sinir bozucudur.
Dün sabahtan beri ağzıma tek lokma koymamam, darp edilen yerlerin sızlaması ve daha birçok acı hissedemeyeceğim kadar sönüktü. Düşüncelerim karmaşık olamayacak kadar birbirine girse de aklımdaki tek şey onu nasıl geri getireceğimdi. Bu iş dışarıda öylesine bir oyun çevirmeye benzemiyor. Söz konusu emniyet olduğunda o kadar pervasız davranamıyorsun.
"Aptal kız."
Dudaklarımın arasından çıkan iki kelime adımlarımın daha da hızlanmasına neden olduğunda otobüse binmem gereken durağı geçerek daha da hızlandım.
Yüzüme çarpan rüzgar vicdanımı sızlatırken benim için, sırf bana yardım ettiği için cezalandırılan bu insana nasıl yardım edebileceğimi düşünmeye devam ediyordum. Onu geri getirmeye gücüm yetse bile beni kabullenmezler ki bunlar. Beni dinleyen sadece oydu. İnsan muamelesi yapan ve...
"Ah, lanet olsun Heyzır, neden pes ediyorsun hemen?"
Nefes nefese kalarak geldiğim yer bir sitenin bahçesiydi. Adreslerine göre geldiğim binaya doğru yürüdüm. C Blok yazısını gördüğümde beklemeden demir kapıdan içeri girdim. Yüzüme çarpan binanın soğukluğu ile merdivenleri çıkarken katlarına kadar geldim.
Aynı katta birkaç daire vardı. İlk geldiğim kapıda çokça ayakkabı varken diğer kapıya gittim. Burada da bebek ayakkabısı varken beklemeden diğerine gittim.
Kapıda yazan Gazel ailesi yazısı ile durduğumda sanki kirliymişçesine ellerimi siyah pantolonuma sildim ve çekince ile götürdüğüm elimle zile bastım.
İki, üç, dört ve beş...
Zil devam ediyor, kapı açılmıyordu. Yoktu. Gitmişlerdi gerçekten de.
Elim pantolonumun arka cebindeki tel parçasına gittiğinde kilidi birkaç saniyede açabileceğimi düşündüm. Saniyeler sürmezdi içeri girmem. En azından bir bilgi elde edebilirdim. Bir an için, sadece bir an için düşünmüş olsam bile parmaklarım teli yavaşça bıraktığında bunun onu rahatsız edebileceği fikri geldi aklıma.
Siyah askeri botlarımın kenarındaki çakı ile kapıda aralık açabileceğimi de biliyordum.
Cam kesici ile tırmanıp sessizce içeri girebileceğimi de...
Ama hiçbirini yapamadım.
Neden kolaylıkla kişisel alanını istila ettiğim onca kişiden sonra şimdi çekince ile davranıyorum? İnsanların ne hissettiği ne zamandan beri umrumda benim?
Ellerim bomboş öylece kalırken yavaşça merdiven basamaklarından birine oturdum. Betonun soğukluğu tüm bedenime yayılırken kollarımı dizlerimin üstünden sarkıtıp derince bir nefes aldım. Gözlerim kapıda gezinirken paspasta durdu seyrim.
Söyle dost ve öyle gir.
Yazıyı içimden birkaç defa tekrar ettiğimde dudaklarım gülümsemek ve hüzünle kıvrılmak arasında gelip gitti. Anlamını merak etmiştim bir an için, hiçbir şey umrunda olmayan bana göre, tuhaf bir durumdu.
Böyle olmaz mı genelde? Bir şeyin yokluğu, varlığından daha çekicidir.
İçimdeki tüm nefesi ciğerlerimde tek gram kalmayacak şekilde dışarı verdiğimde boğuluyordum sanki. Başımı tavana kaldırıp ağzımdan nefes aldığımda boğazım kurudu.
