@hakugu
|
Hacer Gazel 🕯
Nereye gidersem gideyim peşimi bırakmayan kötü talihim etkisini sürdürmeye devam ediyordu. Asla bitmeyecekmiş gibi hep benimle birlikteymiş gibi.
Küçük bir çocukken bile herkesin babası ile geldiği okul, bana işkence olurdu. Ne zaman birilerinden korksam Benim babam seni döver dediklerinde verecek bir cevabım olmazdı. Benim babam dövmezdi. Olsa da dövmezdi. Ama yok. Hiç yok. Gitti. Bir daha geri gelmemek üzere gitti. O yüzden onların babası beni dövebilir ama benimki yok. Yok kelimesi ne kadar doludur benim için bilemezsiniz bu yüzden. İçi boştur oysaki ama bana gelince tonlarca yük ağırlığında bir şeydir.
Böyle bir gidişin bir kız çocuğu için ne kadar ağır bir şey olduğunu anlatsam bile anlaşılmaz. Tek başıma gibiydim onca sene. Annem hep Turhan'la ilgilenirdi. Sorun yokmuş gibi davranırdım ki yorulmasın. İçime atardım çoğu şeyi. Dışlanmalar, hakir görülmeler, ezilmeler... Hepsi içimde bir yerlerde birikirdi. Senelerce sürdü bu. Lisede en yakın arkadaşımı bir kız grubu ölesiye dövdüklerinde polis olmam gerektiğine inanmaya başladım. Babamın yokluğunu polis rozetimle dolduracaktım. Babam dövemez belki ama adalet var diyecektim onlara.
Üniversiteye gittiğimde bile herkese normal davranılırken bir ben, köşeye atılan üvey evlat gibiydim. Bir ben kullanmaktan kararmış sarı bezler gibi öylece görünmez yerlere itiliyordum. Asla ama asla aalayamadığım adaletsizliklerdendi bunlar.
Şimdi. Babam yokken. Hiç olmamış gibiyken. Turhan bu haldeyken. Annemin de sonunda böyle olması adaletsizlik gibi geliyordu. En azından o... En azından o kollarımda hareketsiz kalmamalıydı. En azından o kafayı yiyip delirmemem için beni tutmalıydı. Beni yalnız bırakmamalıydı. Bırakmamalıydı işte.
Ambulansın acı sirenleri çalarken ağlamaktan helak olmuştum. Turhan'a bakması için komşuyu çağırmıştım. Onun için de endişelensem de tüm aklım elini sıkıca tuttuğum annemdeydi. Hareketsizce yatıyordu ve defalarca kalp masajı yapmışlardı. Ambulans doktorunun ilk teşhisi komaya girmesiydi ama ben bunun olmaması için dua ediyordum. Koma demek sessizlik demekti. Ve sessizlik bu dünyadaki en nefret ettiğim şeydi. Tıpkı yok kelimesi gibi içi boş ama ağır bir kelimeydi.
Yollar bitti, hastaneye geldik. Ambulans durdu, annemi indirdiler. Peşlerinden ağlayarak koştum. Yerlerde süründüm. Onu aldılar benden, ben yine kapalı kapılar ardında kaldım. Hemen yanımda üçlü sandalyeler olmasına rağmen yere çömeldim. Sırtımı duvara yasladım ve dizlerimi karnıma çekerek tüm her şeyin bir kabus olmasını diledim. Eğer bitecekse ve hiç olmamış gibi olacaksa yemin ederim kabus olmasına razı olacaktım. Hatta kan ter içinde kaldığım uzun bir kabus bile olabilir. Şayet bir şaka olacaksa da döktüğüm tüm göz yaşlarını unutacağım. Çektiğim azabı da göz ardı edeceğim. Yalvarırım kabus olsun. Yalvarırım bu koca bir yalan olsun.
Ama bitmedi. Ne ameliyat. Ne kabus. Ne ben uyandım kabustan, ne annem.
Saatler geçti dizlerimi karnıma çekeli. Önce uzattım. Sonra yeniden topladım. Sonra yan döndüm. Cenin pozisyonunda yattım. Ayağa kalkıp volta attım. Birkaç defa kapıya vurdum. Etrafta birilerini aradım. Ne hemşireler doğru dürüst bir şeyler soruyor ne de doktorlar. Hepsi içerden çıkacak haberi bekliyor.
Gözümün önüne seneler geldi o dokuz saat içinde. Babamla geçirdiğim, bulanık ve azıcık olan küçük anılar... Annemin bitmek bilmeyen ağlayışları, gece kalkışları, intihara kalkışışları, Turhan'a sarılıp birlikte ölelim diyişleri... Okulda uğradığım zorbalıklar, polislik eğitimi alırken hiçbir denetime katılmama izin vermeyişleri, her defasında temizlik ve içecek hazırlamak için göndermeleri... Haris'e duyduğum karşılıksız aşk ve ondan aldığım sayısız red cevapları...
