Yeni Üyelik
34.
Bölüm

34. Bölüm

@hakugu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

🔳🔳🔳🔳

 

Yıldızı parlatmayı unutmayın 🌟

 

Ludovico Einaudi - Primavera

 

Mükemmel editler, kesitler ve çizimler için sosyal medyada bizi takip edin 👇🏻

 

instagram ❤️

hakugu

wat_profesyonel

bbeyzasah

hakugutayfa

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

 

 

 

 

 

 

Güneş batmış, hava alacalaşmıştı. Yarasaların etrafta çılgınca dolaştığı anlarda kuşlar kendi köşelerine tünüyor, kediler sığınacak sıcak bir delik arıyordu. İnsanların evlerinde huzurla vakit geçirmeleri gereken bir andı ancak kiminin vakit geçireceği bir evi, kiminin vakti, kiminin de huzuru yoktu. Zaten hepsi bir anda olmuyordu ancak kiminin hiçbir şeyi yoktu.

 

Kibritçi kız hikayesine dönen ve ölüme yaklaşmak için bir kibrit daha yakan çocuklarla doluydu sokaklar. Yalın ayak ve çoğu defa aç karınla geçen günlerinin ardından eninde sonunda kendilerini karanlık bir çukurun içinde buluyorlardı.

 

Kimsenin doğruyu göstermediği, iyiliğin ne tatlı bir şey olduğunu anlatmadığı, sadece hayatta kalma pahasına her türlü şekle girebilmeyi öğreniyorlardı.

 

Doğası gereği zayıf olan insanoğlu ne kadar çabalarsa çabalasın bir şekilde yeniliyordu bu düzene.

 

Kimisi de doğuştan itibaren bu çukurun müdavimiydi. Çocukken daha fazlasını ister, gençken başkasınınkine göz diker, yaşlanıncaya kadar ötekinin hakkını gasp etmeye devam eder ve en nihayetinde ölümünden sonra da devam ederdi bu kapkaçlığı.

 

"Kötü insan yoktur" der bir yazar.

Ötelenmiş, istenmemiş, yalnız bırakılmış vardır ancak kötü yoktur.

 

Bense artık bu kanıda değilim. Bazıları için dünya, şeytanlarını gezdirecekleri bir tarla gibi. Tarlaya gelmeden önce böylelerdi, bahçedeyken böyleler, tarladan ayrıldıktan sonra da böyle olacaklar.

 

Soğuyan çaya aldırmadan son yudumu aldığımda dikkatle Remzi amcayı dinliyordum. Anlatırken yeni ameliyat olan gözlerine ikinci bir perde inmişti sanki.

 

Yeşil irisleri her göz kırpışında biraz daha buğulanırken derinden aldığı nefeslerin ona ne kadar ağır geldiğini anlayabiliyorduk.

Hüzün perdesinin sardığı gözbebekleri geçmişin tozlu ve acı hatırları ile gölgelenirken sesi de bu acıdan üstüne düşen payı almıştı. Kolay değildi sevdiğin birini kaybetmek.

 

Babamı kaybettiğinde henüz küçücük bir çocuktum ama anısını yıllarca kalbimde rozet gibi taşıdım. Nereye gidersem gideyim onun yokluğunu en derinimde hissettim. İsminin bendeki güveni ne kadar büyükse, yokluğunun boşluk hissi de bir o kadar büyüktü.

 

Babamla geçirdiğim kısacık anlar tüm hayatıma ışık tuttu ancak birçok defa karanlıkta kalmaktan kaçınamadım. Onun yürüdüğü yollardan yürüdüm ve onun geçtiği badirelerden geçtim. Onunkine benzer şekilde sınandım ve nihayetinde onunla aynı kadere sahip olmaktan da kendimi alamadım.

 

Şayet Haris olmamış olsaydı Ölü yiyenler davasında ben de babam gibi şehit düşmüş olacaktım. Ardımdan bir süre üzülen insanlar eninde sonunda unutacaklardı. Biz unutmamış mıydık sanki?

 

Annem bile eskisi gibi değil artık; gülüyor, neşe ile hareket ediyor ve hayatına devam ediyor. Oysaki babamın şehit düştükten sonraki ilk seneleri onun için cehennem gibiydi. Zamanla her şey etkisini yitirdi. Acı da, özlem de, sevgi de, nefret de. İzi kalsa da asla ilk günler gibi olmuyor.

 

"Ben çiftçiydim oğlum," dedi Remzi amca kısa ama iri taşlı tesbihini özenle çekerken.

"Elimde avucumda pek bir şey yoktu. Samet çok akıllı bir çocuktu. Anası onu doktor yapmak istiyordu ama okula gönderecek para bulamadık. Şimdiki gibi imkanlar nerede, o zamanlar üstüne bir kıyafet bile alamıyorduk. Doktor olamayacağını anlayınca Samet de gitti polisliğe yazıldı. Çok çalıştı ve kazandı."

 

Gözleri boşluğa bakıp hafifçe kısıldı. Eskiye ait bir şeyi anımsamaya çalıştığı belliydi. O yıllara gidip gelmek bizim için imkansız olsa da Remzi amca gidiyordu. Yaşadığı günler gözlerinin önüne gelirken içinden bir tane anıyı seçip aldı.

 

"Seksen dokuz senesinin Ağustos ayında polis oldu. Anası ile törenine bile gittik. Çok sevinçliydi, yerinde duramıyordu."