Binanın soğuk havası burnumu kızartırken gözlerim yeniden kapıya gitti. Açılıverse. İçinden çıksa ve her şey yoluna girse. Çaycılık yapmasına bile göz yumabilirim ama onca ezilmeye rağmen benim gibi gereksiz bir sebepten dolayı bu haksızlığa maruz kalması...
Gözlerim kapıda gezinse de ne açılan bir kapı vardı ne o.
Hüzünle bir nefes alıp telefonumu çıkardım, numarasını çevirdim. Kulağıma götürdüğüm telefondan ümitli bir karşılık beklesem de diğerlerinden farklı değildi.
"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra..."
Kapatıp yeniden çevirdim numarayı.
"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor lütfen..."
Bir kere daha...
"Aradığınız kişiye..."
Defalarca çevirdiğim numara defalarca aynı karşılığı verdi. İşte böyle. Sıkıcı bir hayat yaşamayayım diye çabalarken aynı şeylerin tekrarına uğramaktan kurtulamıyorum. Ben aramaya devam ederken karşılık hiç değişmedi. Ve böylece tekrar tekrar başa sarıp durdum.
🔳🔳🔳🔳🔳
Güneşin sıcaklığını en çok hissettiğimiz saatlerde dördüncü defa geldiğim binanın kapısından içeri giriyordum. Duş aldığım için fazlaca terlemesem de kuru sıcaklığı net bir şekilde hissedebiliyordum.
Merdivenlerden çıkarken Heyzır'ların kapısının önünde yaşlı bir kadın gördüm. Elindeki canlı çiçeği kapının önüne bırakıp yeniden doğruluğunda karşısına ulaşmıştım bile. Selam verdiğimde gülümseyerek aldı.
"Merhaba teyze, bu dairenin sakinlerini tanıyor musunuz?"
"Evet oğlum, neden sordun ki?"
"A, bir arkadaşım ve kendisine ulaşamıyorum. Emniyetten geliyorum ben de."
"Nereye gittiklerini bilmiyorum. Ama bazen giderler böyle."
"Öyle mi?"
Şaşkınlıkla gözlerimi açtığımda bunun müdürden dolayı olmayabileceğini düşündüm. O halde ne?
"Bakın bende arkadaşımın numarası var ama ulaşılamıyor."
"Evet kızlarına ben de ulaşamam ama istersen annesinin numarasını verebilirim."
Altın bulan madenci gibi gülüşüm yüzümde yayılırken hevesle telefonumu çıkarttım. Söylenen numarayı yazıp kaydetmemle telefonumun çalması bir oldu.
Arayan Onur'du. Belki Heyzır'dan bir haber...
"Efendim?"
"Haris acil emniyete gelmem lazım. Çok tuhaf bir dava geldi ve müdür senin de gelmeni istedi."
Onur'a uzun bir açıklama yapmaya gerek duymadan teyzeye teşekkür edip koşmaya başladım. Bulduğum ilk taksiyle emniyete geldiğimde binanın içi karınca yuvası gibi olmuştu. Herkes bir yere koşturuyor sanki savaş çıkmış gibi telaşla oradan oraya koşup duruyorlardı. Sağa sola çarparak aralarından geçmeye çalışırken feci şeyler dönüyor gibiydi. Her ne oluyorsa hiç hoş değildi.
Üst kata çıkarken merdivenlerde yığılarak ağlaşan insanlar gördüm.
"Ah yavrum benim! Ne istediler senden annem?"
Kadın kendini dövercesine bağırırken polisler ona yardımcı olmaya çalışıyor ama bunda pek de başarılı olamıyorlardı.
Birinci katı geçtiğimde koridorların merdivenlerden kötü olduğunu gördüm. İnsanlar doluşmuş feryat figan ağlıyor, polisle tartışıyor, sinir krizi geçiriyor ve birbirlerine giriyorlardı.
Zar zor koridorda ilerlerken asansörden Emre ve Onur indi. Ellerindeki dosyadan polis olduklarını anlayan kalabalık onlara doğru hücum ettiğinde ben de karıştım.