Hepsi birer kara bulut olup çöktü üstüme. Ne yağmur yağdı ne kar. Sadece üşüttü. Buz tuttum. İçim dondu. Kalbim taşlaştı. Kimsem kalmadı. Yapayalnızım.
Dokuz saat süren ameliyattan sonra yere oturmuş öylece bekliyordum. Bir başıma hastane köşelerinde kalmak ne menem bir şeydir bir bilseniz. İşin kötüsü hadi babamın arkadaşları o şehit olduktan sonra bizi terk ettiler ama akrabalarımızdan da kimse yoktu. Onlar da ne olduysa ellerini ayaklarını kestiler. Annemin anne ve babası zaten genç yaşta vefat etmişti. Dayılarım ve teyzelerim de tıpkı halam ve amcalarım gibi bir kez olsun kapımızı çalmamıştı. Bir aile bu kadar mı yalnızlaştırılır? Bu kadar mı terk edilir? Bu kadar mı hiçe sayılır? Kimsem yok. Polisliğe başladığımdan beri bir arkadaş da edinemedim. Çevrem yok. Şu an yanıma çağıracağım tek bir Allah'ın kulu yok.
Yutkunurken boğazım acıdığında tam dokuz saattir aralıksız ağladığımı ve tek lokma bir şey yemediğimi fark ettim. Boğazım kupkuru olmuştu. Muhtemelen gözlerim ve burnum şişmiş saçım başım da dağılmıştı. Annem olsaydı yere oturmamam gerektiğini söyler, üşüteceğimden korkardı. Ama yok. Bana bunu söyleyecek bir annem bile yok. Gözlerimden akan sessiz yaşlar çeneme doğru süzülürken elimin tersi ile sildim. Onu şimdiden çok özlemiştim. Yirmi beş yaşında olsam da içimde bir çocuk taşıdığımı şimdi daha iyi anlayabiliyordum. Ben hala, annesine bağlı, küçük bir kız çocuğuydum. Onu kaybetmeye asla hazır değildim. Çökmüş bir halde dururken telefonum çaldı. Yavaşça cebimden çıkardığımda Emre olduğunu gördüm. Hiç konuşasım yoktu. Aslında biraz da kırılmıştım. Herkese, her şeye, nedensiz ve birden bire.
"Hım?"
"Ne Hım? Neredesin ya hu? Nereye koşuyordun öyle alel acele?"
Cevap veremedim. Dokuz saat önceki şeyden bahsediyordu. Sustum. Hem annem de diyemedim ayrıca. Gözyaşlarım yeniden boşaldı.
"Heyzır?"
Ağlayışım devam etti. İç çektim defalarca.
"Heyzır ağlıyor musun? Ne oldu söyle bi."
Daha fazla dayanamadım. Sesi çok telaşlı geliyordu.
"An- annem."
"Ne oldu annene?"
"Kalp krizi geçirdi."
Hayatımda ilk defa boğazımdan konuşmuştum. İnsan boğzından basıl konuşur ki? İlk defa oradaki baskıyı yoğun bir şekilde hissedebilmiştim. Sesim boğazımda kaldı yukarı çıkamadı sanki. Bu öyle ağır bir cevaptı ki boğazımın kesilip atıldığını falan sandım. Ses nasıl bıçak gibi keser ki insanın boğazını?
"Hangi hastane! Hemen gelelim."
Hastanenin adını verdiğimde telefon kapandı. Sonra bir anda içimde olan kırgınlık da gitti. Emre öyle telaşlıydı ki, bir an için onlara haksızlık ettiğimi düşündüm. Üzerinde çalıştığımız çok önemli bir dava vardı ve dokuz saat boyunca ellerinden geleni yapıp beni rahatsız etmemişlerdi. Şimdi de hevesle gelmek üzere hazırlanıyorlardı. Yine birkaç gözyaşı aktı gözlerimden. Ama bu sefer gururdandı. O kadar da yalnız olmadığımı hissettiğim için. Yalnız olmadığımı bana gösterdikleri için. Kalbim kıpır kıpır olduğu için. Bu sefer boğazım acıyla değil sanki bir kelebek kalbiymiş gibi pır pır etti.
Çok geçmedi. Gerçekten de geldiler. Hem de koşarak!
En önde Emre, Onur. Sağa sola bakıp nerede olduğumu bulmaya çalışırlarken telaştan saçları sağa sola dağılıyordu. Onları neredeyse hiç böyle görmemiştim. En zorlu davalarda bile böyle acele etmezlerdi. Sonra Meriç, Cihanşah, Yağız. Hepsi, hepsi gözlerine dolan benle birlikte sağa sola bakıp yine beni arıyorlardı. Kendi annelerini gibi. Kendi acılarıymış gibi. Arkadan koşmaya çalışan Memati her gördüğü hemşireye beni soruyor, aldığı her cevap için teşekkür mahiyetinde bir tane pembe sticker yapıştırıyordu. Hatta bazen temizlik görevlilerine soruyordu.
"Heyzır'ı gördünüz mü? Böyle tatlı pembiş bi kız."
