Yeni Üyelik
44.
Bölüm

44. Bölüm

@hakugu

 

 

 

5 Nisan 1994

Yusuf Gazel'in hatırasından

 

 

 

Hiç umrumda olmayan ayaklarımın sızısı ara ara kendini hissettirse de elimde tuttuğum fotokopi her şeye değerdi. Okumak için sabırsızlanmış Murat otobüs bileti alırken otogarda yarısına kadar gelmiştim. Tüm cesetler hakkında bilgi veriyordu ilk sayfalarda. Neredeyse hepsine dair bilgim vardı. Ancak sürekli iç organların isimlerinin sayılması dikkatimden kaçmamıştı. Özellikle böbrek ve kalbin üzerine vurgu yapılıyordu. Hatta birkaç yerde bu ikisinin kalın yazı ile geçme durumları vardı. Her ne pislikse bu iş özel olarak planlandığı kesindi.

 

Devamını da okumak istiyordum ancak Murat'la birlikte okumak için ceketimin içine saklayıp otobüse binmiştim. Ben cam tarafına Murat koridor tarafına oturmuştu. Kasabaya iki saatten fazla yolumuz vardı. Molalarla birlikte tüm yazıyı okuyacağımı düşünüyordum. Yerimize yerleştikten sonra çok beklemedik ve şöför hareket etti.

 

"Daha fazla bekleyemeyeceğim."

 

Ceketimden çıkardığım kağıtların yarısını Murat'a diğer yarısını kendime ayırdığımda okumaya başladım. Tıpkı benim gibi okumaya başlayan Murat benim okuduğum yerleri okurken eminim benim gibi birçok şeyden şüphelenmeye başlamıştı.

 

"Adı geçen cesetlerin otopsilerinin tamamında seri katilin aynı kişi ya da aynı yöntemi kullanan bir çete üyesi olduğu tespit edilmiştir. Aynı sistemi kullanan kişi ve kişilerin çocukları hedef aldığı ve iç organlarını kullanma nedeninin araştırılması emri verilmiştir."

 

Ancak kendim duyabilecek kadar sesle okuduğum bu makale genel bir tabirdi. Emniyetin genel olarak diğer şehirlere gönderdiği bir belgeydi. Beklemeden arka sayfaya geçtim.

 

"S.Ö'ye ait olan kalıntıların kara para aklama ile uğraşan M.U'nun özel şirket dondurucusundan çıkması ile diğer kurbanların organlarının da aranmasına karar verilmiştir."

 

Tiksinti ile yutkunarak duraksadım. Yani cinayetler tamamen meçhul değildi? Bir ceset de olsa organlara ulaşılmıştı. O halde deri katili yakalamak da oldukça kolaydı. Peki neden her yere bu işin biteceği bilgisi geçiliyordu?

 

"M.U'nun verdiği ifadeye göre yer altı satışlar yapan bir grubun özellikle çocuk iç organlarını satın aldığını ve bunun için çok yüksek meblağlar ödediği bilgisi edinilmiştir. Bu organların kendisine geldiğinde saklamak için baskı kurulduğunu karşı çıkmasının mümkün olmadığını söylemiştir."

 

Sayfaları tam çeviremiyor hafif katlanmış şekilde diğer elimde tutuyordum. Gittikçe çatılan kaşlarım bu işin basit bir seri katil işi olmadığını gözler önüne serercesine geriyordu bedenimi. Mafyalar da işin içindeydi. Kara para aklayan serseriler. Hepsi, hepsi küçücük bedenlere göz dikmişti. Emniyet tüm bundan haberdarken neden bizlere bambaşka bir yol çiziliyordu? Peki ya emniyet dediğimiz kişiler kimdi?

 

Hem ben hem Murat aynı yeri okumuş olmalıyız ki durup birbirimize baktık. İkimizin de yüzü bembeyaz olmuş, ikimiz de afallayarak şoka girmiştik. Okuduğumuz en son satırda tam olarak şöyle yazıyordu.

 

Ölü yiyenler derneğine ait olan bu satış işleminin emniyet genelinde bir kargaşaya neden olmaması için durdurulduğu, devam etmeyeceğinin de sözü alındığı beyan edilmiştir.

 

Dalga mı geçiyorlardı? Çocuk oyuncağına dönen bu olayda ciddi olamazlardı değil mi? Bunca can yitip giderken aldıkları bir söze itimat mı edeceklerdi? Hem Ölü yiyenler de kimdi?

 

Murat bana ben Murat'a bakarken otobüs sallana sallana gitmeye devam ediyordu.

 

 🕯

 

 

Fotokopileri kimseye göstermeden özel dolabıma saklayıp iki kere de kilitledim. Eve uğramak isterdik ama yeni bir vaka için toplantıya çağırılıyorduk. Stajyer olmanın en kötü yanlarından biri de her toplantıya katılma zorunluluğumuz vardı. Diğerleri önemli meseleleri konuşurken bizim çay kahve dağıtmamız etrafı düzenlememiz ve istenilenleri getir götürmemiz gerekiyordu.

