@hakugu
|
Hacer Gazel 🌻
Gamze'nin fikrini uyguladığım için büyük bir utanç duyuyordum. Son saniyeye kadar. Bu bakışları görmek için çok uzun süre beklemiştim. Belki, yani muhtemelen dışarıdan biri benim bu tuhaf hislerimi saçma bulabilir ama insan böyle bir şey başına geldiğinde hiçbir yanlış umrunda olmuyor. Yasaklar cazip, her ton kışkırtıcı geliyor. Engel olamadığım kalp ritmim ona doğru giderken korkudan ölmek üzereydi. Haris, derin nefesler alıp yavaşça kaşlarını çattı ve burada böylece, sakince durmama anlam vermeye çalıştı. Beyaz gömleği rüzgarın etkisi ile sağa sola savrulan saçları gibi hareketlenirken ağzını açıp derince bir nefes aldı ve iki elini de yanlarına koyarak eğildi. Bu, ölüme giden trenin son duraktan bir öncesinde arıza yapması gibi bir şeydi. Ölümden dönmüş gibi hissediyor olmalıydı. Bu kadar acı vermesini istememiştim ama beni hissetsin ve duygularını açıkça göstersin istemiştim. Benim için gelsin istemiştim. Bana gelsin istemiştim. Yavaşça kalktı ve kollarını indirerek "Sen," dedi işaret parmağı ile beni göstererek. "az kalsın beni öldürüyordun."
Gülümsememek için dudaklarımın kenarının kıvrılmasına müsaade ettim.
"Kırkbeş dakika geç kaldım diye içim paramparça oldu, merdivenleri çıkarken üç kere düştüm, asansör arızalıydı ve iki kere kaza yaptım, sayısız insana çarptım, ki bunlardan bir polisti..."
Parmaklarının üstüne basa basa maddeleri sayarken gülümsemeden edemedim. Şu an gözüme o kadar hoş geliyordu ki, şu konuşması hiç durmasın istiyordum.
"Ben, Emre'yi aradım, Onur'u aradım, Meriç, Cihanşah, lanet olsun Memati'yi bile aradım ve dakikalarca onun pembe sevdasını dinledim ama hiçbirine bana gelen mesaj gelmemişti. Bu işte yalnız olduğumu anladığımda benim yüzümden sana bir şey yapacaklar diye çok korktum. Allah aşkına Heyzır, ne yapmaya çalışıyorsun?"
"Senden hoşlanıyorum."
Bir şey daha diyecekmiş gibi ağzı açıldı ama ancak hava yutabildi. Şoka girmişçesine bana bakarken "Yanlış duymadın evet senden hoşlanıyorum. Hatta seviyorum. Sana nispeten ben yalan da söylemiyorum şu an. Ciddiyim."
Ağzı açık durmaya devam etti. Ağzına dolan rüzgar fazla gelmiş olacak ki nihayet kapatıp yutkunabildi.
"Biliyorum sen ilişki istemiyorsun. En azından ciddi olanından. Pelin'den aşinayım ama duygularıma engel olamadım. Onca yalanına ve gerçek olmayışına rağmen ben sana tutuldum Haris."
Gözleri açılıp kapanıyor bunun rüya ya da o tarz bir şey olup olmadığı konusunda tereddüt yaşıyordu.
"9 maddelik bir aşk kitabı denedim üstünde, hepsi başarısız oldu. Sana yardım etmek istedim çoğu defa ama çoğunda başarısız oldum. Seninle ilgili birçok şeyde başarısızım ama burası," dedim kalbimin üstüne elimi koyarak, onun gözleri de oraya kaydı. "burası daima sana doğru koştu."
Titriyordu. Hayatında bir kez olsun böyle itiraf almış mıydı bilmiyorum ama ben son derece samimiydim ve bu yaşaran gözlerinden açıkça anlaşılıyordu.
Sustum. O da sustu. Bir süre birbirimize bakmadan öylece durduk. İkimiz de yere bakıyorduk ve büyük ihtimalle anın şokunu yaşıyorduk. Daha önce hiç yapmadığım bir şeydi, daha önce hiç yaşamadığı bir şeydi.
Dakikalar geçti üstünden ve sesi olan tek rüzgar oldu. Gözlerimi hafifçe ona kaldırdım hala daha yere bakıyordu. Umutsuz bir hali vardı. Kımıldamadan öylece dururken asla yerinden ayrılmayacakmış gibiydi.
"Bir şey söylemeyecek misin?"
Yeniden konuşmayı açan ben olmuştum. Gözleri beni buldu ama hemen cevap vermedi. Bir yere bir bana giden bakışlar yeniden beni bulduğunda "Ne dememi bekliyorsun?" diye sordu.
