@hakugu
|
-Olric gitti ama dönecekmiş, öyle dedi bana. +Bekleyecek misiniz efendim? -Bekleyeceğim tabii. +Neden efendim? -Döneceğim dedi çünkü. +Ne zaman dönecek efendim? -İncir ağaçları çiçek açınca dönecekmiş. +Ama... -Sus olric sus, biliyorum.
Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍
İnstagram hakugu
🩸🩸🩸
İmkansıza dair ne varsa bu dünyada, hepsinin mümkün olabildiğini görürüz. Kendi imkansızlıklarımız, başkalarının mümkünatı iken, aslen en mümkün olmayan şeyin, imkansız bir şeyin olmadığını anlamamızla başlar her şey.
Birine dağ görünen ötekine incir çekirdeği görünürken, mümkün ve imkansız arasındaki ince çizginin de ne olduğunu anlamak gayrı mümkün aslında.
Birine ulaşmak mı bize zor gelen yoksa o kişinin aslında hiç olmayışı mı ağır olan? Düşünmek zor gelince bir avuç dolusu gözyaşı ile ıslatmak mı hafifleten yoksa düşüncelerin gözyaşına dönüşüp akıp gitmesi mi?
Tüm bunlar bir insanın anlaşılamayacağı, kendine özgü hayat hikayesinde kendi imkansızlıkları ile boğulmasını konu alan acı bir film şeridi gibi.
Zamanla yeniden toprağa dönüşecekken, toprak üstünde gururla yürüdüğü zamanları dünyanın tek hakimiymiş gibi algıladığı o tehlikeli anlar.
Pek tabii mümkün olanı da varken, imkansızların arkasına saklanmış bir ucube gibi mümkünatı es geçip gayrı mümkünle idare eden pervasız tipler.
Hep öyle düşünürler...
İncir ağaçları çiçek açınca daha iyi birisi olacağım, söz!
Fakat bilmedikleri tek şey, kirli bir sudan temiz bir bardak alınamamasıdır.
Bi de...
İncir ağaçlarının asla çiçek açmayacak olmasıdır...
10. Bölüm "İncir ağaçları çiçek açınca"
"Sizin beceriksizce hareketleriniz yüzünden 94'de olan her şey tekrar edecek. Zamanında ortadan kaldırılması gerekenleri kaldırmazsanız, mantar gibi türeyip başınıza bela olacaklarını bilmiyor musunuz?"
"Çok haklısınız efendim. En kısa sürede bu işi halledeceğiz."
"En kısa süre ne kadar Devran? Bu kız polis olana dek nerdeydiniz? Babasını öldürürken geride kalanlara bakmadınız mı?"
Oturduğu sandalyede rahatsızca kıpırdandı Devran komiser. Bu sorunun geleceğini biliyordu. Neyseki hazırlıklıydı.
"Daha çok erkek olanlara odaklanmıştık efendim. Kardeşi Turhan için elimizden geleni yaptık. Kendisi şu an yatağa bağımlı olarak yaşıyor. Fakat Hacer için zararlı gözüyle bakmadık. Dahası polis olduktan sonra gözümüzün önünde olsun diye merkeze aldık. Elimizden geleni yaptık efendim."
Düzenlenen kurulda toplamda otuz yedi kişi vardı. Hepsi yüksek mevkiden insanlar ve paranın efendileriydiler. Karşılarındaki emniyet müdürü Devran Korkmaz her saniye biraz daha terlese de cevapları özenle vermeye çalışıyordu. Bundan seneler önce olan katliam kendi başına da gelmesin diye bulabildiği tüm yalanların ardına saklanıyordu.
"Elinden geleni yapsaydın," dedi kurul sözcüsü ve elindeki bastonu yere vurdu. "Ölü yiyenler davası bir kere daha gün yüzüne çıkmazdı."
Kurul normalde toplantılarına Devran gibi düşük seviyede insanları almazlardı. Fakat durumun ciddiyeti seviye farkını gözetmeyecek kadar büyüktü.
Sözcünün uyarısı ile Devran daha çok bükülürken kurul başkanının gözlerinin üstünde olduğunu hissediyordu. Kurul yüzlerce üyesi bulunan bir örgüte liderlik eden bir avuç insandan oluşuyordu. En yüksek mevkide başkan denilen kişi vardı ve genelde hiç konuşmaz, pek ortalıkta görünmez, işlerini yardımcıları vasıtası ile yaptırır, arka planda tıkır tıkır işleyen bir program gibi daima atakta olurdu.