 

Murat önde ben arkada giderken ayağım sızlıyordu. Üstüne basmadan yürümeye çalışırken toplantı odasına geldik. Devran bizden önce gelmiş tabloyu ayarlamıştı. Birkaç resim yapıştırmış üstüne de isimler yazmıştı.

 

"Yine bir cinayet vakası mı?" diye sordu Murat.

 

"Evet maalesef, hem de felaket bir vaka," diye yanıt verdi Devran. Bir yandan önündeki kağıtları düzenleyip gelecek olan kıdemli polislerin önüne dağıtmaya hazırlanıyor bir yandan da bize cevap veriyordu.

 

"Olay neymiş?"

 

Hafif aksayan adımlarımda tablonun önüne geçtiğimde resimlere baktım. Boynunda derin bir kesik olan bir kadın vardı ve yere öylece uzanmış başı da fena halde ezilmişti. Yüzümü buruşturarak resme bakarken "Dambılla ezilmiş başı," dedi Devran başını bize çevirip huzursuz bir ses tonu ile.

 

"Dambıl mı? Hani şu spor için," dedim iki elimi de ağır bir şey kaldırıyormuş havaya kaldırarak.

 

"Evet maalesef o. Üç kilo ağırlığında bir şeyin kafanıza defalarca çarptığını düşünün. Bam bam bam!"

 

Devran elindeki kağıtları yuvarlayıp Murat'ın kafasına geçirirken üçüncüde dayanamayıp bileğinden tuttum.

 

"Yeterince açıklayıcı oldu bence."

 

Elini geri çekerken aşağılarda kalan bir resmi gösterdi.

 

"Önce kadının boynunu kesmiş şerefsiz. Sonra da dambılla defalarca vurmuş. Zaten kesik olan baş bu ağırlığa katlanamadığı için yırtılmış. Otopsi boyunca kafayı özel bir kişi tutmak zorunda kalmış."

 

Ağzımda ekşi bir tat oluşmuştu sanki. Bir iki kere yutkunup gitmesi için çabaladım ama mümkünatı yoktu. Hayal ettikçe midemde fokurdayan bir sıvı boğazımı yaka yaka ağzıma kadar geliyordu.

 

"Eee kimmiş yakalandı mı bari?"

 

"Elimizde biri var," dedi Devran.

 

"Kim?"

 

"Oso lakaplı Osman Çelik."

 

"O kim ya?"

 

"Mafyaymış." Beğenmezce güldü Devran. "Küçücük kasabada ne mafyası değil mi ama? Yine de adamın malikanesi var, kasaba çıkışındaki genişliklere kurulmuş. Emrinde yüzlerce adam. Aşiret gibi bir şey."

 

"Konya'da ne aşireti saçmalama lan."

 

Sandalyeye ters bir şekilde otururken kollarımı sandalyenin yaslanma yerine koydum.

 

"Ben bilmem valla burada öyle yazıyor," dedi bana da bir kağıt uzatarak. Kağıdı alıp beklemeden okumaya başladım. Devran'ın anlattığı her şey vardı. Fazladan mafyanın bu işi reddettiği ve masum olduğunu söylemesi de geçiyordu.

 

"İyi de ben masumum diyor burada, yapmadım diyor?"

 

"Bütün katiller ilk başta öyle der evlat!"

 

Bu ses ne Devran'a ne de Murat'a aitti. Yakut komiser içeri girdiğinde hızla yerimden kalktım ve sandalyeyi çevik bir hareketle düzelttim. Artından giren Oktay komiser bana gülümserken Ali göz devirdi ve Oktay'da bilinçli olarak ayağıma bastı. Acı ile inlediğimde "Bana sorarsan kırık var," dedi. Dışarıda olsak, polis olmasak, yemin ediyorum önce Selim'i sonra da Ali'yi pataklayarak hadlerini bildirirdim ama yapamıyordum. Dahası stajyer olarak eziyetlerine katlanmak zorundaydım. Ayağım daha çok sızlarken geri çekildim ve kendimi duvara yasladım. Yanıma gelen Murat destek vermek için koluma girmeye çalışsa da başımı iki yana sallayarak reddettim. Selim'in acınası halimi görmesini istemiyordum. Nispet olsun diye tam karşıma oturmuş alayla seyrediyordu.

 

"Evet, bombo* bir dava ile başbaşayız yine. Hiç ummayacağımız bir şey daha oldu. Meğer kadın hamileymiş."

 

Son cümle hepimizde hayal kırıklığı dolu sesler çıkmasına neden olmuştu.

 

"Sessiz sessiz," dedi Yakut komiser eli ile bizi sustururken. "bebek de anne ile gömülecek. Şimdi bizim yapmamız gereken asıl şey katili bulup hem masum bebeğin hem de annenin intikamını almak."

 

Yıkıcı bebek haberinden sonra nasıl odaklanabilirdim bilmiyorum ama ayağa kalkan Yakut komiserle birlikte tabloya bakmaya başladım.

