Yeni Üyelik
47.
Bölüm

47. Bölüm

@hakugu

 

 

 

 

 

 

 

 

Yusuf Gazel 🪐

 

 

"Uyanıyor uyanıyor!"

 

"Yusuf? Bu kaç, bak bi."

 

"İyi misin len?"

 

"Bilerek uyuyor bence."

 

Sağ gözümü iki kere açmaya çalışıp yeniden kapattım.

 

"Yeniden mi bayıldı ya hu? Adamın bayılması bile garip."

 

"Oğlum uyansana lan korkutma!"

 

Sol gözümü açtım bu sefer. İki kere kırpıp yeniden kapattım.

 

"Bilerek yapmıyorsa ben de Ali değilim!"

 

Sen Ali değilsin zaten, somurtkan kertenkelenin tekisin diyesim geldi, ama sustum.

 

"Doktoru çağıralım da irice bir iğne yapsın bari." Bu ses de Selim'e aitti. İkisi de gözümün yaşına bakmayacağı için hızla açtım gözlerimi.

 

"Ahanda açtı. Ben demedim mi tehdit edersek açar diye?"

 

Ali gülerek başımda dururken Selim, Oktay, Murat, Devran ve ayak ucumda duran Yakut komiser de gülüyordu. Hepsi yatağımın etrafında toparlanmış bana bakıyordu. Her iki ayağım da sargılı öylece uzanmış ne yapıyordum?

 

"Ayaklarım neden sargılı benim?"

 

"Sence sadece ayakların mı?" diye sordu Yakut komiser.

 

Ali başıma bir fiske attığında acı ile inledim.

 

"Başım?"

 

"Aynen koca başını beladan ne zaman kurtaracaksın merak ediyorum. Ulan evli barklı adamsın hala avanak çocuklar gibi burnun beladan kurtulmuyor."

 

Ali övüyor muydu sövüyor muydu belli değildi. Ağrıyan başımı tutarken "Üstüne gitmeyin çocuğun. Bugüne bugün masum bir mafyayı kurtarıp asıl suçluyu yakaladı," dedi Yakut komiser. "Gerçi, masum mafya diyince kulağa çok garip geliyor ama yapacak bir şey yok."

 

"Buldum mu? Katili buldum mu şimdi gerçekten?"

 

"Buldun buldun," dedi Oktay omzumu sıkarken. "Kafanı da kırdı ama hapse tıkmayı da başardık sayende."

 

Gülümseyerek Oktay'a bakarken "Başardım yaşasın," dedim.

 

"Çabucak iyileş de davete icabet et."

 

Yakut komisere şaşkınlıkla bakarken "Ne daveti?" diye sordum.

 

"Şu mafya," dedi başıyla kapı tarafını işaret ederek. "seni malikanesine davet etti."

 

"Kahramanım diye sevinç naraları atıyordu senin için." Selim göz devirerek söylese de gülmüştüm. Böyle şeyler diyecek birine benziyordu.

 

"Ne kahraman ama! Kirschner telli kahraman"

 

Ali lafa giriştiğinde gülüşüm yarıda kesildi.

 

"Kir... Kiriş mi? O ne!"

 

"Kirschner kirschner! Parmaklarını kırmışsın aptal şey! Tel takıldı içine. Bakalım şimdi nasıl yürüyecen? İşimize gelir aslında biz de bir rahat nefes alırız."

 

"Ayaklarım? Olamaz! Ayaklarım!"

 

"Onu atlamadan önce düşünecektin."

 

Murat kulağıma eğilerek söylediğinde bağırdım.

 

"Ayaklarıııım! Onlarsız yaşayamam! Ayaklarııım!"

 

"Ben çıkıyorum. Bu bufalo kılıklı adamın bağırışlarına daha fazla katlanamayacağım." Ali ve Selim önden çıkarken Oktay da gülerek onları takip etti.

 

"Çabucak iyileş. Merkezin sana ihtiyacı var. Sensiz her şey çok düzenli," dedi Yakut komiser yüzünü ekşiterek.

 

"Ayaklarım? Ayaklarım!"

 

Kimse beni duyuyor gibi değildi. Yakut komiser de gülerek çıktığında geride sadece stajyerler kaldık. Devran hemen sol tarafımdaki sandalyeye otururken, Murat bir bardak su koyup bana getirdi.

 

"Yalnız bu mafya seni ünlü etmeye hevesli. Yerel gazeteler ve haber kanalları senden bahsediyor. Bir anda meşhur oldun oğlum."

 

Devran yatağımın demirine yaslanıp söylenirken "Ayaklarım!" diye inledim. Gazete haberleri umrumda bile değildi. Öncesinde pek de önemsemediğim ayaklarım şimdi nasıl da değerli olmuştu. Ulan gidip işin ehli Hakan'a bile gösterdim, yine de işe yaramadı.

 

"İç şu suyu da mızmızlanmayı bırak. Doktor hiç ağrı olmayacağını söyledi hem, bağırıp durma."

 

Murat burnumu tutup suyu içirirken kaşlarımı kaldırdım.

 

"E ama benim canım acıyor."

 

"Hadi ya! Uçmasaydın o zaman," dedi eli ile havalandırma işareti yaparken.