 

Hafif bir tebessüm yayıldı yaşlı adamın dudaklarına. Anımsadığı geçmiş ile gidip geldiği anı tatlı gelmiş olacaktı.

 

"İlk zamanlar çok da iyiydi ha. Bir de kız sevdi. Evlendiler hemen."

 

Haris bir dizini kaldırıp kendine çekti, diğeri bağdaş şeklinde duruyordu. Kaşları yine çatılmıştı Remzi amcayı dinlerken. Dinlediği her şeyi ezberlemeye ve içinden önemli olanları almaya çalışıyordu.

 

"Bir oğulları oldu. Çok sevindik, çok mutlu olduk. Hanım o zamanlar hevesliydi, onlara kışlık yiyecek hazırlar gönderirdi. Turşusunu, pekmezini, salçasını hep burada hazırlar gönderirdi. Arada da onlarda kalırdı. Ben kalmadım hiç yanlarında, burayı özler dururdum."

 

Başı ile kendi evini işaret ettiğinde bir kere daha odanın içinde gezindi gözlerim. Kerpiçten yapılan evin yer yer çatlakları vardı ve tavanı hasırla kaplanmıştı. Yerdeki ince kilim sobanın yüksek ısısı ile gevremişti biraz ve pencerenin kenarlarından sızan rüzgar içeriye doluyordu. En son Haris'in yaptırdığı bakımla biraz kendine gelse de hala daha elden geçecek hali vardı.

 

"Anası bir gün yine onlara gittiğinde Samet'i bir adamın azarladığını görmüş. Hiç unutmam aynen şöyle anlatmıştı," dedi işaret parmağını kaldırıp sinirle sallayarak.

 

"Eğer onlarla olan bir bağını tespit edersek seni de aileni de öldürürüz."

 

Remzi amca işaret parmağını sallayarak söylediği şeylerden sonra omuzlarını düşürdü. Hüzünle yüzü buğulandı.

 

"Öyle de oldu, mahvettiler çocuğumu. Geride ne Samet kaldı ne sevdiği kız, her şeyi yok ettiler."

 

Ağzımda acı bir tat oluşmuştu. Bakışlarım eski kilimin renkli motiflerinde gezinirken derin bir iç çektim. Patates ya da çay değildi bu tadı veren. Dilimde bir ekşime olmuştu ve bu gerçek bir tat da değildi. İçten gelen intikam hissinin tüm organlarıma yayılma evresiydi.

 

"Torunum yatağa bağımlı yaşıyor, karısı da kendinde değil. Gerçi Samet'den sonra kim tam olarak kendinde ki?"

 

Yatağa bağımlı cümlesini duymamla bakışlarımı Remzi amcaya kaldırmam bir oldu. Aklıma hemen biri gelmişti ki o da benim canımdan kanımdan biriydi.

 

Turhan?

 

Acı tat daha çok kendini belli ederken alt dudağımın kenarını ısırdım hafifçe. Böyle bir benzerlik pek de olası değildi. Aynı katilden çıkma cinayet serisine benziyordu. Hepimizin ipini aynı ağaca bağlamışlar ya da her birimizin boynunu aynı cellat uçurmuş gibi. Dinledikçe kendimi görüyordum ve eğer ben anlatsam eminim ki Remzi amca da kendini görürdü.

 

"O dönem hesap sormak için emniyete gittim bana Samet'in çok kötü bir örgüte karıştığını söylediler."

 

Tam bu noktada gizlice Haris'e baktım, o da bana baktı. Bu kadar da olmazdı. Haris yavaşça başını iki yana salladığında bana konuşmamam için işaret veriyordu. Haklıydı. Ablatsam bile elimize şimdi ne geçerdi? Daha fazla bilgiye, delile ve şahite ihtiyacımız vardı. Haris ile bildiklerimizi söylememek üzere anlaştığımızda sessizce önüme döndüm. Fakat bu konu sessizce duracağımız şekilden çıkmıştı artık.

 

"Ama ben inanmıyorum ki Samet böyle bir şey yapsın. Benim oğlum çok efendi bir çocuktu. Terbiyeliydi. Allah'tan korkardı. Asla böyle bir şey yapacak bir çocuk değildi."

 

Remzi amca yerden kalkıp divana oturduğunda bunalıyormuşçasına cama baktı. Perdeyi çekip içeriye dışarının ışığının girmesine izin verdi. Dert insanı bu hale getiriyordu işte. Karanlıkta kalmış ve bulduğu herhangi bir ışığa muhtaçmış gibi hissettiriyordu. Gariptir ki derdin dermanı gelmeden hiçbir ışık da yeterli olmuyordu. O zulmet hep bir yerlerde insanı boğup duruyordu. Güneşe de taşınsa insan karanlığın soğuk tırnakları bir şekilde ona ulaşıyordu.

 

"Oğlum eve getirildiğinde kanı hala akıyordu. Yalan rapor tutmuşlar vicdansızlar. Kendi intihar etti yazmışlar. Ağzından sıkılan mermi kafasının arkasından çıkmış. Kaç gün morgda bekledikten sonra gelen cesetten hala kan akar mı size soruyorum? Bu çocuk şehit olmamış olsa o kan akmaya devam eder miydi? Donmaz mıydı, bitmez miydi? Cevap verin bana öyle olmaz mıydı?"