 

"Öncelikle elimizde bir şüpheli var evet. Ve bu adam mafya, kadın ki ismi Nadide Parlak, bu kişiye borcu varmış. Ayyaş eşinin zamanında aldığı borçlar birikince mafya zaten bunları düzenli olarak rahatsız ediyormuş. Yani tüm oklar Osman Çelik'i gösteriyor," dedi elindeki tebeşiri mafya olan adamın üstüne getirerek. Ben ve Murat dışında herkes başını olumlu anlamda sallarken "Katil elimizde zaten, yapmamız gereken tek şey daha fazla delil toplamak. Mafyanın eve girerken çıkarken gören kişilerle görüşelim, ayrıca kadının kocasından da bilgi alalım. Selim ve Oktay siz bu işle ilgilenin. Önce komşular sonra da kadının kocası ile görüşün. Oktay sen de benimle birlikte otopsiye gel. Devran ve Murat siz ikiniz de dumbıl ve kesim için kullanılan bıçağı inceleyin."

 

Yakut komiser herkese bir görev verirken ben de bekledim ama bana dönüp "Yusuf sen zaten yaralısın, buraları topla ve herkese içecek hazırla yeterli," dedi. O an sızlayan ayaklarıma çok sinir oldum. Gerçekten de acıyorlardı.

 

"Ben gayet iyiyim efendim," dedim hazır ola geçil selam vererek.

 

"Sen dediğimi yap."

 

Yakut komiser önde diğerleri arkada teker teker çıkarken Murat da istemsizce çıkmak zorunda kaldı. Normalde beni bırakmak istemezdi biliyorum ama emir büyük yerdendi.

 

Herkes çıktığında hala daha selam vermeye devam ediyordum. Uğraşın boşa olduğunu anladığımda rahata geçtim ve bıkkınlıkla iç çektim. Yine önemli bir davada saf dışı bırakılmıştım. Evet belki bu benim iyiliğim içindi ama canım acısa da onlarla birlikte olmayı çok isterdim.

 

Beklemeden masanın üstündeki kağıtları toplayıp dosyaya yerleştirdim. Yerdeki çöpleri topladım ve süpürdüm. Pencereleri açıp odayı havalandırdım ve herkese kahve, çay bir de meşrubat hazırladım. Döndüklerinde içmek isteyecekleri kadar içecek hazırladığımda yine sandalyelerden birine ters oturup panoya bakmaya başladım.

 

"Mafyanın insan öldürdüğünü biliyoruz ama bu neden bana çok acemice geliyor? Yani," dedim tek başıma olduğum odada kendi kendime soru sorarak. "neden bir mafya onca adamı varken gizli bir şekilde öldürme yapmamış da böyle vahşi bir katliamla uğraşmış? Hem bu işlerle mafyanın bizzat kendisi mi uğraşır yoksa adamlarını mı gönderir? Öyle olsa bile neden kendi yerine birini bulmamış?"

 

Onlarca soru ile tabloya bakmaya devam ederken mafya Oso'nun resmine özel olarak birkaç dakika baktım. Şayet resimdeki gibiyse ve olduğu gibi duruyorsa olabildiğine kalıplı bir adamdı. Tek hamlede kadını öldürebilecekken neden önce boynunu kesip sonra dambılla defalarca vurmuştu? Tek bir bıçak darbesi bile yeterdi öldürmeye.

 

Dudaklarımı önümde toplayıp bu ayrıntıyı düşünürken bu görevin bana verilmediği geldi aklıma. Düşünmem tasla değildi ama gereksizdi. Yapmam gereken tek şey temizlik yapmak ve onlar gelene dek beklemek. Tabloya bakmaktan vazgeçip ayağa kalktım ve odadan çıktım. Koridor boyu yürürken ayaklarımın gerçekten çok acıdığını fark ettim. Bir kere daha doktora gitsem iyi olacaktı. Koridor sonundaki ankesörlü telefona ulaştığımda durdum ve cebimden bir jeton çıkararak telefonun içine attım.

 

"Alo, nasılsınız?"

 

"İyiyiz Yusuf neredesin?"

 

"Emniyetteyim, Hacer ne yapıyor?"

 

"O da iyi babası seni sorup duruyordu."

 

"Ben de özledim konuşalım iki dakika."

 

Birkaç saniye sonra sevimli cıvıltılı bir ses doldu ahizeye.

 

"Kızım? Nasılsın?"

 

"Baba! Abdntjjr"

 

"Ne?"

 

"Nenemin burnunu ye."

 

Arka tarafta cıvıltı dolu gülüşme sesleri yükselirken ben de güldüm. Telefon yeniden eşime geçmişti.

 

"Bunu da yeni öğrenmiş. Fedai ile durup durup aynı şeyi diyorlar. Ne diye sormaya gör. Hemen nenemin burnunu ye diyorlar."

 

Eşimle birlikte uzun süre güldük ve konuşmaya devam ettik. Tüm bu sıkıntılı anlarda onlarla ettiğim bir çift kelam o kadar iyi geliyordu ki...

İyi ki onlara sahiptim. İyi ki bir ailem vardı. İyi ki eşim, iyi ki kızım. Yine de bizim gibi bir meseleğe sahip insanlar tam mutlu olamazlar. Her daim içlerinin bir kenarı acı ile kavrulur durur. Kızımla konuşurken gözümün önüne gelen buğday taneleri bir türlü gitmek bilmiyordu. Sanki bana al bu tohumları ek, yeşersin her yer, zira buzun üstünde çürümeye mahkum bırakıldı cesetler diyip duruyordu. Aniden bozulan moralimi onlara belli etmesem de derin bir nefes alarak geçiştirmeye çalıştım.

