Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@hakugu

 

 

 

 

 

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

 

 

 

🔳🔳🔳🔳

 

Mükemmel editler, kesitler ve çizimler için sosyal medyada bizi takip edin 👇🏻

 

instagram ❤️

hakugu

wat_profesyonel

bbeyzasah

 

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

 

 

 

 

 

 

14. Yüzyılda 9. Gregory isimli Papa devrin kedileri ile şeytanları eş tutup hepsinin öldürülmesini emretmiştir. Gregory'nin bu emri ile o dönem Avrupa'daki kedilerin neredeyse tamamı acımasızca katledilmiştir.

 

Fakat sonra, çok sonra, veba virüsünü taşıyan farelerin Avrupa'yı sarması ile onlara karşı kullanılacak bir şey bulamayan halk kara veba denen bu illete tutulmuş ve tek bir kişinin ahmaklığı yüzünden toplamda yetmiş beş milyon insan hayatını kaybetmiştir.

 

Bu dünyada, öyle ahmaklar vardır ki insanın anlatmaya gücü yetmez.

 

Geçmişin tozlu raflarını bir havaya kaldırsan, öyleleriyle karşılaşırsın ki, aynı türden olduğuna inanamazsın.

 

Ama yine de yakıldı kütüphaneler, tonlarca kağıdı verdiler ateşe ki, kimse erişemesin bu bedbahtlara.

 

Yo aslında asıl neden bu değildi. Yanan kütüphanelerin köşelerinde dokunulamayan, ateşin bile yakmak istemediği tarihin gizlediği daha kadim budalalar vardır.

 

Kendi güruhunun sonunu getirmekte becerikli, hatta bu işte son derece başarılı türünün ilk örneği olan seri katillerdir onlar.

 

Ama onlar kaçmaz, zaten kimse de kovalamaz işin garibi.

 

Gregory tarihin en sinsi seri katillerindendir. Mao, Lenin, Stalin ya da kapitalist ülkeler gibi gücün verdiği dik duruşla hareket etmez.

 

Seri katiller de öyledir ki zaten. Onlar da güçlü değillerdir. Esasen çok zayıflardır. Ve öldürdükleri her bir canlıyla daha fazla güçlendiklerini düşünürler.

 

İşte bu yüzdendir ki, Gregory farkında olmadan yetmiş beş milyon insanın katline neden olduktan sonra bile sözde şeytan olan kedileri alt ettiği için mutluydu. Ve hatta, onlarla eş değer gördüğü vebalıların tamamen yok edilmesi için ölüm adası denilen yere terk edilmelerine de karşı gelmedi.

 

O insanların kendilerini gün be gün yiyip bitirmelerine göz yumdu ve nihayetinde hepsi tamamen yok oldu.

 

Şimdi düşününce, geçmişteki ahmakların günümüze kıyasla çok daha zararlı olduğunu aklımdan geçirmeden edemiyorum. Yine de, insan, aynı insan.

 

Dün kedileri şeytan gören, bugün inanç yüzünden katletmiyor mu kendi türünü? Dün kılıçla yok edilen milyonların tek farkı bugün elma kokulu bombalarla ortadan kaldırılması. Daha modern ve daha üretici...

 

Evet evet, zaman geçse de tarihin kapatamadığı çok büyük ahmaklıklar var bu dünyada...

 

🩸🩸🩸

 

Ceketime sakladığım kitapla bizimkilerin yanına doğru yürüyordum ki arkamdan biri koşuyor gibi oldu. Gibisi fazlaydı çünkü Yağız bana doğru koşuyordu.

 

"Şey, sizi çağırıyorlar."

 

Nefes nefese önüme geldiğinde cebinden çıkardığı mendille alnını silmeye başladı. Kıvırcık saçları eliyle düzenlenince daha iyi bir hale gelse de şu Yağız garip çocuktu gerçekten.

 

"Neden, ne oldu?"

 

"Emin değilim, fakat bir eğitim mi neymiş ona katılacakmışız."

 

Kaşlarımı çatmamın nedeni polis oldum olalı bir eğitime girmemiş olmamızdı. Üstelik akşam üzeri ne eğitimiydi bu?

 

Ceketimin içindeki kitabımı sıkıca tutmaya devam ederken Yağız'la birlikte yürümeye başladım.

 

Ofise geldiğimizde bizimkiler içeride yoktu. Beklenti dolu bakışlarla Yağız'a baktığımda "Biraz önce buradalardı, nereye gittiler ki?" diye bakındı sağına soluna. Olmadıklarını ben de görüyordum, aynı soruları ben de sorabilirdim ama Yağız sanki bana yardımcı oluyormuş gibi sürekli aynı şekilde devam etti. Bir şeyi yapmaya başladığında eğer sonuç alamıyorsa sürekli sürekli yapıyor iyice motora bağlıyordu. Bu, bizim gibi insanlar için can sıkıcı olsa da o bu şekilde kendini tatmin ediyordu. İnsanların hassasiyetleri ile dalga geçme huyum yoktur ama bazen bir şeyin sürekli tekrar edilmesi ister istemez bunaltı hissi oluşturuyor ve içimden başlayan bir oflama isteğini beraberinde getiriyordu.

 

Yağız'la birbirimize boş boş bakışırken dışarıdan sesler duyduk. Bağırışlar öyle ritimliydi ki aldığımız eğitimlerden birer parça olduğunu anlamam uzun sürmedi.

 

İkimiz birlikte pencereye doğru koştuğumuzda onlarca kişinin bahçede toplanmış olduğunu gördük. Dahası, kameralar ve muhabirler de gelmişti. Şaşkınlıkla Yağız'a baktığımda o da aynı ifade ile bana karşılık verdi.

 

"Aşağıda ne oluyor?"

 

"Gerçekten bilmiyorum."

 

Yağız omuzlarını silkeleyerek cevap verdiğinde pencere kolunu cebinden çıkardığı bir diğer mendille tutup açtı. Sesler şimdi daha iyi gelirken telefon çalmaya başladı.