"Neler oluyor? Neden bize bir açıklama yapmıyorsunuz?"
"Çocuklarımıza ne olmuş? Balkabakları ne anlama geliyor?"
"Bak bu benim kızım. Yüzüne iyi bakın. Onu kurtaracaksınız değil mi?"
Sorular peş peşe gelirken Onur ve Emre güçlükle kalabalık arasında yürümeye çalışıyorlardı. Kalabalıktan biri ani bir refleksle Emre'ye bir yumruk attığından Onur da payına düşeni aldı. Bir anda arbede yaşanmaya başladığında üst ve alt kattan takviye ekipler gelse de kalabalık çok sinirliydi.
Zorlukla yanlarına gidip ikisini de çıkarmaya çalışsam da bir düzine darp edilmiştiler.
"Hey beyler sakin olun!"
Kendimizi küçük ofislerden birine atıp kapıyı zor da olsa kapatmayı başardığımızda dudağı kanayan Emre sinirle bağırdı.
"Ulan o... biz mi doğradık lan çocuklarınızı?"
Onur saçlarını karıştırarak elindeki dosyaları masaya çarparak üzerini düzelttiğinde "Neler oluyor?" diye sordum.
"Ne olacak," dedi Onur sinirle. "Manyağın biri küçük çocukları doğrayıp balkabağının içine doldurmuş."
Yüzümü buruşturarak midemi tuttum.
"Ne? Kim? Hayır nasıl böyle bir saçmalık yapılır?"
"Sorma, bu sefer işler gerçekten berbat bir durumda. Manyak mıdır nedir sanki Amerikanmış gibi balkabaklarını onlar gibi şekillendirip ağız burun yapmış. İçine de küp şeklinde doğradığı insan etlerini doldurmuş. Toplamda üç çocuğun DNA'sı tespit edildi. Ortalık felaket anlayacağın."
Derin bir nefes alıp dudaklarımı ıslattım. Bir öylece dururken kapı sertçe açıldı.
Meriç telaşla içeri girdiğinde "İşler sarpa sardı!" diye bağırdı.
İlk defa bu kadar telaşlı görünen Meriç Onur ve Emre'yi daha da korkutmuştu. Çatık kaşlarımla devamında ne olduğunu dinlemek için ona doğru bir adım attım.
"Müdürün kızı için de kayıp başvurusu yapıldı."
"Ne?"
"Nasıl ya!"
Herkes büyük bir şok yaşarken gözlerimi sağa çevirdim. Bu, memnun olamayacağım kadar ağır, şikayet edemeyeceğim kadar isabetliydi.
"Bal kabağı davası ile alakalı olduğu düşünülüyor."
"Nereden anladınız?" diye sordu Onur.
"Şu resimlere bak."
Meriç'in elinde tuttuğu resimlere hepimiz eğilerek baktığımızda başında bal kabağı ile resim çekilen birkaç genç kız vardı. Neden böyle bir poz vermişlerdi bilmiyorduk ancak hiçbiri yeterince mutlu görünmüyorlardı. Üstelik davanın bal kabağı şekillerine de uyan bir işlemesi vardı.
"Kayıp başvurusu ne zaman yapıldı?"
Sorum ile Onur ve Emre Meriç'e baktı ancak o bana bakmadan elindeki resmi incelemeye devam ederken "On dakika önce," dedi.
Heyzır'dan dolayı hala bana kızgın olmalıydı. Onu yadırgayamıyordum, çünkü ben de kendime kızıyordum.
"O halde hala şansımız var," dedim dudaklarımı ıslatarak.
"Eğer tek bir planın bile varsa herkesi emrine verebilirim."
Kapıdan gelen sese doğru döndüğümüzde müdür bana bakıyordu. Bir günde çökmüş, kendinden geçmişti. Evlat acısı hiçbir şeye benzemiyordu hiç şüphesiz.
"Söyle bana, bir planın var mı?"
