@hakugu
|
Yorumlar çok önemli! Satır aralarının hepsini okuyorum. Lütfen es geçmeyin. Keyifli okumalar dilerim.
İnstagram hakugu
🌈
Hacer Gazel 🎀
Gözlerimi açtığımda bembeyaz tavanla karşılaştım. Pürüzlü dokusu ışığı pütürlü yansıtsa da beyazdı. Boşluk. Hiçlik. Uçurum. Düşüş gibi bir beyaz. İç çekip başımı sağa çevirdim. Güneş doğmuştu ve kuşlar ötüyordu. Pencereden ağaçlar boylu boyunca görünüyordu. Dışarısının bir hastane bahçesi olduğunu bilmesem bir orman sanardım. Sağa sola savrulan ağaç dalları dışarıda esinti olduğunu gösterirken koyu yeşil yapraklarına baktım. Sonra da kahve gövdelerine. Mavi gökyüzüne, siyah kuşlara, pembe çiçeklere...
Bunca renk nasıl olur da tek bir renk gibi görünür gözüme? Hepsi nasıl siyaha da benziyor? Hepsi nasıl kapkaranlık görünüyor?
Bıkkınlıkla yattığım yerden kalktım ve kırışmış üniformamı baştan ayağa düzenlemeye çalıştım. Saatlerdir uyuyor olmalıydım, böylesine birbirine giren bir kıyafetin başka açıklaması olamazdı. Onca göz yaşı ve yıkımdan sonraysa bu uyku dinlenmek yerine, baş ağrısı yapmıştı. Başımın arkasını sıkıca tuttum ve elimle bastırdım. Nabız gibi ritimle zonkluyor ve kendini sert bir şekilde belli ediyordu. Gözlerimi kapatıp kaşlarımı çattığımda inlemeden edemedim. Sanki başımın içinde biri kafa tasıma çivi çakıyordu. Üstelik tek bir çivi de değil her yerden bir ağrı yükseliyordu. Başımı tutmaya devam ederken kapı tıklatıldı iki kere. Elimi hızla başımdan çekip düzeltebildiğim kadarıyla saçlarımı düzelttim ve oturuşuma çeki düzen verdim.
"Evet?"
Ses gelmeden kapı açıldı yavaşça ve içeri Cihanşah girdi. V yaka siyah tişörtün üstüne giydiği gri kalın ekose gömleğinin bileklerini kıvırmış, dar paçasının üstüne tam oturtmuştu. Bu tarz ona yakışsa da tıpkı gitarist gibi görünüyordu. Çekik gözlerindeki kalem de eklenince müzisyen deseler inanırdım. Belki de bir grubun vokalisti.
"Uyanmışsın?"
"Evet, anneme bakacaktım ben de..."
"A, hiç kalkma. Annenin rutin bakımı biraz önce yapıldı ama doktor kimsenin ziyaret etmesine izin vermiyor. Meriç şimdi baş hekimle görüşüyor, senin de uyanıktan sonra eve gitmeni söyledi."
"Ama annem?"
"Yeniden geleceğiz endişelenme. Sadece, diğerleri Gökkuşağı davasını sensiz yürütmek istemiyor. Evde bekliyorlar."
Duyduklarım beni mutlu etmişti. Kısık bir gülümseme ile karşılık verdiğimde yatağımdan kalktım. Annemi görmeyi çok istesem de arkadaşlarıma güveniyordum. Onların en iyisini yapacaklarına inanım tamdı. Şayet görev beni bekliyorsa ben de kendime gelmeliydim. Botlarımı giyip bağcıklarını bağladım ve saçımı sıkıca topladığımda hazırdım.
"Kahvaltılık bir şeyler aldım, yemek istersen..."
Cihanşah elindeki kese kağıdını bana uzatırken minnetle baktım. Canım hiçbir şey istemiyordu. Annem orada öylece uzanmış serum alırken ben böyle şeyler yemek istemiyordum ama etrafımda pervane olan dostlarım hatırına kendimi sıkmalıydım. Yemesem Cihanşah kendini kötü hissedebilirdi. O kadar düşündükten sonra geri çevirmek de istemedim.
"Elimi yüzümü yıkayıp hemen geliyorum."
Başıyla tasdikleyip "Ben dışarıda bekliyorum o zaman," dedi. Bir şey demeden lavaboya gittiğimde birkaç dakika sonra hazır bir şekilde geri döndüm. Yavaşça uzattığı kese kağıdını elime alıp içindeki simitten bir parça koparttım ve ağzıma attım. Bir parça daha koparıp ona uzattığımda önce bana sonra elimdeki simide baktı.
"Tadı güzelmiş, denesene?"
Beklenmedik bir şeymişsine bir süre simide baktı ama sonunda almayı başardı. Bu, zor bir şey değildi elbette ama bazılarımız alışkın olmadığı bir şeyi yaparken o kadar zorlanır ki, sanırsınız dünyanın en zor işi. Cihanşah, bana gösterdiği onca merhamete nispeten kendi bundan pek faydalanamamış gibiydi. Bir simit parçasını bile yadırgamak bunu gösteriyordu. Birlikte hastaneden çıkıp bir taksiye bindik. Otobüs durağına kadar yürüyüp otobüsü bekleyecek halim yoktu. Cihanşah da bunu fark etmiş olacak ki ben demeden bir taksi çağırmıştı. Taksi çok geçmeden bizi sitemizin olduğu yerde indirince eve doğru yürümeye başladık bu sefer de. Ben önde Cihanşah arkada yürürken bu yolları nasıl bir telaşla geçtiğimi anımsıyordum. Annemi öyle görünce nevrim dönmüştü. Ne ara evden çıktım, annemi hastaneye yetiştirdim hiç hatırlamıyordum. Hepsi bilinçaltım sayesinde kodlanmış gibi ezbere yaptığım şeylerdi. Yoksa sorsalar adımı bile hatırlamazdım o saniyelerde.
