Yeni Üyelik
50.
Bölüm

50. Bölüm

@hakugu

 

 

 

 

 

 

Az biraz şımartın beni. Özellikle bu bölümde. Sevgi sevgi sevgi 🥰

 

 

 

 

 

 

 

 

12 Aralık 2012

Mevlüt Karaca'nın hatırasından

 

"Tüm ekiplerin dikkatine! Gülden sokaktaki metruk binada bir çocuk cesedi bulunmuştur! Sokağa giriş ve çıkışların gözetim altına alınmasına ve muhtemel katilin geniş araca sahip olmasından ötürü sokağa giren tüm araçların kontrol edilmesi..."

 

Parazit çoğalınca telsizin arkasına iki kere vurdum.

 

"Tüm ekiplerin dikkatine! Gülden sokak..."

 

"Hay aksi! Şu meredi değiştirmenin bir vakti geldi. Direksiyonu Gülden sokağa kır!"

 

Faik başını salladığında araç sokağa doğru dönmüştü. Bu uzun zaman sonra ilk çocuk cinayeti ihbarıydı. En son geçen ay bir kadın cesedi bulmuştuk ama çocuk cinayeti yaklaşık birkaç senedir yoktu. Böyle ihbarlar nedense beni ürkütüyordu. Ne zaman bir çocuk öldürülse benden de bir parça kopup gidiyordu sanki. Çaresiz ve karşı koyamayan her hangi bir masum katledildiğinde geç kaldığım için, dahası orada olmadığım için kahroluyordum. Elbette her yere yetişemezdik ama böyle anlarda bir ahtapot olup her yere kolumu uzatmak istiyordum.

 

"Sokağın başında dur Faik."

 

Bize ihbar gelir gelmez sokağa ulaşmaya çalışmıştık ancak çoktan burası insanlarla dolup taşmıştı. Meraklı gözlerin sardığı sokaktan sesler yükselirken kalabalığı yararak ilerlemeye çalıştık.

 

"Bir saniye hanımefendi! İzin verin lütfen! Açılır mısınız? Polis!"

 

İnsanlar bizi duymuyordu bile. Güçlükle ilerlerken arka cebimdeki telsizden sesler yükselmeye devam ediyordu. Ama benim telsizi alacak durumum yoktu. Kendimi bile zor ilerletiyordum. Nihayet binanın merdivenlerine geldiğimizde içeriye girmeye çalışan bir genci tuttum ve "Ben polisim, bu kapıda dur ve kimseyi içeri alma," diye tembihledim.

 

Genç benden daha çetin çıkmıştı. Yüksek sesle bağırdı. İlk seferde duyulmasa da üçüncü de kalabalık merdivenden uzaklaşmaya ve sessizleşmeye başladı. Binanın yıkık dökük kapısından içeri girdiğimizde Faik telefonun fenerini açtı. Loş ışıkta ilerlerken içeride de insanlar olduğunu fark ettik.

 

"Yazık, yavrucak minicikmiş."

 

"Hangi vicdansız yaptı ki bunu? Allah belasını versin hasta pislik!"

 

"Her kimse yaptı bilmiyorum ama kafadan kontak olduğu belli bu nedir? Her yer sapsarı..."

 

Kulağıma gelen cümleler zihnimi bulandırıyordu. Nasıl bir cinayet bu kadar tuhaf karşılanabilirdi ki? Sadece öldürüp bırakmadı mı yoksa? Şerefesiz bir de tecavüz mü etti? Eğer öyleyse onu bulup kendi ellerimle liğme liğme ederim.

 

Kapının önünde dikilen kalabalık bizi görünce yavaşça açıldılar. İçlerinden bir kadın tülbentini ağzına tutarak "Siz de kimsiniz?" diye sordu.

 

"Ben komiser Mevlüt Karaca. Bu da asistanım Faik Hekimoğlu. Açılın lütfen."