"Emrime kaç kişiyi verebilirsin?"
Meriç, Onur ve Emre bir bana bir müdüre bakarken müdür dişlerini sıkarak gözlerine dolan yaşı engellemeye çalıştı.
"İstediğin kadar. Hayal edemeyeceğin kadar."
Dudağımın kenarı onlara göstermeden kıvrılırken kaşlarımı kaldırdım.
"Gönüllü bir kişi, gönülsüz yüz kişi."
Cümlem herkes tarafından anımsanırken ciddiyetle müdüre bakıyordum. Ne istediğimi anlamıştı. Ortamda bulunan herkes anlamıştı. Beklenti ile müdüre bakarken "Eğer," dedi yutkunarak.
"kızımı sağ bulursan, Heyzır'ı geri getiririm."
"Sözün yemin yerine geçecek."
"Yemin ederim."
Gözlerimi kısarak ona baktığımda kararlı olduğunu gördüm. Herkesin vardır bir kırılma noktası. Müdür Bey, biraz acı bir tecrübe ile dönüş yapsa da sanırım o da köşeyi geçmeyi başarmıştı.
"Resimlerin asıllarını, ihtiyaç anında da Emre ve Onur'u isterim."
"Kabul."
"Dava boyunca dilediğim anda emniyetteki arşive bakabilmeliyim."
"Kabul."
"Bir araç bir de çelik yelek istiyorum."
"Meriç hemen ayarla."
Meriç hızla yerinden kalkıp telefonunu eline aldığında istediklerimi ayarlamaya başlamıştı bile. Çıkmak için kapıya doğru yürüyordum ki omzumdan tuttu. Sarsılarak durduğumda yaş dolu gözlerle bana bakan müdürle göz göze geldim.
"Onu bulabileceksin değil mi?"
Gözlerim gözlerinde gezinirken kırışıklarla dolu olan elmacık kemiğine bir damla yaş süzüldü. Ne diyebilirim ki?
Bakışlarımı yere indirirken derin bir nefes aldım. Yeniden ona baktığımda elini yavaşça omzumdan çekti.
İşte insan böylesine zavallıdır özünde. Sahip olduğu şeylerin kendi eliyle olduğunu sanan bir ahmağa döner zamanla. Mevsimler gelip geçer, zaman hızla akıp gider ve o, çaresizliği tattığı günlerde gururla gezindiği saniyeler için pişmanlık duyar. Kuru gurur pek bir sorun olmaz gibidir, bastığı ve incittiği yaban çiçeklerini saymazsak...
🔳🔳🔳🔳
Elimde resimlerin asılları ile Konya'nın en büyük parkının girişine geldiğimde kalabalık içinde insanları gözlemliyordum.
Bir resme bakıp bir sıradan bir insana bakıyordum. Hareketleri, karakterleri, davranışları, amaçları...
Böyle davaların altında bazen basitçe bir neden yatar. Ve siz onu ancak bir diğer insanın gözünüze batmayan sıradan hareketinde keşfedebilirsiniz.
Katilin avlanma şekli; çocuk ya da genç dinlemeden bir bölümünü doğradığı insan erlerini bal kabaklarının içine dolduruyor. Ve katlinden hemen önce de resimlerini çekiyor. Muhtemelen maktullerini bir ya da iki gün süre tutsak ediyor. Çünkü adli tıpta maktullerin bal kabaklı resimlerinden iki gün ara sonrasında öldüğü tespit edildi.
"Peki bu resimler müdüre nasıl ulaştı?"
Resmin arkasına baktığımda elle çizilen iki tane kalp işareti gördüm. Birbirine giren bu kalpler özenle çizilmişti. Biri epeyce uğraşmıştı sanki.
Yeniden resmi incelemeye devam ederken müdürün kızının yeni tutsak edildiği ve bunun muhtemelen iki gün süreceği geldi aklıma. O halde iki günüm var sadece.
Dudaklarımı ıslatarak telefonumu elime aldım. Haberler bu dava ile çalkalanıyordu.