 

Hızla cebimden çıkarıp baktım arayan Onur'du. Dahası onlarca da mesaj vardı. Emre, Memati ve Cihanşah'ın mesajları ile dolmuştu ama ben nasılsa hiçbirini fark edememiştim. Daha fazla beklemeden telefonu açtığımda Onur'un kısık sesi ile karşılaştım.

 

"Heyzır, neredesin sen ya?"

 

Fısıltı ile de olsa bi güzel kızıyordu.

 

"Ne oldu? Ne oluyor tam olarak?"

 

"Çabuk bahçeye gel, İstanbul'dan çekim için gelmişler. Ünlü olacağız kızım çabuk ol, bir daha da arayamam bak röportaj sırası bana geliyor."

 

"Alo? Onur?"

 

Telefon kapandığında bahçeye baktım tekrardan, gerçekten de flaşlar ve kameralar etraflarında geziniyordu.

 

Ceketimin içinden çıkardığım kitabı masamın çekmecesine koyup Yağız'la birlikte koşmaya başladık. Ben önde o arkada koşarken bir yandan saçımı düzeltiyordum. Röportaj esnasında ne soruyorlardı acaba? Gıcık Onur insan biraz ön bilgi verir. Yine yaptı yapacağını.

 

Binanın çıkışına geldiğimizde hızımızı azaltıp normal yürüyüşe geçtik. Ne kadar normal davranmaya çalışsak da nefes nefese kalmıştık. Koşmaktan kızaran yanaklarımız doğal makyaj görünümü verdiği için görüntümüzün çok daha güzel olduğunu düşünerek özenle yürüyordum. Hemen peşimden gelen Yağız da beni taklit edercesine adımlarıma ayak uydururken Onur röportaja başlamıştı.

 

"Aslında biz o kadının seri katil olmadığını ilk başta anlamıştık. Çünkü kahve kokusu yoktu ve parmak kesimi değişmişti. Hem ayrıca..."

 

Emre sırıtan yüz ifadesi ile arka planda Onur'a destek olurken ona doğru yaklaştım.

 

"Pişşt, ne oluyor ya? Ne bu tantana?"

 

Yağız da bir yandan etrafına bakınıp bir yandan benim yanıma doğru sokuluyordu. Sanki ablasıymışım da ona önceden bir şeyleri anlatacakmışım gibi beni bekliyordu.

 

"Sorma kızım, talih kuşu kondu başımıza."

 

Kolları önünde bağlı, sol elinin tırnaklarını gülerken arada bir ısırıp Onur her keklediğinde kendinden geçiyordu. Emre'den hayır gelmeyeceğini anlayınca oradan ayrıldım. Peşimden gelen Yağız'la Memati'nin olduğu köşeye geldiğimde pembe ceketini düzeltmekle meşgul olduğunu gördüm.

 

"Memati abi tam olarak ne oluyor?"

 

"Ay şekerim," dedi elime bir ayna tutuşturarak. Bir yandan aynaya bakıp saçını pembe tarağı ile taradı, bir yandan da konuşmaya çalıştı.

 

"nasıl anlatsam ki? Hani şu seri katil olayı var ya, heh işte onun için bizi haber yapmaya gelmişler."

 

Memati'den de bir hayır gelmeyeceğini anlamıştım ki zaten elimdeki aynayı da alarak Emre'ye doğru koşarak ilerledi.

 

Gözüm bana açıklama yapacak birini ararken kameramanlarla konuşan Cihanşah ve Meriç'i eledim. Onlar kesin ciddi şeylerle uğraşıyorlardı yanlarına gidemezdim.

 

Hüzünle başımı yere eğmiştim ki "Haris'e soralım mı?" diye sordu Yağız.

 

Haris mi? Değil ona soru sormak yüzünü bile görmek istemiyordum.

 

"Ben onunla konuşmak istemiyorum, istersen git sen sor."

 

"Ama zaten burada?"

 

Hızla başımı kaldırmamla yanıma duran Haris'i görmem bir oldu. Boştan ziyade gizemli bir merakın olduğu bakışlarla bana bakıyordu. Ellerini pantolonun ceplerine koyarak "Benimle konuşmak istememenin nedeni ne tam olarak?" diye sordu.

 

Gafil avlanmıştım. Sadece ondan kaçmak daha kolay olurdu, şimdi bir de açıklama yapmak işleri iyice birbirine girdirecekti.

 

Cevap vermedim. Dahası bakışlarımı yere devirdim.

 

Afallayarak kaşlarını kaldırdı.

 

"Demek şimdi böyle olduk? Güzel. Ben de seninle konuşmak için can atmıyorum zaten."

 

Sinirli tıslayışını hissedebiliyordum. Yanımdan gelip geçerken içimi kötü bir his kaplamıştı ama geri alacağım bir durum değildi. Yaşanıp bitmişti işte.

 

Çekince ile parmaklarımla oynarken Haris'in sert adımlarla uzaklaşışını seyrettim. Cihanşah'ın yanında geldiğinde birlikte çekim ekibi ile konuşmaya başladılar. Arkasını bana döndüğünde tamamen iletişimimiz kopmuştu. Alt dudağımı huzursuzca kaldırıp hüzünle iç çektim. Başımı da yere eğecektim ki "Heyzır mı?" diye sordu biri. "İşte orada!"

 

İsmimi duyuyordum. Birileri benim hakkımda konuşuyordu. O vakte kadar peşimden ayrılmamış Yağız elindeki mendille omzuma hafifçe dokundu.

 

"Şey size bakıyorlar."

 

Yağız'ın işaret ettiği yere baktığımda Emre, Onur ve kameramanların bana doğru geldiğini gördüm.

 

Ne? Ne oluyor? Ne yaptım ben? Niye bana doğru geliyorlar?

 

Gergince yutkunup, kravatımı biraz daha sıktım. Saçlarımı düzeltip, yüzüme ciddi bir ifade ve samimi bir tebessüm ekledim.

 

Gelişleri çok havalıydı. Kameramanlar ellerindeki kameraları tutarken de, Emre ile Onur biraz önce röportaj vermiş tescilli A kalite polis olduklarını dışarıya yansıtırlarken de, kendilerinden emin attıkları adımlarla da acayip havalı görünüyorlardı.

