Yeni Üyelik
45.
Bölüm

45. Bölüm

@hakugu

 

Meriç Uysal 🪷

 

Görünenin ötesinde bir hayatım var. Herkesin mi öyle bilmiyorum ama ben her zaman içimde saklamak zorunda olduğum hislerle bezeliyim. Dışarıya göstermek istediğim birçok duygu var ama hepsi içimde bir yerlerde sıkışıp kalmış gibi. Ağzına kadar dolu bir şişeymişim de tek bir delik bulunca tazyikle her şeyi dışarı salıverecekmişim gibi.

 

Çok gitmek isteyip gidemediğim bir yok oluş var. Bu zamana kadar bana benzeyen biri olmadığı için mi bu yalnızlığım? Eğer kendime benzeyen birini bulursam rahata erebilir miyim? Neden buradayım? Onu görmek neden benim için bu kadar önemli? Bir kere konuştuğum biri oysaki. Tamamen ayrı kulvarlarda olduğum biri oysaki. O hayatını benim gibi yaşamıyor aslında. Ben her defasında atacağım adımı hesaplıyor ve milimi milimine uygun davranıyorum. Peki ya o? Benim göstermekten çekindiğim her hissi açıkça seriyor gözler önüne. Böylesine şeffaf olduğu için mi buradayım? Benim karmaşık dünyamı açması için mi peşindeyim? Bir alacakaranlık vaktinde dolunayımı gün yüzüne çıkarsın diye mi arkasındayım?

 

Cezaevinin kapısından içeri girdiğimde herkes yemekteydi. İtiraf edemediğim bir şeyler vardı içimde ve apaçık görünen şeyse Tuvana'yı ziyarete gelmemdi. Onda bir şey vardı beni kendine çeken. Bir şeyler vardı ve ben o şeyler için peşinden gelmeye razı olmuştum. İlk defa attığım adımları hesaplamadan gelmiştim. Devamında ne olacağını düşünmeden onu görme isteğimi bastıramamıştım. Yanlış bu, biliyorum. Fakat öylesine bir bulmacayım ki ancak Tuvana gelirse cevabım ortaya çıkacak gibi.

 

Beni görmesi ile cezaevi müdürü ve yardımcısı koşarak yanıma geldiler. Daha önceleri pek sık gelmediğim bu yer genelde bir olay olduğunda ziyaret ettiğim yerlerdendi. Onlar da endişelenmiş olmalılardı ancak ben olabildiğine sakindim. Gardiyanlardan birkaçı da bana baktığında gözlerim tutukluklar üzerinde gezindi. Tek tek bakmama rağmen onu görememiştim. Burada olduğundan emindim oysaki. Görmeyeli yüzünü unutmuş olabilir miyim? Sanmam. Dün gibi aklımda.

 

"Hoşgeldiniz komiserim, kime bakmıştınız?"

 

"Tuvana," dedim. Bir an için soy ismi aklıma gelmemişti. "Tuvana isimli bir mahkum vardı. Burada kayıtlı olması lazım. Ecmel davasına karışmıştı."

 

Başta kim olduğunu bulamasalar da sonradan hatırladılar sanırım.

 

"Aa şu çirkef kadın mı?"

 

Çirkef deyince müdürün yüzüne sinirle baktım. Belki öyleydi ama nedense bu hakaret bana gelmiş gibi hissetmiştim. Hem tamamen zıttım hem de bir o kadar benzerim olan bu kadına edilen bir hakaret bile bana isabet ediyor gibi gelmişti.

 

"Kendisi hücre cezası aldı. İki gün orada kalacak."

 

Şaşkınlıkla müdüre baktım. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Davası diğer suçlara göre çok ağır değildi ama hücreye atılmıştı öyle mi?

 

"İki gün mü? Ne yaptı ki? Neden hücreye attınız?"

 

"Kaçmaya çalıştı komiserim. Üstelik kaçarken iki gardiyanımızı da yaraladı."

 

Benim gibi. Ben olsam ben de kaçmaya çalışırdım. Bedenimi esir alsalar bile asla tutuklanmayan ruhum kaçmak için mutlaka bir çare arardı.

 

"Ayrıca mahkumlarla da pek iyi geçinemiyor. Ne düşündüğünü kestiremiyoruz. İçinde başka biri var sanki."

 

Bilirim. İki kişilikli gibi görünmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim.

 

"Onu görebilir miyim?"

 

"Efendim?"

 

Müdür anlamazca yeniden sordu. Hücreye atılmış bir mahkumu görmeyi istemek olabildiğine abes olmalıydı. Bir kere daha tekrar etmekten kaçınmadım.

 

"Tuvana isimli mahkumla görüşmek istiyorum."

 

Hiç ziyaretçisinin olmamasından mütevellit bu talebe yabancı olan gardiyan bana tuhaf bir bakış atarak önden gitmeye başladı. Bu kişi ben olmasam eminim böyle bir görüşe izin vermezlerdi. Ki zaten benden başka ziyaretçisi de yoktu. Benim yok mesela. Onun da yoktur. Bugün hapse girsem bir nedenden dolayı aylarca soranım olmaz. Bir çift çamaşır getirenim olmaz. Meriç sen de neredesin diye yokluğumu hisseden olmaz.