 

"Sus abi ya!" Göz ucuyla Devran'a baktım ama o çoktan bildiğini belli edercesine "Boşuna saklama, her şeyi duydum. Fotokopiyi almak için uçmuşsun adeta," dedi.

 

Devran'dan sonra Murat'a yeniden baktım. Bu sefer kötü bakışlar vardı gözlerimde ama çok sürmedi kapı telaşla açıldı.

 

"Yusuf?"

 

"Baba!"

 

"Murat!"

 

"Baba?"

 

Asiye, Meryem, Hacer ve Fedai içeri daldığında Devran ayağa kalktı.

 

"Ben çıkayım madem, bir şey olursa haber verirsiniz."

 

Murat gözlerini kapatarak tamam anlamında işaret yaptığında "Ayaklarıııım!" diye inledim.

 

"Duyduğuma göre mafya çok zenginmiş," dedi Asiye."

 

"Her yerde Yusuf'un haberleri var," dedi Meryem.

 

"Hobaa! Ayaklarım diyorum, ayaklarım."

 

"Baba sen de çıkıcan mı televizyona?"

 

Fedai de Murat'a sarıldığında kimsenin benimle ilgilenmediğini anladım.

 

"Ayaklarım," diye inlerken parmak uçlarımda bir kıpırtı hissettim. Diğerleri hem bana nispet yapmak için hem de bana inanmadıkları için mafya hakkında konuşurlarken küçük kızım Hacer parmaklarımı okşuyordu.

 

"Allah'ım babamın ayakları çabucak iyileşsin. Allah'ım acı çekmesin. Lütfen Allah'ım."

 

Minik elleri parmaklarımın üstünde gezinirken fısıltı ile ettiği dua gözlerimi doldurdu. Boğazıma tıkanan düğümleri iki kere yutkunsam da geçiremedim. Biraz önce ayaklarımın acısı gözlerimi doldurmasa da kızımın tatlı dokunuşlu minik parmakları gözlerime sel olup inmişti sanki.

 

"Amanın, şuna da bak. Dışarıdan gören deli sanar kızı için hüngür hüngür ağlıyor. Ehey!"

 

Murat dalga geçercesine söylendiğinde "Varsa yoksa kızı," tabii dedi Meryem Hacer'i kucağına alarak. "Bizi düşünen yok. Merdivenlerden uçarken ne düşünüyordun acaba da şimdi gözlerin doluyor."

 

"Bana versene bi çok özledim."

 

Hacer kucağıma gelirken sıkıca sarıldım. Henüz üç yaşındaydı ama sanki kırk yıllık arkadaşım gibiydi. Öyle tanıdık, öyle sıcak ve öyle bana bağlı. Saçlarını okşayıp öptüm. Kızımın kokusu kimsede yoktu. Tek başına tüm heves ve mutluluk kaynağımı karşılıyordu.

 

"Amca ben de geleyim mi?"

 

"Gel len!"

 

Fedai de diğer koluma çıktığında ikisini birden kucakladım. İki çocuk kollarımın arasında kıkırdarken bizimkiler kendi aralarında mafyayı konuşmaya devam ediyorlardı. Dediklerine göre bana bir ev ve araba verecekmiş. Yusuf Gazel deyip duruyormuş. Adım hiç ağzından düşmüyormuş. Kafayı uçurduk ama yine de işe yaradı herhalde. Polislikten doğru düzgün bir kazancımız yok ama en azından barınacak bir evimiz olur. Kızım ve eşim rahat etsin de ben gökdelenden atlamaya bile razıyım. Yani gökdelen olmasa da yüksek bir yer olur.

 

🕯

 

 

Üç gün sonra taburcu olmuştum ve sapa sağlam yürüyebiliyordum. Doktorun söylediğine göre keçi gibi inatçı kemiklerim vardı. Eklem yerlerine taktığı kir bilmem ne teli parmaklarımı toplayacaktı ama asıl marifet bendeydi. Çok hızlı iyileşiyordum. Yoksa üç günde kalkılacak bir durum yoktu. Yine doktorun dediğine göre dünyaya polis olmak için gelmiştim.

 

Ben ve Murat ünlü mafya Osman Çelik'in daveti üzerine malikanesine yola çıkmıştık. Merkezdeki ve hatta evdeki herkes bu davet için olabildiğine hevesliydi ama ben o kadar da önemsemiyordum. Aklımda hala şu üstü örtülen seri cinayet davası vardı ama işler hiç beklemediğim şekilde ilerliyordu. Kim derdi bir mafyanın en sevdiği polis olacağımı?

 

Ayda yılda giymek için aldığımız takım elbiselerimiz üzerimize dar gelse de bunaltan kravatla birlikte giymiştik. Hem Murat'a hem bana takım elbise yakışırdı ama kesinlikle çok eğreti duruyordu. Yedi yirmi dört at üstünde gibi koşturan bizler böyle jilet gibi giymeye uygun insanlar değildik.