Bahçede bir başıma çırpınışım geldi de görümüzün önüne sanki uyku sarhoşuymuşum gibi... Hem bence bu dünya da bir uyku durağı. Uyuyoruz ve yaptığımız hiçbir şeyi hatırlamamak uğruna yaşıyoruz. Uyandığımızda, ben bunu nasıl yaptım, bu ben miydim diyeceğiz ama çok geç mi olacak? Sahi bir gün uyanabilecek miyiz merak ediyorum. Yoksa sonsuza dek kendi uyku tulumlarımız içinde öylece uyuşup gidecek miyiz?
Sitenin dış kapısından girip apartmanın soğuk ve loş havasını teneffüs ettim. Her daim koşarak çıktığım merdiven, ayaklarımı sürüyerek ilerlediğim bir yokuşa dönüşmüştü. Peşimden gelen Cihanşah olmasa hemen şuracıkta kendimi salıp ağlayabilirdim. Yine de dik durmaya çalıştım ve ara ara terleyen avuç içlerimi pantolonumun dış yüzüne silerek dişimi sıktım. Kapının önüne geldiğimizde çizmelerimi çıkarırken kapıya vurmadan açıldı. İlk başta annem gibi hissettirse de üzerinde annemin mutfak önlüğü ve elinde kepçe ile bekleyen Emre tamamen fikrimi değiştirdi.
"Pencereden gördüm sizi."
Hafif bir tebessüm ve bastırılan enerji ile bana bakarken kaş göz işareti ile Cihanşah'a durumumu soruyordu. Cihanşah muhtemelen kötü olduğumu söylemiş olmalı ki "Harika bir bamya çorbası yaptım. Kafkas kebabı ve yanına da kakaolu puding. Imm bayılırsın değil mi Heyzır?"
Emre anlatmaya devam ederken Turhan'ın odasından çıkan Onur ve Yağız beklenti dolu bakışlarla beni incelediler. Benden bir tebessüm ya da iyiyim gibi bir şeyler bekliyorlardı. Yağız elindeki eldivenle Turhan'ın bez dolu poşetini tutarken iç çektim.
"Özür dilerim Yağız, senin için çok zor olmuştur. Ben alırım."
Elimi poşete uzatmıştım ki araya Onur girdi. "Hayır hayır, bilerek onu seçtik. Turhan'ın hijyene ihtiyacı var ve bunu da en çok obsesifimiz sağlayabilir."
Yağız halinden memnun bir şekilde gülümserken "Hadi sen odana geç de üzerini değiştir. Memati abi orayı temizlemişti ama sen yine de bir elden geçir her şeyin pembeye döndüğüne yemin edebilirim," dedi.
Onlar bu kadar iyiyken surat asmam mümkün değildi. Hepsi benden bir tebessüm bekliyordu. Normalde kahkahalarla inletirlerdi ama sırf benim için kendilerini kısıtlıyorlardı. Onlara istediklerini verdim ve hafifçe tebessüm ettim.
"Aha güldü! Valla güldü. Güldü yav!"
Onur Yağız'ın omzuna vurduğunda Yağız bir adım öte sendeledi ama o da gülümsüyordu.
"Neyse hadi sen acele et de yemeğe yetiş. Meriç komiserim de gelecek yemeğe ayrıca Haris'i de çağırdık. Gelir mi bilmem ama, bu aralar canı bir şeye sıkkın gibi."
Emre elindeki kepçeyi göğsüne yaslayıp kendi kendine konuşurken Haris aklıma gelince bakışlarımı yere indirdim. Gelmeyecekti belki de. Sırf ona olan hislerimden dolayı uzak durmayı tercih ediyordu. O olsaydı her şey biraz daha içinden çıkılır olurdu. Ona güvendiğim için daha az yorulurdum. İnsanın sırtını dayadığı kişi çekilince direkt düşmeye başlıyor. Başkaları onu tutmaya çalışsa da bir kere düşmeye başlayan bir şeyin durdurulması bir hayli zor oluyor.
"O zaman ben üzerimi değiştireyim."
"Evet evet hadi git sen."
Onur beni odama doğru yönlendirirken Cihanşah da oturma odasına doğru yürüdü. Odama girdim ve kapıyı kapattım. Dedikleri gibi değildi pek. Birkaç yere pembe sticker yapıştırmıştı sadece Memati. Onun dışında her şey olduğu gibiydi.
Dolabımın üstünde Güçlü ol stickerına bakarken daha ne kadar güçlü olmam gerektiğini düşünüyordum.
Hemen yatağımın başına yapıştırılmış Gülümse hayata stickerı beni gülümsetmeye yetmemişti.
Üniformamı çıkarıp çoraplarımla birlikte kirli sepetine attım. Üstüme bol bir sweatshirt altıma siyah eşofmanımı giydiğimde hazırdım. Birbirine girmiş saçlarımı taradım ve sıkıca bağladım. Aynadaki yüzüm çökmüştü. Annemin yokluğu her şeyin en ağırıydı. Babamın yokluğuna bile onun sayesinde katlanabilmiştim. Şimdi neye dayanacağım?
Ben kendi kendime düşünürken odamın dışında sesler yükselmeye başladı.
"Ooo Meriç komiserim hoş geldin. Çizmeleri çıkarıyoruz lütfen Obsesif daha yeni sildi yerleri."
"Hani Haris yok mu?"
"O daha sonra gelecek."
"Memati abi hala tuvalette. Klozeti pembeye mi boyuyor ne yapıyor bilmiyorum."
"Meriç hayatım bir kafkas kebabı yaptım parmaklarını yersin."
"Kapa çeneni Emre. Heyzır odasında espiri yapmamın sırası mı şimdi?"
"Sen kapa çeneni Onur. Biraz önce Turhan'ın bezleriyle Yağız'ı boğmaya çalışan ben miydim?"
"Hepiniz kapatın çenenizi, geçin odaya Heyzır gelir birazdan."