 

Remzi amcanın yaşları çenesine doğru süzülmeye devam ederken onunla aynı acıları yaşıyorduk. Nemlenen gözlerimiz daha fazlasını akıtmak için kızarırken soba bizim yüreklerimizi görürmüşçesine biraz daha şiddetli yanmaya başlamıştı. Sıcağa muhalif olarak titredim. Üşümüştüm hiç olmayacak yerde. İçimde bir titreme sarmıştı tüm bedenimi. İrkilerek son versem de ellerim buz kesmişti bir kere.

 

Sonra gözyaşları daha çok aktı Remzi amcanın. Kırışıkları dolu yüzünden süzülen yaşlar kendine bir yol bulurken, çenesi titredi defalarca.

 

İnsanlardan en ziyade yaşlılara karşı zaafiyetim vardı. Hele zavallı ve mazlum yaşlılar. Hele çaresiz ve yalnız yaşlılar. Hele hele Remzi amca gibi dertler ile çepeçevre sarılmış olan yaşlılar...

 

Onlar büküldükçe benim de bükülesim geliyordu. Onlar gözyaşı döktükçe benim de dökesim geliyordu. Yine de yetmiyordu. Onların karışıklarla dolu olan yüzleri her bir yaşla ıslanıp nasırlı elleri ile bunu silmeye çalıştıklarında içimdeki intikam ateşi daha da alevleniyordu.

 

Yüreğim bu ateşle cayır cayır yanarken gözlerim buğulanıyor ve nefretle sıktığım dişlerim henüz kendi hikayeme bile bir yön verememişken onların hikayesini tamamlanmaya and içiyordu.

 

O an kendime bir söz daha verdim. Bu örgüt işi her neyse çözecektim. Belki sonunda ben de şehit olurdum ama ardında bunca masumu ağlatan bir topluluğu asla cezasız bırakamazdım. Henüz net bir bilgiye sahip değildim, hatta bir bilgi bile yoktu elimde ama bu işin peşini bırakmayacaktım. Bunca gözyaşının olduğu bir yerde ona sebep olan acının kaynağını bulmak benim boynumun borcu olmuştu.

 

Haris'le birlikte Remzi amcanın anlattıklarını başımız eğik şekilde usun süre dinledik. Sonrasında sofra toplandı, sobanın kovası yenilendi, vedalaştık, biz araca bindik o geride kaldı. Bizim için yol uzadı, onun için günler kısaldı. Hiçbir şey olmamış gibi, her şeyin herkesi yaktığı bir köşede, kimsenin sesini çıkarmadığı bir gün daha bitmiş oldu.

 

🩸🩸🩸

 

Ertesi sabah emniyete gelir gelmez toplantıya geçtik. Sonunu getiremediğimiz Ecmel davasında sona gelmek için müdür hepimizi toplamıştı. Sahte Ecmel ki isminin Yaren olduğunu öğrendiğimiz kadınla yapılan görüşmeler ve özel röportajlar sonrasında Haris'in dedikleri bir bir çıkıyordu.

 

"Yaren Koç bir yardım çığlığında bulunduğunu itiraf etti. Fakat öyle görünüyor ki buna direkt olarak müdahale edemeyeceğiz, ortada garip olaylar dönüyor. Bizim görevimiz de bu garip olayları çözmek olacak."

 

Dikdörtgen masanın her bir tarafı bizimle çevriliydi. En başta olan müdür beyaz tahtaya siyah ve kırmızı tahta kalemiyle bazı ip uçları yazarken dikkatle onu izliyordum.

 

"Yaren ve Ecmel arasında herhangi bir kan bağı bulunmamakta. Dahası bir tanışıklıkları da yok. Fiziki olarak bir benzerlikleri olmadığı gibi Ecmel ile yapılan görüşmelerde Yaren ile ilgili herhangi bir bilgiye de sahil değil. Sadece kendi ismine gelen tebligat nedeniyle emniyete kimliğinin başkası tarafından kullanıldığını bildirmeye gelmiş o kadar. Bu durumda gerçek Ecmel'in bu olaydan hiç haberi yok."

 

Tüm bunlar başına ünlem konulan tuhaf ip uçlarından biriydi. Müdürün ağzından çıkan her bir bilgiyi özenle not alırken başlarına büyükçe ünlem işareti koymayı da ihmal etmiyordum.

 

"Ecmel davasının en çarpıcı özelliği asıl suçlu sandığımız kişinin mağdur olması. Bu durumda şu an için gerçek Ecmel hakkında masum ifade çizsek de asla kimseye tam olarak itimat edemeyiz."

 

İkinci ünlemli cümle yazıldığında başımla onayladım. Davanın en başında Yaren Koç'u biz de suçlu bulmuştuk. Öyle bir izlenim vermişti esasen ama kurtulmanın başka yolu olmadığı için buna mecbur kalmıştı. Yaren bizim için de bir tecrübe olmuştu. Bazı yardım çığlıkları kahkaha ile dileniyor diye göz ardı etmemeliydik.

 

Müdürün sağ çaprazında oturan Meriç de tahtadakileri laptopuna not alırken hemen karşısındaki Cihanşah kolları önünde bağlı bir şekilde dinliyordu. Meriç'in yanına olan Onur ve karşısındaki Haris tahtayı izlerken Onur'un yanındaki Emre ve karşısındaki Memati bazı kere ellerindeki kalemi çevirip hayaller kuruyor, çoğu defa da dinlemediklerini sandığım konu hakkında fikir yürütüyorlardı. Yağız ve ben en sonda onları dinlerken kendi not defterime baktım ve fazladan not aldım.