 

"Buyurun efendim."

 

Müdürle görüşüp gardiyanın peşine takıldığımda bomboş koridorda yürümeye başladık. Gardiyanın anahtarlarının şıkırtısı, çizmelerimin gıcırtısı ve yoğun bir küf kokusu hakimdi. Mahkumlar için beş yıldızlı otel sunulmuyordu elbette ama yine de bir kere içeri düşersen dışarı asla eskisi gibi çıkamazdın. Bir defa parasızsan zaten en baştan kaybetmiş olurdun. Ve kimsen yoksa. Ayrıca bir de sessiz olursan tamamen işin bitmiş demektir. Tüm bunlar olduğunda bile fiziki olarak bakımsız olan binada asla sağlıklı kalamazsın. Yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olan binaların bitmek bilmeyen küf belası her köşeye sinmiştir. Aldığın her nefes ciğerlerine yosun oluşturan bir yakış ile ilerlerken asla sağlam bir ciğer ile çıkamazsın dışarı. Kendin yapacak kadar yemeğin yoksa, verilenlerle idare etmek zorunda kalırsın, ki yiyebilirsen...

Bir de diğerlerinin yaptığı yemeğin iştah açan kokusu vardır ki, dışarıda olsan bu kadar isteğin olmaz yemek için. Tüm bu ihtimaller iyi gittiğinde bile günler geçmez. Aylar bitmez. Saatin yelkovanı bile seninle alay edercesine geri geri gider. Her baktığında saat aynıdır. Zamanla da geriye gider sanki. Ve senin hüküm günlüğün iki üç katına çıkar.

 

Elbette bunları düşünürken onlara acımıyorum. Yaptıkları fenalıkların karşılığı bile olmuyor bazen bu şeyler. Yine de, bazen, bazıları, yanlışlıkla ya da hak etmediği halde içeride oluyor. Buna biz bile engel olamıyoruz. Buna adalet bile engel olamıyor. Bu, yazısız bir kural gibi işlenen talihsiz bir olay.

 

Ecmel davasında Tuvana baş rol gibi görünse de kendimi nedense huzursuz hissediyorum. Ona bakınca, o, zavallı ve çaresiz yüz ifadesini görünce kendi çocukluğum aklıma geliyor. Dilenci gibi. Köle gibi. Hiçbir şey gibi.

 

Gardiyan köşeyi dönüp durduğunda ben de durdum. Hemen birkaç metrekarelik bir odacığın birden fazla kilidini özensizce açtı. Bu dış kapıydı. Dışarıdan herhangi bir haber almaması için ve mümkünse insan olduğunu unutana dek yapayalnız kalıp aklını başına alması için.

 

Sıra iç kapıya geldiğinde sadece üst taraftaki pencereyi açtı gardiyan. Telli bölüm önümüze geldiğinde "Hey!" diye seslendi. Halsiz olduğunu düşündüğüm Tuvana bir deli gibi kapıya tüm bedeni ile çarptığında ellerini delikli demir pencereye vurdu.

 

"Çıkarın beni buradan! Çıkarın! Çıkarın!"

 

Sesi kısılmıştı. Dedikleri pek anlaşılmasa da apaçık çıkmak istiyordu. Bunu sadece soğuk demire tüm gücüyle vuran ellerinden bile anlayabilirdim.

 

"Bir komiser görüşecek seninle. Uslu dur, gününü uzatma."

 

Gardiyan sırayı bana verdiğinde Tuvana bitmek bilmeyen bir bağırış ve çırpınışı gösterdi. Bekledim. Sessizce onun içini dökmesini bekledim. Hakaretler küfre, küfürler isyana, isyan yakarışa döndüğünde bitmez gibi görünen kelimelerinin aradı yavaşça kesildi. Uzun süre kendinden geçene dek bağırdıktan sonra nihayet yoruldu ve yavaşça kapının önüne çömeldi. Sırtını kapıya yaslamış dizlerini karnına çekmişti. Böylesi bir anda bile onu izliyordum. İzlediğimi biliyordu. Kim olduğumu da biliyordu.

 

"Neden geldin?"

 

Cevabım yoktu. Ben de bilmiyordum neden geldiğimi. Ama gelmiştim işte. Belki konuşuruz ve ben kendimi bulurum o da kendini. Belki bir süreliğine dünya daha adil bir yer olur. Belki demirin soğukluğu ve küf kokusu az da olsa farklı bir şeye dönüşür.

 

"Bana bakıp zamanında ne kadar zavallı olduğunu anımsayıp şimdiki haline şükretmek için mi sürekli peşimdesin?"

 

Belki. Bunu kabullenmek istemesem de belki. Net cevabı olmayan her sorunun birden fazla ihtimali vardır.

 

"Tüm zamanlarımın en zavallı halini yaşıyorum. O kadar zavallıyım ki neredeyse kendi b*kumda boğulacağım. Yeterince tatmin olduysan gidebilirsin."

 

Gitmek mi? Daha yeni gelmiştim. Ben de onun gibi sırtımı kapıya verdim ve yavaşça çömeldim. Böylesi daha iyiydi. Hem kim kendi b*kunda boğulmuyor ki? Kimi dışarıdan kimi içeriden yavaşça boğuluyor.

