@hakugu
|
Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍
İnstagram hakugu
🔳🔳🔳🔳
Yıldızı parlatmayı unutmayın 🌟
Mükemmel editler, kesitler ve çizimler için sosyal medyada bizi takip edin 👇🏻
instagram ❤️ hakugu wat_profesyonel bbeyzasah
🔳🔳🔳🔳🔳
Güneş batmış, akşam olmuştu. Oturduğum soğuk zemin tüm bedenimin üşümesine neden olsa da umrumda değildi. İçimdeki ateş her şeyi yakmaya yetiyordu.
Yeterince ağladıktan ve artık gözyaşımın almayacağından emin olduktan sonra yerden destek alarak ayağa kalktım. Topuklu ayakkabıları yeniden giyip çantamı da elime aldım ve ofisten çıktım. Kimseciklerin olmadığı koridordan geçerken mermer duvarlardan kendi yansımamı görüyor ve ağlamaktan akan makyajımla birlikte dağılan yüzüme şaşırmıyordum. Böyle olmasını bekliyordum. Hep böyle oluyordu. Bir süre güçlü bir şekilde devam ediyor, her şeyi yapabileceğime inanıyor, dünyadaki tüm kötülükleri yok edeceğimi düşünüyor ve sanki iyi ayağımın üstünde değil de kanatlarımla uçuyormuş gibi hissediyordum. Sonra bir şey oluyor, tüm bu güzel şeyler domino etkisi ile yerle yeksan oluyor.
Yine dibi gördüğüm anlardan biriydi.
Ayaklarımı yere sürüye sürüye girişteki şahsi odamıza geldim. Dolaplar vardı burada ve yedek kıyafetlerimiz. Şimdi, bu halde Gamze'ye gitsem bir ton soru soracaktı. En iyisi ona görünmeden kendim bir şeyler ayarlamaktı.
Birkaç askı çıkardım dolabımdan ve önce pembe kaşe kabanı, sonra elbiseyi çıkarıp astım. Yedek üniformamı giyip pembe topukluları dolaba koyup siyah askeri botlardan birini geçirdim ayağıma. Saçlarımı sıkıca toplayıp dolabıma yapışık aynaya bakarak tüm makyajı temizledim.
Hiçbir temizlik ürünü hüzünlü bir yüzü düzenleyemiyordu. Tıpkı hiçbir makyaj şeklinin içi fesatları kamufle edemediği gibi. Elbet dökülüyordu boyası, hiç vernik üzerine yapılır mı ikinci kat boya?
Dolabımın kapağını kapatıp buradan da çıktım. Şimdilik yapacak hiçbir şey yoktu ama bu halde eve gidemezdim, annem hemen anlardı. Aklıma Ecmel'in kafesine gitmemiz gerektiği geldi. Emre'yi çağırmayı düşündüm ama kimseyle görüşecek durumda değildim ki zaten o da dinlenmeye geçmiştir. Gün içinde kafeye uğrama fikri Haris'e aitti ama ona ölsem gitmezdim. Görünürde tek çıkış yolu kafeye gidip sabahlamaktı. Ben de öyle yaptım.
Merkezden çıktığımda gittikçe soğuyan havaların moral bozucu ürpertisi ile karşılandım. Ceketimin fermuarını daha çok çektiğimde sokak lambalarının loş ışığının altında yürümeye başladım. Otobüs durağını geçiyordum ama umrumda değildi yürümek istiyordum. Uzun zamandır herhangi bir şey yağmıyordu; ne kar ne de yağmur. Bu yüzden çok daha soğuktu hava. İnsanı üşütmekten ziyade dondurmaya niyetli gibiydi.
Kaldırım yürüdükçe uzarken akşam vakti de olsa ana yol işlekliğinden ödün vermiyordu. Arada karşılaştığım insanlar bana tuhaf hislerle karşılık verse de hepsine eşit olmaya çalışıyordum.
Mesela kimisi polisin kelime anlamından korkuyor ve beni istemsiz çekingen bakışlarla süzüyordu. Kimisi bunu abartıp yolunu değiştiriyor, belki de işlediği suçun alnına yazılacağından korkup ya da bizim insanüstü bir varlık olduğumuz kanısına vararak gidebildiği kadar uzağa gitme çabasına giriyordu.
Oysaki ben, değil alındaki gizli yazıları okumak kendi kader çizgimi bile okuyamayacak kadar zavallıydım. Sıradandım, tıpkı onlar gibi.
Kimisinin de umrunda değildi. Hatta kiminin o kadar umrunda değildi ki, üzerimdeki üniformamı da umursamadan kadın olduğum için üstüme üstüme geliyor kaldırımı bana dar ediyordu. Muhtemel bir atışmada üste çıkacak ve hayatının her anında bir diğerinin hakkına tecavüz eden tiplerdi.
Ama bazıları da vardı ki, polis olduğum için seven ve hatta polis olmamı umursamadan kadın olduğum için nazik davranan ve kadınlığı da geride bırakıp insan olduğum için ön plana alan güzel yürekliler.
İşte tüm bu kategorileri gördüğüm halde hepsine eşit olmaya çalıştım.
Göz devirene de, gülümseyene de. Ezene de, nezaketle baş eğene de.
Karşıdan karşıya geçeceğim zaman trafik lambalarının ışıklarına takıldım.