 

❗️Yaren Koç Ecmel'in çalıştığı kafeyi nasıl buldu?

 

❗️Neden kendine ait bir isim varken Ecmel ismini kullandı?

 

❗️Yaren Koç gerçekte psikolojikmen sağlıklı mı?

 

Aldığım notlardan sonra yeniden müdüre odaklandım.

 

"Şimdi yapacağımız ilk plan hakkında konuşalım. Ecmel davası için neler düşündünüz? Olaya nasıl müdahale edebiliriz? Gördüğünüz üzere direkt emniyet olarak giriş yaparsak elimiz boş bir şekilde geri döneceğiz."

 

Müdürün tamamladığı cümleden sonra herkes el kaldırdı, müdür Meriç'e söz hakkı verdi.

 

"Kafeye gidip onları izleyelim."

 

"Güzel fikir," dedi müdür beğeniyle Meriç'e bakarak.

 

"Bu fikir de pek mümkün değil. Polis olarak gidersek yine aynı şekilde çok çabuk paketleniriz. Üstelik bu sefer bildiklerini anlatmadıkları gibi ip uçlarını da yok ederler."

 

Cihanşah'ın söz almadan söylediği cümlelerle Meriç'in fikri rafa kalkmış gibi oldu. Haklıydı. Sadece ben bile bir kere oraya gidip kahve içmiştim. Üniforma ile gitmek zaten baştan iptal edilecek bir fikirdi. Yaren Koç'un elimizde olduğunu öğrenirlerse -ki bu gibi bir davada teşkilat yöneticileri mutlaka adamlarından haberdardır- kendilerine çoktan çeki düzen vermişlerdir bile.

 

"O halde biz de polis olarak gitmeyiz."

 

Herkes Haris'e baktığında o Cihanşah'a bakıyordu. Aklında dönüp duran bir fikri vardı ve bunu sadece kendi biliyordu. Daha fazla bekleyemeyen müdür "Bir şeyler düşünüyorsan bize de söyle bilelim," dedi.

 

Haris bakışlarını Cihanşah'tan müdüre çevirdiğinde oturuşunu düzelterek elinde çevirdiği kalemi durdurdu.

 

"Kılık değiştirerek gidelim. Çalışanmış gibi yani. Hem alacağımız en büyük ip uçları oranın çalışanlarından olur."

 

Duyduğum en iyi fikirdi. Haris'le birlikte daha önce de yapmıştık. Gelinlik davasında çalıştığımız yerde çalışanlardan az da olsa fikir yürütmüşlüğümüz olmuştu. Ecmel davası böyle bir ip ucu fırsatına en çok ihtiyaç duyduğumuz yerdi hiç şüphesiz.

 

"Bu çok riskli," dedi Onur başını iki yana sallayarak.

 

"Ayrıca çok zahmetli." Emre Onur'a nispeten daha kısık sesle söylemişti. Müdürün duymasını istemiyordu ama biz duymuştuk. Kafeye gidip çalışmak yerine oturduğu yerden bir şeyleri çözmek ve mümkünse elinde olanlara daha fazla baskı uygulayarak davayı çözme derdindeydi.

 

İtirazlar yükselirken Meriç ondan beklemediğim bir tepki ile Haris'e destek oldu.

 

"Haris haklı. Denemeye değer bir fikir. Kılık değiştirerek aralarına girersek daha hızlı yol alırız."

 

Müdürün itiraz edecek durumu kalmamıştı. Haris'in fikri en tercih edilesiydi.

 

"Peki kim gidecek? Garsonluk yapabilecek var mı aramızda?" Onur aşağılayıcı bir tavırla sorduğunda tüm bakışlar bana çevrildi.

 

Müdürün de bakışlarının bana odaklanması ile herkes bana baktığında dağıttığım yüzlerce çay ve kahveden sonra kendi kendime garsonluk yapabileceğimi kabullenmiştim.

 

"Biri Heyzır olsa diğeri de Haris olmalı."

 

Emre'nin fikirleri can sıkıcı şekilde ilerlerken "Biri de sen olmalısın," dedi Cihanşah. "Son olarak Onur."

 

Emre gözlerini büyüterek Onur'a baktı. Kendi oyununa kendi düşmüştü. İkisi de itiraz ederdi ancak müdürün son hamlesi işi bitirdi.

 

"Güzel seçimler, dördü bu işi halletsin. Yağız ve Memati siz de müşteri olarak mekanda olun. Cihanşah yine istihbaratı sağlarken Meriç de Aysel Hokka ile olan görüşmelere devam edecek."

 

Müdür hepsini tek tek tabletine not düşerken Emre ve Onur'un itiraz etmek için açtıkları ağızları öylece kaldı.

 

Bana karşı olan gıcıklıkları eksilmeden devam ederken sanki tüm bunlar benim suçummuş gibi özellikle Onur ve Emre'nin ezici bakışlarına maruz kalmıştım. Bakışlarından kaçınmak için başımı yere eğip parmaklarımla oynadım. Ne yaptığımı bilmiyordum ama mutlaka çok kötü bir şey yapmış olmalıydım, bu şekilde bir muameleyi hiçbir zaman görmemiştim.

 

Müdür çıktıktan sonra masanın başına Meriç geçti. Müdür konuşurken internet üzerinden yaptığı görüşmeler sonucunda başlangıcı yapmıştı.