Onların havalı rüzgarı kendinden önce yeli gelen metro gibi yüzüme çarpıp, biraz önce düzenlediğim ve bir miktarını kulağımın arkasına sıkıştırdığım saçlarımı da hevesle hareketlendirdiklerinde kendimi film yıldızları gibi hissettim.

 

Hemen önüme kurulan kameralar, kulağıma iliştirilen gizli kulaklıklar ve hoparlörler...

Yüzüme hızlıca yapılan makyaj ve saçlarımın en küçük teline varana dek düzelten makyözler. Sahne ışığı da olsun isterdim ama tepemizdeki güneş en orijinal haliyle ışığını bize yansıtmışken başka bir aydınlığa ihtiyacımız yoktu.

 

"Polis hanım buraya asıl geliş amacımız sizsiniz, lütfen elinizdeki konuşma metnine bir göz geçirin ve sorularımıza eksiksiz cevap verin olur mu?"

 

Bir kameramana bir kağıda bakarken etrafta "Serçe parmak davasının asıl kahramanı konuşacak," diye cümleler dönmeye başlamıştı.

 

"Hacer Gazel mi o?"

 

"Bir kere de onun ağzından dinleyeceğiz. Bu konu filmlere bile uyarlanacak."

 

"Gerçekten çok cesur görünüyor."

 

Bir anda tüm kalabalık benim etrafıma toplanmaya başlamıştı. Cihanşah ve Meriç'i dinleyen kameramanlar kameralarını da bırakarak benden tarafa doğru gelirken Haris başta olmak üzere herkes neler olduğunu anlamak için kalabalığın toplandığı alana baktılar. Emre ve Onur kendilerine olan ilginin azalmasından rahatsız olurcasına birkaç kameramanı zorla tutmaya çalışsalar da başarılı olamamışlardı.

 

"Aslında o gün çok tuhaf bir rüya görmüştüm. Bak bir de onu dinle!"

 

Emre'nin arkalarından bağırışları bir işe yaramamışken bahçedeki herkes etrafımdaki halkayı genişleterek toplanmışlardı. Her eklenen kişi biraz daha gerilmeme, biraz daha kızarmama, biraz daha heyecanlanmama neden olsa da durduğum yerden bir milim oynamıyordum.

 

"Evet Hacer Hanım hazırsanız başlıyoruz. Üç iki bir kayıt!"

 

Kameramanlardan biri etrafımda dolanırken, diğerleri uzaktan çekime başlamışlardı. Okuduğum okuma metnine bir kere göz gezdirmiş ezberlemiştim hepsini ama kendi ekleyeceklerim de vardı.

 

"Öncelikle tüm Türkiye sizi çok merak ediyordu. Konya'da başlayan bu felaket hepimizi çok üzdü. Siz neler hissediyordunuz bu dönem içinde?"

 

Kuruyan dudaklarımı bir kere ıslattım ve kollarımı arkamda bağlayarak "Boğuluyordum," dedim.

Herkes ağzımdan çıkacak tek kelimenin beklentisini yaşarken o günlere döndüm yeniden.

 

"özgürlüğü alınan her kadından sonra kendi özgürlüğüm kısıtlanıyordu. Mumdan bir adada olan hayatım, biraz daha alevlere teslim oluyor gibiydi. Her geçen gün biraz daha kendime çekiliyordum. Ta ki kendimi de yiyip bitirdiğim ve gideceğim hiçbir yerin kalmadığı o son güne kadar."

 

Bir anda hüzün sardı herkesi. Evet katil bulunmuştu ve evet yeni cinayetlerin önüne geçilmişti ama ya çoktan hayatını kaybetmiş olanlar?

 

"Peki Hacer Hanım, size Heyzır diye hitap edildiğini öğrendik. Bu lakabın özel bir anlamı var mıdır acaba?"

 

Hafifçe gülümsedim. Arkalarda yerinde zıplayan Emre sessizce "Ben dedim, ben söyledim onlara," diye kendini göstermeye çalışırken "Öncelikle Emre'ye teşekkür ederim," dedim ve elimle onu işaret ettim. Kısa süreli kendine dönen kameralara gülümsedi ve başıyla beni selamladı. Kameralar yeniden bana döndüğünde sol tarafta arkalarda olan Cihanşah ve Meriç'i gördüm beni dinliyorlardı. Emre'nin yanında olan Onur da bir kere daha kameraların kendilerini çekmesi ile birbirleri ile tokalaşmışlardı. Emre'ye yakın olmak için hemen bir metre uzakta duran Memati elindeki pembe mendille beni dinlerken ağlıyordu. Onun yanındaki Yağız da kimseye dokunmamaya çalışarak dinlemeye devam ediyordu. Hepsini göz gezdirdiğim o dakikalarda derin bir nefes aldım.

 

"Bu insanlar benim ailem."

 

Hepsi daha dikkatli dinlemeye başladı beni. Meriç'in dudakları tebessüm için genişlerken Cihanşah başını yere eğdi. Emre ile Onur omuz omuza girdiler ve Memati daha çok ağladı.

 

"Eğer onlar olmasaydı kendi benliğimi asla bulamazdım. Heyzır da benim benliğimden bir parça. Onlar çok iyi bilir ki Heyzır, Hacer Gazel'in bölünmez parçasıdır."

 

"Peki size bundan sonra Heyzır diyeceğiz müsaadenizle. O halde Heyzır bize bu dava için çabaladığın o günlerde ne oldu da vazgeçmedin bunu bize söyler misin? Bunca vahşi cinayete rağmen, sen de bildiğim kadarıyla aynı katil tarafından esir alınmışken ne oldu da vazgeçmediniz?"

 

Bir an için öylesine bir cevap verecektim ama gözlerimin önüne sıralandı onlarca sahne...

 

"Tanıştığıma memnun oldum Heyzır. Küpelerin güzelmiş."

 

"Gönüllü bir kişi, gönülsüz yüz kişi."

 

"Polis olursan eğer adaleti sağlayacağına inandın çünkü cici kızlar polis olursa göğüslerindeki rozetle tüm dünya aydınlanırdı."