"Yo hayır görmedik."
"Nasıl ya? Ay gibi parlar çok tatlıdır. Pembe yanakları vardır."
"Gerçekten görmedik beyefendi."
Hepsi öyle endişeliydi ki bir an için çok sevildiğimi anladım. Bir an için en değerlileri gibi hissettim. O bir anda öyle çok şey hissettim ki...
Ve o...
Haris her ne olduysa yüzü yara bere içinde koşarak en arkadan geliyordu. Ya bir kavgaya karışmıştı ya da bir yerden düşmüştü. Aksayan ayağından da anlaşıldığı üzere fena yaralıydı. Anlaşılan dokuz saatlik zaman diliminde çok şey yaşamışlardı. Onlardan dinlemek için can atsam da annemin acısı beni hayattan soğutmuştu. Verilen tek fırsatta saatlerce ağlamak isterdim muhtemelen.
Beni görebilsinler diye yavaşça ayağa kalktım. İlk önce Emre ve Onur gördü yine. Sanki boğazları sıkılıyormuş gibi son gaz bağırdılar.
"Ordaaa! Ordaaa!"
"İşte orada!"
Hepsi tek tek bana baktığında "Heyzııır!" diye bağırdı Memati.
Meriç ve Yağız daha hızlı koştu. Cihanşah bana dikkatle baktı bir şeyim var mı diye. Hepsi bana ulaşmak için yoğun bir çabaya girdiler. Sanki kaymakla kaplı bir süt üstündeki kurbağalar gibiydiler. Kurtulmak için tüm güçleriyle develeniyorlardı. Kurtuluşları benmişim gibi. Umutları bir benmişim gibi.
Hepsinde gezindi gözlerim. Hepsini seyrettim tek tek. Her defasında gururla gülümseyerek. Akan göz yaşıma rağmen tebessüm etmekten vazgeçmeyerek.
Ama o...
Haris'le göz göze geldiğimizde durdu. Daha fazla gelemezmiş gibi. Gelmesi uygun değilmiş gibi. Durdu ve uzaktan bana baktı. Baştan aşağı iyice kontrol ettikten sonra olduğu yerde beklemeye başladı. En çok o gelsin isterdim oysaki. Her şeyi ona anlatmak ve içinde bulunduğum durumdan çıkmam için bir çözüm bulmasını isterdim. Bir daha karşısına çıkmayacağımı söylememe rağmen ısrarla karşıma çıksın isterdim. Uzak dur dememe rağmen yanıma gelip sarılsın isterdim.
Emre ve Onur sağlı sollu bana sarılırlarken Yağız ve Memati de onların üstüne sarıldı.
"Kızım iyi misin sen?"
Onur sırtımı sıvazlarken Emre "Sana bir şey oldu diye çok korktuk. Annen nasıl?" diye sordu.
"Heyzııır pembiş güzelim."
Hepsine tek tek sarılmak ve içim çıkana dek ağlamak isterdim ama Meriç araya girdi.
"Sıkmayın kızı. Geri çekilin de annesinin durumunu öğrenelim."
Herkes Meriç'in sözü ile geri çekildiklerinde Emre ve Onur beni sandalyeye oturttular. Dizlerimi ilk o zaman hissettim. Bunca saat yok gibilerdi. Uyuşmuşlardı ve şimdi de rahatsız edici bir şekilde karıncalanıyorlardı.
"Kaç saattir buradasın?"
Cihanşah kaşlarını çatarak ciddiyetle sorduğunda "Dokuz," diyebildim.
"Yemek yedin mi peki?"
Yağız sorduğunda herkes benden bir cevap beklercesine bakıyorlardı. Başımı iki yana sallamakla yetindim. Durmadılar. Yağız ve Memati yiyecek bir şeyler almak için giderken "Ameliyat ne kadar sürecekmiş haberin var mı?" diye sordu Meriç.
Yine başımı iki yana salladım. Bilmiyordum. Haber alamamıştım. Konuşacak halim de kalmamıştı.
"Cihanşah gel biz baş hekimle görüşelim. Bilgi alalım. Yapılacak bir şey varsa da söyleyelim. Tanıdığım bir doktor var gerekirse onu çağırırız," dedi Meriç.
Meriç'e olumlu yanıt veren Cihanşah birlikte baş hekimin odasına doğru yürümeye başladıklarında Emre ve Onur eğilmiş bana bakıyorlardı.
"Ne oldu da kriz geçirdi Heyzır? Kötü bir şey olmuş olmalı. Anlat bize."
Ağzımı açtım ama ses çıkmadı sanki. Boğuldum. Dokuz saattir olduğu gibi.
"Zorlama Onur, baksana kendinden geçmiş."
Onur Emre'nin uyarısı ile duraksarken "Kayıt bilgilerini doldurdun mu?" diye sordu Emre. Yüzüne baktım ama kayıt bilgilerinin ne olduğunu bilmiyordum. Başımı yine iki yana salladığımda "Gel biz dolduralım, koz dinlensin biraz," dedi Onur Emre'yi de alarak. O ikisi de gittiğinde yine yalnız kaldım. Öyle sanıyordum. Öyleydi.