 

"Biraz önce kafenin sahibi ile yaptığımız görüşme sonucunda sizleri çalışan olarak aldırmayı başardık. Çalışma alanlarını ise iş verenin kendisi ayarladı. Buna göre Emre, Onur ve Heyzır garson olarak dağıtıma geçerken," tam bu noktada ismim kendileri ile beraber geçtiği için Emre ve Onur dünya başlarına yıkılmış gibi gözlerini kapatarak yüzlerini ekşittiler. Emre hafifçe masaya da vurdu ancak hiçbir şey anlamadığımız bu davranışları ancak kendilerine özel kalmıştı.

 

"Haris ve Memati temizliğe geçecek. Yağız da lavabolara alındı."

 

"Lavabo mu?"

 

Yağız'ın gözleri büyürken en az onun kadar ben de endişeliydim. Müdür müşteri kılığında gitmesini söylediğinde bile tedirgindim ama şimdi tamamen berbat olmuştu. Zavallı emniyeti bile günde onlarca kez dönerek temizlerken bir kafenin lavabosunda ne yapacaktı? Yanıma oturan Yağız'ın omzunu hafifçe sıktığımda gülümsedim.

 

"Ben arada sana yardıma gelirim, sıkıntı yapma."

 

Yağız da en başta diğerleri gibi tepkiliydi ancak bu sefer o da yumuşak bir şekilde gülümsemişti.

 

"Teşekkür ederim."

 

Gülümseyerek teşekkürünü kabul ettim.

 

"Hadi bakalım, herkes kafenin üniformalarını giysin ve işe başlasın. Unutmayın, tuhaf giden herhangi bir şey, konuşulan şifreler, Mimar Ecmel ile alakalı en ufak bir bilgi işimize yarayacaktır. Gözünüzden hiçbir şeyin kaçmadığına emin olun. Anlaşıldı mı?"

 

"Anlaşıldı!"

 

Hepimiz aynı anda bağırdığımızda ayaktaydık. Eğitim aldığımız günlerdeki gibi selam durduğumuz ve başladığımız bir işi bitireceğimize yemin ettiğimiz anlar gibiydi. İçim kıpır kıpırken bir an önce göreve başlamak istiyordum.

 

Meriç son olarak bizim için hazırladığı ön bilgi kağıtlarını teker teker elimize verdiğinde garsonluğa dair zerre bilgisi olmayan bizler en azından elimizi ayağımızı nereye koyacağımızı öğrenmiştik.

 

Toplantı salonundan çıkıp koridorda yürürken önden giden Emre ve Onur'a yetişmeye çalışıyordum.

 

"Başka adam yokmuş gibi yine ona bulaştık iyi mi?"

 

Benden bahsettiklerini biliyordum. Duymazlıktan gelsem de olmuyordu.

 

En arkada gelen Memati ve Haris kendi aralarında konuşurken Yağız da benim arkamdan gelmeye çalışıyordu. Gördüğüm muamele onu da üzerken benim gibi sessiz kalmaya çalışıyordu.

 

Ayrı ayrı konuşsak da hepimiz bir araca bindik ve kafeye doğru yol aldık. Kafeye on metre gibi bir uzaklıkta durduğumuzda dikkat çekmemek adına önce Haris ve Memati indi. Onlardan on dakika sonra Yağız indi. Emre, Onur ve ben geride kaldığımızda Emre arkasını dönerek işaret parmağı ile bana yöneldi.

 

"Bak seni şimdiden uyarıyorum. Sakın bize bir metreden fazla yaklaşayım deme."

 

"Şunu iki yapalım bence. Takip mesafesini uygulayabileceğini sanmıyorum, sonuçta nasıl araç kullandığını biliyoruz."

 

"Kullanamadığını diyecektin herhalde."

 

Emre ve Onur kendi aralarında el çarpışıp kahkahaya boğulduklarında bana kötü kötü bakmayı ihmal etmediler. Bu ikisi de gerçekten bazen insanı bıktırıyorlardı. Sabret sabret nereye kadar gideceğim bakalım?

 

Önce onlar sonra ben indim minibüsten. Peşlerine takıldığımda önce Onur "Biraz daha geri git," dedi.

 

Bir iki adım geri gittiğimde "Bu da çok uzak kanka, biraz gelsin," dedi Emre.

 

Bir adım onlara yaklaştığımda bıkkınlıkla bir nefes aldım.

 

"Bu mesafeyi sakın kaybedeyim deme. Yoksa," Emre'nin sağa sola dengesizce savurduğu kollarından biri bana gelmesin diye kendimi sakındım.

 

"böyle bir çarpışma olur aramızda."

 

Kendimi korumak için kollarımla başımın etrafını sarmışken şu an için en tehlikeli şeylerin bu ikisi olduğunu düşünüyordum. Akıllarından her ne geçiyorsa gazaplarına uğramamayı diliyordum. Çok öfkeliydiler ve kolayca geçecek gibi de değildi.

 

Nihayet biz de kafeye girdiğimizde Haris ve Memati'nin çoktan üniformalarını giyerek işlerine başladığını gördük. Haris siyah kumaş pantolon üstüne beyaz gömlek giymiş, siyah bir başlık ve önlük takmıştı. Tüm bu kargaşa arasında ona böyle yakışan bir kıyafet daha olmadığını düşündüm. Siyahın saçları ve beyazın teni ile uyumu çok hoş olmuştu. Elindeki toz bezi ile duvardaki tabloları silerken gözlerimiz buluştu. İşaret parmağı ile tablonun köşesindeki Ecmel isminin altından hafifçe geçerken bana gösterdiğini anlamıştım. Fazla dikkat çekmeden başımla onaylarken tabloları ben de inceleyecektim.