Değil onunla konuşmak, aynı ortamda bulunmak bile akıbetinin iyi olmadığı anlamına gelirdi. Genelde örgütün sözcüsü düzenlemeleri yapar ve sair insanlarla konuşurdu. Davalara ise örgütün özel avukat, savcı ve hakimler bakar. Bundan dolayı herhangi bir korku yaşamazlar, yapacakları iş içinse kendilerine kurban olacak binlerce insanla beraber çalışırlardı.
1990 yılında kurulan bu kurulun ismi Engerek zehri'ydi. Örgüte üye olan herkesin mutlaka bir yerinde yılan dövmesi vardı ve içlerinden hiçbiri bu dövme ile ölmüyordu. Öleceği anlaşıldığı ya da ölme tehlikesi olduğu zaman bu dövmenin olduğu organı kesilip yok ediliyordu.
Örgüt kendine üye olanlarla birlikte yıllar geçtikçe daha da zenginleşmiş, en büyük vurgununu ise 1994'de yapmıştı. Bu yılda yüzlerce polis memuru katledilmiş, binlercesi de örgüte üye yapılmıştı. Emniyete sızan bu Yılanlar yolsuzluk, kara para aklama, hırsızlık gibi suçlardan ziyade Ölü yiyenler grubuna dahil olarak insan pazarlığına da başlamışlardı.
"Bu dava ortaya çıktığında Hacer Gazel'in ölümü için emir vermiştim efendim. Bir şekilde babası ile bağlantı kurmasın diye babasına ait tüm dosyalar da ortadan kaldırıldı. Her şey çok güzel ilerliyordu. Kurtulması mümkün bile değildi. Fakat o hırsız işleri bozdu."
Hırsız kelimesi ile birlikte kurul başkanının kaşları çatıldı. Bu son sözü söylemekle iyi edip etmediğinden şüphelenen Devran da çattı kaşlarını. İçinde bir huzursuzluk baş göstermişti. Başkanın dikkatini çekeceğine keşke hiç konuşmasaydım diye geçirdi içinden. Şimdi kurul tarafından serbest bırakılması daha zor olacaktı. Beceriksizliğini ortaya saçmış gibi olmuştu ve bu daha fazla cezalandırılmasına neden olabilirdi.
"Hangi hırsız?"
İlk defa diyaloğa dahil olan kurul başkanı tuhaf sesi ve uzattığı harflerle diksiyonunun bile insan üstündeki ezici tuhaflığı ile sordu. Gerçekten merak ettiğini belirtircesine pahalı siyah ceketinin gıcırtısı ile yerinde doğruldu ve Devran'ın dehşetle seyrettiği yüzünü ona gösterdi.
Aslında başkanın kulağına bir şeyler geliyordu öteden beri ama bu kadar ciddi olduğunu pek düşünememişti. Rast gelen şanslar, öylesine denk gelen fırsatlar ve işini düzgün yapamayan beceriksizlerin işgüzarlığı yüzünden olmuş bir şey diye düşünüyordu. Şimdi ise bu hırsız denilen kişi ciddi ciddi problem oluşturuyordu.
Devran daha fazla beklemedi ve en başından başlayarak anlattı.
"Gelinlik davası için yardım talep ettiğimiz hırsız, Haris Çelik efendim. Kendisi ile stajyer polis ikili ekip oluşturmuştu. O zamandan beri birbirilerine yardım ediyorlar."
Tüm kurul bu ismi aklında tutmaya çalışırken Devran daha fazla konuşmamayı seçti. Biraz daha açıklama yaparsa Haris'in zekasından bahsetmek zorunda kalacak ve tamamen iş bilmez biri konumuna düşecekti.
"Peki yeni eklenen gruba ne oldu? Onları özel olarak tayin ettik. Kendinden başka bir şeyi düşünmeyen Memati, hiçbir şeye dokunamayan Yağız ve geçmişi ile problemi olan Cihanşah. İsimler doğru değil mi?"