 

Malikanenin kapısına yaklaşırken nöbetçilerden biri koşarak içeri gitti. Bizim geldiğimizi haber vermiş olacak ki önde Osman Çelik denen mafya, beraberinde yirmi otuz kişilik kabilesi bizi karşılamaya gelmişti. Osman Çelik de takım elbise giymişti ve beni görünce koca göbeğini içine çekmeye çalışarak önünü ilikledi.

 

"Hoş gelmişsen komiserim. Hoş gelmişsen yav."

 

Pala bıyığı ile tıknaz boynundan çıkan her ses beni ürkütse de gülümsemeye çalıştım. Her şeye rağmen diken üstünde duruyordum ama onlardan asla bir zarar görmedim.

 

"Buyurun buyurun. Buz gibi bir ayran getirin lan komiserime!"

 

Bu bağırış hem beni hem Murat'ı ürkütse de birkaç saniye sonra birer bardak soğuk ayranlarımız geldi.

 

"Nereye oturacaklar lan?"

 

Hemen birer sandalye ve masa da geldiğinde gölgelik bir alana oturmuş olduk. Karşımızda sürekli bana bakarak gülümseyen bir mafya varken ayran öyle çok da keyifle içilmiyordu hani. Yine de ikram diyip içtik.

 

"Yav ben sana bir şey olacak diye gözüme hiç uyku girmedi. Gerekli tüm ameliyatını yaptırdım. Hatta baştan ayağa kadar tarattırdım maşallah sapa sağlamsın."

 

Ayranın sonunu içerken gülümsedim. Demek doktor ve hemşirelerin benimle deli gibi ilgilenmesinin nedeni buydu.

 

"Soysuz gatili hapse tıktınıız?"

 

"Tıktık tıktık," diye cevap verdi Murat.

 

"He ne güzel. Yusuf komiserim bene gelip kurtaracağını söyleyince tövbe Estağfirullah inanamadım. Ben bittim dedim. Her şey öyle bana dönüktü ki... Ama komiserim aslan gibi sesi şahin gibi gözleriyle..."

 

Tam bu anda ayranın tuzlu sonu boğazıma kaçınca öksürdüm.

 

"He ne diyordum. Atmaca gibi pençeleri..."

 

Bir kere daha öksürdüm. Murat gülerek sırtıma vuruyor ve her türlü hayvanla bezeli iltifatlarım için bana destek olmaya çalışıyordu.

 

"He yav bir ayran saha getirin hele. Komiser boğulacak yoksa."

 

İki elimi sallarken istemediğimi belli etsem de yeni ayran geldi.

 

"He işte ben, kimseyi öldürmedim bu zamana gatlak. Vallaha bak. Kara para aklama oldu ama onda da polisin haberi var. İki kere hapis cezası aldım sonra para ile serbest bırakıldım. Hiç öyle cinayet falan neyimle işim olmaz."

 

"Dosyanızda dolandırıcılıktan da hüküm giydiğiniz söyleniyor?"

 

Murat'ın sorusu adamı tökezletse de "He işte bi de o var," dedi.

 

"Hırsızlık da yazıyor aslında."

 

"E bi de o var. Murat komiserim yeter da, Yusuf komiserimin yanında ayıp oluyor yani."

 

Sağ kaşımı kaldırarak Murat'a baktığımda ayranın yarısına gelmiştim bile. Murat gıcık gıcık gülümserken evli olduğum için dua ediyordum. Şu durumda bir mafya ile adım çıkması o kadar müsait bir hal vardı ki.

 

"He ne diyordum. Benim çoluk çocuğum yok. Diyom ki sen benim oğlum ol. Ne dersin?"

 

Kaşlarımı çatarak baktım.

 

"Benim annem var. Karşı çıkar," dedim.

 

"He öyle mi? O zaman amcan olam?"

 

"Amcam da var. Hem de iki tane," dedim iki parmağımı göstererek.

 

"He, o halde sen ne istersen verem, olma mı?"

 

"Bir şey istemem," dedim boş bardağı adamlarından birine verirken.

 

"Ama yok, bir ev ve araba ayarladım bile. Sana vereceğim onu. Almasan da vereceğim. İster at ister sat."

 

Bir şey demeden Murat'a baktım.

 

"E o ne olacak, o benim en yakın dostum."

 

"Ona da verem. Bende ev ve arabadan bol ne var ki? Yusuf komiserim bak," dedi iki elimi tutarak. "Sen beni kurtardın ya, dile benden ne dilersen. Kölen olurum."

 

Murat'tan püskürmeye benzer bir ses çıkınca hızla ellerimi geri çektim.

 

"Kölem olma da belki bir işim düşerse yardım ediver. Başka bir şey istemem."

 

Mafya her ne istersem yapacak kadar hevesle bana bakarken Murat ve ben ev ve araba sahibi olmuştuk. Gerçi ne kadar hayırlı olacakları tartışılırdı ama geri çevirtmeyecek kadar ısrarlıydı. Kabul etmesek muhtemelen peşimizden gönderirdi o derece. Aslında bir ara şu çocukların katliamı hakkında da yardım istemeyi düşündüm ama hemen sonrasında vazgeçtim. Emniyettekilere bile güvenemezken ona nasıl güvenebilirim ki? Murat ve ben mafya ile saatlerce sohbet ettik. Onun yanından ayrıldığımızda çoktan güneş batmış akşam olmuştu bile.