Ona baktım. Kızmış mıydı? Üzülmüş müydü? Yüzünde bir ifade yoktu. Haris gibi de değildi. Ciddi ve ağzından çıkacak her şey yüz de yüz doğru gibiydi.
"Teşekkür mü edeyim beni sevdiğin için yoksa sorgulayım mı sevgini? Sana mı geleyim yoksa seni kendimden mi iteyim? Gir kalbime mi diyeyim yoksa kalbini mi söküp alayım? Ben sana ne diyeyim şimdi?"
Gözlerim her cümlesinde daha da efkara bürünürken akan birkaç damla yaş çeneme doğru süzüldü.
"Hacer ben senin için doğru kişi değilim."
Sadece çok ciddi meselelerde Hacer derdi ve bu hitap şeklinden nefret ediyordum. Hiçbir ümidin olmadığı bir ses tonu takınır, mümkünse beni ikna etmek için çabalar, değilse de olduğu gibi bırakırdı.
"Doğru kişi olup olmaman umrumda değil."
"Benim umrumda ama," dedi sesini yükselterek. "Ben her gün seni düşünmek istemiyorum."
Sözü kalbime bir hançer gibi saplandı.
"Ben bencil yetiştim anlıyor musun? Tek bildiğim şey hayatta kalmak. Tek bildiğim kendim. Kendimi düşünürüm, kendimle yaşarım, kendim için savaşırım."
Gözyaşlarım durdu. Onu dinliyordum.
"Başka biri olsan gerçekten bu kadar önemsemezdim ama sen iyi birisin, benim için kendini heba etmene dayanamam."
Bir kere daha aktı gözyaşlarım. Elimin tersiyle sildim ama devamı geliyordu.
"Birini sevmek suç mu ki?" diye sordum iç çekerek.
"Beni sevmek suç."
Yaş dolu gözlerle ona baktım.
"Ben baştan başa suçum göremiyor musun? Adımımı attığım yer pisliğe batıyor. Bir bataklıkta parmak uçlarıma basa basa yürüyorum. Nasıl senin elinden tutup aynı yola sürüklerim?"
"Ben senden karşılık beklemiyorum ki," dedim, ama inanmadı.
"Bu ne ya?" dedi terası göstererek. "Madem karşılık beklemiyorsun burada ne işimiz var? Normal birisi olsam gelir seni öper koluma takıp inerdim buradan. Sonra çıkmaya başlar gece gündüz konuşur en sonunda evlenir çoluk çocuğa karışırdık. Çocukların isimlerini de hayal ettin mi bari?"
Cevap vermedim, canım sıkılmıştı.
"Daha önce de dedim. Bin kere dedim. Bir milyon kere derim senin için. Yeter ki benim yüzümden üzülme."
Gözlerimi ona kaldırdım. Sesini alçalttı ve kaşlarını kaldırarak "Benden uzak dur," dedi. Daha önce de dediği gibi, gel dediği gibi, hep de diyeceği gibi. "Ben senin o temiz kalbine giremeyecek kadar kirli biriyim. Her adım atışımda lağım kokulu ayak izleri bırakırım. Temizlemeye gücün yetmez güzelim."
"Bana güzelim deme!" diye bağırdım.
Yutkundu. Acı çektiğim dışarıdan net bir şekilde anlaşılıyor olsa da sesimi yükseltmiştim.
"Seni seviyorum ve senden bir şey beklemiyorum! Tüm bu plan Gamze'nindi. Kitap da sana açılma mevzum da. Çocuksu bir şey olduğunun ben de farkındayım ama engel olamadım ne yapayım? Zamanla geçecek ben de eminim. Bir hırsızla evlenecek de değilim. Ve merak ettiysen söyleyeyim çocuk ismi falan da düşünmedim."
Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim.
"Senden uzak durmamı mı istiyorsun? Öyle olsun. Bundan sonra ben de senden uzak duracağım. Bu sondu. Yemin ederim ki sondu. Hislerimi bitireceğim ve bir buz dağına dönüşeceğim. Böylelikle sen de huzura erersin artık."
Bu sefer kararımı tam vermiştim. Bitmişti. İçimdeki aşkı öldürecektim. Bu asla kolay olmayacaktı ama deneyecektim. Madem Haris böyle istiyordu yapacak bir şey yoktu. Yanından geçip gittim bir şey demedi. Bu sefer gerçekten bitirmemi istermiş gibi peşimden de gelmedi. Beni gerçekten istemiyordu. Ona gerçekten rahatsızlık veriyordum. Dediklerinin her kelimesi doğruydu. Bu ilişkide ben istenmeyen ve aptal olan taraftım. Merdivenleri ikişer üçer inerken gözyaşlarım akmaya devam ediyordu. Daha da hızlandığımda merdivenlerden çıkan Cihanşah ile karşılaştım. Tam karşısında gözü yaşlı durdum. Sağa meylettiğimde o da meyletti. Sola döndüğümde ona döndü. Bana yer vermek için çabalıyordu belli ama bir türlü ikimiz de geçiş bulamamıştık.