Yeşil yandı, sonra sarı. Sonra kırmızıya döndü, hep başa saracaktı. O an için bugün hak ettiğim övgünün müsebbibini düşündüm. İsmi neydi? Bir an için yana yakıla aradığım seri katilin adı aklıma gelmeyince acınası bir şekilde güldüm. Sahiden
"Türkiye'nin Annie'si olmayı hak ediyor muyum?"
Başımı hüzünle yere eğmiştim ki "Bahadır," diye fısıldadım. Hızla kalktı başım yerden. Evet, hatırlıyordum. Demek ki tamamen ümitsiz vaka değilmişim.
Dudaklarım ilk defa gülücük için kıvrılırken rotamı değiştirdim. Ecmel'in kafesine değil de Bahadır'ı görmeye gidecektim. Onunla bir çift kelam etmeye ihtiyacım vardı. En azından bu dava üzerinden bunca övgüyü kazandıysam bunu yapmalıydım.
Adımlarım geri gidip biraz önceki yıkımı unutmuşçasına taksi durağına doğru yürüdüm. Gidişat Konya E tipi kapalı cezaeviydi.
Saat sekize gelirken hiçbir suçlu ile görüşemezsiniz ama ben şansımı deneyecektim. En azından uzaktan neler yaptığını ve nasıl yaşadığını gözlemleyebilirsem ileriki davalar için de fikir olabilirdi. Daha açığı, bunca takdiri alırken, o kişinin varlığının gerçekliğini kontrol etmek istiyordum.
Taksi beni cezaevine bıraktığında içeri girmem tahmin ettiğim kadar zor olmadı. Beni karşılayan gardiyanlar Türkiye Annie'si olduğumu bile duymuşlardı. Direkt olarak müdürün yanına çıkarıldım ve büyük bir tazimle karşılaştım. Müdürün benimle resim çektirmesi ve içecek ikramından sonra elbetteki görüş isteğim de reddedilmedi. İşte o zaman vasfın insanlar üzerindeki ezici gücünü gördüm. Oysaki en büyük övgüyü Haris'in alması gerekiyordu. Ona kırgın olsam da hakkının yenilmesine de gönlüm razı değildi.
Müdür beni yalnız bırakmayarak ama özgürlüğümü de kısıtlamadan istediğim her suçlu ile görüşmeme izin verdi. Arkada bir yerde beni seyrederken ben de temizliğe geçen suçluları seyrediyordum. Üst kattan aşağıdaki suçluların yüzlerini seçmek hiç kolay olmasa da Bahadır direkt göze çarpıyordu.
Elindeki süpürge ile yeri özenle süpürürken diğerlerine kıyasla kıyafetleri düzgün, saçı dikkate taranmış ve dik duruşuyla kendini fark ettiren bir çizgideydi.
Attığım her adım, onu farklı açıdan görmem için imkan sağlarken, o, kimse umrunda olmadan işini yapmakla meşguldü.
Tuhaftı... En az ilk gördüğüm anki kadar tuhaftı. Onu tanımak birkaç dakikamı alırken, anlamak asırları alacak gibiydi. O yüzden tuhaftı...
Bir ben vardı içinde, benliğinden başka bir ben. Ben ile ben diye ikili bir bakış açısı vardı sanki hayata. Birinci benliği özen ve düzen için kendini harap eden, ikinci benliği ise tüm bu düzeni alt edip yerine kan ve gözyaşını yerleştiren.
Kaç katlı olduğunu bilmediğim hapishanenin ikinci katından, birinci kattaki açık alanı temizleyen mahkumları seyrederken beni fark edenler olmuştu ama onun başı yine yerdeydi. Galaksilerden birindeki kara deliğe tutulmuş ve atladığı boyutla birlikte hücrelerine ayrılmış gibi genleşiyordu sanki. Öyle tuhaf bir hali vardı, ilk gördüğüm zamanki gibi.
Tüm katı onu değişik açılardan görmek için gezmiştim. Şimdiyse birkaç kelam etmenin peşindeydim. Arkamı dönüp müdüre bakmamla başını onay için sallaması ve hemen yanındaki gardiyanlara emir vermesi bir oldu. Yanındaki gardiyan aşağıdakilere haber verdi ve aşağıdakiler de yeri süpürmeye devam eden Bahadır'a seslendi.
Kendisi ile görüşe gelen çok kişi olmasa gerek ki şaşırmıştı. Dahası ve çok daha tuhafı sanki beni hissetmiş gibi elindeki süpürgeye dayanarak başını yukarı kaldırıp direkt beni bulmuştu gözleri.
O an için, kendimi çırılçıplak hissetmiştim. Bu çıplaklık hissinin kıyafetle alakası yoktu.
Sanki onca insan arasında o ve ben yapayalnızdık. Üst katında olmama rağmen hemen yanıbaşındaymışım gibi yakındı bana ve bir nefes ötemdeymiş gibi tehlikeli.
Gözleri birkaç saniye yüzümde gezindi ve kimsenin fark edemeyeceği şekilde dudağının sağ tarafı hafifçe kıvrıldı. Bu bir gülüş değildi. Tebessüm hiç değildi. Tatlı değil, imalı değil, anlamsız değil, boş değil.
Bu sadece onunla benim aramda olan bir selamlaşma gibiydi. Bu, kapanan yara izinin ara ara sızlayarak kendini belli etmesi ya da geçmişte kalan hataların zaman zaman yüzüme çarpılması gibi. Ödülüme karşılık, tüm bedenimi etkisi altına alan bir kıvranıştı bu.