 

"Akşam geliyorsun değil mi?"

 

"İnşaAllah bakalım işlere. Önemli bir dava var şu an elimizde. Onu çözebilirsek yemekte birlikteyiz."

 

"İnşaAllah canım. Görüşürüz o zaman."

 

"Görüşürüz bir tanem."

 

Telefonu kapattım, yapacağım işleri de bitirdim ama içim içimi kemirmeye devam ediyordu. Bitmek bilmeyen bir yarım bırakılmış hissi yayılıyordu damarlarıma. Çözmem gereken bir felaket bir de şu mafya işi vardı. Neden kendi kendime işkilleniyordum hiçbir fikrim yoktu. Kolumdaki saate baktığımda bizimkilerin en kısa üç saate ancak döneceklerini biliyordum. Bu üç saatte şu mafya kılıklı adamla görüşsem ne olur ki?

 

"Yakut komiser olay yerine gitmeme kızar ama suçlu ile görüşmeme bir şey demedi ki? Hem daha mahkemeye çıkmadığına göre kesin buradadır."

 

Ellerimi ovuştururken doktora gitmem gerekirken aşağı inen merdivenlere doğru yürüdüm. Sorgu odasında olduğunu tahmin ettiğim adamla bir kere konuşacaktım sadece. Sonra gerekirse bizim adli tıpçılara ayaklarımı gösterirdim. Merdivenleri birer ikişer inerken kısa sürede sorgu odasına ulaştım. Kimsecikler etrafta yoktu. Sanki ilahi bir güç bana yardım ediyordu. Elimi kolumu sallaya sallaya içeri girdiğimde sorgu odasına giren ilk stajyer olabilirdim. Yine de içimi kemiren soruların cevabını almadan rahatlamayacaktım. Kapıyı açtığımda masanın üstüne öylece başını koymuş adamla göz göze geldik. Elleri kelepçeliydi ve beni görmesi ile aniden sırtını dikleştirmesi bir oldu.

 

"Tövbe ya rabbim ya! Biri gidiyor biri geliyor. Niye bele yapiyirsiz komiser bey? Ben size suçsuzum diyim anlamıyır misiz?"

 

Adamın şiveli cümlelerinden az çok anlasam da tedirgin olduğum için cevap vermedim ve alel acele karşısındaki sandalyeye oturdum.

 

"Sus da beni dinle. Kime anlatırsan anlat şu anda tek şüpheli sensin ve karşı bir atak sunmadığın sürece hapsi boylayacak gibisin."

 

"Ama ben masumum."

 

"Hepimiz öyleyiz."

 

"Yav valla ben o kadını öldürmedim. Hem neden kurşun sıkmak varken böyle işkence edeyim? Bende paradan bol ne var. Sadece herkes vaktinde ödesin diye iki korkuturum o kadar. Hem geçmişime bak hiç cinayetim de yok."

 

"Senin yoktur elbette. Ya adamlarının?"

 

"Yav onlarınki iş kazası. Kimseyi öldürmedik bu zamana kadar."

 

Tam sağlam ayakkabı olmasa da içimden bir ses en azından bu cinayette adamın doğru söylediğini fısıldıyordu.

 

"Tamam her neyse. Seni savunmam için bana daha fazla destek olman lazım."

 

"Tamam yav ne soruyirsan cevaplarım."

 

"Şimdi, bu kadın...neydi adı? Ha Nadide Parlak. Bunun sana borcu çok muydu?"

 

"Evet. Yüklü miktarda para aldı kocası. Senedi de karısının üstüne yaptırdı. Aldığı tüm parayı içkiye yatırmış ayyaş! Ama sonra sadece tehdit ettik. Vallah bir şey yapmadık."

 

"Dur bir saniye. Şimdi kadının ölüm şekli bıçakla boyun kestikten sonra dambılla öldürme yazıyor. Mantıken böyle bir güç israfına senin ihtiyaç dayanacağını sanmıyorum," dedim adamın iri cüssesine bakarak. Tek bir boyun sıkmasında kadını nefessiz bırakabilirdi zira.

 

"Hay şunu bileydin komiserim."

 

"Ama kim olabilir? Senden başka kimse yok şüpheli olarak."

 

Adam da benim gibi düşünceli bir hale büründüğünde "Valla bilmem ki. Kocası eve ayda bir anca uğrar. Onda da zavallı kadını döver çekip gider. Ben de o varken eve gelmeye çalışırım. O yoksa dışarıdan kadına borcu hatırlatır giderim. Öyle çok gelip gidenleri de olmaz aslında. Bilemedim şimdi," dedi.

 

"İyi düşün. Hiç mi tanıdıkları yok."

 

Başını iki yana salladığında kaşlarımı çattım. "Yani komşuları bile onları pek ziyaret etmek istemez. Çünkü değişik bir aile. Onlara yaklaşan belaya batar mazallah."

 

"Cesedi hiç gördün mü peki?"

 

"Yemin ederim hiç görmedim. Beni buraya yaka paça getirdiklerinde neden benden şüphelendiklerini de anlayamadım. Onlara en son iki hafta önce gitmiştim. Böyle birden bire sorguya getirilince çok şaşırdım."