En son Cihanşah hepsini odaya götürdüğünde sessizleştiler. Dışarı çıkmak onlara karışmak ve tamamen kendi kabuğuma çekilmek arasında gelip giderken masamın üstündeki bibloya odaklandım. Bankta oturmuş kitap okuyan yaşlı bir kadın vardı. Eskiden bir gün böyle yaşlanacağımı ve banka gidip kitap okumaktan başka telaşımın olmayacağını hayal edip dururdum. Küçüklükten beri hep telaş içinde geçen hayatım yaşlı bir insanın sade hayatına özenecek kadar yoğundu. Belki de buna özenmemiştim sadece korkmuştum. Bir gün onun kadar yalnız ve sessiz olmaktan korkup şimdiden kendimi alıştırma çabasına girmiştim. Her nereye baksam tuhaf düşüncelere dalıyordum. Bakışlarım biblo üzerinde gezinirken dış kapı iki kere tıklatıldı. Önce duymazlıktan geldim bizimkiler açar diye. Ama ne kapı bir kere daha tıklatıldı ne de açan oldu. Girmek isteyen bir kere daha tıklar diye düşündüm ve kalkıp açmaktan vazgeçtim.
Kendimi yatağa saldım ve ellerimi karnımın üstünde birleştirerek bakışlarımı tavana kaldırdım. Hastanede de tavanı inceliyordum, şimdi de... Böyle boşluğa bakmak zihnimdeki karmaşık düğümleri çözmeye yardımcı oluyordu. Ya da düşmek istiyordum bilmiyordum. Boşluk ve hiçliğe. Ancak öyle bir sonsuzluk beni paklardı.
Aradan dakikalar geçmişti ki içimi rahat ettirmeyen bir şey vardı. Gitmek isteyen bir kere daha çalardı, peki ya girmeye yüzü olmayan? Onlar bambaşka olurlardı. Tıpkı hem günah işleyip hem de yeniden bir şeyler istemek için Allah'a yalvaran insan gibi. Onlar kapıyı ısrarla çalamaz. Utanır. Bir kere çalar ve bekler. Ölene dek bekler. Sonsuza dek bekler. Ta ki, ev sahibi minnet edip de kapıyı açarak içeri buyur etsin...
Zor da olsa odamdan çıkmaya bahane olan kapıya doğru yürüdüm. Şimdiye çoktan gitmiş olmasını düşündüğüm ve boşuna açtığımı düşündüğüm kapı Haris'e açıldığında öylece kaldım. Elim kapı kolunda gözlerim Haris'te öylece takılı kalmıştı. Dayandığı duvardan bana bakarken o da kapının açılacağından ümidini kesmişçesine şaşkınlıkla bana bakıyordu. Önünde bağladığı kollarını yavaşça çözdü ve dayandığı yerden ayrılıp tam önüme geçti.
İkimiz de bir şey dememekte ısrar ediyorduk. Gözler kırpılıyor ama birbirinden ayrılmıyordu. Söylenecek çok şey vardı ama kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Üzerindeki beyaz gömleğinin bileklerini katlamış, siyah kumaş pantolonun içine koymuştu. Bu kadardı. Sade. Sade ama şık. O, hep böyle miydi?
"Ben, Meriç ısrar edince..."
Biliyorum, elbette biri ısrar etmişti yoksa gelmezdi. Kaçardı. Sonsuza dek...
Bir şey demeden kapıdan ayrıldığımda afallamışçasına geride kaldı. Yavaş adımlarla koridorda yürürken ayakkabısını çıkarıp kapıyı kapattığını işittim. Geliyordu. Oturma odasına yöneldiğimde o da peşimden geldi. Benim içeri girmemle herkes bir anda sessizleşti. Emre çorbaları kaseye koyarken "Hoş geldin yürüyen yalan," dedi.
Haris başı ile işaret verdiğinde "Hoş geldin Haris," dedi Meriç.
"Hoş buldum cümleten."
"Sen de hoş geldin Heyzır canım"
Memati oturduğu yerden kalkıp bana yer açarken başımla onayladım.
"Annenin raporu güzel ama henüz uyanmadı. Doktor kendisi uyanana dek uyandırmayacaklarını söyledi. Ama hayati tehlikesi kalmamış endişe etme."
Açıklama yapan Meriç'e minnetle bakarken "Hepimiz bu haberi bekliyorduk, çok şükür," dedi Onur.
"Heyzır, hadi bir şeyler ye."
Cihanşah yerinden kalkıp önüme geldiğinde omzumdan tutup hafifçe ayağa kalkmam için yardım etti.
"Evet, bir şeyler yiyelim kurt gibi acıktım. Ama pembe kurt." Memati de Yağız'la birlikte masaya geldiğinde ben sandalyeme oturmuştum bile. Hepimiz masaya sığmıştık. Emre ayakta herkese yemek dağıtırken Cihanşah kendi çorbasına biraz ekmek doğrayıp benim tabağımla tabağını değiştirdi.
"Yemen daha kolay olur."
Bir an için herkes sessizleştiğinde Emre ile Onur bir bana bir Haris'e baktılar. Cihanşah'ın yakın davrandığının onlar da farkındaydı. Haris kendisine bakıldığını anlayınca belli etmemeye çalışarak çorbasına yüklendi.
"Aa, e-evet, çorbanın içinde ekmek çok iyi olur değil mi Onur? Sen de yap Heyzır'a ver."
Emre Onur'u dürttüğünde ne yapmaya çalıştıklarını anlıyordum ama Haris dışarıdan bir tepki ile bana yakınlaşacak biri değildi. Bilmiyorlardı. Bizim çoktan bitirdiğimizi. Kaldı ki, bu ilişkide ben her zaman tek kişiydim.
"Oo tabii tabii Heyzır'ımıza ekmek doğrayalım. Mis gibi yesin. Hadi bakalım!"