"Evet efendim, hepsi doğru. İstanbul'a kendimizin ayarlayacağını haber verdik. Konya'dakiler de İstanbul'dan tayin edildiğini söyledik. Polis memurları İstanbul'un tayin ettiğini sanıyor ancak özenle seçildikleri bizce malum. Memati Şekerci ve Yağız Güngör etkisiz eleman olarak devam ediyorlar efendim. Cihanşah Aliyev ise şimdilik herhangi bir davaya eklenmedi. Hepsi tam istediğiniz gibi Ölü yiyenler davasının üstünü kapatacak şekilde ayarlandı."
Sözcü yeterince olmasa da rahat bir ifade ile derin bir nefes aldığında Başkanın baş ve orta parmağı birbirine sürtüyordu. Sanki adalarına kıstırdığı bir böceği ezermişçesine ve aslında mikrobunu ortadan kaldırdıktan sonra huzura erecekmişçesine.
En nihayetinde kulaklara kazınan iki isim hepsinin dikkatini dağıtmıştı.
"Hacer Gazel ve Haris Çelik."
Dişlerinin arasından çıkan bu iki isim ile yumruğunu sıktı başkan. Kimsenin örgütün bekasına zarar vermesine izin vermeyecekti. Bunca katliamdan sonra iki kişinin cesedi çok değildi ona göre.
🩸🩸🩸
Verdiğimiz raporlardan sonra Gamze'nin odasına çıkmıştım. Bir aylık raporu sunarken yıllar süren davalara bakmışım gibi gözümün önünden geçmişti anılarım. Her şey bu kadar çabuk gelişirken ben kendimi rüzgarda sürüklenen bir yaprak gibi hissediyordum. Rüzgarın istediği yöne gitmekten başka çarem yoktu ve bu beni çok yorsa da karşı koyacak gücüm de yoktu.
Derin bir iç çekişle Gamze'nin koltuklarına oturduğumda odanın boş olduğunu gördüm. Mantar panoda "Otopsiye gittim. Yarım saat sonra döneceğim." yazıyordu.
"Bu da kendini iyice bakkal falan sandı."
Gülerek yazısına bakarken oturduğum yerde daha da rahatlaştım. Üzerimde olan tuhaf bakışlardan sonra böyle bir yalnızlık hoş gelmişti gerçekten.
"Emre ve Onur'un nesi var böyle?"
Yüzümü buruşturarak sorduğum sorudan sonra "Memati de tuhaftı gerçi," diye ekledim.
"Üçüne birden bir şey olmuş ama hayırlısı."
Anlam veremediğim tuhaf davranışlarını görmezden gelerek orta masasının üstündeki biblo dikkatimi çekti. Eğilip alırken koltukların gıcırtı sesi kulağıma dolmuştu.
Biblo acı ile kendini yontan bir insandı. Bir heykel, bir sanat eseri. Yonttuğu yerler çok pürüzsüz görünse de bu yontma işinin ona acı verdiği çok açıktı. Yine de tepeden tırnağa yontmadan bırakmayacak gibiydi.
Tıpkı biblonun yüz ifadesi gibi ekşittim yüzümü. Büzülen dudaklar, eğrilen kaşlar, kırışan alın ve nihayetinde acının derin ifadesinin yüzde hissedilmesi.
"Madem bu kadar acı çekiyor, neden devam ediyor ki?"
Bibloyu yeniden masanın üstüne koyduktan sonra geri yaslanıp başımı tavana kaldırdım. Ecmel davası henüz sonuçlanmamıştı ve muhtemelen bu gece sorgusu yapılacaktı. Kadının neden böyle bir şey yaptığını çok merak ediyordum. Dahası çelişkili durumlar vardı. Hem polise gelip hem polise zarar vermek pek akıl karı değildi. Sanki dikkat çekmek istediği başka şeyler vardı.
Tavanla boş bakışlarım sona erince yeniden önüme döndüm. Hala elimde tuttuğum kitabı evirip çevirip dış yazısını dikkatle okurken maddelere istediğim sıradan başlayıp başlayamayacağımı merak ediyordum. Aslında Gamze'ye gelme bahanem buydu. Sırası ile yapınca mı işe yarıyordu yoksa aradan seçsem de iş görür müydü? Gerçi ilk maddem tam bir hayal kırıklığıydı ama olsun, daha önümde sekiz madde vardı. Tüm kitabı denemekte kararlıydım. Niye böyle bir işin içine girmiştim bilmiyorum ama başladığım bir şeyi bitirmemek bana hoş gelmiyordu. Hele ki böyle maddelere ayrılmış bir şeyse.