Bir selamlama, beklenti dolu günlere gönderme ve hoş geldin demenin en hafif yolu gibiydi.
Bahadır elindeki süpürgeyi özenle duvara yasladığında ben de görüş için bize ayrılan odaya yürümeye başlamıştım. Esasen soracağım soruları önceden ayarlamamıştım ama içimde bir huzursuzluk vardı. Onu alıkoymak çok ani olmuştu ve onda tam anlamıyla bitiremediğim bir şeyler vardı. Emin olamadığım ve noktasını koymakta güçlük çektiğim cümleler...
Karşı karşıya gelip oturduğumuzda ikimiz de sessizdik. Kelepçeli ellerini masanın üstüne tutma zorunluluğu vardı ama gözlerini değil. Cam duvardan bizi seyrediyorlardı fakat biz onları göremiyorduk. Ben bilsem de belki Bahadır izlendiğinin farkında değildi.
Gözlerimi onun yüzüne kaldırdığımda hala ilk gördüğüm kadar berrak olduğunu fark ettim. Yerli yerinde olan ten rengi ve sağlıkla parlayan canlı saçları... Güzel şekilli yüz ifadesi ve ince uzun parmakları. Hepsi, hepsi tıpkı ilk gördüğüm gibi taptaze duruyordu.
Onu bir kez daha böyle hayran olunası bir dış görünüşle görünce içsel çatışmalarıma bir cevap buldum. Eğer bir sorum varsa Bahadır ile ilgili kesinlikle şu an bulmuştum.
Evet, yaşadığım karmaşa kesinlikle şuydu; inanamıyordum. Dahası konduramıyordum. Böyle bir insanın bunca cinayeti işlediğine içim inanmak istemiyordu. O zaman için onu tutup getirmiş olsam da tam olarak kabullenmiş değildim. En nihayetinde sadece ben değil, katledilen onca masum kız da benim gibi düşünüyor olmalıydı ki, bu güzel yüzlü cellatlarına sessizce teslim olmuşlardı.
"Geleceğini biliyordum."
Kendi kendime düştüğüm sessizliği bozan ve diyaloğu ilk başlatan o olmuştu. Garip bir şekilde ses tonu çok inceydi. Bir erkeğe ait ama ince bir ses ürpertmişti istemsizce.
Bakışlarım beklenti ile yüzünde gezinirken "Ama, geciktin biraz," diye ekledi.
Böyle bir gidişat beklemediğim için afallamıştım. Karşılık olarak ne vereceğimi düşünürken "Beni en az bir kez gören her kız yeniden görme paradoksuna tutulur," dedi.
Şaşkınlığım daha da artarken kaşlarımı çattım.
"İçinde, bana karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir merakla dolusun ve benimle konuşmak için bunca zaman nasıl dayandığını merak ediyorum doğrusu."
Şaşkınlığım nasıl bir psikolojide olduğunu anlayamadığım içindi. Ben ile ben bu konu hakkında yoğun çatışma içine giriyorduk. Bir tarafım, masumiyeti üzerine oynarken, diğer tarafım tek bir dakika harcanmaması gereken biri olduğunu söylüyordu. İkiye ayrılan benliğim kazananı olmayan bu savaşta ağır kayıplar verirken kurtuluşum Bahadır'ın açıklayıcı cümleleri ile oldu.
Fakat birkaç cümlesi sonunda algılamaya başlamıştım sanırım. Tıpkı onun gibi, sadece dudağımın bir kısmını kıvırarak gülümsedim ve geriye yaslanarak kollarımı önümde bağladım.
"Diğer kızları da bu sözlerinle mi etkiledin?"
Rahat tavrım onu etkilememişti. Olduğu yerde durmaya devam etti. Beklediğim tepkileri vermiyordu bir türlü, bu da beni aynı paradoksa yeniden çekiyordu.
"Hayır, onlar kendileri ile konuşmamı bile hak edemeyecek kadar zavallılardı."
İşte ancak böyle bir cümle Bahadır'a karşı olan karmaşık cümlelerimi izah edebilirdi. Şu cümlesinde öyle derin anlamlar vardı ki, üstünde düşünüp, defalarca kez tartışacağım. Anladığımı sandığım psikolojisi daha fazla karmaşa ile bana geri döndüğünde derin bir nefes aldım. Yine de pes etmeyecektim.
Kaşlarım bir kere daha çatıldığında "Senin sorunun ne biliyor musun?" diye sordum. "zavallı kadınları bulup, onları hayattan kopardığını sanarak kendini mutlu ediyorsun. Ama bilmediğin bir şey var, o zavallı kadınları özenle seçmenin nedeni kendine benziyor olmaları. Yani özünde kendini mutlu ettiğini sanıyor ve büyük bir yanılgı içine giriyorsun."
Bu sefer dudakları her milimi içimi dehşete düşürecek derecede bir şekilde kıvrıldı. Asla safiyane bir gülüşü yoktu. Bu da onlardan biriydi.
"Her zavallı gördüğüm kızı öldürdüğümü sanıyorsan neden seni öldürmedim sence?"
Sorusu ile kaşlarım havaya kalktı. Bu da nasıl bir soruydu böyle? Onun için bir av mı olmuştum zamanında?
"Her zavallı gördüğümü değil," dedi oturduğu yerde kıpırdanarak. "her kendisi için ümit olmayanı öldürdüm."