 

"Dışarıda bahar geldi. Ağaçların tomurcukları çiçek açıyor," dedim bambaşka bir konu açarak. "Her yer meyve çiçeklerinin kokusu ile donanmış. Bazı yabani otlar da kaldırımlardaki kilit taşlarının arasından fışkırmış. Görsen ne tuhaf bir görüntü. İnsan neden orada olduklarını sorguluyor. Gidip güzel bir bahçede açmak yerine neden kaldırımdaki o berbat yeri seçerler ki?"

 

Dinliyordu sessizce. Dinlediğini biliyordum.

 

"Gökyüzünün mavisi o kadar berrak ki, sanki özel olarak boyalar seçilmiş ve sürülmüş gibi. Dokunsan parmak uçların maviye bulanacak gibi. Hem gelirken ayağıma bir taş takıldı. Ta emniyetten buraya kadar sürükledim onu. Dışarıda. Bakmak istersen kiremit rengi oval bir şey."

 

Onu görecekmiş gibi başımı arkaya doğru çevirdim hafifçe.

 

"Tüm bunlar yaşamak için güzel nedenler değil mi sence?"

 

Cevap vermedi, ama dinlemeye devam etti.

 

"Belki de haklısın. Sende kendimi görüyorum ve bu yüzden peşine takılıp duruyorum."

 

Yeniden önüme döndüğümde derin bir iç çektim.

 

"Ama masum değilsin artık biliyorum, en az benim kadar. Yine de özgürlüğünü kazanmanı istiyorum. En az kendim kadar."

 

Gülmeye benzer bir çıktı, hiç eğlenceli olmayanlarından.

 

"Özgürlük mü? Hayatımda bir kez bile özgür olmadım ben."

 

"İyi ya tadına bakarsın işte."

 

Bir kere daha güldü. Bu sefer hoş bir kıkırtıydı. Şimdi daha rahattım. Nedense içimde onun bu sözlerimi uygulayacağına dair bir his vardı. Her gelişimde bir çiçek gibi açmasa da kaktüs olup bir kenarından çiçek çıkarmak için çabalayacağına inanıyordum. Tıpkı güzel bir bahçe yerine her gün ezilme tehlikesine rağmen kaldırımda açan yaban çiçekleri gibi.

 

"Dünya, yaşamak için harika bir yer olmayabilir. Ve insanlar hayatımızda istediğimiz ideal canlılar olmayabilir. Bileklerin kelepçeli, gözlerin bağlı, kulakların kapalı da olabilir. Yine de kimse hayallere müdahale edemez. Gördüğün kapkara bir gece olsa düşlerinin rengarenk olmasına izin ver. Kimse sana vermiyorsa, sen kendin al sevgiyi. Ve yaşamak için çabala."

 

Ayağa kalktı. Bunu ondan gelen tıkırtılardan anlayabiliyordum. Ben de kalktım. Ama beklediğim gibi delikli yerden bakmadı bana. Hemen yanında durup sesimi daha iyi duymaya çalıştı muhtemelen.

 

"Gidiyorum ama yine geleceğim. Sen buradan çıkana dek her fırsatta yeniden geleceğim."

 

Yerinde kıpırdandı. Bakmamak için kendini zor tutuyordu.

 

"Bir an önce çık şu hücreden. Ve kendine iyi bak."

 

Birkaç saniye bekledim sessizce sonra geri dönüp yürümeye başladım. Adım gibi biliyordum ki ben giderken, gözden kaybolana dek, koridorun köşesine denk gelip beni göremeyeceği bir yere geçene dek arkamdan bakmaya devam etti. Hatta daha iyi görebilmek için delikli bölüme iyice yaklaştı. İyice bastırdı kendini. Nihayetinde tamamen gittiğimde ise yüzünde küçük bir tebessüm oluştu.

 

Biliyordum.

 

Çünkü biri bana böyle yapsa aynen böyle olurdum. Ne yüzüne bakmaya cesaretim olur ne de onun gitmesini isterdim. Tuvana ve ben tuhaf bir şekilde birbirimize benziyoruz. Birimiz uçurumun kenarında birimiz dağın eteklerinde. Ortada buluşmak çok zor ama birbirimize bakmaya devam ediyoruz. Ve gittikçe aradaki mesafe kısalmaya devam ediyor.

 

 

🪷

 

Devran Korkmaz

 

Ayda bir olan rapor günüm yine gelmişti. Her seferinde bu ortama girmek beni dehşet bir tiksintiye büründürse de başka çarem yoktu. Asla tahmin edemeyeceğim sinsilikte gizlenmiş olan ajanları beni takip ediyordu ve benim bundan kaçışım yoktu. Mağaza gezerken kasiyer onlardan biri olabilirdi, kapıcımız onlardan biri olabilirdi, eve tamire gelen elektrikçi, ekmek aldığım fırıncı ve herhangi biri. Adamlarını öyle titizlikle yerleştirirlerdi ki, bu dünyada sadece kendime güvenebilirdim.