 

🕯

 

 

Murat ile birlikte evimizin bahçesindeki plastik sandalyelere oturmuş önümüzdeki masanın üstünde duran fotokopileri okuyorduk. Saat gece yarısını çoktan geçmiş evdeki herkes uyumuştu. Yine topluca sabahladığımız günlerden biriydi.

 

"Sen niye merdivenlerden atladığımı Devran'a söylüyon oğlum. Ya gider Yakut komisere söylerse?"

 

"Bir şey olmaz oğlum ya. Devran'ın ağzı sıkıdır ispiyonlamaz bizi."

 

"Ben bilmem. Yakut komiserden azar işitirsem senden bilirim ona göre. O beni merdivenlerden düştü biliyor. Şimdi bi de atladığımı öğrenirse biterim."

 

"Tamam abi ya, söz bir şeyler olursa ben devreye gireceğim."

 

Pek tatmin olmasam da Murat'ı harcayacak da değildim. Canım kanımdı o benim. Ağzından kaçırmıştı besbelli. Üstüne gidip moralini bozmamak adına kapattım konuyu.

 

"Şimdi benim anlamadığım şey, bu çocuk cesetleri aynı şekilde kesiliyor ve aynı üslupla iç organları alınıyor. Davanın üstü kapatılıyor ve bu işi yapan kişilerden bir daha yapmaması için söz alınıyor. Ne hikmetse bu söze itibar ediliyor ve olay orada sona eriyor. Nasıl bir topluluk ki sadece verdikleri söze itibar ediliyor?"

 

Murat sorduğunda kaşlarımı çattım. Aynı şeyleri ben de düşünüyordum ama ne cevap vereceğimi bilmiyordum doğrusu. Elinde para ve güç olan bir topluluktu muhtemelen ki verdikleri söz cinayetin önünde tutuluyordu. Bu cinayet de değildi. Bildiğin katliam yapmışlardı.

 

"Aslında böyle pis işleri ancak pis iş yapan insanlar bilir. Yani senin benim gibiler anlamaz ki bu tarz olaylardan. Sence şu mafya mıdır neyse ona sorsak mı?"

 

Murat şüphe ile çenesini kaşıdı. Pek istekli değildi. Aslında ben de onun gibiydim. Ben de pek istekli değildim ama şu an aklıma da başka bir şey gelmiyordu.

 

"Üstü kapanmış bir olayı gidip ünlü bir mafyaya anlatırsan kendi ölüm fermanımızı kendi ellerimizle yazmış oluruz. Adamlar her kimse zaten her şeyin üstünü kapatmaya çalışıyor, biz bilerek deşmiş olacağız. En azından elimizde kesin kanıtlar olduktan sonra yardım isteyelim. Şu an hiçbir şey bildiğimiz yok ki."

 

Murat haklıydı. Haklı olmasına haklıydı da biz iki stajyer ne yapabilirdik ki? Daha arşiv dosyalarını okumamıza bile izin verilmiyordu. Varsa yoksa içecek için hazırlık yapalım. Düne kadar itirazlarımız bile kabul edilmiyordu. Şu mafya olayını da zor bela çözebildim.

 

"Öncelikle gidip kendimiz araştırmamız gerek."

 

"İyi de nasıl yapacağız? Emniyetten çıkabildiğimiz mi var? Ayaklarımı kırdım üç gün anca izin aldım," dedim sargılı parmaklarımı göstererek.

 

"Sıra ile," dedi Murat aklında bir fikir olduğunu belli edercesine. Murat sivri çeneli, hafif kıvırcık saçlı, esmere dönük biriydi. Yakışıklı olduğu için gençken hep kızlar peşinde dolanırdı ben de onun yüzünden defalarca kez kızlarla uğraşmak zorunda kalmıştım. Evlendikten sonra rahat bir nefes almıştım neyse ki. Murat ile çocukluktan beri tanışıyorduk. Aynı köyde büyümüş, aynı mahallede serpilmiştik. İkimiz de polis olmaya karar verdiğimizde ailelerimizden azar işitmiş sonra da kaçıp Konya merkezde eğitim almıştık. Ailelerimiz ikimizin de çiftçi olmasını istiyordu. Bir sürü tarla ve hayvan var onlara kim bakacak diye bize kızıyorlardı ama sonunda istediğimiz oldu ve polis olmuştuk. Murat kendimi bildim bileli bir gün olsun benden ayrılmamıştı. Ona kendimden çok güvenirdim. Çok severdim ve onun da bana aynı hisleri beslediğini bilirdim. Şimdi, böyle bir olayla baş edebiliyorsam o olduğu içindi. Onun varlığı bana güç veriyordu. Onun fikirlerine de sonuna kadar itimat ediyordum.

 

"Sıra ile ne?" dedim kaşlarımı kaldırarak.

 

"Sıra ile izin alacağız. Bir olay bulalım. Basit ve soruşturulması gereken. Sıra ile onu soruşturmaya gidip, oradan da cinayet işlenen evleri araştırmaya gideceğiz. Yokluğumuz anlaşılmasın diye gün aşırı nöbet değişimi yapacağız."