 

Dudaklarımı büzüp kaşlarımı çattım iyice. Nedense adamın sözleri bana doğru geliyordu. İnanamıyordum ben de cinayetin onun tarafından işlendiğine.

 

"Sana yardım edeceğim. Ama bana her daim doğruyu söyleyeceksin."

 

"Tamam komiserim yav. Adın neydi senin?"

 

"Yusuf."

 

"Tamam Yusuf komiserim. Sen beni buradan kurtar iste benden ne istersen."

 

"Bir şey istemem. Sadece şu işi çözelim yeter."

 

Başını tasdik için salladığında cebimden not defterimi ve kalemimi çıkardım.

 

"Şimdi bana her şeyi en başından anlat. Bu aile ile nasıl tanıştın, ne kadar borç verdin, ne aralıklarla yanlarına gidersin?"

 

Elimdeki kalem adamın dediklerini yazarken ben de hepsini aklıma kaydetmeye başlamıştım. İçimden bir ses bu işi çözeceğimi söylüyordu. Ve daha anne karnında yitip giden masum yavrucuğun intikamı da bu şekilde alınacaktı.

 

🕯

 

Elimdeki notlarla toplantı odasına geldiğinde bizimkilerin hala gelmediğini gördüm. Bu durumda ayaklarımı göstermek için de biraz vaktim vardı. Odadan bir kere daha çıkıp adli tıpçı Hakan'ın yanına gitmek için bu sefer yukarı çıkan merdivenlere yürüdüm. Merdivenleri çıkmak inmekten daha çok acıtıyordu canımı ama yine de devam ettim. Odasına ulaştığımda kapıyı tıklatmadan içeri girdim.

 

"Neredeymiş benim bir numaralı kasabım? Hele hele hele!"

 

Odaya hunharca girdiğim için ve daha önce genelde bu saatlerde boş olduğu için tedirgin olmamıştım ama içerisi tıklım tıklım doluydu. En azından yedi kişi ve bir de ceset vardı.

 

"Bu ne biçim vaziyet böyle?"

 

Yaşlı bir adli tıpçı bana sert sert bakarken Hakan mahçup bir şekilde alt durağını ısırdı. Önce yaşlı adama sonra Hakan'a sonra diğerlerine ve en son da cesede baktım. Bir kadın cesediydi ve şu an yanlış görmüyorsam tam olarak da boyun kısmını dikmekle meşgullerdi. Mevlam bir kere daha yardım etmiş olacaktı ki Nadide Hanımın cesedi ile aynı ortamdaydım.

 

"Efendim çok çok özür dilerim. Ben iki dakika şurada bekleyeyim siz işinize devam edin lütfen. Daha sonra Hakan ile acil görüşmem lazım."

 

Allah'tan adam insafıydı da bir şey demedi. Sandalyelerden birine oturduğumda fazladan tatlı bir kedi gibi gözlerimi büyüttüm ve efendi bir çocuk gibi ellerimi dizlerimin üstüne koydum.

 

"Cenaze namazı için başının ayrı olmaması gerekiyor. Dahası zavallı kadının kimsesi yok."

 

Adli tıpçılar kendi aralarında konuşurlarken can kulağıyla dinliyordum.

 

"Fetüs de ölmüş ne yazık ki. Henüz iki aylıkmış."

 

"Bu tırnak izleri de cinayet öncesinde bir çarpışma olduğunun göstergesi."

 

"Dişlerinin tamamı takma. Genç yaşta hepsini kaybetmiş yazık. Bir şey yiyip içebiliyor muydu ki bu hali ile?"

 

"Tırnaklarında kalan deriler kendisine ait değil. Bedeninin hiçbir yerinde böyle bir yırtığı yok."

 

Gizlice aldığım bu notların tamamı içime su serpiyordu nedense. Biraz daha yaklaşıyor gibiydim çözüme. İşlemleri neredeyse bir saat sürdü. Bizimkilerin bu süre zarfında gelmemiş olması için dua edip durdum ama zaten gelselerdi ne yapıp edip beni bulurlardı. Ceset nihayet çıkarıldığında Hakan ile baş başa kaldık.

 

"Zavallı kadın çok üzüldüm ya."

 

Hakan ellerini önlüğünün iki cebine koyup öylece bakarken ben de ona bakıyordum.

 

"Kadının takma dişleri mi varmış?"

 

"Hım."

 

"Hakan baksana."

 

"Ne oldu?"

 

"Ayaklarım çok acıyor."

 

Bıkkınlıkla bir nefes verdi.

 

"Yusuf kaç defa diyeceğim lan ben doktor değilim cesetlere bakıyorum git lan doktora göster kendini."

 

"Gittim ya valla ama hala acıyor."

 

"Üstüne basma o zaman ne yapayım."

 

"Ne yapam uçam mı?"

 

Hakan benden uzun kıvırcık saçlı kalın çerçeve gözlüklü biriydi. İyi niyetli ve espriliydi. Onunla iyi anlaşırdık.

 

"Hadi ya bir kere daha bak ne olur sanki. Ayaklarım çok acıyor gerçekten."