 

Kendimi bir kurbağa gibi hissediyordum. Yine de bazen bir kurbağa olmak bataklık üstünde yaşamak için yeterli olmaz. Orası zamanla onlar için bir yaşam alanından ziyade her dakika daha çok battıkları bir kabusa dönüşür. Yüzme kabiliyetleri ve defalarca kez zıplamak bir işe yaramaz. Her defasında bu bataklık tarafından yutulmaya devam ederler. Belki de çıktıkları nilüfer yaprağına ihanet ettikleri içindir bu işkence. Kim bilir belki de sadece zavallı oldukları içindir. Bazı kurbağalar yem olmak için yaratılmıştır zira. Ve bazı kurbağalar da onları seyretmek için. Acınası bir gidişatım olsa da yem olmamak için çabalayıp duruyordum. İçimden çıkmak bilmeyen eskiye dayanan bir ihanetin cehennem ateşi yüreğimi dağlayıp duruyordu. Sırf bu ihanet yüzünden düşmemiş miydim bu bataklığa? Sırf bu ihanet için değil miydi içimdeki vicdan azabı? Sırf bu ihanet için artık hayattan hiç zevk almıyordum. Ne geldiğim yemekten ne içtiğim sudan. Hepsi yavan bir tas yulafa benziyordu. Yedikçe ağzım buruşuyor, yedikçe susatıyor ama asla susuzluğun kesilmiyor. Keşke diyordum her defasında. Keşke seneler önce o ihaneti yapmasaydım. Keşke, keşke seneler önce paranın ve makamın göz boyayıcı güzelliğine kanmasaydım. O günden sonra o kadar çok keşke dedim ki, o kadar çok pişman oldum ki, bir şansım daha olsaydı şayet o güne gider ve kendimi öldürürdüm. İşte ancak o zaman rahata ererdi ruhum.

 

Örgütün toplantı binasından içeri girdiğimde herkes sıradan insanlar gibi çalışıyordu. Hepsinin ast üst ilişkisi altında birer köle olduklarını bilsem de dışarıdan sıradan bir şirket ortamına benziyorlardı. Hep yaptığım gibi danışmana gidip randevum olduğunu söyledim ve benim için açılan asansöre binerek on üçüncü kata çıktım. Toplantı salonu en üstteydi ve yine tüm üyeler toplanacaktı. Böyle zamanlarda onların yüzünü görmektense bir sebep olup ölmeyi diliyordum. Ama insan her istediğinde ölemiyor ne yazık ki. Ölmemek için direnenlerin ölmesi ne kadar acıysa, ölmek isteyenlerin de bir türlü ölememesi bir o kadar acı.

 

Ceketimin düğmelerini ilikleyip kravatımı sıkılaştırdım ve geniş toplantı salonunun devasa kapısının önünde durdum. Çok geçmeden kapı arkadan açıldı ve içeri girdim. Hep olduğu gibi alt statüde olan kişiler erkenden gelmiş diğerlerini bekliyordu. Alt statü dediklerim de; savcı, hakim, polis, asker ya da eğitimciydi. Kendi bulundukları ortamda örgüt için ajanlık yapıyor, insanların nabzını ölçüyordu. Her birinin kazancı devletten aldığının yüz misliydi. Her birinin yurt dışında özel gayrı menkulleri vardı. Her biri dışarıda saygın ama örgüt içinde ahtapotun değersiz kollarından biriydi. Öyle ki, biri gitse diğerinin yeri birkaç saniyede dolduruluyordu. Elbette bu gidenin iyi bir şekilde gidebildiği anlamına da gelmiyordu. Örgütten ayrılanlardan genelde hiç haber alınamıyordu. Mal varlıklarına el konduktan sonra ailesi sefil bir hayata mahkum edilene dek ilikleri kurutuluyordu. Hele ki benim gibi önemli bir dava içinde bulunuyorlarsa bu takip yedi cedlerine dek sürüyordu. Çocukları, torunları ve hatta torunlarının torunları bile mercek altına alınıyordu. Özetle bu örgüte bir kere bulaşanın yakası bir daha bir araya gelmiyordu.

 

Çoğu defa Pelin'i yurt dışında okutmanın iyi bir fikir olduğunu düşünüp en azından bu ortamdan uzak kalır diye düşünmüştüm. Ama yanılmışım. Yurt dışında bile ayağı olan bu örgütten kaçış imkansızdı. Öğretmenlerinden birine yaptığım tembihin birebir aynı cümleleri bir toplantı günü bana rapor olarak sunulduğunda anladım bu mahkumiyeti. Her yere kene gibi yapışmışlar meğerse. Tek dayanakları ise insan aklının alamayacağı kadar para. Örgütteki para birçok dünya devletlerinde bile yoktur belki de. Para içinde boğulacak kadar geniş hazinesi var. Böyle olunca kimse bu deryada yüzmek yerine boğulmayı tercih etmek istemiyor. Kimse karşı gelmek ve kral çıplak demek istemiyor. Diyenlerin de bir daha konuşmamak üzere dillerini kesiyorlar.