 

Kadın ve yanındaki iki erkek geri çekildiklerinde biz girdik içeri. Oda dışarıya nispeten çok aydınlıktı. Tuhaf bir şekilde güneş alıyordu ve sıcaktı. Odaya sinen şekerleme kokusu o kadar ağırdı ki insanın midesi bulanıyordu. Sanki çocukken hastalandığımızda annemizin zorla içirdiği meyve kokulu acı şurupları andırıyordu. Cezbedici ama aynı zamanda tahrip de edici.

 

Ayakkabım yumuşak dokusu ile sarı halı üstünde ilerlerken şaşkınlıkla etrafa bakıyorduk. Sarı dışında bir renk görmek mümkün değildi. Öyle profesyonelce dizayn edilmişti ki göz yormadan geçişlerle insanı ilizyona sürüklüyordu. Sarı peluş ayılar, sarı taş bebekler, sarı şekerlemeler ve sarıdan mütevellit her şey...

 

Kendimizi odaya o kadar kaptırdık ki Faik'in feneri zaten aydınlık odada taş bebeğin hemen yanında başı hafif yana eğik şekilde duran çocuk cesedinin üstünde durunca ancak kendimize gelebildik.

 

"O o o..."

 

Faik feneri yavaşça yere indirirken tıpkı yanındaki taş bebek gibi giydirilen çocuğa baktım. Zorla bir oyuncağa bantlanmıştı ve tıpkı bir kukla gibi bacakları ve kolları tuhaf şekillerle yerleştirilmişti.

 

Hızlı adımlarla çocuğa koşup önünde çömeldim ve bileğini elime alarak hemen nabzına baktım. Nabza bakmak istiyordum belki ama elimde tuttuğum bilek buz gibiydi. Böylesine soğuk bir bedende bir kalbin atması imkansızdı. Kaldı ki nabız da yoktu.

 

Hemen etrafına dolanan bantı çözmeye çalıştım. Öyle sert bantlanmıştı ki bunu yapan kişi çocuğu öldürmemişse bile kesin bu sertlikten ölmüştür. Cesedin defalarca sarsılarak ancak açabildiğim banttan sonra zorla kucağına oturtulduğu oyuncağı çıkardım ve çocuğu olduğu yerden kaldırdım. Hemen önüme uzattığımda Faik de yanıma geldi.

 

"Suni teneffüs yapacağım."

 

Faik başıyla onayladığında eğilip iki kere nefes verdim. Sonra kalp masajı yaptım ama hiçbir faydası yoktu.

İkimiz de olduğumuz yere çöktüğümüzde "Ölmüş," diye fısıldadım. Bunu duymayı ikimiz de istemiyorduk ama birimizin de söylemesi gerekiyordu. Aramızda uzanan çocuk cesedine öylece bakarken sesler gelmeye başladı. Önce adli tıpçılar sonra da savcının ekibi delil toplamak için geldiğinde ben ve Faik kalkıp dışarı çıktık. Binanın girişini şeritlerle çevirip içeride bir köşede öylece sırtımızı yaslayıp durduk. Şoka uğramıştım çünkü ilk defa böyle tuhaf bir vaka ile karşılaşıyordum. Normalde ya ölü bedenler bulup katili arıyor ya da parçalarını bulup bütününü arıyorduk. Şimdi bir de katilin nasıl bir manyak olduğunu bulmamız gerekecekti. İçerdi neredeyse sarı imparatorluğuna bürünmüştü ve bunu yapanın kim olduğunu gerçekten çok merak ediyordum.

 

"Komiser Mevlüt Karaca?"

 

Göğsümde başladığım kollarımı çözerek merdivenden bana seslenen genç adama doğru yürüdüm.

"Buyrun benim?"

 

"Savcı Bey tanıklarla görüşmenizi istiyor."

 

"Anlaşıldı."

 

Savcının ekibi didik didik içeriyi incelerken ben de Faik'le birlikte cesedi ilk bulanlar ve mahalle sakinleri ile konuşmaya başladık.