Tabağım ekmekle dolmuştu ancak tek kelime etmeden kuru da olsa yemeye başladım.
Yemekten sonra hep beraber oturduğumuzda üçlü koltuğun en köşesine sıkışıp öylece düşünmeye başlamıştım. Tekli koltuklardan birine Cihanşah diğerine Meriç oturmuştu. Diğer üçlü koltukta sırası ile Memati, Haris ve Onur vardı. Benim oturduğum üçlü koltuğun en sonunda Yağız hemen yanımda ise bir bolluk vardı. Emre bir sandalye alıp ters çevirerek orta yere oturmuştu.
"Biliyorum hiç yeri ve zamanı değil ama baban hakkındaki haberden dolayı tüm emniyet çalkalanıyor. Herkes Yusuf Gazel'i konuşuyor."
"Ne! Ne konuşuyorlarmış aptallar! Konuşacak ne varmış?"
Onur beni savunmak için Emre'ye çıkışırken ikisi de hem haber vermek istiyor hem de beni üzmekten imtina ediyorlardı.
"Yusuf Gazel'in raporları arşivde olmadığı için insanlar onun neler yaşadığını bilmiyor. Dahası herkes bunca zaman şehit maaşı aldığı için Heyzır'ı suçluyor."
Yağız da bunları söylediğinde yutkundum. Bunları bana söylemelerinin nedeni önceden hazırlıklı olmam içindi biliyordum ama yine de ağır geliyordu.
"İntihar ettiğine dair net bir belge olmadan nasıl böyle peşine hüküm verebiliyorlar?"
Meriç sorduğunda hem Onur hem Emre "Evet, haklısın. Bence de peşin hüküm veriyorlar," dediler. İkisinin gözü de bendeydi ve benden bir açıklama bekliyorlardı.
Derin bir nefes alıp dudaklarımı ıslattım.
"Doğru. Babamın intihar ettiği otopsi raporunda bile işlenmiş. Hangi adli tıpçıya gösterdiysem intihar olabileceğini söyledi."
"Otopsi raporunda tam olarak ne yazıyor ki?" Cihanşah beklenti ile sorduğunda ellerimi birleştirip dizlerimin üstüne koydum.
"Raporda babamın şahsına ait bir Sig sauer tarafından öldüğü yazıyor. Muhtemel giriş yerinin ağzı olduğu ve kafa tasında da iki mermi çıkışı olduğu yer alıyor."
Rapor herkesi sessizliğe gömmüştü.
"Kim okusa raporu aynı şeyi söylüyor. Yani..." dedim sıkıntı ile. "intihar etmiş."
"Raporu istersen on bin beş yüz kişiye okut yine de sonuç değişmez."
Cevap veren ses, tüylerimi diken diken edecek birine aitti. Yerde olan gözlerimi hızla Haris'e kaldırdım.
"Mesele okuyan kişilerin değişmesi değil, mesele raporun ne kadar doğru olduğu..."
Cümle biter bitmez bir alkış yükseldi. Emre oturduğu yerden hayranlıkla Haris'e bakarken "Woah! Tam da dahi dolandırıcımızdan beklendiği gibi," diye bağırdı.
Gözlerim Haris'te gezinirken devam etti. "Baban her kimse ve geçmişte her ne yaşamışsa buna dair en azından birkaç rapor olmalıydı. Geride bir otopsi belgesi dışında hiçbir şey olmaması sana da şüpheli gelmiyor mu?"
"Haris doğru söylüyor," dedi Meriç. "Raporun yanlış tutulmuş olabileceği neden aklımıza gelmedi ki? Heyzır, babanın arkadaşlarına dair bilgi var mı elinde? Belki onlar hakkında bir şeyler öğrenebilirsek baban hakkında da bilgi elde ederiz."
"Ben, şey," dedim ne diyeceğimi bilemezken. Haris'in ortaya attığı fikir aklımı karman çorman etmişti. Beklediğim gibi umut ondaydı. Her türlü bana bir çıkış yolu sunuyordu.
"Bildiğim kadarıyla o dönem başlarında olan Yakut komiser yüksek tansiyondan vefat etmiş. Ali ve Selim komiser de yurt dışına çıkmışlar ve nerede olduklarına dair bir bilgimiz yok. Sadece biri kalıyor geriye."
"Kim?" Emre merakla sorduğunda nerdeyse yaslandığı sandalyeden düşecekti.
"Oktay komiser, ama onunla da görüşemeyiz."
"Niye şekerim?" Memati merakla sorduğunda "Kendisi uzun zamandır akıl ve ruh sağlığı merkezinde kalıyor çünkü," dedim.
Herkes yine sessizleşmişti ki Meriç'in telefonu çaldı.
"Efendim müdürüm? Gökkuşağı davası mı? Evet müdürüm. Heyzır mı? Anlarım müdürüm. Son bir gün emredersiniz müdürüm..."
Meriç azar yiyordu besbelli. Yüzü şekilden şekle girerken biz de oturuşumuza düzen verip ne gibi bir şeyler söyleyeceğini bekliyorduk. Telefon kapatıldığında bize döndü "Siz? Merkezden habersiz bir kadının davasına mı odaklandınız?" diye sordu.
Yutkundum çünkü bu davada baş rol bendim. Kadın ilk benden rica etmişti. Sonra Haris devreye girmişti sonra Emre ve Onur. En son Yağız girmişti ki "Merkez çalkalanıyor, son bir gün kalmış ve kadın medyaya bile haber vermiş. Şu an herkes davanın çözümünü bekliyor," dedi. "Yarına dek çözülmezse zaman aşımına uğrayacak ve katili bulmamız da bir işe yaramayacak. Üstelik her yerden tepki alacağız."
Meriç'in sert ses tonu hepimizi ürpertirken "Heyzır, sana bu davaya katıl diye ısrar edemem, istersen dinlen sen," dedi.
"Hayır hayır, ben de katılacağım. Özellikle benden rica edildi geri çevirmem uygun olmaz."