 

"Of! Yat şuraya."

 

Biliyordum beni kıramayacağını. Ondan bir teşhisten ziyade ilgi bekliyordum belki de. Bir arkadaşın şifalı elleri sıradan bir doktordan daha iyi geliyordu bana.

 

Ayaklarımı elleri ile kontrol ederken "Burası acıyor mu?" diye sordu.

 

"Aaa!" diye bağırdım.

 

"Peki ya burası?"

 

"Aaa!"

 

"Ya burası?"

 

"Aaa!"

 

Dokunduğu her yer acırken bana şaşkınlıkla baktı.

 

"Doktor sana tam olarak ne dedi?"

 

"Bilmem ki hatırlamıyorum. Şeyle uğraşıyordum o zaman."

 

"Ney?"

 

"Şey işte, eee... röntgen çekti ama. Getirem mi?"

 

"Getir de bana kalırsa ayaklarında kırıklar var. Ulan ne garip adamsın nasıl yürüyon lan bu ayaklarla? Deli misin nesin?"

 

"Yürümüyom ki koşuyom," dedim yattığım yerde kollarımı iki yana hareket ettirerek.

 

Başını iki yana olumsuzca sallarken. "Git hadi doktora görün bir daha. Sonra da çok üstüne basmamaya çalış. Bana kalırsa kırıklar fena. Destek sağlanması gerekebilir."

 

"Nasıl destek?"

 

"Eklemlerine metal ekleme yapılabilir. Tam eklemler kötü durumda baksana. Emin değilim ama sen bi doktora görün."

 

Hakan gözümü iyice korkuttuğu için yattığım yerden hızla kalktım.

 

"İçimi karattın be kasap! İnsan yalan da olsa güzel şeyler söyler."

 

"Yalan söylersem sen de yakında bu yatakta yerini alırsın," dedi.

 

Kast ettiği şey bir ölü olarak onun hastası olmamdı. Yutkunarak gergince bir yatağa bir ona baktım. Gözlerimi devirerek odadan çıktım. Arkamdan gülüyordu ama ben gülmüyordum. Atlamasaydım iyi olacaktı. Şimdi bu ayaklar başıma bela olacaktı. Yürümeden nasıl yürürdü bu işler?

 

Merdivenlerden aşağı inip toplantı odasına ilerlediğimde Murat ve Devran'ın odaya doğru yürüdüğünü gördüm. Benim aksak adımlarım onlara yetişmeme engel olsa da Murat hissetti mi ne etti arkasını dönüp bana baktı.

 

"Yusuf?"

 

"Selam!"

 

Elimi kaldırarak onlara selam verdim. Hem Murat hem Devran selamımı aldı ama ikisi de bir problem olduğunu anlamışlardı. Normal. Her saniye deli gibi etrafta sektiren insan normal biri gibi yürüyor elbette anlarlar.

 

"Ne oldu?"

 

Ben onlara yavaş yavaş gelirken onlar daha hızlı geldiler bana.

 

"Sormayın ya, Hakan ayaklarımın kırık olduğunu söyledi. Acayip moralim bozuldu."

 

"Oğlum sen de iyi alıştın şu Hakan'a he! Ya bu adam dirilere değil ölülere bakıyor anlasana. Sen diye sürekli ona gidip duruyorsun?"

 

Devran koluma girip destek olurken hayıflanıyordu.

 

"Dirilerin doktorlarına güvenmiyorum da ondan. Eğer işlerinde başarılı olsalardı bunca insan ölmezdi. Bu adam işinde gayet başarılı demek ki baktığı ölülerden hiçbiri dirilmedi."

 

"Ulan ne tuhaf adamsın ya. Yusuf Gazel bu dünyaya gariplik yapmak için gelmiş. Dünyanın en tuhaf en acayip adamısın yemin ediyorum."

 

Devran söylenmeye devam etse de Murat'a göz kırpıp yürümeye devam ediyordum. Ben de takılıyordum ama bir yanım da ciddiydi. Ayaklarım gerçekten kırıksa ne yapacaktım?

 

Bir kolumda Murat diğerinde Devran birlikte toplantı odasına girdiğimizde birkaç saniye sonra diğerleri de gelmeye başladı.

 

"Komşularla görüştük. Ailenin Osman Çelik'ten başka bağlantı kurduğu kimsesi yok. Kadının ailesi bile çoktan ölmüş. Geriye sadece bu mafya kalıyor. Kesin katil o."

 

Selim elindeki raporu Yakut komisere sunarken oturduğum yerde kıpırdandım.

 

"Ayrıca otopside görünen o ki kesim yapılan bıçak evin bulunduğu çöp konteynerinde bulunmuş. Ve en tuhafı ile bu bıçak Osman Çelik'e aitmiş."

 

Ali bunları söylediğinde kaşlarımı çattım. Osman Çelik'e ait bir bıçak mı? Bu durumda cinayet ile mutlaka bağlantısı var. Peki ya nasıl?

 

"O halde tüm işaretler Oso'yu gösteriyor öyle mi?"