 

Haris'e bakarken önden giden Onur'un durması ile ona çarpmam bir oldu. Ellerim belinden tutunmuşken tiki varmışçasına "Ananı!" diye bağırdı.

 

Hızla ellerimi geri çektiğimde Emre bana kötü kötü bakıyordu.

 

"Araç kullansan herkesi kırar geçirirsin, iki metre dedik iki metre!"

 

Emre'nin fısıltılı baskıcı lafları ile geri gittiğimde "Geldiniz mi çocuklar," dedi biri.

"Biz de sizi bekliyorduk. Bugün çok yoğun olacağız, hadi gelin bakalım."

 

Kafedeki yetkili bizi arkasına takarak önden gitmeye başladığında son kez Haris'e baktım ama yerinde yoktu. Sürekli yer değiştirerek bilgi topladığına emindim.

 

Kafe, deposu ile birlikte dört katlıydı. Giriş katı pastane tarzı yiyecekleri de barındırırken üst iki katı daha çok seyir terası ile birlikte lüks tasarımı da barındıran bir mekandı. Gelen kişiler ya iş adamları ya da vakıf toplantısı yapan kadınlardı. Onların arasında katılmak kolay olmadığı gibi yaklaşmak da kolay değildi. Servisleri dahi belli zaman diliminde yapılıyor ve hemen sonrasında müsaade ediliyordu.

 

Emre, Onur ve ben üniformalarımızı giyip hazır olduğumuzda sahte CV'lerimizi inceleyen yetkili bizi karşısına aldı.

 

"Ben Eric Wilson, bu kafenin dizaynı için Kanada'dan özel olarak geldim. Sizlerin CV'leri çok pürüzsüz olduğu için tercih ettik ancak herhangi bir hata kabul edilmeyeceğini de şimdiden söylemek isterim."

 

Eric, ismine nispeten güzel Türkçesi ile bize gayet ciddi bir konuşma yaptığında gözlerim çillerle kaplı yüzünde, turuncu saçlarında, sürekli etrafta gezinen gözlerinde dönüp durdu.

 

"Servis vakitleri masa siparişleri anında alınır ve o vakitler dışında masalara yaklaşılmaz. Yapılan özel konuşmalar bir şekilde işitilse dahi hepsi sizde ölene kadar sır olarak kalır. Bu insanlar bizlere güvendiği için bu kafeyi tercih ediyorlar yoksa gidip evlerinde toplanırlardı değil mi?"

 

Üçümüz birden "Evet efendim," diye karşılık verdiğimizde işimizin hiç kolay olmayacağını düşünüyordum. Tahmin ettiğimden daha zor istihbarat sağlayacaktık. Bilgilere ulaşmak her seviyede daha da zorlaşırken değil Ecmel adını anmak etrafı incelememize bile vakit yoktu.

 

Üniformalarımız siyah üstüne beyaz şeklindeydi yine. Diz altımda biten siyah kumaş eteğimi sade siyah kısa topuklu bir ayakkabı tamamlarken beyaz gömleğim gayet boldu. Saçlarım sıkıca toplanmıştı ve kulaklarımızdaki siyah kablolu kulaklık ile mutfakla bağlantı kuruyorduk. CV'mizi kim hazırlamıştı bilmiyorum ama üçümüz de o kadar yetenekli değildik. Karşımızda sipariş taşıyan diğer garsonları gördükçe gözüm korkuyordu. Toplamda üç koca tabağı taşıyorlardı ve ikisi sol kollarında duruyor bir tanesini de sağ ellerinde tutuyorlardı. Sağ ellerindeki masaya özenle konulduğunda sol kol tarafındakine sıra geliyor ve en son sol ellerindekini koyup bekliyorlardı.

Kollarıma baktım. Tabakları taşımak için yeterli güce sahil olsam da onlar gibi dengeli tutabilir miydim bilmiyordum.

 

Eric gittikten sonra üçümüz kaldık yine. Emre ve Onur birbirlerine daha çok yaklaştıklarında Emre "Bu iş bitsin şu erik mi üzüm mü her ne haltsa bi güzel pataklayalım," dedi fısıltı ile.

 

"Pataklayalım ama hangi sebeple?"

 

"Çünkü gıcık olduk. Gayet yeterli bir sebep bence, sence?"

 

"Bence de."

 

El sıkışıp iş bitimi Eric'i pataklamak üzere anlaşıp önden gittiklerinde gülümsedim. Her ne olursa olsun ikili uyumlarını seviyordum. Asla ama asla enerjilerini kaybetmiyorlardı. Yani boş işle alakalı olan enerjileri diyelim.

 

Verdiğimiz takma isimlerimizin asılı olduğu yaka kartlarımızı da astığımızda hazırdık. Artık yapmamız gereken tek şey kulaklıklarımıza gelen emirle numaralı masalara yönlenecektik.

 

Benim ismim Feride'ydi. Emre'ye Reşat ismi Onur'a da Kamuran ismi takılmıştı. İsimleri hazırlayan polis her kimse Çalıkuşu hayranı olmalıydı.