 

"Mantıklı," dedim başımı olumlu anlamda sallayarak. "yine de aileleri ziyaret etmek elimize bir bilgi verir mi?"

 

"Bilemezsin," dedi Murat gözlerini kuşku ile bir noktaya dikerek. "çoğu çözümsüz davada asıl önemli şey gözden kaçan ip uçlarıdır. Bizim yapacağımız şey tekrar tekrar onların üstünden gitmek olacak."

 

Murat'ın fikrini dikkatle dinleyip başımı olumlu anlamda sallarken gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Gecelerimizi gündüze döndürene kadar uğraştığımız bu dava midesinden bir avuç buğday çıkan masumlardan başkası için değildi. Bu dünya onlar için duramayacaksa tamamen kül olsun daha iyi.

 

Ertesi sabah Murat'la anlaştığımız gibi olayları ayarladık. İlk cinayetin işlendiği Kaynarca kasabasında çıkan ailevi kavgayı büyüttük ve Yakut komiseri oraya içimizden birinin gidip olayı çözmesi konusunda ikna ettik. Murat benim yerime kalıp beni gönderdiğinde önce kasabaya gittim ve aile içinde olan kavgayı -ki zaten büyük bir şey değildi- çözüp asıl istediğim yere, ilk cinayetin işlendiği ailenin evine geldim. Elimdeki kağıtta küçük çocuğun adının Esra Kurtaran olduğu yazıyordu. Tıpkı diğerleri gibi iç organları alınmış ve öylece bırakılmıştı. Babası kasabanın pazarlarında çalışan ayakkabı tamircisiydi. Kendine ait küçük bir dükkanı vardı ve cinayetten sonra neredeyse hiç uğramamıştı. Verilen adresteki evlerinde gittiğimde geniş bahçeli, mavi demir kapılı bir kerpiç ev olduğunu gördüm. Ev derken iki odadan oluşan bu yapının içinde tavuklar, koyunlar ve kedilerden sonra insanların yüksek duvarlardan aşması neredeyse imkansızdı. Hele ki Esra gibi küçük bir kız için asla mümkün olmayan bir şeydi.

 

"Selamün aleyküm?"

 

Sesim önce karşılık bulmadı. Sonrasında evden Esra'nın babası olduğunu düşündüğüm adam çıktı. Bir deri bir kemik kalmıştı sanki. O kadar zayıftı ki, bir an için gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. Elmacık kemikleri çıkmış, gözlerinin feri sönmüş, saçı sakalına karışmış ve muhtemelen ağlamak ve sigara içmekten incecik kalmıştı.

 

"Ve aleyküm selam?"

 

"Ben polis memuru Yusuf Gazel. Esra Kurtaran hakkında birkaç sorum olacaktı müsaitseniz?"

 

"Polis memuru mu?"

 

Son cümle ile yüzüme okkalı bir tokat yemem bir oldu.

 

"Demek polis memuru ha! Ey ahali duyun bu bir polismiş!"

 

Adamın bağırması ile evdekiler de teker teker çıkıp avluya geldiler. Resmen adamın dayağını yedim iki dakika içinde. Ayaklarıma basınca acı ile kıvranıp yere yapıştım.

 

"Dur bey yapma. Bu onlar gibi değildir belki."

 

Adamın karısı ikna etmeye çalışsa da hatrı sayılır bir dayak yemiştim. Dudaklarımdan akan kanı elimin tersi ile silip yavaşça kalkarken "Sadece, Esra için, buradayım," dedim kesik kesik. Nefes almakta bile zorlanıyordum zira burnuma da vurmuştu. Adam öfke ile bağırıp gömleğini yırttı gözümün önünde. Saçlarını da yolacaktı ki koşup kollarından tutup engel olmaya çalıştım.

 

"Kaç hafta geçti kaç! Hangi polise gittiysek bir daha olmayacak dendi. Katil yok. Açıklama yok! Herkes sağır olmuş! Bir daha olmayacak ama Esra'm bir daha gelecek mi! Ha! Söyle bana!"

 

Ne dese haklıydı ama işimi daha da zorlaştırmaktan ileriye geçmiyordu bu öfkesi. Elimin üstündeki kanla onun elini tuttum yavaşça.

 

"Bak, her ne oluyorsa bir fikrim yok ama Esra'nın katilini bulmamı istiyorsan bana yardım etmelisin. Ben onlar gibi değilim. Yemin ediyorum asla susmayacağım. Sağır ve kör olmayacağım. Sadece bana yardım hı? Olmaz mı?"

 

Koskoca adam gözümün önünde hüngür hüngür ağlayıp eğilerek ayaklarıma yapıştı. Benden yaşlıydı ama nasıl bir çocuk gibi yerlerde kıvranabiliyordu?

 

"Bul o zaman. Yalvarırım bul. Sana yalvarırım bul. Neyim var neyim yok senin olsun ama bu pezevenki bul. Allah rızası için bul!"

 

Tutmaya çalıştığım gözyaşlarım çeneme süzülünce kurumuş kanlı elimin tersi ile yeniden sildim. Titreyen çenem ve kastığım ağzım daha fazla ağlamama engel olsa da içim yanıyordu. İçim bir cehennem gibi yanıyordu.