"Bu, onların canını alman için sana cevaz vermez."
"Biliyorum," dedi kelepçeli ellerinin parmaklarını birbirine geçirerek. "ama onların başka çareleri de yoktu. Görsen, sen de benim gibi yapardın."
"Yapmazdım."
"Biliyorum," dedi bir kere daha. "yapmazdın."
Birbirimize bakışımız niyeyse çok tuhaftı. Anlaşılır değil, hoş da değil. Sanki konuşmasak da anlaşacağız gibi, ama konuşup da anlaşamıyoruz ne gariptir ki.
Yutkundu. Adem elması hareketlenirken gözlerim yüzünde geziniyordu.
"İçin rahat mı peki?" diye sordum bunca diyalogdan sonra merak ettiğim en büyün şey buydu. "Onca insanı öldürdükten sonra yani? Aileleri peşlerinden kendilerini harap ederlerken, için rahat mı?"
"Kim harap ediyor kendini?" diye sordu kaşlarını kaldırarak. "Bir tane örnek ver bana, kim harap ediyor kendini? Özenle baktım hayatını kaybeden hiçbir kadının ailesi bir kez olsun gelip de mezarını ziyaret etmedi. Hep oradaydım, bekledim. Öldürdüm ve acaba hata mı ettim diye mezarlarına yakın yerde bekledim ama gelen hiçbir kimse olmadı. Benim öldürdüğüm hiçbir kadın, ailesi tarafından istenilmedi."
Anlattığı her şey gözümde canlanırken gözlerim doldu yavaşça. Ve sırasıyla gözlerim titredi, çenem gerildi, yutkundum.
"B-bunların hiçbiri bahane değil Bahadır." Kekelememin nedeni böyle insanların var olmasının tedirginliğiydi. Yine de devam ettim.
"Ölüm ve yaşam bizim elimizde olan şeyler değildir. Onların yaşamını alırken kendince bir sebebin var ama peki ya ölümü haketmeyen onca kişi? Ölümü verirken kolay, şimdi onları dirilt desem yapabilir misin?"
Gözleri yavaşça düştü yere. Bu sefer o gafil avlanmıştı. Cevap vermezdi, biliyordu.
"Öyleyse ne için geldiğini söyle bana," dedi sessizce. "Benim için değilse neden?"
İsabetli bir soru olmuştu. Beklemeden cevap verdim.
"Anlamak için." Bakışları bana çevrildi. "Bir anlam vermek için. Bunca ölüme neden olmana bir mana bulmak için. Görüyorum ki mantıklı bir açıklaması yok. Görüyorum ki sen, kafamda kurduğum Bahadır'a hiç uymuyorsun ve kesinlikle burada durmayı hak ediyorsun."
"Kafanda nasıl bir Bahadır kurdun ki? Hem katiller için bir anlam gerekir mi ki?"
"O halde neden bu kadar düzenlisin? Tertip ve efendi tavırların neden?"
Bunu söylemeli miydim bilmiyorum. Ama söylemiştim. Açıkça sormadan cevap alamayacak gibiydim.
Gülümseyerek bir nefes aldı. Biraz gururla dolu bir bakışla gözlerini kapattığında "Asıl sorunun bu olduğunu biliyordum. Dışı pürüzsüz olan bu insanın içi nasıl leş kokulu olur değil mi?" diye sordu.
"Aslında bunu ben de çok düşündüm. Gözümün önündeki herhangi bir şeydeki estetiği korumaya çalışan ben neden onca kadının hayatına son verdim? Sonra kendi kendime şu cevabı verdim. Ruhumdaki bozukluğu bastırmak için kullandığım bir kamufle. Asıl içimi bir görsen," dedi aynı kötü gülüşünü göstererek "şu an orada sen bile seni öldürmem için bana yalvarıyorsun."
Gözlerim kuşku ile kısılırken başımı iki yana salladım. "Sen hastasın."
Dediğimi anlamaya çalışırmış gibi gözlerini kırpıp kaşlarını kaldırdı.
"Belki öyle, belki de değil. Sonuçta, eğer o kızların yaşadığı çevreyi görseydin asıl hastanın onlar olduğunu daha iyi anlardın. Birer bezmiş gibi oradan oraya savrulan zavallılardı hepsi. Yaşamak için hiç umutları olmayan, ölüme hasret, nefretten bile nasiplerini alamamış zavallılardı."
"Kim zavallı değil ki şu dünyada? Herkes ölümü mü hak ediyor yani?"
"Sen zavallı değilsin. Ama yanında gelen arkadaşın öyleydi. Her ne kadar kendinin zavallı olduğunu düşünsen de sevgiyle tutunduğun birileri var belli, fakat o gün yanında gelen arkadaşın yapayalnızdı. Eğer kurallarıma uyuyor olsaydı, onu da rahata kavuştururdum emin ol."
Haris'ten bahsediyordu ve ona kırgın olmama rağmen içim acımıştı. Kötü olan zavallı seçme konusunda haklılık payı vardı.
"Her şeye rağmen hiçbir şey sana insanların canını alma hakkını tanımaz," dedim net bir şekilde.
Başıyla tasdikledi. Ama bu kabullendiği için değil, esasen benim onu kabullenmemi bekleyen bir sallayıştı.