Kitabın kapağını açıp ilk maddenin olduğu sayfaları geçtim ve ikinci maddeye geçtim.
"2. madde buz krallarının ülkesi Norveç'ten."
İlgiyle okurken aklımda bir krallık oluştu.
Böyle karlar üzerine kurulan buzdan saraylar ve sürekli kürkle gezmek zorunda kalan soluk benizli halkı. Hepsinin soğuğa karşı alışagelinmiş bir huyu oluşmuş ve artık çok da üşümez olmuşlar.
Bu krallığın başında elbette ki Haris vardı. Eğlenceli, zeki, ulaşılmaz ve umursamaz. Ben de sıcak ülkelerden ülkeye sürgün edilmiş güneyli bir köle...
Birden oluşan tuhaf hayal ile gülümseyip başımı iki yana salladım.
"Benden asla yazar olmaz, hayale bak. İnsanlar bunu okusa bana demediklerini bırakmazlar."
Başımı sallamaya devam ederken kitabın açık sayfasına yeniden döndüm ve yarım bıraktığım yeri okudum.
"Ulaşamadığınız kişi her kim olursa olsun arada bir itme çekme kuvveti uygulayın. Sürekli peşinde dolanırsanız onu çok ısıtır ve sonunda yanmasına, neticede sizden uzaklaşmasına sebep olursunuz. Çünkü biz Norveçliler soğuktan donsak bile sıcağı çok da sevmeyiz."
Alt dudağım vay be dercesine hafif dışarı çıkmışken başımı onaylarcasına salladım.
Kitaba hayran hayran bakarken kapı açıldı. Gamze gelmiş olmalıydı hevesle eğilip bakarken topallayarak içeri giren Haris'i gördüm.
"Gamze kahven var mı? Yalnız otopsiden sonra ellerini yıka..."
Haris bana ben ona bakarken yavaşça kitabı ters çevirip ismini görmesini engelledim. Ecmel'le yaşadığımız olaydan sonra ayağı ve bileği hala sarılıydı. Bir süre de geçmeyecek gibiydi. Durup dinlenmesi gerekti ama bunu Haris gibi biri asla yapmazdı.
"Ah, pardon. Gamze var sandım," dedi lambayı göstererek. Işık genelde kapalı olurdu, haklıydı. Ben de içeri açık olduğu için girmiştim ama Gamze'nin bilerek bıraktığını düşünerek bekleme kararı almıştım.
"Otopsiye gitti, döner birazdan," dedim ona bakmadan.
"Eee, tamam. Madem öyle ben de bekleyeyim biraz."
O kapıyı kapatırken ben de kitabı gizledim. Yavaşça karşımdaki koltuğa oturuşunu bekledim. Gizli bakışlarla iyi olup olmadığını ölçmeye çalışsam da maddenin dediklerini uygulamaya çalıştım. Çok fazla ilgi göstermeyecektim!
Zaten iki gün önceki kavgamızdan sonra doğru düzgün konuşmamıştık. İkimiz de bu ortamın varlığından rahatsız olmuşçasına kıpırdanırken o sağa sola bakıp dikkatini başka şeylere vermeye çalıştı ben de bir yere koymayı beceremediğim ellerimle ilgilendim. Karşında biri varken konuşmamak da ne kadar zormuş meğerse.
Saniyeler geçti sonra ve dakikalar...
Gözümün önünden kavga ettiğimiz günkü halimiz geçti. Ona karşı büyük bir nefretle dolmam gerekirdi ama içimde nefrete dair hiçbir şey yoktu, olamıyordu.
Belki biraz kırgındım ama dünkü beni kurtarışından sonra bu da yok olmuştu. Bir şekilde Haris'e sevgiyle bakan birine dönüyordum. Buna engel olmaya çalışsam da, bundan kaçsam da, bunu talep etmesem de...
Sesli bir şekilde iç geçirdiğimde bakışlarını bana çevirdi. Siyah dar paça pantolonunun üstündeki olmayan tüyleri koparırken gözleri hala bendeydi, hissediyordum.