 

"Kamuran, masa 20.07'ye iki lazanyalı makarna, iki kokteyl ve bir tane mevsim salatası."

 

Onur'un siparişi bizim de kulaklıklarımıza gelmişti. Elimle kulaklığı kulağıma daha çok bastırıp kendi siparişimi beklerken masa numaralarının ne kadar tuhaf olduğunu düşündüm. 20.00'dan başlayıp 21.00'a kadar gidiyordu. Tüm kafede toplamda yüz masa olmalıydı. Numaradan ziyade saati anımsatıyor gibiydi.

 

"Reşat, masa 20.55'e bir şişe su ve bir porsiyon biftek. Biftek köri soslu olacak."

 

Emre aldığı emirle mutfağa girdiğinde geride sadece ben kalmıştım. Ellerim önümde bağlı heyecandan sıkıyordum. Tam olarak neden heyecanlıydım bilmiyorum ama tabakları düşürme ya da ayağımın takılıp bir şekilde bir aksilik çıkarma endişesi vardı içimde.

 

"Feride, masa 20.01'e iki porsiyon dana füme, bir porsiyon kuşkonmaz salata."

 

Parmağımla kulağıma daha çok bastırdığım kulaklıktan sesi güzelce aldıktan sonra mutfağa geçen ikili kapıyı aralayıp içeri girdim. İçeri adımımı atar atmaz sıcak ve yemeklerin kendine has aromaları ile harmanlanmış ılık bir hava yüzümü yaladı. Tüm yüzüm bu ılık hava ile kaplandığında bir an için bunaldım. İnsanların bu alışagelinmiş ısıya gösterdiği normallik beni derin bir nefes almaya itse de onlar gayet iktidarlı bir şekilde işlerini yapmaya devam ediyorlardı.

 

Sağlı sollu tezgahlarda çalışan aşçılar tüm dikkatlerin önlerindeki yemeklere vermişken kafede sandığımdan daha fazla türün servis edildiğini anladım. Zaten kafe demek doğru olmazdı pek burası bildiğin restorandı ama Eric Bey kafe olarak anılmasını teklif etmiş olacak ki binanın sahibi de buna karşı çıkmamıştı.

 

Sol tarafımdaki şef ateşler içindeki tavasını havaya kaldırıp içindekileri oksijenle karışık karbondioksite boğup alt üst yaptıktan sonra yeniden tabasına aldı. Hemen yanındaki gayet ağır bir nizamla son rötuşunu yaptığı salatasını hazırlarken hemen yanındaki ince bir bıçakla önünde açılmış olan hamurunu dilimliyordu. Sol taraftakiler daha ağır işlerle uğraşırken kimisi bir kazan dolusu çorbayı karıştırmakla meşguldü. Bir diğeri irice bir balığı sosa bularken adımlarımı hızlandırdım.

 

Benim ulaşacağım yer as ileride siparişlerin iplere asılı olduğu tezgahtı. Garsonlar buraya gelip ipteki siparişi ile birlikte tabaklarını da alıp gidiyordu. Bunca şeyi insanların dikizleyerek öğrenmiştik ama öncesinde Meriç'in bizlere tutuşturduğu kağıt parçalarındaki pratik bilgiler de işe yaramıştı.

 

İpte asılı olan siparişleri bir lazer gibi taradı gözlerim.

 

"Dana füme, dana füme, dana füme? Hah! İşte burada."

 

İçimden söylediğim şeyi benden başkası duyamazken iki tabak dana füme yazılı olan siparişi ipten alıp tabaklarını da buldum. Bir tabağı sol elimin bilekten yukarı kısmına doğru yerleştirirken diğer tabağı sol elime aldım. Hemen yanlarındaki kuşkonmaz salatasını da sağ elime aldığımda hazırdım.

 

İçimde tuttuğum nefesi yavaşça verdiğimde tüm dikkatimi yürümeye verdim. Eğer dikkatli adımlar atarsam herhangi bir aksilik olmadan siparişleri teslim edebilirdim.

 

Yürürken ateşli tavanın ısısı yüzüme yansısa da gözlerimi kırpmadan devam ettim. Böyle bir yerde bu şartlar altında çalışmak gerçekten çok zordu ancak insanların devam etmek için uğruna tutundukları bir amaçları olursa hiç de ağır gelmezdi. Burada işleri her ne kadar çok ağır olsa da gözlerindeki parıltı ile çalışmaya devam eden insanların eminim devam etmek için çok kıymetli nedenleri vardı. Ve onlardan birine sorsam bu işlerin onlara hiç de ağır gelmediğini söylerdi.

 

İki kolumdaki tabaklarla yürürken 20.01 numaralı masanın üst katta olduğunu öğrendim. Asansörü kullanıyorduk böyle durumlarda ve asansör elimizi kullanmamıza gerek kalmayacak şekilde sensörle çalışıyordu. Bu da iyi bir şeydi çünkü kat numarasını girerken ya da kapısını açarken tabaklardan birini kesin düşürürdüm.

 

Asansöre bindikten sonra sarsılmadan üst kata çıktım. Gözlerim masa numaralarındayken içimden tekrar ediyordum.

 

20.10, 20.09, 20.08...