"İyi o halde hemen bir kağıt kalem getirin de bir plan yapalım. Hiç vaktimiz yok..."
"Ben getiririm şekerim!"
Memati benim odamı temizlediği için biliyordu her yeri bir koşu gidip bir kağıt ve bir pembe kalem getirdiğinde Meriç önce kaleme sonra hevesle bakan Memati'ye baktı. Elbette diyecek bir çift lafı vardı ancak hiç vakit olmadığı için susmayı seçti ve Gökkuşağı dava'sının planı pembe kalemle çizilmeye başlandı.
🎀
Madde 1... Vakit kısıtlı bu yüzden acele etmeliyiz. Sadece 21 saatimiz var.
Madde 2... Cinayet İstanbul'da işlendiği için ilk olarak uçakla İstanbul'a gidilecek. Muhtemelen katil hala aynı şehirde istikamet ediyor. Psikolojik olarak yakalanmamanın verdiği etkiden dolayı hala aynı mahalleri gezip duruyordur.
Madde 3... Kılık değiştirip katilin ruh haline göre davranacağız. Bu durumda Heyzır dışında herkes tek bir rengi benimseyecek ve ona göre giyinecek. Heyzır ise siyah giyinip renklere savaş açan etken olacak.
Eminim Meriç daha çok yazacaktı ancak aklımızda kalmaması ihtimaline karşı bu kadarla bitirdi. Ekip tamamen davaya odaklanmayacaktık bölünecektik.
Ben, Haris, Emre ve Memati İstanbul'a gidecektik, Meriç, Cihanşah merkezde kalacaktı. Yağız da Onur'la birlikte madur kadınla görüşmeye devam edecekti. Tüm işlemleri hallettikten sonra kıyafetlerimizi birer küçük valize koyarak hava alanına gittik. İlk uçağa bindiğimizde yaklaşık bir saat sonunda İstanbul'a indik.
Geriye kaldı 20 saat...
İlk cinayet Üsküdar'da bir apartta işlenmişti. 1-1 dairenin tek bir odası cinayet için özenle döşenmiş sonra da öylece bırakılmıştı. İlk önce sarı odada işlenen cinayete odaklanacaktık. Hep birlikte mahalle geldiğimizde polis tarafından kapatılan ve kimsenin girmesine izin verilmeyen bu odaya girdik. İçerisi tuhaf bir loşluktaydı. İnsanın damarlarına çekilen ürpertici bir hissin dolup taştığı bir mekana benziyordu.
Sarı odanın kapısını ilk açtığımızda müthiş bir küf kokusu karşıladı bizi. Yıllardır dokunulmadan duran bu oda sırf deliller kaybolmasın diye muhafaza edilmişti ama artık çürümeye yüz tuttuğu da bir gerçekti.
Ayaklarımızı bastığımız her yer sarıydı. Manyak katil döşemeyi bile sarı ile boyamıştı. Bilemiyorum belki sarı boya değil de duvar kağıdı gibi bir şeydi.
Haris önden ilerleyip pencereye yaklaştı. Camı sarı şeffaf kılıf ile kaplanmıştı. Pencerenin kulbu yıllardır dokunulmadığı için Haris'in tutup çevirmesi ile elinde kaldı. Ama açılmayı da ihmal etmedi. Haris eğilip dışarıya baktığında muhtemelen bir şey görememiş olacak ki geri girdi içeri. Ben eğilip yerdeki sarı peluş ayılardan birini elime aldım ve sağını solunu inceledim. Normalde dokunmamıza izin vermezlerdi ancak geriye kalan yirmi saatin sonunda dava zaman aşımına uğrayacaktı ve bu deliller de artık bir işe yaramayacaktı. Otomatikman katil de artık bu suçtan hüküm giyemeyecekti. O yüzden her şeye dokunma ve araştırma iznimiz vardı.
Emre elinde aldığı resmi incelerken "Kızın cesedi tam da buradaymış," dedi köşedeki kurumuş kanlı yeri göstererek. Hemen yanında iki taş bebek vardı ve ikisinin ellerinde de lolipop şeker vardı. Şekerler gerçek olmasa da parlaklığı insanın canını çektiriyordu.
Memati kapıyı kapatıp arkasına baktığında orada da sarı bir kaplama olduğunu gördük. Katil her kimse görüp görebileceği her yere sarıyı yapıştırmıştı.
"Burada hiçbir ip ucu yok gibi görülebilir," dedi Haris. "Ama mükemmel bir cinayet asla işlenmedi günümüze kadar. Çözülmemiş davalarda en büyük sorun..."
"Gözden kaçan ip uçlarıdır," diye tamamladım. Haris bana baktığında ben de ona bakıyordum. Ortak olduğumuz günler hatırına elbette ondan kaptığım bir şeyler olacaktı.
"Demek istediğim; renkler arasında kıyaslama yapmalıyız. Renkler arası bir fark ya da üstünlük göze çarparsa rapor etmeliyiz. Burada sarı tonunun hiçbir yer boş bırakılmadan kullanıldığını görüyoruz. Bu da demek oluyor ki katil sarı rengini tüm odayı donatmak için özenle kullanmış."
Haklıydı. Ampülün etrafı bile sarı kuşe kağıdı ile kaplıydı. Nasıl ışık yaydığı şüpheliyken elime bir de yerdeki şekerlemelerden aldım. Açık şekerlerin hepsi sarıydı ve burnuma yaklaştırdığımda limon gibi kokuyordu.
"Bir tane alıyorum," dedim ve cebimden çıkardığım küçük poşete attım.
"Hadi vakit kaybetmeden diğer yere gidelim."