Tuhaftı işte. Anlaşılamayacak kadar tuhaf, umursanmayacak kadar önemli ve bir manası olamacak kadar da karışık. Buraya gelmem hataydı. Dışı ne kadar güzel görünürse görünsün içi çürük olanlar asla düzeltilemez. Ve siz, dışı güzel olan bir elmanın içinin çürük olmasını istemez ya da konduramazsanız onun acı tadını almaya mecbur kalırsınız...
Bir kere daha kitabı kapağına göre seçmemem gerektiğini anladım. Birkaç sayfa da olsa okumam gerekiyordu. Aksi halde dışı süslü püslü ciltlerden, zihnimi zehirleyen cümlelere maruz kalıp neticesinde mundar bir varlık olup çıkardım.
🩸🩸🩸
"Bu aralar Heyzır'ı çok dağınık görüyorum. Onda başka bir şeyler var sanki."
Onur kağıttan yaptığı uçağı havaya fırlattığında ofiste olan Haris sandalyesinde kıpırdandı. Birkaç saat önce o da çok sarsılmıştı ama fazla tepki verdiği için kendini suçlu hissediyordu. Sonuçta Meriç haklıydı ama neden Heyzır'a bu kadar aşırı tepki veriyordu anlayamıyordu. Kendini kaybetmişti ve bundan büyük pişmanlık duyuyordu.
"Annesi evlilik konusunu açtığından beri iyi değil. Çocuğu merak ettim, bu kadar sarsacak ne yapmış olabilir gerçekten."
Emre önündeki sodadan bir yudum aldığında yediği ağır akşam yemeğini sindirmeye çalışıyordu. Pencerelerden soğuk bir rüzgar içeri dolarken havanın değişmesi için Yağız kendine verilen birkaç dakikayı bekliyordu. Ona göre her yarım saatte bir odanın havası yenilenmeliydi. Daha önce hiç sesi duyulmamışçasına mevzu Heyzır olunca çekince ile söze girişti.
"Annesi neden zorla evlendiriyor ki? O aklı başında ve özgür bir kadın."
Bir anda ofisteki herkes Yağız'a baktı. Boyundan büyük laflar etmişçesine Emre onu süzdüğünde "Ne o, bi Heyzır fanı da sen mi kesildin başımıza?" diye sordu.
"Ayrıca zorla evlenme diye de bir şey yoktur," dedi Onur ikinci uçağını fırlatırken. "Gazel ailesini az çok tanıyorum, annesi zorlama yapmayacak anlayışlı biri. Muhtemelen sadece konuyu ciddiye almıştır, bizim kız da stres yapmıştır."
Haris hiçbir şeyi umursamaz gibi görünse de her şeyi dikkatle dinliyordu.
"O halde mevzu müstakbel damat değil öyle mi?"
"Sanmam," dedi Onur, Emre'ye karşılık vererek. "siz Heyzır'ı çok tanımıyorsunuz. O, birçok duygusunu içinde yaşayan biri. Damattan çok evlilik korkutmuyorsa ben de Onur değilim."
Üçüncü uçak dış kapıya doğru uçup biri tarafından tutulunca şaşkınlıkla ağzını açtı Onur.
"Affedersin Gamze."
Elindeki uçağı dikkatle inceleyen Gamze, üstüne altına dikkatle baktı.
"Birkaç yırtık var, acemi bir el tarafından yapılmış. Üstelik hala sıcak, bunu yapan çok uzaklaşmış olamaz."
Onur ağzının içinde Emre'ye dönerek "Bu da iyice psikopata bağladı," diye fısıldadığında uçağı burnunun ucunda buldu.
"Kim hakkında konuşuyorsunuz bakalım gizli gizli?"
"Heyzır hakkında."
Yağız pencereyi kapatırken bunu söylediğinde Emre ona ters ters bakarken Onur yeni yaptığı uçağı sinirle ona attı.
"Kim sana söyleyebileceğini söyledi?"
Emre'den azar yese de pek önemsememişti Yağız. Pencereyi kapatıp masaları üçüncü defa silmeye başladı.
"Bence de onun hakkında konuşmalısınız. Bu aralar hiç iyi değil."
"Neden ki? Şu evlilik konusu mu yine?"
"Sanmam," dedi Gamze Meriç'in masasına oturarak.
"E derdi ne o zaman?"
Haris ilk defa başını kaldırıp Gamze'ye baktı. Söyleyeceği şeyi gerçekten merak etmişti.
"Benden duymuş olmayın ama sanırım buradan birine fena halde aşık."
Emre elindeki kahve bardağını düşürecek gibi olduğunda Onur'un uçağı rotasını şaşırıp duvara çarptı. Yağız sildiği masadaki eşyaları yere düşürüp şaşkınlıkla Gamze'ye baktı. Haris afallayarak gülümsediğinde "Merak etmeyin sizden biri değil, özellikle sordum," dedi.
"Niye? Bizim neyimiz varmış? Biz aşık olunacak erkekler değil miyiz?" Emre üstüne döktüğü kahveyi umursamadan çıkıştığında "Sence?" sordu Gamze.
"Çocuklar çocuklar! Kendinize bir bakın, hiçbirinizde kadın ruhundan anlayan kafa yok. Eğer öyle olsaydı şu an bekar gezmezdiniz."
Gamze'nin el çırpışları duvarlarda yankılanırken herkes kendine çeki düzen vermeye çalıştı. Haris ise tamamen dinlemekten vazgeçip çayhaneye geçti. Kendine bir kahve yapmak ya da bu ortamdan uzaklaşmak en iyisiydi.