 

"İsminiz neydi?"

 

"Feriha Küçük."

 

"Cesedi kaç sularında buldunuz?"

 

"Valla komiserim ben bu mahallede oturmuyorum. Ablam var hemen yan binada. Onu ziyarete gelmiştim. Binanın önünden geçerken merdivenlerde şekerler gördüm. Merak edip takip ettim çünkü hep gelip giderim hiç böyle şekerler bırakıldığını görmedim. Şekerler bitmek bilmedi. Koridor ve odaya takip ettim. Odaya ilk girdiğimde ne güzel düzenlenmiş diye geçirdim içimden çocuğu fark etmedim. Hemen ablama söylemek için gittim geri döndüğü de bu iki adam zaten içerideydi. Bana çocuğu gösterdiklerinde gözlerime inanamadım. Hep oradaymış ama ben oyuncak bebeklerden biri sanmışım."

 

"Sizin isminiz neydi?"

 

"Tekin Demirok komiserim."

 

"Siz nasıl frak ettiniz cesedi?"

 

"Ben pencereye yansıyan sarı ışığı gördüm. Bu bina terk edilmiştir normalde gelen geçen olmaz. Dışı da yıkık döküktür hani. Yolda yürürken parıl parıl parlayan şu sarı ışığı gördüm dedi," işaret parmağı ile penceredeki parıltıyı göstererek. Gerçekten de güneş vurdukça insanın gözünü alan bir parıltı yükseliyordu. Katil her ne yaptıysa pencereleri de sarı ile kaplamıştı.

 

Ne kadar rapor tutarsam tutayım kimse katili görmemişti. Kimsenin böyle bir olayı tahmin edemediği açıktı. Ayrıca olay öylesine dikkat çekiciydi ki sair olay yerlerinde kalabalık birkaç saat sonra dağılırdı ama bu olayda bir türlü bitmek bilmiyordu. Pencereler, kapılar, sokak giriş ve çıkışları hiç boş kalmıyordu. Onları yadırgamıyordum çünkü ben de merak içindeydim. Bu, dışı pırıl pırıl, içi zifiri karanlık kişinin kim olduğunu gerçekten çok merak ediyordum.

 

Elimdeki rapor dosyalarını Faik'e verdiğimde kapıdan çıkan savcının ekinini gördüm. Bir şeyler buldularsa onlar bulmuşlardır. Hızlı adımlarla onların yanına gittiğimde cenaze aracı gelmişti. Demeki ki çocuk gerçekten ölmüştü. Zaten nabzı yoktu ama benim beceriksizliğimden dolayı diye düşünmüştüm. Meğer gerçekten cansızmış.

 

"Komiserim biz savcının yanına gidiyoruz. Sonra da cesedi incelemek için adli tıp kurumuna gideceğiz."

 

"Tamam. Ben de emniyete gideceğim, bir kriz masası kurarız muhtemelen. Nasıl bir sonuç var mı?"

 

"Maalesef," dedi genç. Üstünde kamel trenci vardı ve bordo kravatını gevşeterek derin bir nefes aldı. "çok nadide bir cinayet. Kolay kolay bir sonuç çıkaracağımızı sanmıyorum."

 

Ben de öyle düşünmüştüm ama keşke bunu en güvendiğimiz savcı ekibi söylemeseydi. Onların gözünden bir şey kaçmazdı genelde.

 

Benim soracağım başka bir şey onun da söyleyeceği bir şey olmadığı için savcının ekibi önden adli tıpçılar da arkadan çıktı. Biz merdivenlerde beklerken cenaze görevlileri içeri girdi ve zavallı çocuğun cesedini torbaya alarak araca aldılar. Gözlerimiz cenaze aracının yeşil beyaz renklerine odaklanmışken hemen yanı başımızdaki sarı ışık da ben hala buradayım dercesine parıldayıp duruyordu.