Ta ki yanıma biri oturana dek.
Ellerini dizlerinin üstüne koyduğunda yara içinde olduğunu gördüm. Siyah dar paça giymesine rağmen diz kapaklarındaki kan dışarı sızıp kurumuştu. Her ne olduysa Haris çok fena yaralanmıştı. Benden de kötü bir haldeydi ama yine de gelmişti. Onu incelerken durmuş olan gözyaşlarım yeniden akmaya başladı. Bir şey istediğim için değil. Bir şey beklediğim değil. En azından bu sefer değil. Sadece buz gibi olan kalbime sıcak bir dokunuş geldiği için yavaşça çözülmüştüm. Başımı yete eğip yeniden hıçkırıklara boğulduğumda sırtımda bir el hissettim.
Hafifçe, destek verirce, ağlama dercesine vuruyordu.
Her bir dokunuşu hüzünle titreyen kalbimi yatıştırsa da yine de göz yaşlarım akmaya devam etti. Vefalı bir dostun sarılması gibiydi bu dokunuşlar. Eski, taze, uzak, çok yakın, nefretle bezenmiş ama sevgi dolu.
Haris'le birlikte öylece dururken ameliyathanenin kapısı açıldı. Doktorlar pestili çıkmışçasına dışarı çıkarlarken hızla ayağa kalktık.
"Doktor Hanım nasıl oldu annem? İyi mi?"
Yorgun olmasına rağmen sevimli olan kadın doktor "Anjiyo başarılı geçti fakat damar tıkanıklığını açmak çok zorlu geçti. Kendisi hala komada ancak hayati tehlikesi kalmadı," dedi.
Ellerimi yüzüme götürürken bu sefer sevinçten ağlıyordum. Hayati tehlikesi kalkmıştı. Komada kalması yine üzse de hayati tehlikesinin kalmaması yeterli gelmişti parçalara ayrılmış olan kalbime.
"Çok teşekkür ederiz doktor hanım."
Haris benim yerime teşekkür ederken doktorlar gülümseyerek ayrıldılar yanımdan. Ellerim hala yüzümdeyken Cihanşah ve Meriç geldi.
"Bitti mi ameliyat? Nasıl iyi mi?"
"İyiymiş," dedi Haris Meriç'e cevap vererek.
"Oh çok şükür."
Memati ve Yağız ellerinde ne buldularsa alıp gelmişken Emre ve Onur da bir dosya ile geliyorlardı.
"Ameliyat bitmiş," dedi Onur.
"Ve iyi geçmiş," dedi Emre.
Herkes benden sonra doktora sormuştu demek ki. Zavallı doktor dokuz saatten sonra bunca soruya cevap vermek zorunda kalmıştı. Yine de bu kadar çok şövalyem olması beni içten içe mutlu ediyordu.
"Hadi sen de biraz bunlardan ye," dedi Memati elime sandviç benzeri şeyler tutuştururken.
"Sen buradaysan Turhan'a kim bakıyor?"
Haris bunu sorduğunda herkes bana baktı. Çoğu engelli bir kardeşim olduğunu pek bilmiyordu.
"Komşu."
Kısa cevabım yeterli olmasa da Yağız'ın Memati'ye "Turhan kim?" diye sorduğunu işitebilmiştim.
"Engelli bir kardeşim var, yatağa bağımlı."
Yaptığım açıklama herkesin zihnindeki soru işaretlerini kaldırırken "O halde biz onun yanına gidelim," dedi Yağız beklemediğim bir şekilde.
"Aynen, ben Emre ve Onur da gelirse hallederiz bu işi."
Memati'den beklemediğim bir tepki ile herkesi topladığında gözlerim doldu. Ne diyeceğimi bilemedim.
"O zaman benle Cihanşah da gidelim sana bir oda ayarlayalım. İçinde duşu falan da olsun belki rahatlatır."
Meriç ve Cihanşah da organize olduğunda ağlamaklı bir şekilde onlara bakıyordum. Elimdeki sandviç ve bir kutu meyve suyunu istemsizce sıkarken gözlerimden akan yaşları elimin tersi ile sildim.
"Çok teşekkür ederim. Gerçekten."
Sesim titrese de söyleyebilmiştim.
"Rica ederiz rica," dedi Emre omzuma vurarak hafifçe. "En tatlı rüyalarımı görmem gereken bu saatlerde senin yanındaysam bil ne kadar kıymetli olduğunu."
Dudaklarımı büzüp onlara baktığımda bana gülümsüyorlardı. Hepsi tek tek gitmesi gereken yere gittiklerinde yine Haris'le yalnız kaldık.
"Bekleme hadi ye," dedi yaralı dizini uzatıp arkasına yaslanarak.
Yavaşça başımı çevirip yüzüne baktım. Yakından bakınca daha çok yaralanmış olduğunu anlamıştım.