"Konya'da feci cinayetler dur durak bilmiyor. Selçuklu'da bulunan üç bal kabağından on yaşlarına yakın olan üç ayrı çocuğun etleri çıktı. Çoğunlukla kaba etlerden doğranan bu bölümlerin ince bir bıçakla yapıldığı..."
İçimi kaplayan sıkıntı ile haberin devamını okuyamadım. Bir an için boğuluyormuşum gibi hissetmiştim. Kalabalık bir anda gözüme korkutucu geldi.
Parkın solundaki köprüye doğru çıkıp şehrin gece manzarasına bakarken pembe led ışıklarının yoğun parıltısı altında hemen güneşin doğmasını istedim. Ruhum sıkışmıştı adeta. Yapmacık bir aydınlık yeterli olmuyordu. Gerçek bir parıltıya ihtiyacım vardı.
Ellerim köprünün demirine yapışmışçasına dururken kulaklarımda bir ses çınlamaya başladı.
"Annem bu evde seni istemiyor."
"Sen bizden değilsin. Değilsin!"
"Hiçbir zaman da olmayacaksın anlıyor musun?"
Alnımda biriken soğuk terler çeneme doğru süzülürken ellerimi daha çok sıktım. Tüm bedenim kasılmıştı bir anda. Sıkışan kalbimi yumuşatmak zor olacaktı. Derin nefesler almaya başladığım anda ağrıyan başımdan dolayı inlemiş olacağım ki köprüden geçenler iyi olup olmadığımı sormuşlardı. Cevap veremesem de elimle işaret ederek gönderdiğimde yavaşça yere çöktüm. Sırtım pembe ledlere dayanırken gözüm alabildiğine pembeye bulanıyordu.
Başımı köprünün soğuk demirine verdiğimde hemen yanımdaki telefona baktım.
Yavaşça kendime çekip açtım. Halsiz elim Heyzır'ın numarasını çevirdiğinde aynı ses yankılandı.
Bir kere daha karanlığa bürünmüştüm sanki. Gelip geçenler bana bakarken bunu umursamıyordum.
Telefona umutsuzca bakarken başka bir şey daha geldi aklıma.
Belki?
Daha öncesinde kaydettiğim Heyzır'ın annesinin numarasını bulduğumda büyük bir ümitle çevirdim.
"..."
Bir kere çaldığında dudaklarımı ıslattım.
"..."
İkinci kere çaldığında derin bir nefes aldım. "Hadi!"
"..."
Açmayacak mı? Lütfen.
"..."
Dört de geldiğinde umutsuzluğa kapılmıştım ki telaşla açıldı sanki.
"Efendim?"
İşittiğim tek kelime ile gözlerimi kapattığımda, huzurla bir nefes aldım.
"Annem meşgul şu an ben yardımcı olayım. Kimsiniz?"
Dudaklarım hafif bir gülüşle kıvrılırken daha fazla konuşmasını diliyordum. Devam et lütfen...
"Alo? Beni duyuyor musunuz? Alo?"
Bir ezgi gibi gelen ses tonu kulağıma dolarken ne zamandır Heyzır'ın sesinin kulağa böyle hoş geldiğini hiç bilmiyordum. O, benim kim olduğumu bulmaya çalışırken ben, kapalı gözlerimin ardında huzuru bulan küçük bir bulut gibi ılık bir meltemle her saniye daha fazla yükseğe çıkıyordum sanki.
"Kim olduğunuzu söylemeyeceksiniz kapatacağım telefonu."
Beni tehdit ediyor...
Daha geniş bir gülücük dudaklarıma yayıldığında derin bir nefes aldım.
"Kapatıyorum bak. Üçe kadar sayacağım."
Sesi tatlıca esen bir rüzgar gibi yüzümü okşarken ben tamamen huzura ermiş gibiydim.
"Üç!"
Üçten başlıyor bi de...
"İki buçuk."