 

Yürüdükçe servis yapacağım kişileri daha net görebiliyordum. İkili bir grup beklerken toplamda iki çiftin olduğunu gördüm. Karşılıklı oturan çiftler gülerek konuşuyorlardı. Eğlenceli bir anlarını anlatıyormuşçasına keyifle birbirleri ile konuşurlarken git gide yaklaşıyordum. Gözlerim her birinin yüzünde özenle gezinirken nasıl olduysa bir anda ayağım takıldı. Ani bir manevra ile dengemi sağlamayı başardım ancak sol kolumdaki ikinci tabak biraz aşağı kaydı.

 

"20.01 numara dikkat et!"

 

Kameralardan gören görevliler kulaklığıma direktif gönderdiklerinde dengemi sağlamaya çalıştım. Tabakları bırakamazdım artık bu şekilde devam etmek zorundaydım. Yapmam gereken tek şey düşürmeden masaya ulaşmaktı. Alnımda biriken terler şakaklarıma doğru süzülürken derin bir nefes aldım.

 

Ayakkabılarım yerdeki halının yükseltisine takılmış ve dengem de bu yüzden sarsılmıştı ama bu yetkililer için elbette bir bahane değildi. Tabaklardaki sunumda herhangi bir kayma ya da sıçrama olmamasına dikkat ederek masaya kadar geldim.

 

"Geçen kış tatilinde Ünal da orada değil miydi? Kızak yaparken ayağını incitmişti hani."

 

"Yok Ünal tatile gelmedi ki. Kızının masterı için Finlandiya'ya gittiler."

 

"Aaa emin misin? E Serap niye tatildeydi o zaman?"

 

"Ah Begüm senin de hiçbir şeyden haberin yok. Serap'la Ünal kavga ettiler ya o zamanlar. Sonra kızı ben babamda kalacağım deyip Ünal'ı seçti. Hatta onun da bayağı bir mevzusu dönmüştü cemiyette. Herkes Serap'ı suçlamıştı."

 

"Şu an duyduklarıma inanamıyorum desem? Senin haberin var mıydı Timur?"

 

Masa başında beklerken servis için izin vermelerini bekliyordum.

 

"Ah siparişler gelmiş. Bırak canım şuraya."

 

Sağ elimdeki tabağı yavaşça bırakıp sol kolumun üstündekine uzandım. Benim işin korkulu bir rüyaymış gibi ondan kurtulduğumda omzumdan da ağır yükler kalkmıştı sanki. Son olarak sol elimdeki tabağı da bıraktığımda tamamen rahatlamıştım.

 

"Afiyet olsun efendim."

 

"Sağol şekerim."

 

Sadece güler yüzlü, adının Begüm olduğunu öğrendiğim kadın bana geri dönüş sağlarken diğerleri ben hiç yokmuşum gibi konuşmalarına devam etmişlerdi. Yavaşça geri çekilip masalarına iki metre uzaktaki garsonların bekleme noktası olarak ayarlanan bölüme geçip, diğerleri gibi ellerimi önümde bağlayarak beklemeye başladım.

 

Onlara bu kadar uzak olmak hem iyi hem kötüydü. Dedikleri tam olarak anlaşılmasa da duyabildiklerimi rahatça dinleyebilme imkanım oluyordu. Uzak olduğum için benden şüphelenmiyorlardı.

 

"20.01 servis toplamayı yarım saat sonra yapacaksın. Geri çekilebilirsin."

 

Kulağıma gelen bilgi ile bu kattan ayrılmaya hazırlanırken benimle birlikte masada iki kadın da hareketlendi.

 

"Begüm'cüm bir ruj tazeleyip gelelim canım."

 

Begüm denilen kadın karşısındaki esmer kadının ricasını kırmadan ayağa kalktıklarında ben de yavaşladım. Onların önden gitmesi için müsaade ettim.

 

"Şekerim lavabo ne taraftaydı?"

 

Ben de tam bilmiyordum ama hiç bozuntuya vermeden "Buyurun efendim," dedim.

 

Nereye gittiğimi bilmeden deli gibi sağa sola bakıp lavaboyu ararken şans eseri tam önüne çıktım.

 

"Teşekkür ederiz, hadi sen işine dönebilirsin."

 

Begüm denilen kadın yine güler yüzle beni gönderdiğinde masaya gitmek yerine dışarıda bekleme kararı aldım. Sırtımı fayansın soğuk yüzeyine yaslayıp beklerken esmer kadın çıktı ancak Begüm hanım çıkmadı. Begüm hanımın çıkmasını beklerken kadının telefonu çaldı. Kulak misafiri olmak ve dinlemek arasında kaldığım o anlarda cümlelerinin arasından geçen Ecmel kelimesi işleri tamamen değiştirdi.

 

"Ecmel'e söyle Begüm'ün işini de bitirdim. Gelsin alsın."

 

Dehşetle benden haberi olmayan kadına bir de içeride ne halde olduğunu bilmediğim Begüm hanımın olduğu tarafa bakarken kulaklığıma farklı bir sinyalden sesler doldu.

 

"Heyzır, ses cihazını hacklemeyi başardık. Oradan ayrılman lazım, aşağı mutfakta işler birbirine girdi."

 

Ses Cihanşah'a aitti ancak ben onlara cevap veremediğim gibi yerimden de hareket edemiyordum. Endişe ile olduğum yerde kalırken esmer kadın benden habersiz bir şekilde olay yerinden ayrıldı.

 

🩸🩸🩸

 

 

Yeni bölümde görüşmek üzere. Hepinizi ayrı ayrı seviyorum. İyi ki varsınız ❤️

Loading...
0%