 

Çok geçmedi bir saat sonra evlerinin oturma odasında yer minderleri ile kaplı yere oturduk. Çocuklar diğer odadayken adam ben ve karısı vardı.

 

"Her ne dönüyorsa bilmiyorum ama bu seri katili bulana dek peşini bırakmayacağım bu işin. Şimdi," dedim cebimden bir defter çıkararak. "bana o güne dair hatırladığınız her şeyi söyleyin."

 

"Valla komiserim ne diyelim? Burada herkes birbirini tanır. Yıllar oldu böyle bir şeyle karşılaşmadık. Esra küçük bir kız çocuğu. Evden dışarı çıkmaz, bir yere gitmez. Kim ona bunu yaptı bilmiyoruz. Daha geçen haftalara kadar kasabaya kimseler girip çıkmazdı. Sadece gevura gidenler döndü o kadar."

 

"Yurt dışında yaşayanlar mı var?"

 

"İş için gidiyorlar. Yazın tatile buraya geliyorlar. Bi onlar var dışarıdan gelip giden."

 

"Peki ya Esra'yı öyle bulan kimdi?"

 

"Köyün çobanı bulmuş. Eve bir kilometre uzaklıktaki tarlada bulunmuş. Dediklerine göre biri onu götürmüş. Yoksa Esra evden çıkmak nedir bilmeyen bir çocuktu."

 

Tüm bu bilgileri yazarken aralamasan her ayrıntıyı düşünüyordum.

 

"Bu çoban nerede oturur biliyor musun?"

 

"Bilirim tabii, gel beraber gidelim."

 

Esra'nın babası ile ayağa kalktığımızda annesi yalvarırcasına bana baktı.

 

"Endişe etme bacım, benim de küçük bir kızım var. Elimden geleni yapacağım. Bu soysuzların soyunu kurutana dek bu işi bırakmayacağım."

 

Kadın her cümlemde daha çok ağlarken önden çıktım ve ayakkabılarımı giydim. Esra'nın babası ile birlikte çobanın evine doğru yürürken ayaklarımız çamur oldu. Yürümekte zorlanınca "Buradan geçen her kimse mutlaka ayakları çamur olur. Esra'nın başında hiç ayak izi bulunmadı mı?" diye sordum.

 

"Hiç," dedi babası. "araştırmak için gelen diğer polisler Esra'nın da ayak izinin olmadığını söyledi. Bu çocuk uçmadı ya?"

 

Şüphe ile kaşlarımı çattığımda arkama baktım. Bir hayli yol vardı ve her yer çamurdu. Buradan geçen birinin ayak izi bırakmaması imkansızdı.

 

Yaklaşık on beş dakika sonra çobanın evine geldiğimizde tahtadan yapılma dış kapısını çaldık.

 

"Heooy Mamıt içerde misin?"

 

Çok geçmedi çoban geldi. Sırtında ince bir gömlek vardı ve beklenti ile bize baktı.

 

"Ne o Ramazan usta bir şey mi oldu?"

 

"Bu polis memuru Yusuf Gazel. Bizim kız için gelmiş. O gün nasıl bulduğunu anlatıver de not alacak."

 

"Hemen geliyorum."

 

İçeri girip bir tane ceket aldı ve peşimize takıldı. Daha sonra çoban öne geçti ve bizi Esra'yı bulduğu tarlaya götürdü.

 

"Ahan da tam burada buldum kızı," dedi yeşillik bir alanı iki eli ile göstererek. "Ha burada hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Baktım, karnı deşilmiş."

 

Son cümle babayı rahatsız etse de her şeyi yazdım.

 

"Peki buraya nasıl getirildiğine dair bir fikrin var mı? Çamurlu yollar var ve ayak izinin olmaması neredeyse imkansız."

 

"Valla komiserim, bu tarlaya gelmek için üç yol gerek. Ya yürüyerek gelirsin, işte böyle ayak izi olur," dedi bizim yaptığımız ayak izlerini göstererek.

 

"Ya traktörle gelirsin, o da çok daha büyük iz yapar," dedi ama hiç öyle iz yoktu.

 

"Ya da..."

 

Kalemim yazmak için beklerken çobanın ne diyeceğini merakla beklerken Esra'nın babası da çobana dikkatini verdi.

 

"Ya da?"

 

"Ya da şu," dedi uzakta bisiklet süren çocukları göstererek. "Burada çok alamancı var. Hepsinin de birer velespiti var. Velespit sandığımız kadar iz bırakmıyor. İnce tekerleklerin izleri hemen kapanıyor. Benim aklıma velespit geliyor ne yalan söyleyeyim."

 

Bisiklet yerine velespit yazınca önce üstünü karalamak istedim. Sonra olduğu gibi bıraktım. Velespit bence de şüpheliydi. Başka türlü buraya ayak izi olmadan gelmek pek mümkün değildi. İnsan batıyordu çamura.

 

"Ha bi de şöyle bi yarım çikolata buldum."

 

Çoban işaret ve orta parmağını birleştirerek kalan çikolatanın miktarını bana söylemeye çalışırken "Üstünde ne yazıyordu?" diye sordum.