Tüm seslerim kısıldığı o anlarda Gamze'nin mutfağının cıvatası gevşek musluğundan damlayan sular bize eşlik ediyordu. Saatin yelkovanının sesi kalbimizle ritim tutturmuş gibi ilerlerken nefes seslerimiz bile bize gürültü olarak yetiyordu. Tüm bu sessizlik arasında bir kere daha derin nefes aldım.
"Ah! Boğulacağım galiba."
Aniden ona baktığımda oturduğu koltuğa yayılmış nefes alması zorlaşmış gibi bayılma moduna geçmişti. Ne yapmaya çalışıyordu anlamamıştım. Beklentiyle ona bakarken "Tüm odadaki oksijeni tükettin, biraz da bana bırak ya hu!" sitem etti.
Bunları söylerken o kadar tatlıydı ki, gülmemek için kendimi zor tuttum. Yüzümü sola çevirip dudaklarımı ısırarak gülerken güldüğümü anlamış olacak ki "Saklamana gerek yok, komikse gül geç," dedi.
Hala tebessüm için kıvrılan dudaklarım yüzümdeyken ona baktım. Dudaklarım gülücük için kıvrılsa da kaşlarım çatıktı.
"Onca lafı saydıktan sonra gelip burada şaka yapmak nedir?"
"Ne kindar bi kızsın ya?" dedi gözlerini kuşkuyla kısarak. "Ben çoktan unuttum bile, bak," dedi bileğiyle ayağını göstererek. "Bunlar kimin için oldu acaba?"
"Kim dedi beni kurtar diye?"
"Voah, teşekkür edeceğine dediklerine bak. İnsanda biraz insaf olur be, yazık sana."
Yüzünü şımarık bir çocuk gibi buruşturup cıkçıklarken başını iki yana sallıyordu. Onu böyle görünce bu sefer yüzümü saklamadan gülümsedim. İnsanın böylesine tatlı biri karşısında somurtması da pek mümkün olmuyordu. Gülümseyişim devam ederken bakışlarım yerdeydi. Dedikleri şeyin etkisi hemen geçemeyen bir mutlulukla bende devam ederken dudaklarım tatlı bir tebessüm ile kıvrılıp duruyordu. Ben parmaklarıma bakıp gülmeye devam ederken ikimiz aynı anda konuştuk.
"Özür dilerim."
"Teşekkür ederim."
Seslerimiz birbirine karışınca pek bir şey anlaşılmamıştı ama ikimiz de duymak istediklerimizi almışçasına gülümsedik. Yüreğimizdeki boşlukları dolduran bu cümleler içimizi ısıtmıştı. Uzun süredir üşüyen ruhum nihayet ılık bir dokunuşla titremişti.
"O gece çok ağır konuştum biliyorum," diye devam etti. "ama ben de çok kırılmıştım." Bunları söylerken gerçekten çok zorlandığı belliydi. Daha önce kimseyle bu kadar yakınlaşmamış ve hislerini anlatmak için fırsat bulamamış ve en aslında hiç büyümemiş bir çocuk vardı karşımda. Çekince ile söylüyor, elini ayağını nereye koyacağını bilemiyordu.
"Her kırıldığında bana mı çıkışacaksın yani?"
"Kırgınlığım senin yüzünden olursa, evet."
Bunu duymayı hiç beklemiyordum. Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdığımda merakla sordum.
"Benim mi? Ben ne yaptım ki?"
Gerçekten merak ediyordum. Haris'i kıracak ne yapmış olabilirim ki? Herkesin içinde ona en özenli davranın ben olduğumu düşünürken böyle bir karşılık almak doğrusu h beklemediğim bir şeydi.
"Boş ver. Barıştıysak bana bi kahve yapsana, yani rica etsem. Kendim yapamıyorum da," dedi sargılı elini göstererek.
Kırgınlığının peşini bırakmayacaktım ama hala emaresi silinmeyen bir ağırlık vardı yüzünde. Şimdilik uzatmamayı tercih ettim ve tatlı ricasını kırmayarak bir kere daha gülümsedim. Başımı onaylarcasına sallayıp kitabın üstüne de ceketimi koyduğumda ayağa kalktım.
Gamze'nin küçük Amerikan tarzı mutfağından su ısıtıcısını çalıştırdım ve bardakları hazırlayarak kahveleri koydum.
"Sahi sen ne soracaktın Gamze'ye? Her neyse bana sor, her türlü yardım ederim biliyorsun."