 

"Tüm çözülmemiş davaların ardında yatan sır, gözden kaçan ipuçlarıdır."

 

"Tabii müstakbel eşimin düşüncesi daha önemli, sonuçta gelinliği o giyecek ben değil."

 

Teker teker gelen tüm o sahneler heyecandan unutsam da bir şekilde varlığını hatırlatan kişiyi aramama neden oldu. Yo, bu işte Heyzır tek başına değildi. Tek başına devam etmedi. Tek başına çözmedi. Hatta belki tek başına olsaydı asla sona erdiremezdi.

 

Gözlerim kalabalık boyunca onu aradı. Yoktu. Gitmişti. Herkes varken o yoktu. Sağ tarafa tamamen baktım, önüme, gözleri nemli bana bakan Memati pembe mendille el sallarken o değildi aradığım. Bir kere daha kameraları kendilerine çevirmemi dileyen Emre ve Onur da değildi. Ne aradığımı merak eden Meriç ve Cihanşah da değildi. Hiçbiri değildi. Gözlerim onu bulamayınca bir an için telaşa kapıldım. Her zaman etrafımda görmeye alıştığım kişinin onca kalabalık arasında var olmayışı ağır bir sızı ile kalbimi kırdığında bir çift gözün üstümde gezindiğini hissettim.

 

Uzakta...çok uzakta. Eğitim sahasındaki merdivenlerin ortasında oturmuş, öne doğru eğilmiş beni izliyordu. Gitmemişti ve kendisini aradığımı da net bir şekilde biliyordu.

 

Gözlerim onda durduğunda aradığım kişiyi bulmuştum. O ise bir kere bile kırmadı göz kapaklarını.

 

Onun bana, benim ona, kimsenin anlayamadığı ama herkesin gördüğü, kimsenin işitmediği ama herkesin duyduğu, kimsenin göremediği ama herkesin baktığı tamamen sessiz ama son güçle atılan çığlıklarımız birbirimize ulaştığında derin bir nefes aldım. O zamana dek tuttuğumun farkında değildim ama boğulmak üzereydim yine. Sanki, onsuz hep böyleymişim gibi...

 

Tamamen yenileyici bir nefes aldığımda ellerimi önüme getirip bağladım.

 

"Neden vazgeçmediğimi sordunuz, hemen cevap vereyim. Çünkü yalnız değildim. Hep yanımda duran, bana destek olan ve varlığı ile bana güven veren biri vardı."

 

"Öyle mi? Kimdir o?"

 

Haris kendisinden bahsettiğimi düşünürcesine oturuşunu düzeltti ve kaşlarını havalı bir şekilde kaldırdı ama asla ona dokunmayacaktım. En azından ondan emin olana dek.

 

"O bir tavuk."

 

Haris kapalı gözleri ile biraz sonra kendisinden bahsedilecek olmanın verdiği gururla beklentiye girmişken cümlem ile bana baktı.

 

"Tavuk mu? Nasıl yani? Size bir tavuk mu yardım etti?"

 

Haris hayal kırıklığı ile ağzındaki nefesi dışarı verip iki eli ile dizlerine vurdu. Ben de devam ettim.

 

"Evet, resmî kayıtlarda geçmez ve genelde görünmez. Hızlıdır, göz açıp kapayıncaya kadar işini halleder, ayrıca çok zekidir, biraz da yalancı."

 

Muhtemelen ne dediğimi anlamıyorlardı ama bizimkiler arkalarına dönüp Haris'e bakıyorlardı. Emre ve Onur arada ona el sallarken Meriç kollarını önünde bağlayarak bakışlarını yete indirdi.

 

Haris hayal kırıklığını az buçuk hafifletirken kendisinden bahsettiğimi ama üstü kapalı yaptığımı anlıyor olmalıydı. Yine de ikimiz arasında soğuk bir gıcıklık havası esiyordu. Bu benden kaynaklanıyor da olsa acısını ikimiz çekecektik mecbur.

 

"Öyleyse değerli tavuğunuza çok teşekkür ederiz, birlikte harika bir iş çıkarmışsınız. Hepimiz sizinle gurur duyuyoruz, bundan sonra tavuk yerken hepimiz çok daha özenli davranacağız."

 

Başımla tebriği kabul ederken topluluğun keyifle attıkları kahkahaları dinledim. Gözlerim başlattığım savaşın emaresi olarak Haris'in yüzünde gezinirken o da bana karşı gelircesine gözlerini kısıp alt dudağını ısırarak kaşlarını kaldırdı. Bu, hazır ol sıradaki benim hamlem demek oluyordu. Benimkisi bir savaş değildi aslında. Sadece ona karşı olan hislerimi belli etme ve onunkileri de anlama yöntemiydi. Çoğu kişiye göre saçma olan bu yöntem kitaptaki maddeleri denemeden hemen önce kendime kurduğum bir kalkan gibiydi.

 

Bahçedeki çekimlerden sonra hepimizi toplantı salonuna topladılar. Kürsüye çıkan konuşmacılar Gelinlik davasının inceliklerini anlatırken her bir şeyi sanki yaşayan bizzat ben değilmişim gibi pür dikkatle dinliyordum.

 

Üçüncü konuşmacı kürsüye çıkmıştı ki ekrana ölü bir kızın gülümseyen yüzü yansıtıldı.

 

"Arkadaşlar bu Annie."

 

Konuşmacı ekrandaki resmi gösterdiğinde tanıdık gelmişti. Sanki buna benzer bir şey görmüştüm daha önce.

 

"19. yüzyılda Paris'in Sen nehrinde 16 yaşında bir genç ait ceset bulundu. Kime ait olduğu asla bulunamayan ceset Paris'teki açık morgda sergilendi ama işe yaramadı."

 

Bir an için hikaye o kadar tuhaf gelmişti ki bana çok tanıdık gelen bu yüze uzun süre bakmaktan kendimi alamadım.

 

"Herhangi kayıp cesetten biriydi ama yüzündeki o gülümseyen ifade dışında."