"Pekala," dedi ellerini havaya kaldırarak "içimden geç."
Söylediği şey o an için o kadar komiğime gitti ki gözlerimden yaşlar akarken gülmeden edemedim. Durdum. Gitmem gerekti ama durdum neden bilmem. Cihanşah'a ilk defa bu kadar yakından bakıyordum. Çekik gözlerine siyah kalem çekmişti ve saçlarını tek gözünü kapatacak şekilde yan taramıştı. Beyaz gömleğinin üsten birkaç düğmesi açık bilekleri de katlanmıştı.
"Ağlayacaksan sessiz bir yer bulabilirim."
Gülümsedim ama başımı da iki yana sallamaktan geri durmadım.
"Teşekkür ederim ama gitmem lazım."
Bu sefer hareket etmedi ve ben de sağından geçerek inmeye devam ettim. Sonraki gülümsemeler sona ermişti ve Haris'in bıraktığı enkaz yeniden kendini hissettiriyordu. Kötü olan ona kızamıyordum, haklıydı. Her kekimesinde. Doğru söylüyordu. Her cümlesinde. Ama yine de... Keşke bir kere daha yalan söylese diye içimden geçirmeden edemiyordum. Şayet bunca yalan arasından bir tane hakkım olda şimdi kullanmasını isterdim. Ben de imkansız ve doğru olmadığını biliyordum ama bir insan kimi seveceğini nasıl seçebilir ki? Kalp tutulması diğer hiçbir tutulmaya benzemiyor. Ne ay ne güneş bu şekilde tutulmaz. Bu öyle bir tutulma ki, kime tutulacağı ve ne kadar tutulacağı asla belli olmuyor. Bu öyle bir tutuma ki karanlığı kıyametten bile daha koyu oluyor. Asla ve asla çaresi olmayan bu tutulmanın tek çözümü kavuşmaktan geçiyor ama bizimkisi iki gezegenin tutulması gibi. Ne yan yana gelebiliriz ne de birbirimizden kopabiliriz. Aramızdaki mesafe asla değişmeyecek ve asla da yakın olamayacağız.
🕯
Eve geldiğimde mutlu görünmek için zoraki gülümsemeler yerleştirdim yüzüme. Ağladığım belli olmasın diye iki kat makyaj yapmıştım. Annemse bambaşka bir şeye yoğunlaştığı için pek benimle ilgileniyor gibi değildi. Otuma odasındaki kanepeler ve halı onlarca reçete ile dolmuştu. Hangisine bakacağını şaşırmış gibi tek tek üstünden geçerken nadir gördüğüm şekliyle kaşlarını çatmış ve büyük bir aydınlanma yaşıyor gibiydi.
"Anne?"
Belimdeki silah kemerini çıkarıp yemek masasının üstüne koyarken anneme bakıyordum. Seslenmeme rağmen cevap vermemişti. Elindeki reçeteyi dikkatle okumaya devam ediyordu.
"Anne ben geldim."
Hızla reçeteyi indirip bana baktı.
"Geldin mi canım?"
Yüzü aydınlandı birkaç saniye ama yeniden kaşlarını çatması gecikmedi.
"Otursana bir şey anlatmam lazım."
Meraklanmıştım. Uzun zamandır annemi böyle telaşlı görmemiştim. İlk kez ben henüz çocukken babamın naaşı geleceği zaman deliler gibi koşturuyordu etrafta. İçecekleri fırına koyuyor, bulaşıkları buz dolabına yerleştiriyor, hiç unutmam çay yapmış içine tuz koymuştu. Her şeyi birbirine karıştırmış, babamın naaşı gelene dek de kendine gelememişti. Babam geldiğinde ise çok daha kötü oldu. Tamamen şoka girdi. Beni tanımadı birkaç gün. Anne diyip yanına gidiyordum gözleri beni görmüyor gibiydi. Sadece hayali bir noktaya bakıyor sonra da gözyaşları akıyordu. Çok zor günlerdi gerçekten. Babamı hatırladığım kadarıyla çevresi geniş bir insandı. Birçok arkadaşı vardı. Ancak o gittikten sonra kimse bize uğramaz oldu. Tamamen yalnız bırakıldık. Hiçbir zaman sebebini soracak birini bulamadım. Babama dair tek bir dosya bile bulamadım. Elimizde sadece ölüm nedeni vardı. Nasıl öldüğü ince ince işlenmişti.