"Son bir şey," dedi Gamze. "Ona bir kitap verdim. İçinde toplamda 9 madde var. Eğer bir şekilde birinizin üstünde denemeye kalkarsa haberim olsun, işte o zaman dostlarım anlayın ki Heyzır gönlünü size kaptırmış demektir."
"Çok heyecanlı lan! Maddeler nelerdi tam olarak?"
Emre bağırarak sorduğunda Gamze ayağa kalktı.
"Artık orası sizde, biraz saksıları çalıştırın. Kadınlar zeki erkeklerden hoşlanır."
Çayhaneden çıkan Haris elindeki kahve ile masasına doğru yürürken Gamze onun yanağından bir makas aldı.
"Sen de zeki çocuksun dikkat et, kızlar seni ham yapmasın."
Haris'in çarpık gülüşü yüzünde genişlerken "Öyle bezlerde tarağım yok, endişelenme," dedi.
"Of şimdi bir de Heyzır'ın kimden hoşlandığını bulmak için uğraşacağım ya. Başımda o kadar iş var ve çok çalıştıktan sonra bir güzellik uykusu vaktiyken..."
Emre koltuğuna yaslanıp sallanırken Onur'dan bir kağıt uçak geldi.
"İyi de sen hiç çok çalışmazsın ki? Hem boşuna meraklanma Heyzır senden hoşlanacak biri değil."
"Nedenmiş? Gayet de giderim var, benden hoşlanmayan kız kendine acısın."
"Haklısın kanka!"
Onur ve Emre'nin tokalaşmaları sadece Haris'in değil Yağız'ın da acınası bir şekilde baş sallanmasına neden olmuştu. İkisi de tamamen umutsuz vakaydı. Daha kötüsü umutsuz vaka olmalarından habersiz yaşamalarıydı.
Elindeki kahveyi bitirip gece yarısını geçen saatle birlikte kendi kendine kararlaştırdığı şekliyle Ecmel'in kafesine gitmeye karar verdi Haris.
Ayağa kalkıp ceketini giymeye başladığında "Nereye gidiyorsun?" diye sordu Emre.
"Ecmel'in kafesine."
"Ciddi misin? O şaka değil miydi ya? Saat bir oldu."
"Ciddiydim."
Emre homurdanarak kahvesinden bir yudum daha aldı.
"O zaman nöbetleşelim. Sen şimdi git, sonra da ben geleyim tamam mı?"
Gelmeyeceğini adı gibi biliyordu Haris ama başıyla onaylamaktan da geri durmadı. Ofisten çıkıp koridorda yürümeye başladığında içini kemiren huzursuzluğu nasıl çözeceğini düşünüp duruyordu.
Kimseye karşı değil ama neden ona karşı böyle aşırıyım? O da diğerleri gibi bir polis ve bu şekilde düşünmesi, beni kendinden uzaklaştırması gayet doğalken neden sinirleniyorum?
Koridor bitmişti ama aşağı inmek yerine yukarı çıkmaya karar verdi. Nedense üstü çok çabuk kapatılan Ölü yiyenler davası bir türlü aklından çıkmıyordu. Doğrusu bu kadar çabuk kapatılması daha da şüphe uyandırırken insanların da aklına gelmemesi çok tuhaftı.
Üst kattaki müdürün odasının önünden geçerken boş olduğunu gördü. Dün de görmemişti sahi.
Gerisin geri dönüp yürümeye başladığında yan odadan sesler geldiğini duydu. Burası suçluları konuşturdukları sorgu odasıydı. İçeriden Cihanşah ve Meriç'in sesleri geliyordu. Adımlarını yavaşlatıp duvara doğru yaklaştı ve sessizce dinlemeye başladı.
"Bu davayı neden almıyoruz? Araştırmalar sonucunda bambaşka bir şeyler elde edebiliriz. İzin ver Bumerang ekibi çözsün bu işi."
"Olmaz Cihanşah, köy halkı büyük nefret duyuyorlar. Üstelik ortada bir cinayet var, çözülecek bir şey de yok. İki güne kalmaz getirirler adamı buraya."
Haris hangi konuda konuştuklarını tam anlayamıyordu ama dinlemeye devam ediyordu.
"Peki hırsızı ne yapacaksınız? Ekibe dahil olmaya devam mi edecek?"
Cihanşah'ın sorusu ile daha da yaklaştı Haris duvara. Kendisinden bahsediyorlardı. Meriç'ten önce ses gelmedi sonra derin bir nefes aldı.
"En başından yaptık hatayı. Ne kadar geç olursa olsun, onu emniyete dahil etmemeliydik. Gelinlik davası için o kadar üstümüze geldiler ki mecbur kaldık. Şimdi de onunla devam etmeye mecburuz."
Haris'in acınası gülüşü dudaklarına yayılırken başını duvara yasladı.
"Ama içimizden biri olmasına müsaade edemeyiz. Ben her fırsatta onu bizimkilerden uzak tutmaya çalışıyorum. Bugün de Heyzır hakkında uyardım. Heyzır'ın haberi yok ve olmamalı da. Bizimkilerin hiçbirinin olmamalı. Yaradan iltihabı çekermiş gibi gizlice çekip almalıyız onu. Başka türlü sıyrılmamız mümkün değil."
Heyzır'ın haberi yokmuş...