Sırada mor oda vardı. Haris'in peşinden hepimiz çıktığımızda aynı ilçede fakat dört beş mahalle ötedeki depoya ulaştık. Burası da sırf delil toplamak için dokunulmadan bırakılmıştı. Depoya girdiğimizde aynı küf kokusu doldu ciğerlerimize. Burnumu kapatarak depo içinde dolaşırken ilk dikkatimi çeken şey sarıda yaptığı gibi moru özenle kullanmaması oldu. Haris'in dediklerine dikkat ederek vardığım çıkarım, mor seyrek olarak kullanılmıştı.
"Pencerenin camları normal bırakılmış, kapı da öyle..."
Emre de benim gibi aynı şeye dikkat etmişti anlaşılan.
"Ayrıca zemin ve lamba da morla kaplanmamış."
Haris her raporumuzda başını sallıyordu.
"Ceset buradaymış," dedim köşede bırakılan maktulün resmini elime alarak. Mor peluş bir ayıya bağlanarak ağzı bantlı bir şekilde öylece bırakılan zavallı çocuk başını sola eğmiş öylece duruyordu.
"Şu anda vardığımız tek çıkarım morun sarıya nispeten daha az ehemmiyet verilmesi," dedim. Haris eğilmiş taş bebeklerden birine bakıyordu.
"Üstelik sarı odada olan bu taş bebeklerden burada da var. Ve ellerindeki lolipoplar da..."
Haris bana dönerek yerdeki şekerleri işaret etti.
"Heyzır bu morlardan da bir örnek alsana."
Haris'in dediğini yaparak hemen yerdeki mor şekerlerden bir tanesini alıp poşete koydum.
"Hadi diğer odaya geçelim," dedi Emre. Haris ve Memati Emre'nin peşine takılmıştı ki "Aslında birer de oyuncak alsam iyi olmaz mı? Hem incelemiş oluruz?" diye sordum.
"Ne istersen al," dedi Emre elinin tersini sallarken.
Kalan süre 19 saat...
Köşede duran bir peluş kanguruya elime aldıktan sonra olana katıldım. Taksi her ziyarette girdiğimiz yerin kapısında bizi bekliyordu ve böylelikle daha hızlı geçiş yapıyorduk. Şimdi sıra yeşil renkteydi. İnsanın renklere böyle anlam yüklemesi ne kadar acınasıydı. Oysaki hepsinin ne hoş etkileri vardı. Şimdi üzerinden ne kadar geçerse geçsin bu davadan dolayı asla unutamam.
Yeşil odaya geldiğimizde gözlerimiz kamaştı. Sarı ve mora nispeten yeşil öyle sert kullanılmıştı ki, duvarlar, taban, zemin ve gözün göreceği her nokta yeşile boyanmıştı. Yeşilin her tonundan ziyade parlak olanı tercih edilmişti. İnsanın gözünü alan bu ton moral bozmakta birebirdi.
"Hiçbir fark çarpmıyor gözüme. Diğer odalar neyse burası da aynı işte..."
Emre bıkkınlıkla omuz silkerken "Haklısın," dedi Haris. "Buralardan pek bir şey elde edeceğimizi sanmıyorum. Üstelik şu sıralamaya bakılırsa odaların olduğu gibi bırakıldığına da güvenmiyorum."
Her odada aşağı yukarı aynı nizami düzen kullanılmıştı. Önce taş bebekler, sonra peluşlar, sonra biblolar ve sonra yeniden peluş ve en son taş bebeklerle sona eriyordu. Fakat bazı odalarda oyuncaklar birbirinin yerine kaymış ve iç içe geçmiş oluyordu. Bu da Haris'in dediği gibi ya araştırma esnasında ya da daha sonrasında yerlerinin değiştiği anlamına geliyordu. Durum şu ki; İstanbul polisi dediği gibi odalara tam da iyi sahip çıkmamıştı.
"Bu davanın neden üstün körü yapıldığı hissi doluyor içime?" Emre şüphe ile sorduğunda Haris "Üstün körü değilse de kesin çok fazla baskı altında kaldılar. Onlar da çareyi kılı kırk yatmakta buldu. Ama bazen ne yaparsan yap," dedi birbirine giren oyuncakları göstererek "işe yaramaz."
"O halde neden gidip emniyetten destek almıyoruz?"
Sorum sandığımdan daha çok hoşlarına gitmişti.
"Harika bir fikir aslında. Ama oraya ulaşmamız da nereden baksan bir saati bulur. Geriye on sekiz saat kalacak."
Emre tüm ihtimalleri sıraladığında "Boş beklemekten iyidir," dedi Haris.
Hep birlikte emniyete gitmeye karar vermiştik. Bu, bizim için yeni bir çöküş kapısıydı. Böylelikle tünelin sonu az da olsa görülecekti. İstanbul polisinin en azından bir rapor oluşturduğunda emindim. Bu kadar insanın hiçbir şey yapmadan durduğuna inanmıyordum. Dahası bu çok acımasızca olurdu.
"Hadi hemen gidelim." Haris acele ile önden ilerlemişti ki Memati "Başım," diye inledi.
Hızımız aniden kesildi ve hepimiz Memati'ye odaklandık. Emre hemen yanına giderek koluna girdi.
"Ne oldu abi?"
Memati başını tutarak ayakta durmaya çalışıyordu. Bir anda beti benzi atmıştı.
"Şekerim biraz başım ağrıyor."
"Acıktın mı abi? Şekerin düştü galiba. Bir şeyler yiyelim mi?"
Emre aklına gelen tüm fikirleri sıralıyordu ancak Memati elini olumsuz anlamda sallamakla yetindi.
"Ay yok, ne yemeği dava üstünde çalışırken? Geçer şimdi..."
Bizimle birlikte yürümek için hareketleniyordu ki sendeleyerek kapıya çarptı. Biraz sert çarptığı için başı kanamıştı.
"Abi! İyi misin abi? Hay Allah."
Emre ile Haris Memati'yi tutarken "Ay durun, toplayacağım şimdi," dedi ancak pek toplayacak gibi değildi. Yağ gibi eriyordu. Bir anda dizleri tutmaz olmuştu.