 

"Valla komiserim ben okuma yazma bilmem ki. Ama üstünde böyle beyaz bir tavşan vardı. Hatta bizim bakkallarda böyle büyük çikolatalar satılmaz. Şaşmıştım o zaman da."

 

Beyaz tavşanlı çikolata...

 

Tüm bunları not aldığımda tarlaya şöyle bir baktım. Arka taraf uçsuz bucaksız tarlalarla doluydu. Sağ tarafı da tarlaydı, sol tarafında bir toprak yol geçiyor ve irili ufaklı tepeler vardı. Ön tarafında ise köy vardı. Esra'nın ön taraftan gelmesi kuvvetle muhtemeldi.

 

Bulunduğum konumun ufak bir krokisini çizip çoban ve Esra'nın babasına teşekkür ettikten sonra tarladan ayrıldım. Şimdi bu notların hepsini Murat'la paylaşma zamanı gelmişti.

 

Yarım saat sonra merkeze ulaştığımda not defterimi vestiyerdeki şahsi dolabıma koydum ve iki kere kilitledim. Hemen lavaboya koşup elimi yüzümü yıkayıp burnumdaki kanı temizledim. Saçlarımı tarayıp normal bir hale geldiğimde üst kata çıktım. Ali ve Selim ellerinde çayla sandalyede oturmuş konuşuyorlardı. Oktay ve Yakut komiser de öte tarafta bir konu hakkında tartışıyorlardı. Herkes kendi masasındayken Murat ve Devran sebilden su içiyorlardı. Odanın içi yine duman altı olmuştu. O kadar çok sigara içiliyordu ki bazen nefes alamıyordum. Ne ben ne Murat ağzımıza koymadığımız için yadırgasak da yapacak bir şey yoktu.

 

Ben de sebilin başına geçip bir bardak su aldığımda "Ne yaptın gittin mi kasabaya?" diye sordu Devran.

 

"Gittim," dedim sudan bir yudum alarak. "Adam kadını fena dövmüş diye duydum. Aile içi altın alıp verme durumu mu varmış neymiş."

 

"Nedir bu kavga ya hu!"

 

Devran konuşmaya devam ederken Murat'a kaş göz işareti yaptım.

 

"Ben şu parmaklarımı bi daha bi Hakan'a göstereyim. Demirler sızlıyor arada."

 

Ayağa kalkıp Murat'ın peşimden gelmesini işaret ettiğimde Devran fark etmeden ayağa kalktık. Devran da bizdendi aslında, onu da aramıza alabilirdik ama bu iş çok riskli olduğu için şimdilik gizli kalmalıydı. İlerleyen dönemlerde eğer kesin delillerimiz olursa o zaman mutlaka aramıza dahil ederdik.

 

Önden çıktığımda birkaç dakika sonra Murat da arkamdan geldi. İkimiz birlikte Hakan'a doğru giderken sola saptık ve kullanılmayan depo gibi olan odaya geçtik. Eski eşyalar ve ıvır zıvır vardı. Murat arkamdan gelip kapıyı kapattığında "Çok fena şeyler buldum," dedim.

 

"Öncelikle katil bisiklet kullanıyor olabilir. Ve bir tane çikolata markası bulmamız lazım. Üstünde beyaz tavşan olan. Ayrıca katil bence Konyalı olmayan biri."

 

Elimdeki notları Murat'a gösterimde bir çırpıda okudu.

 

"Beyaz tavşanlı çikolata mı? Böyle bir marka mı var?"

 

"Bilmiyorum valla. Araştırmak gerek."

 

Murat notlarımı incelerken "Beni soran oldu mu?" diye sordum.

 

"Yok, Osman Çelik bir kutu şekerleme, bir tepsi baklava bir de ayran gönderdi. Geçen iki bardak içmişsin beğendiğini düşünmüş."

 

Sayılan şeyleri sırıtarak dinlerken "Eee baklava nerede?" diye sordum.

 

"Çoktan bitti, şekerlemeler de yendi. Geriye biraz ayran kaldı."

 

"Nasıl ya? Niye bana gelen şeyleri yediniz!"

 

"Ne yapsaydık oğlum? Milleti susturmak için bir şeyler gerekiyordu. Yoksa Ali ile Selim durup durup bir aile kavgası bu kadar uzun sürmez diyip seni soruyorlar. En azından baklava yiyip sustular işte."

 

"Of ya!"

 

"Sus da, şu çikolatayı nasıl bulacağız onu düşün."

 

"Nasıl bulacağız işte, gidip marketlere tek tek soracağız."

 

Murat bıkkınlıkla bir nefes verdiğinde saate baktık. Beşe geliyordu. Çıkış vakti gelmişti neyseki. Herhangi bir şey için izin almak zorunda kalmayacaktık.

 

"Neyse hadi burada çok kalmayalım. Yanlarına gidelim de şüphelenmesinler."

 

Murat defterimi bana verirken önden o çıktı, arkasından da ben. Birlikte ofise doğru yürürken ayaklarımın sızladığını hissettim. Şaka maka gerçekten acıyorlardı. Takılan demirler bir işe yaramıyor muydu ne?