Gülümseyerek şekerleri de ekledim. Bana yardım edeceğinden adım kadar emin olsam da ona söyleyeceğim bir şey değildi, özellikle bizzat onun hakkındayken.
"Kızsal bir mesele, buna da yardım edebilir misin?"
Takılırcasına bunu sorduğumda "Elbette," dedi tırnaklarına bu işin ustasıymış gibi bakarak.
"Bunu iki günlük ilişkisi olan kişi mi söylüyor?"
Pelin'i kastettiğimi anlamış olmalı ki yüzünü buruşturdu.
"Ah inanamıyorum. İlişki geçmişimde bir kara leke olarak kalacak. En iyisi kızla bir kere daha doğru dürüst çıkıp öyle ayrılayım, böyle olmayacak."
Söyleniyordu ama hala işin komedi bölümündeydi. Dediğini yapacak ama yaptıklarını demeyecek ve en nihayetinde dediklerinin yaptıkları ile aynı olmadığı güvenilmez biriydi o.
Güldüm bir kere daha. Öyle şeyler söylüyordu ki gülmemek imkansızdı. Sözde uzak duracaktım, sözde ilgilenmeyecektim. Ama bana kalırsa bu kitap Haris ile benim tuhaf ilişkimizden habersiz bir şekilde yazılmıştı. Ya da o ve ben dünya üzerindeki en kuralsız ilişkiye sahiptik.
O hazırladığım kahveyi yudumlarken ben de bir kez daha işe yaramayan ikinci maddeyi es geçip üçüncü maddenin ne olduğunu düşünmeye başladım.
🩸🩸🩸
Gece yarısını geçen saat bedenimize uykunun frekansını yavaş yavaş yollasa da hiçbirimiz bununla ilgilenmiyorduk. Yani, kısmen... Elbette hiçbirimiz derken Emre'yi hariç yutuyorum.
"Peki neden Ecmel Esmersoy'u taklit ettin? Neden isminle onun ismini değiştirdin? Neden kimlik değişikliği yapıp insanları dolandırdın?"
Meriç'in art arda gelen sorularını aradaki cam duvarın arkasında oturmuş dinliyorduk. Sorgu odasının içi biraz soğuk olduğu için olsa gerek kadın kollarını birbirine yaklaştırdı ama Meriç'in sorularını da es geçmedi.
"Kim kimi taklit etmiş? Ecmel benim adım?"
"Yalan söyleme!"
Meriç masaya yumruğunu vurduğunda ben de durduğum yerde irkildim. Kollarını göğsünde çapraz başlayan Onur Emre'ye eğilip "Bana kalırsa bu kadın biraz doğru söylüyor," dedi. Emre'den karşılık alamayınca ona baktı. Oturduğu sandalyede yayılan Emre çoktan rüya görmeye başlamıştı bile. Onur esefle başını sallarken bıkkınlıkla bir nefes aldı.
"Kimlikte isminin Yaren Koç olduğu yazıyor. Üstelik Ecmel Esmersoy ile hiçbir bağın bile yok. Neden masum bir mimarın kariyerine zarar verecek şekilde davrandın? Cevap ver!"
"Kariyer mi? Ondaki kariyerse o zaman benim hayatım sanat eseri."
"Yaren Koç! Verdiğin her ters cevaba karşılık olarak bir tane tokat atacağım. Şimdi bana düzgün cevap ver!"
Meriç'in sorguları her zaman ağır geçiyordu. Genelde izlemekten hoşlanmadığım için geri duruyordum ama doğruları alabilmenin tek yolu bazen buydu. Her şeye rağmen şiddetin her türlüsü beni huzursuz ediyordu.
"Attığın tokatla yumuşayacağımı sanıyorsan hiç bek..."
Kadının yüzüne inen bir tokatla sarsıldığında gözlerimi yere indirdim. Emre uyandığı yerde ayılarak kendine çeki düzen verdi Haris de kaşlarını çattı. Sorguya gelmeyen Cihanşah ve Memati olsalardı nasıl tepki verirlerdi bilmiyorum ama Yağız da benim gibi bakışlarını yere indirmişti. Onur afallayarak uyanan Emre'yi omzu ile dürttükten sonra yeniden izlemeye başladı ama kimsenin bu sahneleri seyretme isteği yoktu.