 

Konuşmacı resmi daha çok yaklaştırdı ve dudaklarına odaklandık bu sefer de.

 

"Böyle bir gülüşle öldüğünüzü düşünün. Ne kadar huzurlu bir ifade değil mi?"

 

Doğrusu düşünmek tüylerimi diken diken etmişti ama başımı onay için sallamaktan da alamadım.

 

"İşte bu yüzden, yani bu güzel ölü yüzü kaybedilmek istenmedi ve sonuç olarak önce bir oyuncak bebeğe sonra da hayat kurtarıcı bir malzeme olan bu suni teneffüs mankenlerine dönüştü."

 

Sırası ile oyuncak bebek ve manken ekrana yansıtılınca nereden tanıdık geldiğini anlayabildim. Bu bizim eğitim aldığımız plastik mankenlerdi. İlk yardım eğitimi alırken kullanmıştık.

 

"İsmi Annie ve her sağlıkçı, dahası polis ve insan hayatı ile alakadar her meslekten insan bir kere de olsa bu mankeni kullanmıştır. Eğitimi alırken mankenin ismine ithafen Annie iyi misin diye soruyoruz. İleride canlı uygulamasında Ayşe ve Arda deniliyor fakat bu eğitimi alan herkes hayatında bir kere de olsa Annie iyi misin demiştir değil mi?"

 

"Eveeet!" diye bağırdık hep birlikte.

 

"İşte biz de bundan ilham alarak kendi Annie'mizi oluşturmaya karar verdik."

 

Herkes merakla bakarken ekrana benim profilim geldi. Tıpkı o kız gibi gözlerim kapalı ve gülümseyen bir ifadeye sahiptim.

 

Dehşetle ekrana bakarken yanımdaki Emre kolumdan dürttü.

 

"Bu ne kız? Ne zaman böyle poz verdin?"

 

"İnan hiçbir şeyden haberim yok."

 

İkimiz arasındaki fısıltı daha fazla dehşete kapılmama neden olurken bir de plastik bebeğini çıkarmazlar mı?

 

"İşte yeni Annie yüzü."

 

Salonda bir uğultu yükseldi. Kimse beğenmemişti. Beğenmemenin nedeni kimsenin benim yüzümde olan bir mankeni öpme isteğinin olmamasıydı. Evet şunu teneffüsle öpmek ayrı dünyalardı ama şu an ben dahil kimse bunu düşünmüyordu.

 

"Arkadaşlar endişelenmeyin, kimse sizden meslektaşınızın mankeninin dudaklarına dokunmasını istemiyor. Zaten bu manken sadece polis hanımı onurlandırmak için numune olarak üretilmiştir."

 

"Bu durumda Heyzır, Türk Annie'si ilan edilmiştir."

 

Durumun düzeltilmesi ile benim için yapılan tezahüratların ardı arkası kesilmiyordu. Her defasında ben tek başıma övgüler alırken Haris'in gerilerde kalması canımı sıkıyordu. Haksız bir övgüydü çünkü bu. Tek başarı bana ait değildi. Oturduğum yerden kalkıp sağıma soluma baktım ama o yine yoktu. Hep yaptığı gibi en arkalara baktım, oradaydı. Her zaman silik ve bir köşede duran bu insanın karanlıkta kalması içimi acıtıyordu. Evet ben bir polis olarak bu tebrikleri alıyordum ama onun da çok katkısı olmuştu. Bir teşekkür de olsa onun da almasını dilerdim.

 

Ona baktığımı anlamışçasına diğerleri gibi oturduğu yerden beni yavaş hareketlerle alkışladı. Bu, sorun yok, ben gerilerde kalsam da sen övgüleri almaya devam et mi demekti bilmiyorum ama öyle hissettiriyordu. Ona bakmaya devam etmedim ve kürsüye çıkarak bana uzatılan numune Annie yüzümü alarak havaya kaldırdım.

 

Sanki bir kupaymışçasına ve ben bir maçı kazanmışım gibi herkes ayağa kalkıp beni bir kere daha alkış tufanına tuttuğu o anlarda gurur, sevinç ve huzursuzluğu aynı anda yaşıyordum. İsterdim ki her şey daha adil olsun. İsterdim ki dünya sadece güçlüklerin yanında durmasın. İsterdim ki...derin bir nefes aldım ve istediğim şeyleri yürürlüğe koymak için çok daha güçlenmem gerektiğini fark ettim.

 

Statülü insanlara yön vermek için onlar gibi statülü olmak gerekiyordu. Madem adaleti sağlamak için sadece polis olmak yetmiyor o zaman ben de çok çalışır o statüye ulaşır ve adaleti o zaman sağlarım. Yoksa, herkes gökyüzündeki tek ışığın aydan geldiğini sanıp kenarındaki yıldızları hiçe saymaya devam edecek. Oysaki gece çok karanlık ve asla tek bir ışık yeterli olmayacak...

 

🩸🩸🩸

 

Elimdeki plastik yüzümle yürürken ömrüm boyunca alıp alabileceğim en yüksek özgüven dozumu almıştım. Gamze işi olduğu için gelememişti. Ben de onu hem olup bitenden haberdar etmek hem de iki çift laf etmek için yanına gidiyordum. Odasının önüne geldiğimde sanki geleceğimi anlamış gibi hızla kapıyı açtı.

 

"Gamze bak!"

 

Elimdeki beni görünce şaşırdı.

 

"Bu ne kız? Kendini bu kadar çok mu seviyorsun?"

 

Yüzümü buruşturarak omzuna vurdum.

 

"Ne diyorsun ya, ben artık Türkiye'nin Annie'siyim. Yüzümü her yerde görürsen şaşırma."

 

Elimle yüzümü işaret edip gururla gözlerimi kapattığımda bana tatlıca gülümsüyordu. Yanaklarımı sıkıp iki yana sallarken "Bu Tatlı yüzü her yerde görmeye ben dünden razıyım zaten," dedi.

 

"Hem hadi içeri gir, sana göstereceklerim var."

 

Kolumdan çekerek içeri aldığında karşımda askıda duran kıyafetleri gördüm.