 

Dizili tekli koltuklardan birine oturduğumda diğerleri de gelmeye başladı. Tüm alt tabaka tamamlandığında sıra üst tabakaya geldi. Ayda bir Konya'ya gelen üst tabaka özellikle Yusuf Gazel davası hakkında bilgi toplar ve tatmin edici bir malumattan sonra uğrayacağı diğer şehirlere gider sonra da yurt dışına çıkardı.

 

Yusuf Gazel onlar için bir kabus olmuştu. Ondan sonra ve ondan önce hiçbir kimse bu kadar zarar vermemişti bu örgüte. Örgüt bir hendek olsa Yusuf dikili bir taştı. Örgüt bir kale duvarı olsa Yusuf bir oyuktu. Örgüt bir yün kazak olsa Yusuf bu örgüyü tek tek söken kişi olmuştu. Tarihlerinde hiçbir ismi bu kadar anmamışlardı belki de. Yusuf Gazel, herkes tarafından bilinen ve imtina edilen tek isimdi.

 

Çünkü Yusuf, örgütün şah damarını kesebilen tek kişi olmuştu. Oradan çok kan aktı ancak yeniden toparlanmayı da başardılar. Her ay bir ayin düzenler gibi Yusuf Gazel hakkında konuşup sonra da giderler. İçlerinden kimse doğru dürüst Yusuf'un adını ağızlarına almaya cesaret edemez. Onlara göre Yusuf lanetli bir insan. Ondan ölesiye korkarlar. Çünkü örgüt kutsal. Yusuf ise bu kutsallığı delip geçen tek melun.

 

Kapılar açılıp üst düzey yöneticiler içeri girerken hepimiz ayağa kalktık ve zaten ilikli olan ceket düğmelerimizi yeniden iliklemeye çalıştık. Toplamda yirmiden fazla olsalar da asıl yöneticiler üç kişiydi. Bu işi ilk başlatan Dr. Adnan Keşan, Adli tıp uzmanı Dr. Melik Kandemir ve uzman psikolog Fehmi Tanrıverdi.

 

Şu üç eğitimli insanın bir araya gelerek nasıl bir şeytanlığa yol açtığını insanlar duysa inanmazlardı. Dışarıdan öyle efendi, öyle bilgili görünüyorlardı ki. Takım elbiselerinin ütüleri asla bozulmaz, ayakkabılarının ruganları hiçbir şekilde buruşmaz, alınlarında tek bir çizgi olmaz ve her sözleri sanki yerden göğe haklılarmış gibi empoze eder dinleyenlerini.

 

Çok geçmedi yerlerine oturdular. Biz de oturduk. Onlar hep yaptığı gibi ellerine uzatılan bir aylık raporu okumaya başladı biz de başımızı eğip beklemeye başladık. Olağanüstü bir şey yoktu benim açımdan. O yüzden hiç tedirgin değildim. Her zamanki gibi konuşmalar ve tembihler yapılıp iyice tehdit de edildikten sonra salıverilecektik. Alışmıştık artık her ay aynı seremoniye. Yusuf Gazel'in geçmişte yaptığı sözde şeytani isyanlar yeniden anlatılıp ona defalarca kez lanet okunduktan sonra bitecekti her şey.

 

Mali işlerle sorumlu kişilerin defter kayıtları incelendi. İnsan kaynakları ile ilgilenen kişilerin tuttuğu notlar okundu. Yurt dışı kaynaklarımız gözden geçirildi ve sıra Yusuf Gazel davasına geldi. Asıl onun için gelmelerine rağmen sanki çok da önemli değilmiş gibi her zaman en sona atıyorlardı. Halbuki onunla alakalı herhangi bir gelişmeyi can kulağıyla dinleyip üst düzey önlem almayı ihmal etmiyorlardı.

 

Verdiğim rapor kısaydı. Bir çırpıda okunup bitmesi gerekirdi. Lakin nedense uzun sürmüştü. Başımı kaldırıp onlara baktığımda bir nokta üzerinde tartıştıklarını gördüm. Bu iyiye işaret değildi. Yazdığım şeyleri tekrardan gözden geçirdim. Elimdeki kopyayı üç kere baştan okudum ama anormal bir şey yoktu. Peki onlar neden?

 

"Devran Korkmaz."

 

"Evet efendim."

 

İsmimle hitap edildiyse büyük problem vardı. Terlemeye başladım bir anda. En son bu şekilde hitap edildiğinde Yusuf Gazel'in oğlu hakkında karar almıştık. İlk ilaçları götüren de ben olmuştum o aileye. Bu ağır vicdan azabından sonra bir kere daha yüzlerine bakamadığım için bu işi bir doktora atfetmiştim. Kendi yaşınızda bir insanı öldürdüğünüzde pişmanlık duyarsınız ama bir bebeği öldürmeye çalıştığınızda insanlığınızdan utanırsınız. Ve ben rezil bir adam olsam da o kadar alçalamamıştım.

 

"Burada Turhan Gazel'in aylık verilen ilaçlarını almaya gelmediği yazıyor."

 

Hızla dosyaya baktım. En sonda. Kağıdın arkasında. Küçük bir yere düşmüştü doktor notunu. Ve ben onu hiç görmemiştim. Yutkunarak yeniden okudum. Gerçekten almaya gitmemişti. Doktor hazırladığı ilaçların elinde kaldığını ama onu almaya gelen kimsenin olmadığını açıkça yazmıştı.