Şefkatli cici kız...
"İki. İki dedim bak?"
Dudaklarımı büzerek güldüm. Daha fazla dayanabileceğimi sanmıyordum.
"Bir buçu..."
"Hey!"
Sesim ile duraksadı. Telefona gelen nefes sesi kulağıma dolarken gözümü açtım.
"Söyle dost ve öyle gir ne demek?"
Bekliyor. Muhtemelen telefona bakıp numarayı inceliyor ve bu şaşkınlığı hoşuma gidiyor.
"Ha-Haris?"
Tahmin ettiğim gibi şok oldu.
"Soruma cevap ver."
Aklı karıştı.
"A, şey, bir filmden alıntı sadece."
"Hangi film?"
"Yüzükler...bi saniye paspasımıza mı baktın sen?"
"Hım."
"Neden?"
"Büyük hobimdir."
"Paspasa bakmak mı?"
Gülmemek için kendimi zor tutarken cevapladım.
"Son günlerde paspaslara bakmak için yaşıyorum."
Kaşlarını çatıp ne dediğimi anlamaya çalışıyor ve yavaşça sinirleniyor.
"Dalga mı geçiyorsun benimle? Bi ton işim var zaten!"
"Neden telefonunu kapattın?"
"Kapatmadım, köydeyim çekmiyor.."
"Anneninkine nasıl ulaşılıyor o zaman?"
"Operatörümüz farklı."
"Operatörünün adı ne?"
"Ne yapacaksın?"
"Gidip şirketlerini hackleyip tüm bilgisayaralarına canınınız cehenneme g... herifler yazıp göndereceğim."
Kıkırdıyor... Gülüşü beni de gülümsettiğinde derin bir nefes aldım.
"Eğer operatörünü hacklememi istemiyorsan benimle bir anlaşma yaparsın."
"Anlaşma mı? Korkarım ki yapamam, artık polis değilim."
"Hemen vaz mı geçtin yani?"
"Müdür mimledi beni ne yapabilirim? Başka yere gitsem de çalışamam."
"Sen de diğerleri gibisin işte, kabul etsen iyi edersin."
"Ne? O kadar emek verdim dava için. Hala mı onlar gibiyim?"
"Evet, daha betersin. Asla savaşmıyorsun. Çay dağıtırken ki güçlü Heyzır'a ne oldu."
"Bu farklı Haris. Bu sefer hatalıyım. Yapmamam gereken şeyler yaptım. Ben sadece bir stajyer polisim."
"Sen olmasaydın kimse beni kurtarmazdı."
İkimiz de sessizleştik. Bir süre öylece dururken "Sana bir saat veriyorum, Mevlana'nın önünde buluşup anlaşma yapalım," dedim.
"Bi-bir saat mi? Delirdin mi? Köydeyim diyorum. Konya merkezden burası iki buçuk saat ediyor."
"Sen üç yüz yetmiş beş sayfayı birkaç saatte bitirmiş birisin. Bu senin için çocuk oyuncağı."
Yine sessizleştik. Aklıma gelirken sorun değil ama söylerken neden tuhaf hissettiriyor bu şeyler?
"Haris gerçekten gelemem. Yani mesafe çok uzun ve..."
"Eğer bir saat içinde burada olmazsan seni de diğerleri gibi sadece kendini düşünen ve en ufak bir sorunda bir korkak gibi kaçan biri olarak düşüneceğim."
"Öyle olmadığımı sen de biliyorsun."
"Hayır bilmiyorum ve telefonu kapatıyorum. Ben Mevlana'nın oradayım ve bir saat bekleyeceğim. Gerisini sen bilirsin."
"Ama ben...Hey...kapatma telefonu...Haris?"
Telefonu kapattığımda yerden destek alarak ayağa kalktım. İyiydim. Çok iyiydim. Uzun süredir nefes alamayan ciğerlerim oksijenle dolmuş gibi güzelleşirken köprüden aşağı iniştim bile. |
0% |