 

"Ta daaa! Bak sana ne getirdim."

 

"Bunlar da ne?"

 

"İlk buluşmana bunlarla git. Kemal'i görmeye bunlarla gitmiştim ve sadece bir kere giydim. İnan bana acayip şans yüklüler. O gün o kadar aksilik oldu ki, her şeye rağmen buluşmamız mükemmel geçti. İnanıyorum sana da çok iyi gelecek."

 

"Ya Gamze zahmet etmeseydin. Ben bir şeyler giyil giderdim."

 

"Ben seni biliyorum," dedi omuzlarımdan tutup itekleyerek.

"kesin koyu renk sweat, siyah dar paça bi de asker bot giyip gideceksin."

 

"Yok ya mavi sweat aldım yeni."

 

Başını iki yana olumsuz anlamda sallayınca üstümdeki üniformayı çıkarmaya başladı.

 

"N-ne yapıyorsun Gamze?"

 

Gıdıklandığım için bir yandan gülüyor, bir yandan da engel olmaya çalışıyordum ama çoktan üst tarafımı çıkarmış beyaz tişörtle kalmamı sağlamıştı.

 

"Hadi, bir kere de olsa üstüne görmek istiyorum."

 

"Ya tamam, şimdi ne acelesi var. Ben giyerdim yarın."

 

Beni dinlemiyordu. Elbiseyi giydirdi. Askeri botlarımı çıkarıp pembe topuklukları ekledi. Saçlarımı düzleştirip bir makyaj yapmaya başladı.

 

Odanın içinde benim karşı koyma seslerim, onun bastırma sesleri yükselirken Gamze kazanan taraf olmuştu.

 

En azından boy aynasından gördüğüm Heyzır apayrı bir dünyadanım diye bağırıyordu. Bu da Gamze'nin kazandığının bir işaretiydi.

 

"Gamze ne yaptın sen?"

 

Elindeki fırçayı parmaklarının arasından geçirirken "Valla ben bir şey yapmadım sen çok güzelsin," dedi.

 

Dışarıdan itiraf etsem de gerçekten güzel görünüyordun. Aynada kendi etrafımda dönüp dururken "Prenses gibi olsun, pembe sana çok yakıştı," dedi.

 

"Hem bu halinle burada dolaşman da iyi olacak. Kalbindeki kişi her kimse seni böyle görünce sana karşı güzel şeyler söylemekten kendini alamayacak. Ben de Gamze'ysem senin işin bugün mutluluğa erecek."

 

"Haydi şimdi mutlulukla yürü..."

 

Gamze yine iki omzumdan tutup beni dışarı itekledi. Bu halde gidesim yoktu ama nereye kadar? Haklıydı, ben bir kızım ve pembe benim de hakkım.

 

Buna hevesli olmasam da Gamze'nin kapanan kapısı yürümem için mecburiyet anlamına geliyordu. Artık ilerisine gitmekten başka yolum yoktu.

 

Göğsüme yapıştırdığım heykelimi sağ elime aldım topukluklularla dik durmaya çalışarak yürümeye başladım.

 

🩸🩸🩸

 

İçinde büyük bir sevinç vardı Haris'in. Gelinlik davasının çözüme ulaşması ve nihayetinde hak eden iyi yürekli polislerin kazanıyor olması onu ziyadesiyle mutlu ediyordu.

 

"Heyzır'ın yine gıcıklığı üstünde ama olsun. Gidip biraz atışayım onla, hem hamle sırası bende. Bakalım tüm Türkiye'nin Annie'si olmak tahmin ettiği kadar kolay bir şey mi?"

 

Aklına koyduğu bir ton eşek şakası ile yürümeye devam ederken içi içine sığmıyordu. Onca zaman sonra istenilmeyen olmak yerine kendine bir yer bulabildiği için çok mutluydu. Üstelik gerçekten kalbinin iyiliğine inandığı insanlar vardı etrafında.

 

Koridor bitmiş merdivenlere ulaşmıştı ki Meriç'le karşılaştı.

 

Merdivenin başında Haris dururken ondan birkaç basamak altındaki Meriç de durdu. Elindeki dosyaları sıkıca tutup sanki konuşmaları gerekmiş gibi bir hisle doldu ikisi de. Ne konuşacaklarını bilemeden öylece birkaç saniye geçmişti ki "Heyzır'ı gördün mü?" diye sordu Haris.

 

Heyzır ismini duyması ile kaşları çatılan Meriç başını iki yana salladı. Çok gergin bir ortamdı ve zaten ikisinin enerjisi hiçbir zaman tutmuyordu.

 

"Onu neden arıyorsun?"

 

Meriç'in sorusu buz gibiydi ve iması da rahatsız ediciydi.

 

"Arayamaz mıyım?"

 

İçindeki rahatsız edici histen kurtulmak isteyen Haris sert bir karşılık verdiğinde Meriç de ciddileşti. Cevap vermek için acele etmeden önce koyu kahve saçlarını bir kere karıştırdı ve derin bir nefes aldı.

 

"Bak, anlıyorum büyüm bir davanın altından kalktın ve cidden harika bir zekan var. Birçok şekilde bize yardım ediyorsun ama..."

 

"Ama?"

 

"Ama gözünün önündeki şeyi de göremiyor musun?"

 

Meriç'in ne demek istediğini anlayamıyordu Haris. Kaşları çatılıp yüzü buruştu.

 

"Neden şu şeyi doğru düzgün söylemiyorsun da lafı ağzında geveliyorsun?"

 

Haris bir basamak aşağı indiğinde Meriç de ona doğru bir basamak çıktı.

 

"Heyzır'dan uzak dur artık. O senden uzaklaşmaya çalışıyor anlamıyor musun?"

 

Haris'in kaşları afallayarak kalktığında ağzı da istemsizce açıldı. Yutkunuşu yaşadığı ani şokun etkisiydi. Hayatında ilk defa bu şekilde sarsılıyordu. Böyle bir şeyi hiç duymayı beklemiyordu.