 

Yakut komiser önüne gelen raporları incelerken son kararı vermek üzereydi. Elimizden giden bir suçluyu yeniden almak biraz zordu. Mahkeme bir kere hükme karar verdi mi içeriye girdikten sonra çıkarmak bir hayli uzun sürecekti. Kaldı ki bir stajyer olarak o zaman beni kimseler dinlemezdi. Vaktimin olmadığını anlayınca hızla elimi kaldırdım. Herkes sıra ile bana bakınca Yakıt komiser de baktı.

 

"Ne var Yusuf?"

 

Elimi yavaşça indirirken söyleyeceğim şeyleri toplamaya çalışıyordum. Farklı bir fikir beyan etmek kıdemli polislere beceriksiz demekle eş değerdi. Yine de damgalanacak olsam bile konuşacaktım.

 

"Komiserim sizce de bu cinayet çok acemice işlenmemiş mi?"

 

Oktay bana bakarken ciddiyetle dinliyordu. Ali ve Selim ise çoktan bıkkınlıkla göz devirip başka tarafa döndüler. Beklemeden devam ettim.

 

"Bir mafyadan bahsediyoruz. Yıllardır bu işin içinde ve bir cinayet işlenecek olsa, ki böyle bir cinayette tüm okların ona yöneleceğini biliyor olmalı. Neden bu kadar bariz bir riske girsin?"

 

Sözlerim Yakut komiserin aklına yatmış olacak ki elindeki raporları bırakıp bana odaklandı.

 

"Acemice olması iğrenç bir cinayet olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ne sandın? Filmlerde olduğu gibi mafyalar üstün zekalı maçolar falan mı?"

 

Ali aşağılayıcı bir ses ile beni bastırmaya çalıştığında ona uymadım. Yakut komiser bana odaklanmıştı. Ona doğru oynamalıydım kozumu.

 

"Sadece bu da değil elbette. Kullanılan bıçak son dönemlerin en meşhur et bıçaklarından. Bu bıçak hakkında yapılan bir ankete göre her on kadından sekizi eti tek hamlede kestiğini söylüyor. Bu durumda tek bir darbede kadının boğazının kesilmesi ve kapıya meyledecek gücünün olmaması gerekirdi."

 

Tam bu noktada Ali ve Selim ilk defa bana baktılar. Şüphelerim onları da kuşkulandırdığında daha iştahlı devam ettim.

 

"Ayrıca maktulun tırnaklarında deri kalıntıları bulundu. Bu da cinayet sırasında bir boğuşma olduğunu ortaya çıkarıyor. Fakat Osman Çelik'in bedeninde herhangi bir tırnak izi yoktu."

 

Osman Çelik'i nerede gördüğümü ve tüm bunlara nasıl ulaştığımı sormalarını bekledim. Şayet böyle bir soru gelirse cevabım da hazırdı ama sormadılar. Durumun çelişkisi onlara daha cazip gelmişti.

 

"Son olarak," dedim kuruyan dudaklarımı ıslatarak. "bıçak darbesinden sonra her ne şekilde kadın ölmediyse bile dambıl darbelerindan sadece bir ya da iki tanesi ile bayılmış olması gerekirdi. Osman Çelik'in cüssesine göre. Fakat adli tıp uzmanlarına göre tam otuz defa başına darbe almış. Kemik zedelenmiş ve ölüm ancak o zaman başlamış. Bu da demek oluyor ki, bu darp işi Osman Çelik gibi iri biri tarafından değil de daha cılız biri tarafından yapılmış."

 

Herkes şoka girmişti. Murat belli etmeden omzumu hafifçe sıktığında bu tebrik ederim anlamına geliyordu. Ben de kendimi tebrik ediyordum. En azından böylesine mantıklı çıkarımlar bulduğum için.

 

"E o halde kim bu katil?"

 

Yakut komiser nihayet fikirlerime karşılık verdiğinde "Osman Çelik değilse onun tanıdığı olmalı," dedi Oktay.

 

"Anlaşıldı!" Yakut komiser cebinden çıkardığı telsize hızla bir anons geçti.

 

"Tüm ekiplerin dikkatine. Oso lakaplı mafya Osman Çelik'in malikanesine ani bir operasyon düzenleyeceğiz. Ekibimize takviye için on kişilik destek hazır olsun."

 

Anons bittiğinde onlar da ayağa kalkmıştı. Gidiyorlardı. Beni yine götürmeyeceklerdi belli ki. Ama bu sefer o kadar da üzülmedim. Çok sürmedi zaten. Yaklaşık yarım saat içinde üçü kadın on iki kişi emniyete getirildi. Sorgu odasına teker teker alındılar. Bedenleri incelendi ve sadece bahçıvan dışında derisinde yırtık olan tespit edilemedi. Bahçıvanın sorgusu için hepimiz hazır beklerken sorguya Oktay girdi.

 

Öncelikle bedenini inceledi yeniden. Fakat adamın dikenlerden dolayı olduğunu söylemesi ve gerçekten de tırnak izinden ziyade diken izine benzemesi ile bu fikrim çürümüş oldu. Herkes bana beklenti ile bakarken ne diyeceğimi bilmiyordum. Katilin bambaşka biri olma ihtimali de vardı ama bıçak Osman Çelik'e ait olduğuna göre tanıdık olması daha yüksekti.