 

"Neden ilaç almadığını sorabilir miyiz? Normalde hiç aksatmazlardı."

 

Herkes bana baktı bir anda. Ne diyeceğimi bilemezken "Turhan Gazel için farklı bir hastanede tedavi talebi oluşturulmuş mu araştırın," diye emir verildi başka birine. Bu, bana beceriksiz, öl demekle eş değerdi. Yine çok geçmedi. Haber geldi.

 

"Efendim üç gün önce Konya özel Şüheda hastanesinden talep oluşturulmuş."

 

Bu ne demekti? Bu felaket demekti. Bu, Gazel ailesinin gözlerini açmaya başlaması demekti. Bu benim de sonum demekti. İlaçların tedaviden ziyade hastalık için verildiğini öğrenirlerse, önce doktoru sonra da beni bulabilirlerdi. Örgüte yine bir şey olmazdı çünkü bir şekilde ben içeri atılsam bile orada onların ismini vermezdim. Şayet verirsem bu ölüm anlamına gelirdi. Hem içeride hem dışarıda köpek gibi tuttukları insanlar varken onlara karşı gelmek aklımın ucundan bile geçmezdi.

 

"Doktor değişikliği kendi doktorlarından memnun olmayan hastaların yaptığı bir şeydir öyle değil mi Devran Korkmaz? İlaçları da almaya gelmediklerine göre bir şeylerden şüphelenmeye başlamışlar. Tüm bunlar olurken sen uyuyor muydun peki?"

 

İşte başlıyorduk. Önce kibar başlayan hakaretler sonrasında küfre ve nihayet ölüm tehdidine kadar uzanacaktı. Şayet bir çare bulunmazsa bu tehditle de kalmayıp icraate dönecekti. Benim ölümüm ise hiçbir şeyden haberi olmayan ailem ve meslek başında vefat etmiş bir polis olarak polis camiasında da şehit haberi olarak yayılacaktı o kadar. Kimse işin iç yüzünü asla bilemeyecekti.

 

"Beceriksizliğin yüzünden senelerdir sorun çıkmayan Gazel ailesi şimdi başımızı ağrıtacaklar."

 

"Efendim çok özür dilerim!"

 

"Özür dilemek ölüme engel olmuyor bilirsin."

 

"Hemen Turhan Gazel için yeni bir tedavi yöntemi oluşturacağım ve görüştükleri doktorlar iletişime geçip ilaçları yeniden almasını sağlayacağım."

 

İçlerinden en yaşlısının eli kalktı hayır dercesine.

 

"Sen ne ahmak bir insansın! Bu konunun üstüne gidersen iyice şüphelenirler. Onların aklını karıştıracak başka bir yol bul. Öyle bir şey olsun ki değil Turhan'ın tedavisinden şüphelenmek yemek yemeyi bile unutsunlar."

 

Kendim bir çare bulamadığım için onlardan emir gelmişti. Ve onlardan gelen emir her zaman çok daha sıkıntılı oluyordu. Eksiksiz yapılmadı gerekiyordu. Şimdi, öyle bir şey bulmalıydım ki içlerinde ne şüphe kalsın ne de Gazel ailesi düşünebilen birer canlı olabilsin.

İsmim kara listeye alınırken ben bu işten nasıl sıyrılacağımı düşünüyordum.

 

 

🕯

 

 

Hacer Gazel 🕯

 

Cihanşah'la görüştükten sonra kafeteryaya inmiş bir bardak çay içtikten sonra öylece oturup kalmıştım. Tüm bu koşturmaca içinde öyle kayboluyordum ki, kendimi bulmakta zorlamıyordum. Bazen durup kendimi dinleyesim geliyordu. Yoksa sesim en yakındaki kişiye yani bana ulaşamayacak gibiydi. İç çekerek öylece dururken telefonum çaldı. Arka cebimde olan telefonu çıkarıp baktığımda annem olduğunu gördüm. Beklemeden açtığımda sesi telaşlı geliyordu.

 

"Hacer!"

 

"Efendim anne? Bir şey mi oldu? İyi misin?"

 

"Ben iyiyim de Turhan."

 

"Ne oldu? Turhan'a ne oldu?"

 

Telaştan oturduğum yerde konuşamadığım için ayağa kalkmıştım. Annemin ağzından çıkacak her kelimeyi büyük bir merakla dinliyordum.

 

"Doktor geldi bir tane. Turhan'ın zehirlendiğini söyledi. Eve gelmem mümkünse acil gel kızım. Bıraktığı raporları okuyalım. Ben bazısını anlamıyorum."

 

Telefonu kapatmadan kafeteryadan koşarak çıktım. Merdivenlerden üst kata çıkıp koridora ulaştım. Çıkış kapısı koridorun sonundaki kapıdan geçince geliyordu. Koridoru koşarak geçerken karşıdan Haris, Emre ve Onur'un geldiğini gördüm.

 

"Heyzır gel gel neler bulduk. Kulaklarına inanamayacaksın. Bu polisin ismi var ya..."