"Ne oldu sana böyle?"
"Ben mi? Hiç, düştüm."
Düşmek? Yerin ve göğün onu dövmesi gerekiyordu. Ancak o zaman bir düşme olurdu bunun adı. Daha fazla soru sormama izin vermeden o sordu.
"Annen neden kalp krizi geçirdi durduk yere? Kötü bir şeyler mi işitti?"
Aynı soruyu o da sormuştu. Ama Haris'e zaten anlatmak istiyordum. Başımı olumlu anlamda salladığımda "Turhan hakkında mı?" diye yineledi.
Anlamazca ona bakarken "Nasıl bildin?" diye sordum.
Kaşlarını çatıp dudaklarını büzdüğünde "Remzi amcanın evine gittiğimizden beri şüpheleniyorum. Onun torunu da Turhan'la aynı hastalığa sahip ve ne tesadüf ki," dedi tesadüf kelimesinin üstüne bastırarak "oğlu da senin babanla aynı senelerde görev yapmış. Üstelik o da şehit. Çok fazla tesadüf yok mu sence de. Tesadüf olmayacak kadar hem de..."
Tesadüf değildi zaten. Haris doğru şeyden şüphe ediyordu. Bakışlarım hüzünle yere indiğinde "Tesadüf değil değil mi?" diye sordu. Bakışlarımı kaldırmadan başımla onayladım.
"Biliyordum!"
Eliyle dizine sertçe vurduğunda içten içe irkildim ama dıştan tepki vermedim.
"Babanla uğraştıklarını biliyordum. Geçmişte her ne olduysa sen ve senin gibi olan birçok polis ailesi ile uğraşmışlar. Hala daha etkileri sürüyor baksana."
"Babam..." dedim tiz bir sesle. "babam intihar etmiş..."
"Ne?!"
Haris'in sesi koridorda yankılanırken daha fazla konuşmak isterdim ama Meriç ve Cihanşah gelmişlerdi. Kendi aralarında oda hakkında konuşurlarken kendimi toparlamak için zorladım.
"Pencereler iyi de yatak pek rahat değil gibi."
"Ben görevliyle konuştum nevresimleri yeniden değiştirecek."
Haris hala üstündeki şoku atlatamamıştı ancak ben kendimi toplayınca o da topladı. Her yerde konuşmak istemediğimi anlamış olacak ki şaşkınlığını gizlemeye çalışıp ayağa kalktı.
"Heyzır odan hazır. Hadi sen biraz dinlen biz bekleriz."
Cihanşah yanıma gelip iki omzumdan tutarak yavaşça beni ayağa kaldırdığında göz ucuyla Haris'e baktım ama o başı yerde öylece bekliyordu. Gelmişti ama aslında çoktan gitmişti. Benden yavaşça uzaklaşışını hissedebiliyordum. Şöyle bir durumda Cihanşah'a fırsat vermeden kendi götürürdü beni odama ama şimdi geri çekilme idare etmişti. İkimiz de bir şey demeyince Cihanşah ile yürümeye başladım.
"Hadi biz de merkeze gidelim. Şu haline de bir çeki düzen ver. Resmen dağılmışsın."
"Ah evet öyle oldu."
Meriç ve Haris'in konuşmaları kulağıma dolarken onu ardımda bırakıyor olmak canımı yakıyordu. Alışmışım. Onunla bir grup olmaya alışmışım. Ona akıl danışmaya, ondan birkaç cümle duymaya ve onun benim her derdime derman olabilecek kapasitesine çok fena alışmışım. Şimdi ise çok gerilerde kaldı ve ben her saniye ondan biraz daha uzaklaşıyorum.
Cihanşah ile birlikte odama geldiğimizde beni yatağıma yatırdı ve üstümü örttü. Perdeleri çekip bir köşeye geçti.
"Dışarıda olacağım. Annen ile alakalı herhangi bir bilgi gelirse sana haber veririm. Bu yüzden rahatça uyu."
Başımı tasdik için salladığımda kapıya doğru yönelmişti ki "Cihanşah," diye seslendim. İlk defa ismi ile hitap ettiğim için biraz değişik hissetmiştim. O da öyle hissetmiş olmalı ki hafif bir afallama ile bana baktı. "Hım?"
"Teşekkür ederim."
Bu teşekkür çok geniş çaplıydı aslında. Ve sadece Cihanşah'a da değildi. Hepsine. Teker teker.
Eli lambanın düğmesine giderken gülümsedi. Çekik gözleri ve siyah göz kalemi bu loş ışıkta ona çok yakışmıştı. Onu net görememeye başladığımda gözlerimi kapattım zaten o da ışığı söndürüp gitti.
Haris Çelik 🌻
Bir çiçeği beğendiğinizde tek tek koparıp ondan bir demet yaparsınız. Harika kokusunu içinize çeker ve solana dek ona gözünüz gibi bakarsınız.