Benim canım babam, bana sadece üç sene bakabilmişti. Onu her sene biraz daha unutmuş, önce gözlerini, sonra dudaklarını, sonra yüzünü, sonra saçımı okşayışını, sonra bana seslenişini ve en son kokusunu unuttum. Yaş aldıkça ondan uzaklaştım. Resimlerine bakarak anımsadığım zamanlara kıyasla yüzünü gözümün önüne getiremediğim anlar çok daha fazladır. Hafızamdan silinen hatırasına rağmen içimde bir ukde kalan intihar girişimi tamamen yıkım olmuştu benim için. Annem o günden sonra uzun bir süre hiç gülmedi. Hem de babam vefat ettiğinde Turhan'la hamileyken tamamen hüzne boğuldu. Annem hamileyken emniyet özel doktorlar gönderdiler bize. Yusuf Gazel'in geride kalan hatırası adına anneme özel bakım verildi. Yine de her ne yapıldıysa yapıldı ancak Turhan'ın yatağa bağımlı olması engellenemedi. Gittikçe kötüleşen bir hastalığı vardı. Sanki her gün biraz daha eriyordu gözümüzün önünde. Sanki her dakika biraz daha yok oluyordu. Sanki her an aramızdan ayrılacak gibi geçici bir varlığı vardı.
"Burada yazanlar tam olarak ne oluyor?"
Daldığım düşüncelerden uyandıran annem olmuştu. Koltuğun kenarına oturmuş öylece dururken bana uzattığı reçeteyi elime aldım.
"Kemik erimesine bağlı anemi. Kansızlık ve yüksek tansiyon."
Tek tek kelimeleri okudum ve ne var dercesine anneme baktım.
"Bu ilacı bana 1994'den beri her gün kullanmam için verdiler. Aradan neredeyse yirmi iki sene geçti ve Turhan her geçen gün daha kötü olmaya başladı."
Ben de tıpkı annem gibi kaşlarımı çattım. Tam olarak ne demek istiyordu.
"Turhan son günlerde kollarını hareket ettirmeye başladı. Biliyorsun çok nadir yapar."
Başımı salladım. Çok nadir yapardı. Aşırı bir heyecan ya da korku anında refleks olarak yapardı genelde. O da bilinçsiz olduğu için pek düzenli sayılmazdı. Kalın motorları neredeyse hiç çalışmıyordu.
"Ve bugün sağ ayağını hareket ettirdi."
Şaşkınlıkla gözlerimi açtım. "Ne!"
"Evet. Hem de birkaç saniye kadar."
Turhan ben kendimi bildim bileli hiç ayağa kalkmamıştı. Dahası ayaklarını bile hareket ettiremezdi. Şimdi, nasıl olur da?
"İyi de bunun bu ilaçlarla ne ilgisi var?"
"Turhan bu ilaçları tam bir aydır kullanmıyor."
Aniden ayağa kalktım.
İşte son nokta buydu. Gelmek istediğim, hayal ettiğim, umut ettiğim ve ne kadar kötü olursa olsun bir şekilde içten içe var olması için dua ettiğim bir şeydi. Bir kez olsun, sadece tek bir kez olsun Turhan'ı ayakta görmek için nelerimi vermezdim. Bu heyecan beni çok sarsmıştı. Elim ayağım titrerken ağladığım belli olmasın diye iki kat yaptığım makyajım gözyaşlarımla birlikte süzülüp gitti. Elimi ağzıma kapadım ve doyasıya ağlamak için kendime izin verdim. Haris'le hiç ilgisi yoktu bu ağlayışın. Şu an için tek düşündüğüm yapılan bu kine rağmen Turhan'ın gösterdiği ilerlemeydi. Sadece bir ayağını oynatması bile beni öyle bir sarsmıştı ki her şey aklımdan uçup gitti.
🕯
Yaklaşık yarım saat önce hepimiz acil olarak emniyete çağrılmıştık. Evden apar topar çıkıp Turhan'ın şokunu üstümden atmadan bir taksiye atlayarak emniyete ulaşmıştım. Hepimiz derken bu renkli cinayet davası ile ilgilenen takımdan bahsediyorum. Hızlı adımlarla koridorda yürürken karşımdan gelen Emre ve arkamdan gelen Yağız'la aynı yere doğru yürüyorduk. Birbirimizle konuşmadık ve toplandığımız odaya girdik. Bu oda pek de kullanılmayan genellikle dinlenmek için tercih ettiğimiz, küçük, eski eşyaların konulduğu bir depo gibiydi. Fakat eski eşyalarla birlikte işe yarar dosyalar, eski kayıtlar ve videolar da burada tutuluyordu. Çok amaçlı bir odaydı yani.