 

🕯

 

 

Emniyete ulaştığımızda kayıp vakası için bir çift gelmişti. İlk başta tesadüf olduğundan şüphelensem de çiftin ellerindeki sarı kartlar dikkatimi çektiğinde durdum ve yanlarına gittim.

 

"Buyurun ne için bekliyordunuz?"

 

"Komiserim Allah aşkına yardım edin. Bizim küçük kız iki günden beri kayıp."

 

Zavallı adam bitkinlikten çökecek gibiydi. Üstündeki ceketi ters gitmiş ama bundan kendisinin bile haberi yoktu. Ellerinde tuttuğu sarı kartları karıştırıp duruyor ve bana yalvarırcasına bakıyordu.

 

"Şimdi haber alıp hemen geldik. Bir çocuk cesedi bulunmuş. Dilim varmıyor ama bizimki mi diye koşup geldik."

 

"Üsküdar büyük bir semt, çocuğunuz olmayabilir. Hem neden polise haber vermediniz?"

 

"Vermek istedik. Ama o..."

 

Bu sefer kartları bana doğru uzattı.

 

"Kız kaybolduktan sonra garip sesli biri bizi aradı. Polise gidersek kızımızın öleceğini söyledi. Sonra da kapımızın önüne bu kartları bıraktı."

 

Merakla kartları elime aldığımda kısa cümleler olduğunu gördüm.

 

"Açılırım kapanmam. Uzağım yakınlaşmam. Okunurum anlaşılmam."

 

Kartın arkasını çevirdim, boştu.

 

"Bu da ne böyle?"

 

"Bilmiyorum komiserim Allah aşkına yardımcı olun. Bu manyak bize bu kartlardaki bilmeceleri bilirsek kızımıza ulaşacağımızı aksi halde onu kaybedeceğimizi söylemişti. Tek tek hepsini bulmaya çalıştık ama verdiği zaman yetmedi."

 

"Verdiği zaman mı?" Yüzümü buruşturarak sorduğumda daha net bilgiler elde etmeye çalışıyordum. Ama aile hem şoka girmiş hem de karşılaştıkları tuhaf olayın sarhoşluğuyla kendi dediklerini bile anlamıyorlardı.

 

"Bize yirmi bir saat süre verdi. Üç tane de soru. Sorular o kadar zor ki sonuncusunun cevabını bulmamız imkansızdı."

 

"Cevapları nasıl söylüyorsunuz ki?"

 

"Her yedi saatte bir aradı."

 

"Benimle gelin lütfen."

 

Karşıdan gelen kadın polis Melike'yi adamın karısı ile ilgilenmesi için tembihledikten sonra adamla birlikte ofise yürüdüm. Arkadaşlar çoktan toplanmışlardı. Müdürümüz Zekeriya Ünal çok akıllı bir adamdı. Böyle olaylarda kimse eline su dökemezdi. Bu kadar net ip ucundan sonra çok kolay bulacağımıza emindim.

Ofise girdiğimde bizimkilerin çoktan bir masa kurduğunu gördüm. Olay yeri incelemenin çektiği resimler çoktan beyaz tahtaya yapıştırılmış fikirler yürütülmeye başlanmıştı. Kapıyı açıp içeri girdiğimde "Gel Mevlüt gel, sen neler buldun anlat hemen," dedi ancak ben arkamdan gelen adamın geçmesine izin verirken "Komiserim çok önemli bir şahidimiz var," dedim ve hemen bir sandalye çekerek adamı oturtturdum.

 

"Maktulün babası."

 

Bunu söylediğimde adam aniden ayağa kalktı. "Ne! Kızım öldü mü yani? Gerçekten mi? Aman Allah'ım olamaz! Ya rabbim bu nedir başımıza gelen?"