Biz görüntünün verdiği rahatsızlık ile kıvranırken Haris tamamen dikkat kesilmiş seyrediyordu. Gözleri kadının her bir hareketine odaklanmışken ezberlercesine teker teker zihnine kazıyordu. Haris'ten sonra ben de kadına odaklandığım sırada "Bu kadın neden sürekli ayaklarını birbirine sürtüyor?" diye sordu Haris.
Daha önce fark etmediğim şekliyle ben de dikkat kesildiğimde gerçekten kadının dört beş saniyede bir ayaklarını birbirine sürttüğünü fark ettim.
"Başka bir rahatsızlığı mı var yoksa ayaklarında bir şey mi var acaba?"
Sorum ile Haris başını bilmiyorum dercesine iki yana sallamıştı. Fakat gözlerindeki sorgulayıcı kuşku devam ediyordu.
"Tavrı nedense çok doğal. Bizimleyken olan Ecmel ile şimdiki Ecmel bambaşka. Hiç hayal ürünü arkadaşları gelmedi mesela. Doğal olan onların yanından hiç ayrılmamasıdır."
Haris haklıydı. Eğer gerçekten hasta olsaydı bunca zaman içinde illa hayali dostu gelirdi. Üstelik bu kadar mantıklı cevaplar vermesi de çok garipti.
Meriç ikinci tokatı da kadına indirdiğinde Haris dayanamayarak ayağa kalktı.
"Heyzır, en son senin de mevkin yükseltilmişti değil mi?"
"Evet."
"Peki, sorgu için bana izin alamaz mısın?"
Bir an için irkilsem de hızla toparladım. Kadınla birebir konuşmadan bu işi çözemeyecek gibiydik.
"Alabilirim sanırım."
Beklemeden odadan çıktığımda sorgu odasının kapısını açtım ve Meriç'in yanına doğru yürüdüm. Benim geleceğimi beklemediği için biraz afallasa da çabucak kendini toplayan Meriç kulağına fısıldadığım cümleleri dikkatle dinledi.
"Kadınla alakalı bazı şeylerden şüpheleniyoruz. Kısa bir sorgu için gelebilir miyiz?"
Fısıltı ile sorduğum soruya olumlu yanıt almıştım. Kadın bir bana bir Meriç'e bakarken ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Daha önceleri odanın içine bile giremeyen ben, nihayet gerçek bir sorgu için izin almıştım. Meriç kendi dosyalarını toplarken ben de kapıda bekleyen Haris'in yanına gittim.
"Girebilirsin."
Haris'in geldiğini görünce yüzü biraz kararsa da kadının yanında bir şey söylemeyen Meriç çıkıp Haris girdiğinde ben de yanına oturdum. Haris'e güveniyordum. Fark ettiği şeylerin tutarlı bir yanıtını almadan da içim rahat etmeyecekti.
Kadın bizi gördüğünde tanımıştı hemen. Hoşuna gitmeyen bir tanıdığı görmüşçesine gülüp başını sola çevirdi ve bizi görmezden geldi.
"Hiç boşuna çevirme bakışlarını, vücudun seni ele veriyor zaten."
Haris'in başlangıç cümlesi çok tuhaftı. Zaten o da bilerek söylemişti sanırım. Kadının dikkati Haris'e çevrilmişken, Haris gözleri ile kadının ayaklarını işaret etti. Kadın da Haris'ten sonra ayaklarına baktığında telaşla iki yana ayırdı.
"Başarılı bir mimar var ortada ve onu taklit eden sen. Şizofrenik hareketlerle kendini kamufle eden sen. Bu yaptıklarının hepsi, yakalandığı ayıya ölü taklidi yapmakla eş değer."
Kadın Haris'i dinlerken yüzündeki ifade gittikçe nefretimsi bir hal alıyordu.
"Bir saattir izliyorum seni hiç de şizofreni belirtisi göstermedin. Tıpkı," dedi kadına daha çok yaklaşıp sesini alçaltarak. "rolü bitmiş bir aktris gibi gerçek hayata döndün."
Kadın da benim gibi Haris'in sözlerine odaklanmıştı ki ben de aynı kanaati getirdim. Bizimle ilgilenirken hayali bir kızkardeş ve tuhaf cümleler kuran kadın ne oldu da birden bire normalleşmişti?