 

"Kendi aramızda da konuşuyoruz. Hacer, başarılı bir polis olma yolunda ilerliyor ama ilk davasını seninle paylaştığı için ister istemez çekinceleri vardır. Adının bir hırsızla duyulmasını istemiyor. Sen de gördün, Haris Çelik demedi, ismini geçirmedi. Bu ne demek?"

 

Çok mantıklıydı. Bazen, gerçeklerin mantığa yatkın olması çok daha uygun görülür, oysaki insan mantığı her zaman gerçekleri anlayamayacak türdendir.

 

"Bak kızın evlenme durumu da var, her yerde bir Haris ismi geçiyor. Sonra bir araştırıyorlar senin dolandırıcı olduğun falan çıkıyor. Anlasana Hacer artık aldığı rozetin hakkını vermek istiyor."

 

Haris alnında biriken teri elinin tersi ile sildi ve içindeki nefesi bir anda dışarı verdi. Böyle ağır şeyleri duymayalı bayağı olmuştu ve ilk defa bu kadar can yakıyordu.

 

"Sen eğer doğru yolu seçtiysen buyur kapımız daima açık, emniyete elinden gelen yardımı yap. Bizimle de yakın ol sorun değil ama arkadaşlık, dostluk hele ki Heyzır gibi geleceğin parlak bir polisi ile yan yana durmanız uygun değil. Bunu anla lütfen."

 

Diyecek bir şey yoktu. Meriç haklıydı. Haris bir şey demedi ama sadece başını salladı. Bu kabulleniş Meriç için yeterliydi. Dostane bir şekilde Haris'e yaklaştı ve aynı samimiyetle omzuna iki kere vurdu.

 

Bunun dostaneden ziyade kanlı bir dövüşe dönüşmesini tercih ederdi Haris ama bir şey demedi. Herhangi bir karşılık da vermedi. Meriç merdivenleri çıkıp giderken o da aşağı inmeye başladı.

 

🩸🩸🩸

 

 

Üstümdeki pembe kaşe kaban ve şıkır şıkır eden takılarla birlikte yürürken topuklu ayakkabılarımdan çıkan tok ses koridorda yaylıyordu. Gamze'nin yaptığı makyaj hafifti ama böyle kimseye görünmek istemiyordum.

 

Gizli gizli köşelerde yürüyerek bir an önce tüm bunları çıkarabileceğim bir yer arıyordum. Özellikle bizimkilerin olduğu ofis katından uzakta yürüyordum. Bir kat daha yukarıya çıkmıştım ki başına geldiğim koridorda onu görmemle durmam bir oldu. Bugün de herkesle koridorda karşılaşıyordum.

 

Haris de durduğunda en çok ondan saklamak istediğim bu halimi ona göstermiş olmamın çekincesi ile iyice kabanımın içine girmeye çalıştım.

 

Yalnız tuhaf bir şey vardı. Haris, gıcık şakalarına başlamıyordu. Bekliyordum ama hiç ses yoktu. Bakışlarım yerde ondan gelecek bir hamleyi umursuyordum ama o tek bir hareket bile göstermiyordu.

 

Baktım ondan bir hareket gelmiyor ben yavaşça başımı kaldırıp ona baktım.

 

Daha önce görmediğim bir bitkinlikle bana bakıyordu. Dışarıdan değil de içeriden olan kuvvetler onu mahvetmişti sanki. Binanın dışarıdan olan kuvvetlere dik durması önemliydi, peki ya içten yıkılmaya başladıysa?

 

Gözlerindeki fer sönmüş, gözaltıları morarmış ve bir anda yanakları süzülmüştü sanki. Boş bakışlarla beni süzdükten sonra güçlükle kırptığı gözlerinden sonra yanımdan öylece geçti.

 

Tek kelime etmeden. Tek kelime etmeme izin vermeden.

 

Ondaki hayal kırıklığı bana geçmişçesine ben döndüm arkama ve peşinden gittim. Zaten henüz bir adım atmıştı ki kolundan tutarak önüne geçip durdum.

 

Önce gözlerimle ve yüzümle ondanki bu halin ne olduğunu anlamaya çalıştım.

 

"Sana ne oldu böyle?"

 

Benim içten sorum onda ters etki yaratmıştı. Hızla kolumu attı, beni sarstığını umursamadan.

 

"Uzak dur benden."

 

Dişlerinin arasından ve nefretimsi bir tınıyla söylenen bu cümle tüylerimi diken diken etmişti. İstenilmediğimi iliklerime kadar hissetmiştim ilk defa.

 

Ama durmadım, canımı yakacağını bilmesine rağmen devam ettim.

 

"Durmayacağım. Derdin her neyse söylemeden senden uzak durmayacağım. Seni ne hale getirdi böyle? Söyle!"

 

"Sen!" dedi sinirle.

 

"Ben mi? Ne yaptım ki ben sana?"

 

Bugün yaptığım şakalardan mi bahsediyordu? Ben samimiyet adına her zamanki şakalarımızı yapmaya çalışıyordum ama yanlış mı anlaşılmıştım?

 

"Ya dedim ki, gıcıklık yapıyor, her zamanki Heyzır, karşılıklı atışırız geçer."

 

Öyle sarsılmış görünüyordu ki, burnu kızarmış gözleri nemlenmişti. Doğruydu, aynen biraz atışırız geçerdi, her zamanki bendim işte.

 

"Meğer senin niyetin bambaşkaymış. Sen, benden utandığın için beni kendinden uzaklaştırmaya çalışıyormuşsun."

 

Bir şey demek için ağzımı açtım ama elini kaldırıp gözlerini kapattı.

 

"Sus! Bir şey söyleme. Sadece sorularıma cevap ver. Kimdi? Çok mu zengindi? Çok mu yakışıklıydı? Seni böyle süslendiren, benliğini değiştiren, başkalarından utanmana neden olan kişi kimdi?"

 

Sesi yavaşça yükselirken gözlerim dolmuştu. Ancak bu kadar yanlış anlaşılabilirdim. Ancak bu kadar ters giderdi her şey...

 

"Bir insan, sadece insan," diyebildim.