İçeri ilk önce ben girmiştim. Fakat zaten oda çoktan doluydu. Onur ve Haris ellerindeki dosyayı incelerken arka planda bir video gösteriliyordu. Benim geldiğimi gören Onur "Hoş geldin Heyzır gel," dedi. Haris de duymuştu bunu ama başını kaldırıp bana bakmadı bile. Bacak bacak üstüne atmış adeta elindeki dosyaya gömülmüştü. Her ne okuyorsa içinde kaybolmuş gibiydi. Yine de eskiden benim geldiğimi duyduğunda ya da gördüğünde mutlaka tepki verirdi. Ya gülümser ya da bir şeyler söylerdi. İstemeden de olsa ona karşı bir şeyler hissettiğim için kendimi kötü hissediyordum. Dahası bunu ona anlattığım için. Eski, yakın günlerimizi özlemiştim bir an için.
"Acil çağırdık sizi ama inanın buna değecek bir şey var elimizde."
Onur elindeki kumanda ile videoyu değiştirip en başa aldığında sarı bir oda belirdi ekranda. Ekranın sağ üst köşesinde Aralık 2012 yazıyordu. Sarı odanın tamamı sarının tonları kullanılarak dizayn edilmişti. Sarı kanepeler, sarı saçlı bebekler, sarı duvar kağıtları, sarı perdeler ve sarı minderler. Hemen köşede sarı peluş ayıların ortasında duran bir de çocuk cesedi vardı. Tıpkı Ayşe Beren'de olduğu gibi kucağına sarı elbiseli bir Barbie bebekle bantlanmıştı. Başı sağa doğru yatırılmış ayakları uzatılmıştı. Porselen bebek izlenimi verilmesi için ayakları sağa sola açılmış nizamlı bir şekilde oturtulmuştu.
"İlk çocuk 2012 yılında öldürülmüş. Polis öncelikle bunun seri cinayet olduğuna kanaat getirememiş tabii ki. Fakat sarıya olan bu yoğun ilgi dikkatlerini çektiği için davanın adı Sarı kabus olmuş. Sarı kabus davası günlerce soruşturulmuş ancak tek bir bilgi edinilememiş çünkü katil her kimse odanın tamamına çamaşır suyu dökmüş."
Şaşkınlıkla gözlerimi açtım.
"Evet yanlış duymadınız çamaşır suyu. Bunu yapan her kimse oldukça titiz ya da tam bir manyak. Doğal olarak tek bir DNA ya da parmak izi bırakmamış ardında."
Hepimiz şaşkınlıkla Onur'u dinlerken kaşlarımı çatmıştım. Gözlerim bir an için ondan kaydığında Haris'le göz göze geldik. Elindeki dosyayı bırakmış bana bakıyordu. Benim ona baktığımı görünce hızla gözlerini Onur'a çevirdi. Birkaç saniye ona baktıktan sonra ben de yeniden Onur'a döndüm.
"Günlerdir kendine dair bir iz bulunamayan katil yeniden ortaya çıktığında tarihler Ocak ayını gösteriyordu."
Videoda mor bir oda vardı. Her şey yine tek renkti ve aynı şekilde bir kız çocuğu oyuncakların yanına oturtulmuştu. Zavallı kızın dudaklarındaki mor ruj taşmış ve çenesine kadar büyümüştü. Zorla tutuşturulmuş mor saçlı bebek ise yine koli bandı ile bantlanmıştı. Göze hoş gönle nahoş gelen bu manzara insanın kimyasını bozacak türdendi. Bir yanım ne hoş bir görsel diyor diğer yanım acı ile kavruluyordu. Bir yanım özenle düzenlenen bu yere hayranlık duyuyor diğer yanım iğreniyordu.
"Bu küçük kızın cesedi bulunduğunda dava daha da derinlik kazandı. Bildiğiniz üzere bir katliamın seri olarak adlandırılması için en az üç tane olması lazım ancak bir ilk olarak bu ikinci cinayette bunun bir seri katil tarafından yapıldığı kararlaştırıldı. Çünkü her şey aynıydı. Tek bir renge odaklanan tema, yoğun çamaşır suyu kullanımı, koli bandı ile bir oyuncağa bağlanan kız çocuğu ve geri kalan her şey. Polis iki odanın da birbiri ile bağlantılı olduğunu düşündüğü için ne sarı odayı ne mor odayı asla bozdurmadı. Bugün hala oldukları gibi duruyorlar ancak davanın zaman aşımına uğraması için sadece birkaç gün kalmış."
"Zaman aşımı mı? Nasıl olur ya?"
Yağız itiraz ettiğinde yumruklarımı sıktım. O halde bu katil hemen birkaç gün sonra tek bir ceza almadan kurtulacak mıydı yani? Peki ya neden bunca zaman hiçbir polis bu işin üstüne özenle düşmemişti?
"Maalesef Türk ceza kanunun 66. Maddesine göre zamanaşımına uğrayan davalar cezadan düşüyor. Buna engel olamayız."