 

"Olayın olduğu gün şehir dışındaydım. İsterseniz aşçı başı Kenan abiye sorun komiserim."

 

Soruldu ve şehir dışında olduğu doğrulandı. Fakat nasıl?

 

"Daha önce maktulun evine gitmişliğiniz var mı peki?"

 

"Hayır komiserim. Bu tarz işlerle biz ilgilenmeyiz."

 

Adam her soruya mantıklı cevaplar verirken içim hiç rahat değildi. Belki de kuruntu yapıyordum ama bu adamdan iyi bir enerji alamamıştım.

 

"Komiserim izin verirseniz bir de ben girebilir miyim sorguya?"

 

Yakut komiser bana bakmadı bile.

 

"Sormak istediğin bir şey varsa sor Yusuf. Görmüyor musun adam katile benzemiyor."

 

"Lütfen efendim. Bir kere, sadece bir kere. Onunla kendim konuşmam gerek."

 

Pek istekli olmasa da izim verdi. Oktay çıkarken ben girdim içeri. Ayaklarım acıdığı için hızla oturdum sandalyeye.

 

"Bitmişti aslında sorgu."

 

"Kimse sana öyle bir şey demedi. Bir de ben göreyim şu çizikleri."

 

Adam bıkkınlıkla ayak bileklerini açtı. Eğilip baktığında henüz taze olduğunu gördüm.

 

"Cinayet üç gün önce işlenmiş. Ceset üç gün beklemiş. Şayet bir tırnak izi varsa deri kapatması gerekirdi. Seninkiler gayet taze görünüyor."

 

"Dün oldu çünkü."

 

"Yine de sence de diken izine göre daha geniş görünmüyor mu?"

 

Sanki bilerek çiziklerin üstünden gidilmişti.

 

"Defalarca kez çizildi komiserim ondandır."

 

"Evli misin?"

 

"Hayır komiserim. Kız arkadaşım var."

 

"O nerede şu an?"

 

"Şehir dışına çıktı."

 

"Neden?"

 

"Birlikte taşınıyoruz. Evleneceğiz."

 

"Ne zaman çıktı şehir dışına peki?"

 

"Üç ya da dört gün önce olması lazım."

 

"Üç mü dört mü?"

 

"Üç galiba."

 

"Yani cinayetin olduğu gün."

 

"Komiserim ne ima ettiğinizi biliyorum ama o kadını ben öldürmedim. Yemin ederim."

 

"Bu gibi durumlarda yemin bir hiçtir."

 

"Fakat başka bir şey de yok elinizde. Masumum ben."

 

Doğru söylüyordu. Aslında onunla konuşmadan önce kendimden öyle emindim ki mutlaka bir açığını yakalayacağımı düşünüyordum ama tamamen tersi olmuştu.

 

"Kalkabilir miyim?"

 

Sorgu odasına baktım. Göremedim ama kelepçeleri çözmem gerektiğini biliyordum. İstemeden de olsa cebimdeki anahtarı çıkarıp adamın bileklerine doğru uzattım. Gömleğinin bilek kısmını kıvırıp tam açmıştım ki "Bu da ne?" diye sordum.

 

Tam bileğinin iç kısmında diş izleri vardı. Yeni sayılmayan derin diş izleri.

 

"A aa sevgilim yaptı. Biz, onunla..."

 

"Ama bunlar takma diş izleri..."

 

Hızla gözlerimi ona kaldırdığımda ürperti ile bana bakıyordu.

 

"Tam da maktulun ağzında olanlardan?"

 

 

🕯

 

Selamlar bebekler. Biraz geciktim ama şu aralar çok kötü bir ruh hali içindeyim. Lütfen bana dua ediniz. Rica ediyorum. Bazı tamamlanması gereken meselelerim var. Kitap yazmak istiyorum ama hislerim o kadar ağır ki odaklanamıyorum bile. Profesyonel serisini her zamanki gibi çok seviyorum ve yazmak istiyorum. Ama şartlar el vermiyor.

 

Bir sonraki bölüm Heyzır'ın ağzından olacak. Bu şekilde bir geçmişe bir geleceğe giderken aklınız karışıyor mu yoksa Yusuf Gazel'e de alıştınız mı? Umarım istediğim şekilde aktarabiliyorumdur.

 

3. Kitap da diğer ikisi gibi 70.000 kelime olacak. Bu da takriben 14 bölümümüzün kaldığını gösteriyor. Bu kitapta Yusuf Gazel'in tüm hikayesini anlatmayı planlıyorum.

 

Gelecek bölümlerinde de çok heyecanlı ve romantik yerler gelecek inşaAllah yazabilirsem (;

 

4. Kitaba geçmeden güzel şeyler olur diye umuyorum.

 

Siz neler düşünüyorsunuz?

 

Bu arada bir önceki bölümde beni yanılttınız. Binlerce yorum istemiyorum sizden önceki gibi dolu dolu 500 olsa kafi. Okuyorum hepsini ve ilham alıyorum. Çoğu zaman da eksiklerimi görüyorum.

 

O yüzden lütfen fikrinizi beyan etmeyi es geçmeyin.

 

Keyifli okumalar dilerim ❤️

Loading...
0%