Bir çiçeği sahiplenmek istediğinizde ise onu kökünden çıkarıp saksınıza ekersiniz. Solup solmama ihtimaline karşı tüm imkanlarınızı seferber edersiniz.
Fakat bir çiçeği sevdiğinizde işler değişir. O çiçeği sevdiğinizde, gerçekten sevdiğinizde, değer verirsiniz. Mutlu olsun, üzülmesin istersiniz. Onu sahiplenmek yerine mutlu olduğu yerde kalsın istersiniz. Baş döndürücü güzel kokusunu almak yerine onu uzaktan seyretmeye kanaat getirirsiniz. Bir gün sizden tamamen gideceğini bile bile, sevdiğiniz için, sırf sevdiğiniz için onu özgür bırakmayı göze alırsınız...
Gamze parmaklarıma çiçekli yara bantları yapıştırırken sürekli neden doktora değil de ona geldiğimi sorup duruyordu. Pansumanımı yapmış, iki tane dikiş atmış, şimdi de yaralarımı sarıyordu. Elinde sade bant kalmadığı için çiçeklileri takmak zorunda kaldığını söylemişti. Bantlar çiçekliydi belki ama aklıma bin bir türlü şey gelmişti.
Gözümün önünden bir sahne gitmek bilmiyordu.
Cihanşah'ın Heyzır'ı alıp yanımdan götürüşü...
Engel olmadığım için binlerce kez pişman olsam da yine olsa yine aynı şeyi yaparım. Heyzır'ın beni unutmasının tek yolu başka birini sevmesi. Bu her kim olursa benden daha iyidir eminim. Benim gibi ne olduğu belirsiz biri Heyzır gibi birine layık olamaz. Daha kendime bile bakamazken ona nasıl bakarım? Beni sevmesi bile bir mucizeyken ondan nasıl daha fazlasını isterim? O iki gün çıkıp ayrılacağım biri değil. Biliyorum. Benden böyle bir şeyi istemiyor.
Bakışlarım çiçekli bantlardayken Gamze bir şeyler demeye devam ediyordu. Onu duyamıyordum. Aslında kulaklarıma sorun yoktu. Tek problem zihnimdeki fısıltılardaydı. Onlar o kadar yüksek sesliydi ki, dışarıdan gelen herhangi bir sesi işitmem mümkün değildi. Ne zamanki Yusuf Gazel ismi geçti anında bakışlarımı Gamze'nin yüzüne kaldırdım.
"Kim dedin?"
"Yusuf Yusuf. Heyzır'ın babası."
Doğru duymuştum. Yusuf Gazel...
"Ne olmuş ona?"
"Ya sabahtan beri anlattığım hiçbir şeyi dinlemedin mi?"
"Afedersin dalmışım, baştan alır mısın?"
"Bak şimdi," dedi Amerikan mutfağı tarzı tezgahına geçerek. "Bundan dört beş hafta önce iki ceset getirildi. Cesetlerin kimsesiz çocuklara ait olması araştırma için yeterince baskı oluşturmuyordu üzerimizde. Çünkü kimsenin gelip sorduğu yoktu. Ama sayı yükseldikçe işler değişti. İki cesedin de aynı şekilde katledilmesi aklımıza seri cinayeti getirdi ama nedense olayın üstü tuhaf bir şekilde kapatılmaya çalışıldı. En son," dedi tezgaha dayanıp kaşlarını çatarak "bir çocuk iskeletinin otopsisinde aynı kesim işlemi olduğunu öğrendiğimizde her şey daha da tuhaf bir hal almaya başladı. Üstelik ceset 1995 senesinde katledilmişti."
Kaşlarımı çatarak Gamze'nin her dediğini dikkatle dinledim. Bu durumda bu seri cinayet işi her neyse çok eskiye dayanıyordu.
"İyi de, nasıl hala devam edebilir? Yani bir insan hiç mi yorulmaz ya da yaşlanmaz?"
"Bu işi bir insanın yaptığını da nereden çıkardın?" dedi benim kahve kupamı bana doğru uzatıp kendisininkinden bir yudum alarak.
"Başka kişiler de mi var?"
"Elbette. İncelediğimiz üç cesette de iç organlar alınmış olsa da iskeletinkini kesen kişi ile son iki cesedinkini kesen kişiler farklı. Farklı bıçaklar kullanılmış, farklı yerden başlanılmış, farklı bir el kullanılmış."
Elimdeki kupayı sıkıca tutmaya çalışırken Gamze'yi izliyordum.
"Genelde insanlar sağ elini kullanır. Ve bıçak sağ avuca yerleştiği için kesim de sağ ve içe doğru olur. İskeletinki sağlak biri tarafından kesilmiş. Fakat son iki ceset de katil sol elini kullanmış. Bunu kesmeye ilk başladığı yerin sol taraf olması ve karnı açmak için de buraya daha fazla baskı uygulamasından anladık. Deriyi kesmek için en az dört kez aynı çizgi üstünden geçmiş."