 

Yeniden aralarına döndüğümüzde çok sürmedi teker teker herkes çıkmaya başladı. Önemli bir dava olmadığı için Yakut komiser de çıkmıştı. Murat'la bana gün doğmuşçasına koşarak emniyetten çıktığımızda ilk yaptığımız şey yakınlardaki bakkala gitmek oldu. Bir yandan Murat diğer yandan ben çikolata reyonundaki tüm çikolataları inceledik.

 

"Beyaz tavşan, beyaz tavşan, beyaz tavşaan?"

 

Hangisine bakarsak bakalım beyaz tavşan bulamıyorduk.

 

"Dayı acaba beyaz tavşanlı çikolatan var mı?"

 

"Ne?"

 

"Tavşan tavşan! Beyaz olanından."

 

"Tövbe Estağfirullah oğlum, tavşandan çikolata mı olur hiç? Git işine günaha sokma beni durduk yere."

 

"Yav tavşandan demedim. Yani üstünde...şey..."

 

Yeniden çikolatalara bakmamıza izin vermeyen dayı bakkaldan bizi kovarcasına geçirirken Murat koluma yapıştı.

 

"Biz de tavşanlı çikolata yemiyoruz herhalde dayı! İki dakikada harcadın be!"

 

Murat beni çekiştirerek götürürken daha büyük bir markete geldik. Bu sefer kimseye sormayacaktım.

Direkt çikolatalara daldım ve hepsine tek tek baktım. Gözden kaçan mı vardı bilmiyorum, beyaz tavşan yoktu hiçbirinin üstünde. Benim tarafımdaki raf bitip Murat ile baş başa tökezlediğimizde böyle olmayacağını anladık.

 

"Daha büyük bir yere gidelim."

 

İkimiz de bağımızı olumlu anlamda salladığımızda dağ büyük bir markete gittik. Ne kadar büyüğüne gidersek gidelim hep aynı marka çikolatalar vardı.

 

"Belki biz göremiyoruzdur. En iyisi mi hepsinden alıp eve gidelim. Hem çocuklar yer hem biz paletlerine bakarız."

 

Murat bu fikrime hiç itiraz etmedi. Her çikolatadan mutlaka bir tane aldığımızda yüklü bir miktar ödesek de mutlu bir şekilde evin yolunu tuttuk. Dört poşet çikolata ile eve girdiğimizde önce hanımlar sonra çocuklar şaşkınlıkla bize bakıyordu. Beklemeden poşetlerin içindekini yere döküp Murat'la karşılıklı bağdaş kurarak paketleri açmaya başladık.

 

"Hadi bizimki deliydi de sizinkine ne oluyor?" diye sordu eşim.

 

Murat'ın eşi de şaşkınlık ve korku dolu gözlerle devasa çikolata yığınına bakarken ne diyeceğini bilemiyordu.

 

Benim yanımda Fedai otururken Murat'ın yanında Hacer oturdu. İkisi de şaşkınlıktan çikolataların heyecanını yaşayamıyorlardı.

 

"Bunlarda yok. İyice içine baktım."

 

"Bunlarda da yok..."

 

Paketini açtığımız çikolataları çocuklara verirken biz açmaya devam ediyorduk. Mutlaka o beyaz tavşanı bulmalıydık.

 

Hani neydi o...

 

Alice harikalar diyarında beyaz tavşan mı takip ediliyordu? Harikalar ülkesine mi gidiyordu? Her şey istediği gibi mi oluyordu? Sonra bi bakmış hepsi rüya mı oluyordu?

 

Masal neydi bilmiyorum ama bir beyaz tavşanın peşine biz de düşmüştük. Sonunda her şeyin kabus olması için nelerimi vermezdim de işte...

Takip ettiğim beyaz tavşan beni katile götürse o da yeterdi. Zira bir avuç buğdayın acısı hala boğazımdan inmemişti. İnecek gibi de durmuyordu.

 

 

🕯

 

 

Selamlar!

Bu sefer hızlı mı geldik ne?

Bir bölüm daha Yusuf Gazel'den okuyacağız. Sonra yeniden Hacer Gazel'e döneceğiz. Bu bölümler çok önemli. Çünkü birçok düğümün çözüldüğü sahneler yer alıyor. En önemlisi ise bundan sonraki bölüm. Ölü yiyenler ile ilgili birçok şeyi öğreneceğiz. Yeni bölümü yazmak için heyecanlanıyorum. İnşaAllah istediğim heyecanı verebilirim.

 

Kitap hakkında genel olarak ne düşünüyoruz? Hemen fikirlerinizi alayım. Ama lütfen herkes yazsın.

 

Nasıl? Özlemiş misiniz Yusuf'u?

 

Diğer bölümde Yusuf Gazel sizce neler bulacak?

 

Yusuf Murat kardeşliği çok güzel değil mi?

 

Yusuf'un asi ve tatlı karakteri hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Geçmiş zamanda merak ettiğiniz başka neler var?

 

Yusuf Gazel gerçek bir kahraman değil mi ama? (;

 

Siz bu çocuk cinayetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Sizce katil kim?

 

Mafyadan yardım istemeliler mi?

 

Hepsi ve daha fazlası yeni bölümde!

 

Sevgilerimle,

HaKu

Loading...
0%