Gözlerini kapatarak sıkıntılı bir iç çekişle pişmanlığın en üst seviyesini yaşadı Haris. Elleri yavaşça yumruk halini alırken tüm kızgınlığı kendineydi. Meriç mantıklı bile konuşsa o şekilde kırıcı olmamalıydı. Zaten normalde böyle biri değildi de, kendine de bir anlam veremiyordu. Umursamazlık seviyesi neden tahrip olmuştu? Herkese yaptığı gibi neden Heyzır'a da boş vermişliğini sürdüremiyordu? Kendi içsel düşünceleri ile boğulmuşken daha fazla dinlemekten vazgeçip oradan ayrıldı.
🩸🩸🩸
Babamı hayal meyal hatırlıyorum. Dışarıdan sert görünen, bize cıvıl cıvıl olan bir kahramandı. Çevresi tarafından çok sevilen, arkadaşları ile vakit geçirmekten keyif alan başarılı bir polisti. Hatta beni de herkes tanırdı onun sayesinde.
Yusuf komiserin tatlı kızı diye severlerdi çoğu defa.
Kimi Japon bebek kimi de Cadı diye hitap ederdi.
Annemin de anlattığına göre küçükken çok yaramazmışım. Hiç yerimde durmaz, annemi çok yorarmışım. Ama çok da sevilirmişim. Ta ki babam bize veda edene kadar.
Ondan sonra kimse akşamları gelmez oldu evimize. Kimse elinde çikolata ve şekerleme ile çalmaz oldu kapımızı. Kimse gezmedi evin etrafında güvenli mi değil mi diye. Hatta garip bir şekilde babamın eskiden çok yakın olduğu arkadaşları da ayağını kesti. Annem en çok da buna ağlardı eskiden. Vefasız dostları olan babam için yanar dururdu.
Önümdeki sıcak kahvenin dumanı tüterken soğuk havanın yüzümü ısırmasına izin veriyordum. Bahadır'dan sonra iyi gelmişti bu kahve. Hem zihnimdeki bulanıklığı açmış hem de içimi ılıtmıştı.
Ceketime daha çok sarılıp kafenin teras kısmındaki camdan Konya'nın gecesine bakarken derin bir nefes aldım. Bazen insan tek başına daha da efkarlanıyordu. Ne yaparsam yapayım tam manasıyla mutluluğa ulaşamayacakmışım gibi bir his doluyordu yüreğime. Hep bir çelme, hep bir takla atacakmışım gibi bir karamsarlık...
Kahvemden bir yudum alırken kafenin çalışanlarından birkaç kişi geldi. Karşımdaki duvarı incelerlerken konuşmalarına tanık oldum.
"Ecmel Hanım gerçekten çok iyi bir iş çıkarmış. Dışarıdan ne kadar eski görünse de bu duvar gibi diğer dizayn kesinlikle kafe için çok güzel olacak."
Ecmel'in ismi geçince daha da dikkat kesildim.
"Mimari olarak üstün bir yeteneğe sahip. Benim aklıma gelmezdi şahsen böyle bir tasarım. Şuna baksana elimi atsam içine girecekmiş gibi."
Duvar tuhaf bir şekilde boyanmıştı. Uzaklara doğru giden yol vardı ama sanki adımını atsan yürüyecekmişsin gibi. Orada bulunan ağaçların meyvelerini tutsan çekip alabilecekmişsin gibi. Halbuki hepsi çizim ve boyamaydı. Gerçekten büyük bir yetenekti bu.
Duvarı incelerken Ecmel hakkında ne kadar yanlış düşündüğümü fark ettim. O yetenek abidesiyken biz ondan şüphelenmiştik.
İçten içte kendimi suçlarken çalışanların peşine takıldım. Başka şeylerle ilgilenmeye çalışarak konuşmalara misafir oluyordum.
"Yarın bu duvarı yapacak. Görsen işine ne kadar bağlı. Yarın kız kardeşi gelecekmiş. O da mühendis, gelsin de binanın sağlamlığını da o ölçsün. Bazen gıcırtı sesler geliyor, korkuyorum valla."
Kız kardeşi? Biz Ecmel'i gerçekten çok yanlış anlamıştık. Çalışanlar Ecmel'in kafeye yaptığı güzel değişimleri kendi aralarında konuşmaya devam ederken daha fazla dinlemedim ve masama doğru yürüyerek sabah Ecmel'e bu sefer çok daha nazik davranmayı planlıyordum.
🩸🩸🩸
Sabahın ilk ışıkları ile kafeden ayrılmış eve uğramıştım. Annemler uyurken duş alıp kıyafetlerimi değiştirmiştim. Turhan'ın odasından gizlice ona bakıp mışıl mışıl melekler gibi uyuduğunu gördükten sonra yeniden yollara düşmüştüm.
Saat ona doğru gelirken ev ziyareti için gayet uygun bir saat olduğunu düşünüp Ecmel'in evine doğru yola çıktım. Güneş yakmayan ışıkları tenime dokunurken, kış ayının hırçın soğuğu burnumun ucunu kızartmıştı. Yanaklarım soğuğun etkisi ile kendini hissettirmez hale geldiğinde nefesim dışarı buhar olup çıkmaya başladı.
Ecmel'in binasına geldiğimde uykusuzluktan ziyade dünkü tartışmadan dolayı bir bitkinlikle yürümeye çalışıyordum. Dün sanki içimde ne var ne yok dışarı çıkarmış sonra da yeniden almıştım. İç organlarım bile tazelenmekten ziyade yer değişiminden kaynaklı kötü hissediyordu sanki.