Alt dudağımı ıslatıp ısırdığımda neler olduğunu düşünüyordum. Eskiye dayanan bir seri cinayet ve genellikle kimsesiz çocuklar üstünde ilerliyor. Üstelik katil tek bir kişi değil, bu durumda bu bir grup işi. Emniyet üstünü kapatmaya çalışıyor çünkü onlardan da işin içinde olan var?
Tüm bu kodlamalar beynime yazılırken "Peki," dedim yeniden Gamze'ye bakarak. "iskelet 1995'e ait demiştin. Bu da Yusuf Gazel'in şehit edilmesinden bir sene sonraya denk geliyor. Doğru mu?"
"A evet. Zavallı Heyzır, babasının intihar haberi her yerde çalkalanıyor. 1994'te yapılan otopsi raporlarını ben de inceledim. Gerçekten intihar gibi görünüyor."
"Yusuf Gazel hakkında başka ne biliyorsun?"
"İşin açığı kimse onun hakkında çok fazla şey bilmiyor. Hatta bir ara yani Heyzır ilk buraya geldiğinde babasının adını çok duyuyordum. Arşiv bilgilerini araştırdım ama ona ait kayda değer pek bir şey bulamadım. Ya kaybolmuş ya da özel olarak biri tarafından silinmiş."
Son cümleler iyice aklımı karıştırmıştı. Kesinlikle tuhaf işler dönüyordu. Bir polisi intihara sürükleyen nedenler ne olabilir ki? Özellikle Heyzır gibi birinin babası neden intihar eder? Kendi silahıyla, tek kurşunla, bu kadar basit bir şekilde?
"E sen gittin mi onun yanına?"
"Kimin?" Düşüncelerimden ayrılmak ve Gamze'nin kimi kastettiğini anlamak biraz zorlamıştı.
"Heyzır tabii ki. Eminim onca kişi arasından en çok senin gelmeni istemiştir."
Böyle bir şey beklemediğim için iki kere öksürüp kahvemden bir yudum aldım.
"Beni mi? Beni niye beklesin ki?"
"Yapma Haris," dedi Gamze kaşlarını kaldırarak. "Neden ona bir şans vermiyorsun? Heyzır seni gerçekten seviyor."
"Ben de bu yüzden istemiyorum ya. Ben gerçekten sevilecek biri değilim."
Hüzünle başını eğdi.
"Seni de anlıyorum ama bazı şeyler önlenemez. Sürekli diken üstünde yaşayamazsın. Tüm yaşamın boyunca bu aşkı reddettiğin için pişman olabilirsin. Çünkü gerçek sevgi insanın başına öyle her gün gelmez."
Ondan sonra ne Gamze ne ben başka bir şey demedik. Bunca senelik yaşamım boyunca ilk defa başka birini düşününce canım yanıyordu. İlk defa Heyzır'ın yüzü gözümün önüne geldiğinde boğazım düğümleniyordu. İstemiyordum. Böyle hisleri istemiyordum. Zayıflatıyordu beni. Ben öyle istediği kişiye istediği kadar bağlanacak biri değildim. Hiçbir zaman böyle haklarım olmamıştı. Göçebe gibi yaşamalı, bağımsız ve özgür olmalıydım. Yoksa nasıl hayatta kalabilirim? Hırsızlık yapmak, insan dolandırmak, kaçmak ve saklanmak basit şeyler mi ki?
Gamze beni dinlenmem için bir başıma bırakıp gittiğinde hava kararana dek odasında tek başıma oturdum. Kahvem elimde soğudu bir yudumdan fazlasını alamadım. Bakışlarım önümdeki orta masanın çiziklerle dolu olan yüzeyinden ilerisine geçmedi. Baktığım orası gördüğüm ise tüm evrendi. Geçmiş, gelecek ve şimdiki hal.
Ne kadar düşünürsem düşüneyim, böyle bir sevgiyi karşılayacak yüreğe sahip değildim. Benim gibi biri Heyzır'a daha fazla acıdan başkasını veremezdi. Bana gelirse şayet, devasa bir bilinmezin içinde kaybolacaktı. Yaptığım çoğu şeyi anlamayacak, yeri geldiğinde benden nefret edecek, beni suçlayacak, ağlayacak, kendini heder edecek ve benimle tanıştığı güne lanet edene dek sürüp gidecekti.
O yüzden. İşte tam da bu yüzden başlamadan biten bir ilişki olmalıydı. Onun iyiliği için. Mutluluğu için. En doğrusu benden uzak durması.
Soğumuş kahveyi masanın üstüne koyduğumda yavaşça ayağa kalktım. Gamze'nin geleceği yoktu. Benim de burada durmanın bir anlamı yoktu. Odadan çıkıp ofise indiğimde boş olduğunu gördüm. Herkes Heyzır'la ilgileniyor olmalıydı. Masama doğru yürüyordum ki Heyzır'ın masası dikkatimi çekti. Normalde hırsızlık yapmak bir alışkanlık olsa da ona dair hiçbir şeyi çalmamıştım bu zamana kadar. Nedense o ve kendimi bir bütün olarak görmüştüm. Diğerlerinden farklı olduğunu anladığım gün, bana ait olan herhangi bir şeyin onun, onun olan bir şeyin de benim olduğunu düşünmüştüm. Böyle bir şey söylenmemesine rağmen böyle hissetmiştim.