"İyi de üç günde kim bir seri katili yakalayabilir ki? Üstelik üstünden neredeyse beş sene geçmiş."
Yağız haklıydı ama herkes ona değil Onur'a bakıyordu. Bir cevap bekliyorduk. Belki de bir umut. Bu işi çözebileceğimize dair bir işaret. Bir ışık ya da bir mum. Her ne olursa artık. Şu karanlığı dağıtacak bir damla bile olsa kafiydi.
"Üzgünüm," dedi Onur sadece. "Üç gün sonra bu dava kapanacak ve bu üç gün içinde katili bulduk bulduk. Yoksa tamamen dava kapanmış olacak."
"Vay anasını ya!" Emre dizine vurarak efkarlandığında ona katılmadan edemedim. Ben de onun gibi tepki vermek isterdim ama veremedim.
"Neyse devam edelim. Şubat ayında aynı katliam yeşil renkte işlendi. Böylelikle davanın adı Sarı kabus olmaktan çıkıp Gökkuşağı davası oldu. Polislerin bildiği tek şey katilin renklerle kafayı bozmuş olmasıydı. Birçok psikolog ve uzman psikiyatrist dava ile ilgilendi. Hepsinin farklı görüşleri vardı. Kimine göre katilin iç dünyasında renklerle ilgili bir karmaşası vardı ve renkleri etrafa saçarak bu eksikliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Kimine göre renkler onun için bir ilgi toplama mekanizmasıydı. Şayet bu şekilde devam ederse insanların onunla ilgileneceğini düşünüyormuş."
"Kusmuk suratlı mide asidi seni!"
Emre'nin tuhaf küflü ile ona baktığımda gülmem gerekiyordu ama gülemedim. Ben de tam olarak bunun o katile yakışacağını düşünüyordum çünkü. Ancak böyle bir özellik ona uyardı.
"Bizim kusmuk suratlı Mart'ta da mavi bir odada işledi katliamı. Araştırmalara göre renklerine göre seçtiği her eşyayı ayrı yerlerden almış. Toplu bir alışveriş hiç yapılmamış. İncelenen ürünlerin hiçbiri aynı mağazadan sipariş edilmemiş. Hepsi farklı farklı adreslerden gelmiş. Ve ne yazık ki hep çok tüketilen ürünleri tercih etmiş. Bu durumda mağaza da bize hiçbir şekilde yardımcı olamıyor. Çünkü aldığı ürünlerden o kadar çok alınmış ki değil bir kişiyi bulmak İstanbul'dan alınıp alınmadığını bile bulmak neredeyse imkansız."
İşler iyice birbirine giriyordu. Bunca ayrıntıya rağmen tek bir izin bulunmaması öyle can sıkıcıydı ki.
"E peki cinayetin işlendiği zamanlarda bu dava ile ilgilenen hiç polis olmamış mı? Hiçbir bilgi mi yok ellerinde?"
Haris ilk defa soru sormuştu.
"Olmuş. Özellikle son kurban Ayşe Beren'in babası Vedat Timur ilgilenmiş bu davada."
Hepimiz Onur'a bakmaya devam ediyorduk.
"Ama sonra enterasan bir şey olmuş. Vedat komiserin emniyetten ayrıldığı yazıyor. Kendi kızından sonra bir daha davalara çıkmamış. Ne olduğuna dair bir bilgi yok."
"Sana gelen kadının kocasının adı neydi Heyzır?"
Emre sorduğunda ona baktım. "Bilmiyorum. Yani eşinin adını sormadık. Soramadık. O dönem çok karışıktı her şey tam bir not alma şansımız olmadı."
"Sorun değil," dedi Onur. "Sen şimdi o kadını emniyete çağır. Biz de İstanbul'la iletişime geçelim Vedat komiser hakkında daha fazla bilgi alalım."
"Tamam. Toplantı biter bitmez çağırırım."
Onur bana olumlu bir şekilde başını salladığında anlatmaya devam ediyordu.
"Geriye son renk kaldı ki, o da pembe. Son kurban Ayşe Beren Timur. Beş yaşında ve astım hastası. Onu en son tanıkların verdiği ifadeye göre kreşten çıktıktan sonra servise binmemiş ve okulun kapısında bekleyen bir genç kadın tarafından okuldan ayrılmış. Herkes kadının onun bir akrabası olacağını düşünmüş ancak öğretmenler bu olaydan sonra tutuklandı. Çünkü normalde çocuğu başka biri alacağı zaman veliye haber verilir. Ancak bu olayda öğretmenler nedense annesine haber vermemişler. Ayşe Beren de tuhaf bir şekilde bu kadına itiraz etmeden peşine takılmış."