Yere bakarak çıktığım merdivenler isteksizliğimle baş etmeye çalışırken Ecmel'in katına birkaç basamak kalmıştı ki durdum.
Karşımdaki kişi bana ben ona bakarken böyle bir tesadüfü hiç beklemiyordum. Sabahın bu saatinde, aynı anda...
Haris eli Ecmel'in kapısının zilinin üstünde basmak üzere hazırlanırken gözleri bendeydi. Onda da en az benim kadar ezilmişlik vardı. Gözleri dünkü gibi hüzün dolu ama tamamen umutsuz da değildi. Bilemiyorum onu anlamak çok zor. Ama kafama takılan bir şey varsa Bahadır'ın zavallı tanımına giriyor olması. Bunu işitmek istemezdim. Haris gibi zeki birinin bu kategoriye girmesini asla dilemezdim.
Bakışlarını ilk önce yere indiren ben oldum. İçimdeki kırgınlık hızla geçecek bir şey değildi. Haris için hüzünden başka bir şeyler hissetmeye başlamıştım ama yine hüzne çevirmeyi başardı.
Kapıya doğru ben de geldiğimde zile bastı. Bugün Ecmel'in kızkardeşi gelecekti ve hem onunla tanışacak hem de şikayetlerini bir de ondan dinleyecektik. Bize verilen bir gün de dolmak üzereydi zaten. Bugün her şeyin çözümü olmalı ve Ecmel'e yapılan bu işkencenin bir an önce sonunu getirmeliydik.
Kapı ikinci kere zile basmadan açıldı. Ecmel elinde fırın eldivenleri ile bize gülümsüyordu.
"Hoşgeldiniz hoşgeldiniz. Gelin ben de kek yapıyordum."
Bu sefer daha kibar davranarak içeri girdik. Çekince ile oturma odasına girip bu sefer gözüme tam bir sanat eseri gibi gelen duvarı daha beğeni ile inceledik. Yaptığım tüm yanlışları geri alma niyeti ile bir önceki ziyarete nisbetle çok daha içten davranmaya çalıştım.
"Sabah dinçleşmek için birer kahveye ne deriz?"
Ecmel'in tatlı sorusuna ben midemi tutarak karşılık verdim.
"Çok teşekkür ederim, dün o kadar çok kahve içtim ki."
Haris'in gözleri bendeydi ama ona bakmamaya çalışarak konuşmaya devam ettim. O da mı kahve içmişti dün gün boyu? Benim gibi kendisini uyku tutmamış mıydı yoksa bana ne olduğunu anlamaya mı çalışıyordu sadece?
Ecmel tatlı bir gülüşle bize karşılık verdiğinde "O zaman taze sıkılmış portakal suyunuz geliyor," dedi ve zahmet etmemesi gerektiğini söylememize rağmen mutfağa koştu.
Birkaç dakika sonra demli çaylarla dolu bardaklarla gelirken kaşlarımı kaldırdım ama herhangi bir şey demeden çayları alırken belki evde portakal yoktur diye düşünüp Ecmel'i mahcup etmemek adına çaylarımızı aldık.
Yeniden mutfağa gittiğinde telefonum çaldı. Arayan Emre'ydi.
"Hayret sabah sabah uykusunu bölüp nasıl arıyor?"
Merakla telefonu açtığımda "Alo Heyzır neredesiniz?" diye sordu.
"Ecmel'in evindeyiz ne oldu ki?"
"Of Allah kah! Çab!"
"Ne oluyor? Dediklerin anlaşılmıyor?"
Elimdeki çayı masanın üstüne koymamla Haris'in telefonu elimden alması bir oldu.
"Emre ne oluyor kardeşim?"
"Abi emn çek Ecmel gel. O ka her kimse Ec fa değil. Çab e ay. Kar..."
"Alo, alo!"
Haris de Emre'nin dediklerini anlamamıştı ki telefonu kapattık. Haris'in yeniden aramasına da fırsat kalmamıştı. Ecmel heyecanla kapıda göründüğünde "Kardeşim geldi galiba, gelin birlikte karşılayalım," dedi.
Teklifi reddetmek istemedik ve birlikte ayağa kalkarak dış kapıya doğru yürüdük.
Ecmel heyecanla eldivenleri çıkarıp ellerini eteğine sildi ve kapıyı yavaşça açtı.
"Hoş geldin canımın içi."
Kapının gerisinde onun kardeşi ile konuşmasını dinlerken Haris'in telefonuna bir mesaj geldi. Ecmel elinden tuttuğu boşluğu heyecanla çekiştirirken kapıyı kilitledi. Biz olup bitene şaşkınlıkla bakarken gelen mesajda tam olarak şöyle yazıyordu.
~Emniyete gerçek Ecmel geldi. O kadın her kimse hemen evi terk edin. Acele edin, Ecmel'in anlattıklarına göre hiç tekin görünmüyor."
Haris'le birlikte mesajı dehşet içinde okurken "Ama neden hiç selam vermediniz kardeşime, çok üzüldü bak," dedi biri.
Karşımızda kolunu boşluğa atan kadına bir de diğer elinde tuttuğu bıçağa bakarken öylece kalakaldık.
🩸🩸🩸
Bölüm sonu...
Pazar günü görüşmek üzere 🪁 |
0% |