 

Emre bir şeyler diyordu ama ben telefondaki annemin sesinden ve içimde dolup taşan endişeden dolayı hiçbir şey duyamamıştım. Koşarak yanlarından geçerken üçü birden bana baktı.

 

"Heyzır. Hey..."

 

Ben giderken bile arkalarına dönüp bana şaşkınlıkla baktılar. Bir şey olduğunu anlamışlardı ancak onlara açıklama yapacak vaktim yoktu. Lokale ulaşıp dış kapıdan çıktığımda şansıma önüme gelen taksiye bindim ve evimizin adresini vererek son hızla ilerledim.

 

Taksi bir birkaç dakika içinde beni sitemizin olduğu yerde bırakınca yine koşarak eve doğru ilerledim. Bu sefer telefonla konuşmadığım için daha hızlıydım. Merdivenlerden sonra evimizin kapısına geldiğimizde annemi beklemeden kapıyı açtım.

 

Çıkardığım ayakkabılar sağa sola dağılırken önce holü sonra oturma odasını geçtim.

 

"Anne! Anne neredesin?"

 

Oturma odasından sonra mutfağa ve kendi odama da baktım ama hiçbir yerde yoktu. Sonra Turhan aklıma gelince onun odasına girdim. Koltukta kendinden geçmiş şekilde oturan annem uzun süre ağlamış gibiydi. Göz altları morarmış yüzünün rengi solmuştu. Hemen Turhan'a baktım, huzurla uyuyordu.

 

"Sana ne oldu böyle?"

 

Sorumla gözleri yeniden doldu taştı. Çenesi titrerken "Mahvetmişler bizi," diyebildi.

 

Sesi öyle cılız çıkmıştı ki hemen yanına koşup elini iki elim arasına aldım, buz gibiydi.

 

"Doktor, Turhan'ın yıllarca kullandığı ilaçların bir insana verilmeyecek kadar zehirli olduğunu söyledi. Damarlarına kadar işlemiş bu zehir. Engeli de hareket edememesi de yatalak olması da hep bu ilaçlar yüzündenmiş. Doktor dedi ki," dedi hüzünle hıçkırmadan hemen önce.

"eğer o ilaçlar kullanılmasaydı Turhan şimdi sapasağlam bir delikanlı olabilirmiş."

 

Benden üç yaş küçük olan kardeşime baktım. Yirmi iki yaşındaydı ama on yaşındaki bir çocuk kadar ancak vardı.

 

Ellerimi hızla ağzıma kapattığımda benim de gözlerimden yaşlar boşaldı. Bu, kaldırabileceğim bir yük değildi. Bu, çok ağırdı.

Yani, benim, seneler boyunca çektiği yalnızlık aslında yalan mıydı? Annemin geceler boyu döktüğü göz yaşı boşuna mıydı? Çektiğimiz çile bir ceza mıydı?

 

"Doktora göre bunu bize birileri planlı olarak yapmış. Çünkü tıbbi olan hiçbir yerde bu ilaç böyle bir hastalık için kullanılmıyormuş. Seneler boyunca uyutulmuşuz kızım."

 

Annem kızım kelimesini sanki bir ağıt yakarmış gibi uzatarak söylediğinde ben de daha çok ağladım. Yıkılmamak elde değildi. Zaten zar zor kaldığımız şu dünyada her şeyden vazgeçmeyi dilememek elde değildi.

 

"Ben o zaman babanın acısıyla aklımı kaybetmiştim. Polis arkadaşları Turhan doğduktan sonra doktora götürdüler. Doktor onun engelli olduğunu söyleyince ilaca başladık. O zamandan bu zamana ne acımdan başımı kaldırabildim ne de tek bir an güvensizlik yaşadım. Babanın en güvendiği arkadaşlarıydılar."

 

Hem annem hem ben uzunca bir süre ağladık. Tutunduğumuz tek dal Turhan'ın ilaçları kullanmadığı zaman iyileşme ihtimaliydi. Doktor anneme eğer ilaçları kullanmayı keserse birkaç sene içinde normal sağlığına kavuşabilme ihtimalinin de olduğunu söylemiş. Bir yanım sevinçle uçarken diğer yanım hüzün ve intikam hissinin ateşi ile kavruluyordu. Biz ikimiz böyle bir acıyla başa çıkmaya çalışırken kapı çaldı.

 

Gözyaşlarımı elimin tersi ile silip kapıya doğru ilerledim. Yavaşça açtığımda adli postacı olduğunu gördüm. Bu kişiler genelde resmî evrakları taşırdı ve benimle alakalı bir dosyanın gelmiş olma ihtimali ile bana uzatılan şeye baktım.

 

"Hacer Gazel?"

 

"Evet benim?"

 

"Şuraya bir imza alabilir miyim?"

 

Gösterilen yere imza atarken elime tutuşturulan dosyayı da kolumun altına sıkıştırdım.

 

"İyi günler."

 

"Kolay gelsin."

 

Postacı giderken kapıyı da kapatmıştım. Büyükçe bir zarf gelmişti. İçinde birden fazla kağıt olduğu belliydi.

 

"Kimmiş kızım?"