Olaylar öyle iç içe girmişti ki şöyle derin bir nefes alıp çoğu ağırlığı üzerimden atarak yeniden düşünmek istiyordum. Kendimi hem büyük bir boşlukta sallanırken hem de tonlarca ağırlığın altında ezilirkenki gibi yoğun bir sıkışma hissiyatı ile bunalmış hissediyordum. Anlatılanlar seneler önce olsa da sanki hemen şimdi tüm çocuklar tehlike altında gibiydi. Tüm renkleri kirleten bu zihniyetten sonra gökkuşağından soğumuştum. Artık ne zaman gökyüzünde bir gökkuşağı görsem çoğu rengi karanlığa gömülmüş gibi gelecekti. Çoğu renk bu çocuklarla birlikte diğer dünyaya göçmüş olacaktı. Kalan birkaç rengi kurtarmak için masallardaki gibi gökkuşağının başladığı yeri bulup altındaki bir küp altını almam gerekiyordu sanki. Öylesine imkansız ve öylesine zor bir görevdi bu.
"Pekala," dedi Onur iki eli ile dizlerine vurarak. "toplantı buraya kadardı. Ben ve Emre İstanbul'la irtibat kuracağız. Haris ve Yağız odalar hakkında daha fazla bilgi toplayacak. Heyzır sen de kadınla görüş."
Hepimiz Onur'a olumlu yanıt verdiğimizde ayağa kalktık ve teker teker odadan çıktık. Haris beni beklemeden Yağız'la birlikte koridorda uzaklaşırken onların tam tersi yöne doğru yürüdüm. Bunalmıştım. Terasa çıkıp biraz hava alacaktım. Hem de kadını arayıp emniyete davet ederdim. Koridor bitip merdivenlere ulaştığımda hızlıca çıktım ve terasın beyaz kapısını açtım. Kimsecikler yoktu. Arka taraftaki köşeye geçtim ve kadının numarasına baktım. Elime bir kart tutuşturmuştu ilk görülmememizde ve ben de onun resmini kaydetmiştim. Resmi bulduğumda üstünde bir numara olduğunu gördüm. Numaraları tek tek çevirip aradığımda tek çalmada açıldı.
"Buyurun?"
"Fadime Timur'la mı görüşüyorum?"
"Evet buyurun?"
"Ben Hacer Gazel. Emniyetten arıyorum."
"Ah Allah'ım şükürler olsun. Ben de sizi bekliyordum. Ne kadar dua ettim anlatamam. Meşgul olduğunuzu da biliyordum ve davamızın üstünden seneler geçtiğini de. Katili bulmaktan ümidi kestim ama en azından kocam hakkında bir yardım rica ediyorum."
"Endişelenmeyin Fadime hanım. Bir ekip kurduk ve hem eşiniz hem de kızınızın davası hakkında çalışacağız. Yalnız Gökkuşağı davası eski olduğu için daha fazla delile ihtiyacımız var. Aynı zaman da eşiniz hakkında da daha fazla bilgiye. En kısa sürede emniyete gelmeniz gerek."
"Hemen gelirim hemen. Hatta şimdi geleyim. Olur mu?"
"Olur tabii ki. Mümkünse eşinizin şahsi defterleri ve polis olduğu döneme ait tuttuğu notları varsa onları da getirirseniz sevinirim."
Fadime hanımla görüştükten sonra geri dönüp terasın çıkış kapısına doğru yürüyordum ki biri takıldı gözüme. Ben buraya gelirken yoktu muhtemelen sonradan gelmişti. Uzaktan öylesine yalnız görünüyordu ki daha önce onu bu şekilde hiç görmemiştim. Belki de yalnız kalmak için çıkmıştı buraya ama öylece çekip gitmeye gönlüm el vermediği için Cihanşah'a doğru yürümeye başladım. Terasın bu bölümü batıya baktığı için çok rüzgar vardı. Onun saçlarını ve gömleğini uçuran rüzgar benim telefon tuttuğum ellerimi üşütüyordu.
Sessiz adımlarla yanına geldiğimde dirseklerini pervaza yaslamış aşağıda bir çizgi gibi duran insanları seyrettiğini gördüm. Daha önce hiç bu cepheden aşağıyı seyretmemiştim doğrusu. Şey gibi görünüyordu, karınca kolonisi...
"Şayet geçecek bir yol bulamadıysan istersen içimden geçebilirsin."
Tıpkı onun gibi dirseklerimi pervaza yaslayıp gülümseyerek ona baktığımda önce irkilerek sonra gülümseyerek bana baktı. Geçen olan merdiven karşılaşmasına atıf yapıyordum.
"Öyle büyük bir cüssem var ki, sana zarar vermek istemiyorum. Yine de yüce teklifin için teşekkür ederim."
Gülümseyişim devam ederken bakışlarım ondaydı. Cüssesi gayet iyiydi. Fit bir bedeni, hoş bir yüzü, çekici bakışları vardı. Kesinlikle büyük bir cüsseye sahip de değildi.