"Vakit yok. Emre sen Memati abiyi bir kafeye götür. Orada bir şeyler yiyin biz devam edelim haberleşiriz."
"Olur olur."
Emre Memati'nin kolundan tutarken "Hadi Heyzır," dedi Haris. Gözüm arkada kalsa da Emre'nin iyi bir bakıcı olacağına inanarak derin bir nefes aldım. Beklemeden Haris'in peşine takıldığımda binadan çıkıp ara sokaklardan koşarak çıktık. Tramvay durağına geldiğimizde vaktin olmamasından sebep taksi çevirdik. Çok değil on beş dakikalık mekandı ama trafikten dolayı bir saatimiz gitti. Haris her saatine baktığında geriliyordum. On sekiz saat kalmıştı ve içim içimi yiyordu.
"Emniyette bir şey bulamazsak ne yapacağız? Her şeye rağmen İstanbul'dakilerin de bir şeyler bulduğunda eminim ama içimde kötü bir his var. Her ne kadar üzerinden seneler geçse de mutlaka birkaç delil vardır değil mi?"
Haris beni başıyla onaylarken trafiğin bir an önce açılması için dua ediyordum. Ara sokaklarda bile nasıl bu kadar vakit kaybederiz aklım almıyor. Alışmışım Konya'nın geniş yollarına İstanbul bir matruşka gibi geliyor. Tam bitti derken bir tane daha çıkıyor.
Nihayet emniyetin önünde indiğimizde koşarak içeri girdik. Girer girmez kartımı gösterip emniyet müdürü ile görüşmek istediğimi söyledim. Müdür şansımıza odasındaydı ve geldiğimiz haber verilince hemen giriş izni aldık. Önde Haris arkada ben odasına doğru merdivenlerden çıktık ve kapıyı tıklatarak içeri girdik.
"Hoş geldiniz ben de sizi bekliyordum."
Adam kır saçlı alnında birkaç çizgi oluşmuş yaşlı biriydi. Elinde tuttuğu dosya ile orta masaya doğru gelirken "Meriç komiser beni aradı ve sizin destek istemeniz halinde yardım etmem için ricada bulundu. Sanırım Oyuncakçı davası için buradasınız değil mi?" diye sordu.
"Oyuncakçı mı?" Merakla sorduğumda adam başını onay için salladı. "Evet. Şimdi sanırım Gökkuşağı ismi kondu ama yıllar önce ismi buydu. Yani, zaten çözülmemiş davaların isimlerinin de pek bir anlamı yoktur. Sonuçta en meşhur obje neyse onun ismi konur."
Haris ve ben yan yana duran sandalyelere oturunca adam da karşımızdaki ikili sandalyenin solda planına oturdu ve hemen önümüzdeki orta masaya dosyayı açtı.
"Dava hakkında o kadar az rapor var ki sizin geleceğinizi duyunca ben de biraz araştırayım dedim ama şaştım kaldım. Ben buraya atanalı üç sene oluyor ve ilk defa bir dava hakkında bu kadar az rapor görüyorum."
Açtığı dosyaya bakarken zaten elimizde olan resimler ve bu resimlerle alakalı fikirlerin olduğu birkaç yazı gördük o kadar.
"Araştırmada görevli olan polisler işlerin bir noktadan sonra tuhaf bir boyuta sürüklendiği ve içlerinde kendi kızı da olan bir polisin tüm delilleri yok ettiğinden bahsettiler."
"Delilleri yok etmek mi?" Haris yüzünü buruşturarak sorduğunda ben de en az onun kadar inanamamıştım.
"Evet, ne yazık ki... Her ne olduysa adam tüm delillerle birlikte yok olmuş. Kimisi her şehirde gezdiğini söylüyor ama yakın arkadaşları son maktulden sonra bir daha ortalarda görünmediğine yemin ediyor. Hatta ne gariptir ki kimlik ve banka kartı son cinayetten sonra hiç kullanılmamış. Ailesi de yok ortalıkta. Öyle bir tuhaf iş."
Haris'le birbirimize baktığımızda işin bu kadar tuhaf olabileceğini hiç düşünmemiştik.
"Peki," dedi Haris dudaklarını ıslatarak. Onun da benim gibi meraktan içi yanıyor olmalıydı.
"Mevlüt Karaca."
Daha önce böyle bir isim hiç duymamıştım. Bu davaya başladığımızdan beri adım kadar eminim ki Haris de duymamıştı. Mevlüt Karaca da kimdi?
"Polisin resmini araştırdık ama onu da bulamadık. Yalnız yakın arkadaşlarından biri kendisinde olan resmi bulunca göndereceğini söyledi."
Çaresizce iç çektim. Zaten davanın çözülememesinde bir iş vardı. Böyle bir karmaşa nasıl çözülebilir ki? İşler resmen birinci elden berbat edilmiş.
"Karmaşık göründüğünü biliyorum ama size elimden geleni yapmaya çalışacağım."
"Sadece on sekiz saatimiz kaldı," dedi Haris bileğindeki saati tutarken. Gittikçe hızlanan zaman bitmek için can atıyordu sanki. Normalde olsa geçmek bilmeyen dakikaların hiç hükmü yoktu. Geçil giden saatlerin bizzat kendisiydi.
"O halde ben arşive bizzat kendim ineceğim. Siz de soluklanmak için gelecek olan kahvelerinizi için ve güç toplayın. Sonra yeniden görüşürüz olur mu?"
Emniyet müdürü Babacan biriydi. Bizim Devran Korkmaz'a benzemiyordu hiç. İnsanın onunla çalışırken motivesini yükseltesi geliyordu.