 

Annem içeriden seslenince onun yanına doğru gittim. Bir yandan yavaşça açmaya çalıştığım dosyadan birkaç kağıt çıkardım ve bir tanesini okumaya başladım.

 

Bu bir tebligat dosyasıydı. Geri kalan kağıtları anneme verdiğimde "Benimle ilgili değil sanırım 1994 diyor," dedim ve okumaya başladım.

 

"Adı geçen polis memuru Yusuf Gazel'in 1994'de işlediği suçtan dolayı hüküm giymesi ölümünden mütevellit ortadan kaldırılmıştır. Ailesine maaş başlanılmış ve maddi manevi ihtiyaçları karşılanmıştır. Lakin emniyet içerisinde olan adli sırlardan sayılan ölüm nedeni sebebiyle bu tarihten itibaren maaş ve destek kesilecek olup, aileye ödenen miktarın kendilerinden talep edilmesi kararı alınmıştır."

 

Paragrafın sonuna geldiğimde ağzım açık kağıda bakıyordum. Annem de yerinden doğrulmuş biraz önceki bitkinliğini şoka bırakmıştı. Çatık kaşları ile ne olduğunu öğrenmeye çalışırken diğer kağıda geçtim.

 

"Yusuf Gazel 1994 yılının Eylül ayında kendisine ait olan silahla ölmesinin emniyet camiasından büyük bir hüzne neden olması kendisine şehit rütbesinin verilmesine neden olmuştur. Lakin ihtiyar heyeti ve kurul toplantısı ile bu vasfın kendisine uygun olmadığı kararı alınarak Yusuf Gazel'e ait olan şehit ibaresi isminin başından kaldırılmıştır."

 

Annemin üçüncü kağıdı tutan elleri titremeye başlamıştı. Sadece Ömer'i değil, dizleri, başı ve tüm bedeni. Kesik kesik nefes alırken başımızdan aşağı kaynar sular dökülüyordu sanki. Bu yazıları görmek yerine keşke ölseydik diye geçiriyordum içimden. Annem zangır zangır titrerken son kağıdı okumaya cesaret toplamam gerekiyordu. Boğazıma dizilen yumrudan sonra don kağıdı da okumaya başladım.

 

"Polis memuru Yusuf Gazel'in yürüttüğü bir operasyon ortasında kaçıp ormana saklandığı ve burada yaptığı yanlış teşhislerden dolayı emniyete hesap verememe korkusundan kendi tabancasından çıkan tek kurşunla intihar ettiği tespit edilmiştir."

 

Hem annemin hem benim içimizden çıkan bir alev topu tüm kağıdı yakacağını sandım. Yüreğimize keskin bir balta sağlıyorlar erlerimizi liğme liğme ediyorlar sandım. Öyle bir acıydı ki ölüm fermanımız elimize tutuşturulmuş sandım.

 

Geriye sadece otopsi raporu kaldığında annem tuhaf bir şekilde nefes alıp vermeye başlamıştı.

 

"Polis memuru Yusuf Gazel'in otopsi raporunda kendi tabancasını ağzına dayayarak tek kurşunla intihar ettiği, kurşunun başının arkası ve beyninin yüzde seksenini parçalayarak kafa tasından çıktığı..."

 

"Aah!"

 

Annem oturduğu yerden kalkıp yere çömeldiğinde kalbini tutuyordu. Acı ile feryat ederken "Anne!" diye bağırdım. Gözleri sanki arkaya kaçmış gibi geriye giderken kalbini sıkıyordu. Bir anda soğuyan bedeni bir ölüyü andırırken ne yapacağımı şaşırdım.

 

"Anne! Kendine gel anne, yapma ne olursun!"

 

"Aah Allah'ım!"

 

Hemen 112'yi aradım ama annem çoktan yerde kıvranıp burnundan kan gelmeye başlamıştı.

 

Hayatımın en ağır sahnelerini yaşadığım o anlarda annemi kaybetme acısı, babamın intihar acısının üstüne çıkmış, Turhan'ın senelerce bir zavallı gibi yatağa bağlı olmasının önüne geçmişlerdi. Gözyaşlarım içinde boğulduğum saniyelerde annem kollarımın arasında hareketsizce kalakaldı.

 

 

🕯

 

Çok önemli bir bölümdü benim için. Bir düğümü çözmüş olduk. Gazel ailesine çok üzülüyorum gerçekten.

 

Siz neler düşünüyorsunuz?

 

Turhan iyileşebilecek mi sizce?

 

Heyzır'ın annesi öldü mü?

 

Yusuf Gazel intihar mı etti?

 

Öyle çok iç içe geçmiş olay var ki, kendi davalarımızı işleyemez hale geldik. Ama söz bir sonraki bölümde Gökkuşağı davasını işleyeceğiz.

 

Yusuf Gazel'in zamanına gitmek ister misiniz yeniden? Orada da çok heyecanlı şeyler oluyor.

 

Lütfen fikrilerinizi ve teorilerinizi yazın. Konuşalım. Burada ya da panomda. Beni de davet edin. Profesyonel serisi tüm hızıyla devam ediyor.

 

Yeni bölümde görüşmek üzere 🩸

Loading...
0%