"Boşuna bakma, cüssem görünürde değil, burada," dedi kalbini işaret ederek. O zaman ağır bir derdinin olduğunu anladım. Cüsse derken bundan bahsediyordu.
"Ah, sen ondan bahsediyordun demek. İnan bana benim cüssem seninkinden daha ağırdır."
"Hadi ya, benim cüssemi gördün mü de öyle söylüyorsun?"
"Sen de benimkini görmedin," dedim bir çocuk gibi ısrar ederek.
"Görmeme gerek yok, benimkinin seninkinden çok daha büyük olduğuna eminim," dedi. Bu sefer ona doğru serçe parmağımı uzattım.
"Var mısın iddasına..."
Şaşkınlıkla parmağıma bakarken dudağının kenarıyla gülüp başını çevirdi. Çocukçaydı belki ama bazı büyük cüsselerin çocukça bir dokunuşa her şeyden çok ihtiyacı vardır.
"İddiaya girelim."
"Boş versene Heyzır."
Dirseği ile beni dürttüğünde ben de kolumla onu itekledim.
"İddia diyorum. Yoksa aşağı iner ve Cihanşah'ın çok büyük bir cüssesi var diye dalga geçerim."
Kaşlarını çatarak bana baktı. "Hiç mahremiyet nedir bilmez misin sen? Gidip sana anlattığım şeyleri aşağıda mı ispiyonlayacaksın yani?"
"Mahremiyet biliyorum elbet. Sen benle iddiaya gir ben de anlatmayayım."
Gerçek gıcık bir çocuk gibi ısrar ederken katlanamamış olacak ki sertçe tuttu serçe parmağımı.
"Güzel," dedim onun parmağını sıkarak. "şimdi, bu bir iddiadan ziyade bir söz olacak. Söz veriyorum, senin cüssen her ne kadar ağır olursa olsun sana yardım edeceğim ve seninle alakalı her kötü şeye gözümü kulağımı kapatacağım."
Yüzü düştü.
"Benimle ilgili duyduğun şeylerle pek kulağını kapatmak isteyeceğini sanmıyorum."
"Kapatacağım! Söz verdim. Böylelikle senin iri cüssen hafifleyecek ve ben kazanacağım."
"Öyle olsun."
Elini geri çekerken sözleşmiştik. Yeniden pervaza dayandığında bu sefer ben ters olacak şekilde sırtımı verdim.
"Hem ne yapmış olabilirsin ki? Birini öldürmüş olamazsın değil mi?"
"Birini mi?"
Kaşlarını kaldırarak bana baktığında ben de kaşlarımı kaldırarak ona baktım.
Bir süre öylece bakıştık.
"Şimdiden işkillenmeye başladın değil mi?"
Hızla kontağı kesip başımı iki yana salladım.
"Hayır hayır, işkillenme falan yok. Söz verdim. Her ne olursa olsun gözümü kulağımı kapatacağım."
"Tabii canım, mutlaka." İnanmazca benim gibi ters dönüp sırtını yasladığında ellerini önünde birleştirdi ve derin bir nefes aldı.
"Söylesene," dedim, dudaklarımı büzerek. "siz erkekler neden bu kadar karmaşıksınız?"
Bakışlarını yerden kaldırmadan gülümsedi.
"Karmaşık değiliz aslında. Sadece, değer verdiğimiz bir şey bulduğumuzda yolumuzu şaşırıyoruz."
"Hım?"
Başımı ona çevirdiğimde o da bana baktı.
"Yani şöyle düşün. Yıldızların güneşe ulaşacağı daha kolay bir yol var ama güneş onlara daha fazla ışık versin diye uzak olanı seçiyorlar."
"Yıldızlar güneşe doğru mu gidiyor?" diye sorduğumda bıkkınlıkla nefes verdi.
"Boş ver. Erkeklerin senin gibi biri için karmaşık olması hiç de tuhaf bir şey değil aslında."
Yeniden önünü döndüğünde ben de onun gibi döndüm. Birlikte şehri seyrederken sormaya devam ediyordum.
"İyi de sadece gezegenler hareket etmiyor muydu? Yıldızlar neden güneşe doğru gidiyor ki? Hem güneş de bir yıldız değil mi? Madem bütün yıldızlar güneşe doğru gidiyor o halde güneş nereye gidiyor? İey de var mesela güneşten büyük yıldızlar da varmış. Bunu hiç duydun mu? Ha bir de var ya..."
Ben sormaya o ise tepkisiz bir şekilde dinlemeye devam ediyordu. Cihanşah ile ilk randevumuz bu şekilde olmuştu. Bir akşam vakti, erkenci yıldızların aydınlattığı mor dağların karşısındaki emniyet binasının çatısında...
🕯 |
0% |