Müdür hızlı adımlarla uzaklaşırken peşinden çaycı geldi ve önümüze birer kahve koydu. İçsek iyi olurdu ya ikimiz de olayın şokundan kendimize gelmekte zorlanıyorduk. Hem Haris hem ben hayali bir noktaya dalıp gitmişken hemen yanımda duran peluş kanguru dikkatimi çekti. Onu yanıma almıştım ve onu aldığıma göre incelemem de gerekirdi. Bir şey bulacağımı sanmıyordum ama yine de sağını solunu kontrol ettim. Kanguruların karnında cebi olurdu değil mi? Beklenti ile elimi cebe attığımda dolu olarak geri çektim. Parmaklarımı yavaşça açtığımda avucumda bir şeker vardı. Diğerleri ile aynı olan ve sadece rengi ile ayrılan. Haris gözlerini yeniden kendi noktasına çevirecekti ki "Bir saniye," dedim yeniden bana döndü. "Ne oldu?"
"Neden diğerleri açıkken bu şekerin kabı var?"
Haris hızla yerinde kıpırdandığında "Ne yazıyor üstünde?" diye sordu.
Parmaklarımda olan şekeri çevirirken "Büyükçe bir M harfi," dedim.
"M mi? Hangi dandik şekerin adı M olur ki?"
"İnternetten aratayım hemen," dedim ve telefonumu çıkararak M harfi ile olan şeker aramaya başladım. Beklemediğim şekliyle devasa bir şekerci dükkanı çıktı. Üstünde kocaman M harfi yazıyordu ve insanı ürküten bir dekorasyona sahipti.
"Üsküdarda'ymış..."
"Hemen gidiyoruz..."
Haris yanımda duran peluş kanguruya da alarak ayağa kalktığında tek bir yudum bile almadığımız kahveleri de öylece bırakarak koşmaya başladık. Koridorda koşarken Haris Emre'yi aradı.
"Emre bana konumunu at hemen yanınıza geliyoruz. Gitmemiz gereken bir şekerci var. Memati abi iyi mi? Tamam beş dakikaya gelmiş oluruz."
"Memati abi iyi miymiş?"
"Lavabodan çıkmamış henüz ama Emre'nin sesi iyi geliyordu."
Kapı önünde bizi bekleyen taksiye bindiğimizde adres Emre'nin konumuydu. Beş dakika geçti ya da geçmedi kafenin önüne geldiğimizde Emre dışarıdaki masalardan birinde oturup buzlu kahvesini yudumluyordu.
"Memati nerde?"
"Bilmem çıkar birazdan..."
"Oğlum niye başında beklemiyorsun? Ya düştüyse lavaboda?"
"Bir şey olmamıştır abi ya, her lavabodan çıkana içeride bayılan biri var mı diye soruyorum yok diyorlar..."
Emre'nin rahatlığına ikimiz de şaşırırken "Bu da ne?" diye sordum.
Elimdeki telefonda şekerci ile araştırdığımda haberlerde denk geldiğim bir sitedeki yazı beni şoka uğratmıştı.
"Ne? Ne oldu yine?"
Hem Emre hem Haris merakla başıma toplandığında okumaya başladım.
"1804'de kurulan şekerciye büyük ilgi. Babadan oğula geçen lezzetin yeni varisi kırkarının ortasında olan Memati Şekerci..."
"Memati Şekerci mi? İsim benzerliği olmasın?"
Hem ben hem Haris buna pek de inanmayarak Emre'ye baktığımızda karşıdan gelen kişiye odaklandık. Lavabodan çıkan adam altında kot pantolonu, üstünde gri kapüşonlusu etrafa şaşkınca ve kaşları çatık bir şekilde bakıyordu. Elinde bir çöp gibi tuttuğu pembe takım elbise hepimizin tüylerini diken diken ederken Emre'nin ağzındaki kahve çenesine doğru süzüldü.
"Memati abi?"
Aramızda sadece bir metre olmasına rağmen bize tepki vermemişti. Üçümüz de titreyen içimizle birlikte tamamen bambaşka biri olan Memati'ye bakarken Haris'e bir bildirim geldi. Tahmin ediyordum ve bunu biç de istemiyordum ama Haris'ten beklediğim o cümleler tek tek sıralandı.
"Korkarım ki bu kişi gerçek Memati Şekerci değil."
Önümüze tutulan resimde pala bıyıklı bir polis vardı. Ve bu kişi bizim Memati diye tanıdığımız kişiden başkası değildi.
"Onun adı, Mevlüt Karaca..."
🌈
Nası geldim ama!
Bu bölümü yazmadan çok çok çok önce hayal etmiştim. Zaten Memati'nin karakterinde bir bozukluk olduğunu anlamışsınızdır. Kendisi çift kişilikli. Diğer bölümde bunu daha ayrıntılı işleyeceğiz.
Memati Şekerci kim ola ki?
Memati'miz elden gitti üzüldünüz mü?
İtiraf edin, o absürt kişiliğine alışmıştınız. Şimdiyse pala bıyıklı göbekli bir dayı çıkacak karşımıza.
Gökkuşağı davasının çözümü hakkında teorisi olan?
Yusuf Gazel'in arkadaşlarına ne oldu öyle? Bir an önce geçmişe gitmeliyiz!
Emre ve Onur harika bir takım olmadılar mı ama?
Karakterlerin hepsine tek tek odaklandığımız bölümler gelecek şimdikiler Memati'yi bitiriyoruz. En çok hangisinin hayatını merak ediyorsunuz?
Her hafta bir bölüm yayımlamaya çalışıyorum. Ara iyi mi yoksa daha uzun ya da kısa mı yapmalıyım?
Bölümler genelde 4000 kelime. Uzunluğumuz nasıl?
Umarım keyifli bir zaman geçirmişsinizdir. Bir sonraki bölüm Mevlüt Karaca yani eski Memati Şekerci'nin zamanına gidecek. Çok heyecanlıyım bakalım Gökkuşağı davası nasıl böyle çıkmaza girdi? Ve Mevlüt Karaca'ya gerçekte ne oldu?
Hepsi ve daha fazlası yeni bölümde!
Sevgiler, Heyzır 🥹 |
0% |