"Bize gösterdiğin o resimler aslında bir yardım çağrısıydı değil mi?"
Yavaşça Haris'e baktım. Aklından ne geçiyordu?
"Sen ve Ecmel'in aynı kişi olmadığını bizlere anlatmak için çabaladın, çünkü bundan başka çaren kalmamıştı."
Kadın gittikçe daha hızlı nefes alırken gözleri yavaşça doldu. Haris her ne düşünüyorsa bunda haklıydı.
"Sözlerinin hepsi birer yardım çığlığıydı. Şizofreni ile arayı kapatmaya çalıştın, çünkü anlasınlar istemedin."
Haris ayağa kalkıp ellerini pantolonun ön ceplerine koyduğunda kadının etrafında gezinmeye çalıştı.
"Hım, bi düşünelim. Merkeze geldin ve ailenin sana şiddet uyguladığından bahsettin. Bu doğruydu, çünkü şiddet görüyordun, ama ailenden değil."
Cebinden çıkardığı mendille kadının yüzünü yavaşça silip kapatılan izleri ortaya çıkardığında şaşkınlıkla baktım.
"Kilonla dalga geçiyorlar ve seni geçmişinle yargılıyorlar. Bu durumda geçmişini görmemizi istedin, ben Ecmel değilim demek istedin. O resimleri de bilerek koydun ki fark edelim."
Haris benim sandalyemin arkasına geçip elleri ile tutunup öne doğru eğildiğinde nefesini hissettim. Derin bir nefes alıp cümlelerini düşünürken kadının gözlerinden akan yaşlar çenesine ulaşmıştı bile.
"Ayaklarını görebilir miyim?"
Kadın hızla sakladı ayaklarını.
"Ha-hayır, ne münasebet."
"Lütfen. Zor kullanmak istemiyorum."
"Ben de ayaklarımı göstermek istemiyorum."
Haris kadının yanına gidip yavaşça eğilip kadının ayağını tuttu. İlk önce geri çekse de sonrasında engel olmadı ve izin verdi. Ayakkabısından sonra kısa çorabı da çıktığında kan içinde kalan topuk kısmını gördüm. Kenarları da yara içinde kalmıştı. Yüzüm bu acınası tablo karşısında büzüşürken içim titredi.
"Fark edilmesin diye genelde cihazları buraya monte ederler."
Haris'in parmakları acı vermeden kadının ayaklarında gezinirken topuğa yapıştırılan küçük bir çip buldu. Çıkarmak istese de ameliyat benzeri bir şekilde ete yapıştırılmıştı.
"İzleniyorum derken de doğruydu, çünkü dinleniyordun."
Kadın titreye titreye ağlarken kapı yeniden açıldı ve içeri Meriç girdi. Hemen arkasından gelen Onur, Emre ve Yağız meraklı gözlerle kadının ayağına bakarken Meriç "Ne oluyor burada?" diye sordu.
Haris çömeldiği yerde tuttuğu çipi göstererek "Burada birileri kurtuluş için çırpınıyor. Sizin orada ne oluyor?" diye sordu.
Meriç kadına, Haris Meriç'e ben de her üçüne sıra ile bakarken işin aslını öğrenmek ve bu zavallı insanı kurtarmak için ne yapmamız gerektiğini düşünüyordum.
🩸🩸🩸
Selam...
Gecikme için özür dilerim. Normalde tam gününde yayınlardım ancak sınır dolmadığı için bölüm düzenlemesini son güne bırakmıştım. Sonra da yetiştiremedim. Telafi edeceğim inşaAllah.
Bu arada Annie iyi misin'in yarısına gelmiş olduk. Haftada iki bölüm yazarak güzel ve düzenli bir ilerleyiş içine girdim. Yeterli ilgiyi göremesem de benimle yürüyen herkese çok teşekkür ediyorum. Canımı dişime takıp bu seriyi bitireceğim İnşaAllah.
Annie iyi misin bittiğinde Cevap 1871'i tamamlamak için biraz ara vereceğim. Daha sonra aynı tempoda 1994'e başlayacağım. Bu yolda yürürken yanımda olan herkese minnet borçluyum. İyi ki varsınız.
Yeni bölüm bir aksilik olmazsa Pazar günü gelecektir.
Sevgiler 🤍 |
0% |