 

"Hadi ya? Gerçekten sen sadece bir insan için mi kendinden geçtin böyle? Şu haline bak," dedi eliyle ayakkabılarımdan başlayarak saçıma kadar tiksinç bir şekilde beni süzerek.

 

"Aynaya baktın mı hiç? Cidden bu şekilde insan içine çıkmayı mı düşündün?"

 

Sağ gözümden bir damla yaş elmacım kemiğime süzülürken titreyen çenemi tutmaya çalıştım.

 

"Kırıcı oluyorsun Haris."

 

"Kırıcı mı?" diye sordu fısıltı ile. Kendini sıktığı için alnındaki damarı belli oluyordu ve teni kızarmıştı.

Bana iyice yaklaşıp kabanımın iki yakasından tutup silkeledi.

 

"Sen kırılmak nedir bilir misin ki? Sende kalp mi var?"

 

İki kolumla kollarına vurdum ve bir adım geri gittim.

 

"Sende var mı? Benim evlenmeye hakkım yok mu? Benim bir erkekle görüşmeye hakkım yok mu? Ne oluyor sana böyle? Madem bu kadar sinir olacaktın önce sen teklif verseydin."

 

Bağırışım duvarlara çarparken alayla güldü.

 

"Ben mi? Sence tüm kavgam seninle olamadığım için mi? Seninle olan erkeğe yazık be. Neyin için seninle birlikte olacak, düşündün mü hiç? Kendimi neden böyle bir çukurun içine atayım hem?"

 

Ağlayışım artarken "Niye bu kadar zalimsin?" diye sordum.

 

"Kızım git aynaya bak, sonra da bana zalim de. Sen değil güzel, ortalama bile değilsin..."

 

Yüzüne attığım tokatın sesi koridorda yayılırken, yüzü öylece kaldı. Sol tarafa dönük ve sarsılmış bir halde. Ağlıyordum. Titreyerek, ağlıyordum.

 

"Bir daha sakın," dedim dişlerimin arasından. "karşıma çıkma."

 

Yüzünü düzeltmedi. Ben yanından geçerken de, ondan uzaklaşırken de, tamam gözden kaybolduğunda da öylece kaldı.

 

Tüm koridoru acı ile inleyerek yürüdüm. Ofise geldiğimde ise kapıyı sertçe kapattım ve ayaklarımı ezen topukluluları sinirle fırlattım.

 

Kolumdaki çantayı da yere attığımda sırtımı kapıya dayadım. Dizlerimin beni taşıyacak gücü yokmuş gibi titriyordu.

 

Güzel bir kız gibi hazırlanmak beni benden çıkarıyor muydu? Hiçbir yakışmamış mıydı? Güzel olan hiçbir şeye hakkım yok muydu?

 

Düşmemek için tuttuğum kapı kolundan yavaşça aşağı kayarken ağlayışım iyice arttı. İçimden başlayan yangın gözyaşı olarak dışarı vururken, ben kendimden geçene dek ağlamak istiyordum.

 

Bunca zaman hep ayakta kalmaya çalıştım ama neden hep en kötüsü oluyor? Neden boğulmamak için çabalarken genzimin yanmasına engel olamıyorum?

 

Dizlerimin üstüne çömelip başımı kollarımla sardım ve öne arkaya sallana sallana ağlamaya başladım. Bu, benim kendimden geçercesine ağladığım ikinci sancıydı. İlki babamı kaybettiğimde olmuştu. Sanki şimdi de kendimi kaybetmiştim.

 

Ne yapayım istemediğim yüreği? Ne yapayım kabullenemediğini gülüşü? Ne yapayım içimi açmayan bakışı? Ne yapayım yürümek istemediğim yolu? Ne yapayım yalnız kaldığım birlikteliği?

 

Ben ofisin kapısının önünde ağlarken aynı zaman aralığında toplantı salonunun kapısının önünde duran Haris akmak için inat eden gözyaşlarını elinin tersi ile siliyordu. Nefret ediyordu söz dinlemeyen gözlerinden, istediği şeyi söylemeyen dilinden ve hep karanlıkta yapayalnız kalmaktan...

 

İkimizin şahsi kuyuları bizleri yavaşça boğarken gün bitmişti. Güneş batmış, bulutlar çekilmiş, ay karanlık içinde doğmaya mecbur bırakılmıştı.

 

🩸🩸🩸

 

Selammm...

 

Bu bölüm çok ama çok fazla duygu değişimi yaşadım. Aslında biraz daha uzatacaktım ama burada bırakmanın en doğru karar olduğunu düşündüm.

 

Annie'nin kim olduğunu öğrendiğimize göre Heyzır'ın her gün biraz daha yükseldiği bu alanda onu nerede görüyorsunuz? Bence o kızda büyük potansiyel var. Eğer Haris gibi güvenilir biri destek olursa çok iyi yerlere gelebilir. Siz ne düşünüyorsunuz?

 

Peki ya Haris'le ikili durumları? Ah bu ikisi beni öldürecek. Heyzır böyle konularda içine kapanık biri ama asla Meriç'in düşündüklerini düşünmedi. Ama her şey o kadar yerli yerinde oldu ki Haris'in kırılması çok doğal gelişti.

 

Annie iyi misin de tıpkı Cinayet istifçisi gibi 21. bölümde bitecek ve tüm kitabı 70.000 kelimeye tamamlamak için arada böyle uzun bölümler gelebilir. Gerçi 10.000 kelime yazmışlığım da var. Bu sadece 4.500 o kadar (;

 

Annie iyi misin için üç dava düşündüm. Biri Ecmel ama henüz ona isim bulamadım. 2. Gül kurusu. Sonuncusu hala belli değil ve Heyzır'a gelen kadının davası ile Ölü yiyenler davasının ayrıntılarından bir demeç göreceğiz. Sonra finale yaklaşacağız. Henüz Gamze'nin verdiği kitabın maddelerini de uygulamaya başlamadık ki bu iki inatçı keçi ile bayağı zor. 🤦🏻‍♀️

 

Yeni bölümde görüşmek üzere dostlarım. Lütfen bu bölüme yakışan güzel yorumlarla gelin, bayağı uğraştım çünkü (;

Loading...
0%