Masasının başına geçip defterine dokundum. Her zaman not aldığı defteriydi. Yanında duran kaleme dokundum. Elinden düşürmezdi. Laptobu, yedek saç tokaları, boş kağıtları...
Elim çekmecesine gittiğinde kendimi tutamayarak açtım.
Siyah beyaz resmi vardı. Annie seçildiği gün çekilmişti bu resmi. O günkü şaşkınlığını unutamıyorum. Nasıl da korkmuştu.
Resmi elime alıp inceledim. Her karışında yüz ifadesi aklıma gelince gülümsüyordum.
Çekmecede duran bir kitap dikkatimi çekince onu da aldım elime.
Aşka giden dokuz yol.
Kitap ilgimi çekince ilk sayfasını açtım. Hindistan hakkında birkaç şey vardı ve köşeye düşülen küçük bir not.
"Haris bu çayların hiçbirini sevmedi. 1. madde iptal."
Anlamamışça yüzümü buruştururken neden adımın geçtiğini düşünüyordum.
"2. madde de işe yaramadı. Haris bu maddeler için fazla zeki."
Başımı iki yana sallarken kaşlarımı çatarak gülümsedim. "Üzerimde denemiş."
Üç, dört, beş...hepsi başarısız.
Son sayfayı açtım.
"O ve ben bu kitap için uygun değiliz. O yüzden direkt söylemeye karar verdim. Cesur ol Heyzır. Cesur ol!"
Kitap bitmişti. Ve ben de... Kitabı kapatıp göğsüme yapıştırdım.
"Ah Heyzır..."
Diyecek bir şey yoktu. Hislerini zaten biliyordum ama bu kadar derin olduğunu anlamak beni daha da üzmüştü. Ondan uzaklaşsam canı daha çok yanacaktı. Yine de en başından reddetmem en doğrusu olacaktı. Ona iyi bakacak birini bulduğunda ne demek istediğimi anlayacak. Şu an için gözü beni görse de ileride benim bakılmayacak kadar karanlık olduğumu anlayacak.
Kitap ve resmi çekmecesine yeniden koyup kapattım. Masadan ayrılıp pencereye doğru yürüdüm. Ellerim pantolonun ceplerinde dışarıyı seyrederken kapı açıldı ve içeri Meriç girdi.
"Aa Haris sen burada mıydın? Hadi Heyzır'ın yanına gidelim. Uyanmıştır kesin."
Bir şey demeden bakışlarımı yere indirdim. Acele ile masasından birkaç dosya alıyordu. Ses gelmeyince durup bana baktı.
"Gelmeyecek misin?"
"A evet, bazı işlerim var."
"Ha tamam."
Yeterli olmuştu. Eşyalarını toplayınca "O halde işini bitirince gel olur mu? Hepimizin orada olması iyi olur," dedi.
Ben eksik olsam bir şey çıkmazdı. Herkes derken aslında onlardan değildim. Bunu en başında gayet açık gösteriyorlardı. Keşke şimdi de öyle olsalar. O zaman Heyzır benden daha kolay uzaklaşabilir.
Meriç'i endişelendirmemek için başımı olumlu anlamda salladım ama gitmeyecektim. Eminim yokluğumda ona iyi bakarlar. Yanında olup bana alışmasındansa uzaktan iyi olduğunu bilmek en iyisi olur. Ancak böylelikle bir çiçeği sevmiş olurum. Uzaktan. Dokunmadan. Hayalet gibi. Ruh gibi. Tıpkı bir ölü gibi...
Meriç çıktığında ofiste tek kaldım. Camdan onun gidişini de seyrettim. Hep yaptığım gibi uzaktan baktım hayata. Dünya benimle birlikte değil benim etrafımda dönüyor gibiydi. Beni içine almadan, aralık bir kapı bırakmadan. Git gide yalnızlaştığım bir ömürden sonra insanları önemsememeye yemin etmişken neden şimdi içim acıyor? Neden onu da gönlümce salıveremiyorum? Neden hep yaptığım gibi yok sayamıyorum? Neden Heyzır ismini her duyduğumda benden bir parça cevap verecek gibi oluyor? Neden? Neden?
🌻
Önümüzdeki iki bölüm Yusuf Gazel'in zamanından olacak. Bakalım orada her şey yolunda mı?
Haris Heyzır'ı kendinden uzaklaştırıyor siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cihanşah ve Heyzır yakınlaşıyor sizce neler olacak?
Heyzır'ın annesi uzun bir süre uyanamazsa işler daha da kötüye gitmez mi?
Örgüt gittikçe daha da kötüleşiyor. Gazel ailesi bunlardan nasıl kurtulacak?
Sizce örgüt başka nerelere el atmış olabilir? |
0% |