 

Biraz ani söylemiştim. Biraz değiş bayağı sert olmuştu. Adam feryat ederek üstünü parçalamaya başladı. Toplamda sekiz kişiydik ve dört stajyer adamı tutmaya çalışırken müdür bana ters ters baktı. Bakmakta haklıydı patavatsızlık yapmıştım. Suçlulukla başımı eğdiğimde "Beyefendi, önce bir sakin olun. Kızınızın ölümü diğerlerinin de ölümüne neden olmasın. Yardım ederseniz katili yakalamak istiyoruz. Lütfen metin olun!" diye bağırdı müdür. Adam yavaş yavaş kendine gelip yeniden sandalyeye oturduğunda kendinden geçmişçe süzüldü.

 

"Valla ne anlatayım ben? Bi vicdansızın ağzına sakız olduk çiğnedi tükürdü bizi. Şu soruları sordu bi de zaman verdi. Yetişemedik oldu bitti."

 

Müdür kaşlarını çatarak "Hangi sorular?" diye sorduğunda önünde bağladığım ellerimden birini kaldırıp kartları müdüre doğru uzattım. Müdür uzun ince kalın şerife gözlüklü ama zeki mi zeki bir adamdı. Bense göbekli ona göre kısa boylu pala bıyıklıydım. Ona göre daha kaba ve yapılıydım ama müdürün hiçbir bilek güreşinden mağlup çıktığını görmemiştim. Buna zihin güreşi de dahildi elbette.

 

"İncecik beli, elimin eli. Üç tırnaklı sözü, sen o yüzü ben bu yüzü..."

 

Yüzünü buruşturarak bana baktı.

 

"Bu da ne?"

 

"Üç bilmece sormuş. Her bilmecenin cevabı için yedi saat vermiş. Toplamda yirmi bir saat sonra da..." devamını getirmeden adama baktım. Bir kere daha patavatsızlık yapmak istemediğim için sessizleşmiştim.

 

"Nasıl irtibat kurdunuz?"

 

"Telefonla aradı. Evin sabit telefonu yedi saat ara ile çaldı."

 

"Neden polise haber vermediniz?" Adam cevap vermek için ağzını açmıştı ki müdür devamını getirdi. "Tehdit edildiniz..." Hep olan şey buydu. Mağdurlar katilin tehdidinden korktukları için polise haber vermiyorlardı. Sevdiklerinin ölmesinden korkuyorlardı ama zaten işin sonunda sevdikleri mutlaka ölüyordu. Nadiren böyle durumlarda polis karıştırılmadan çözüme kavuşulurdu.

 

"Bu son soruyu bulamadık. Bir saat daha süre istedik ama vermedi. Bize kızımızın en sevdiği rengin sarı olduğunu söyledi. Kız söylemiş muhtemelen ona. Sonra da bu sarı oda laneti çıktı başımıza işte."

 

Müdür diğer kartlardaki bilmeceleri okumaya başladı.

 

"İki camlı pencere, bakıp durur gündüz gece."

 

Kartın arkasına gözlük yazılmıştı.

Hemen diğer kartı okudu.

 

"Başında saç yok, alnında çizgi. İçinde tat çok, yanında dizgi."

 

Hemen arkasında bal kabağı yazıyordu.

 

"İki bilmecenin cevabını nasıl buldunuz?"

 

"Okumadığımız kitap kalmadı. Eşe dosta da sorduk. Zaten bir soru bilinmeden diğerine geçmiyor. Son soru için de vakit yetmedi."

 

Müdür üç kartı birden sol eline iki kere vurdu. Bu, basit bir cinayet değildi. En başından beri öyleydi ama durum tahminimizden çok daha kötüydü.

 

"Mevlüt beyefendiyi misafir odasına götür sonra sen gel."

 

"Emredersiniz müdürüm."

 

Adamla birlikte misafir odasına doğru yürürken "Yalvarırım bulun o caniyi, yalvarırım komiserim nolur Allah aşkına," diye feryat ediyordu. Elimi sıkıca tutuyor adeta inliyordu. Ben de en az onun kadar bu manyağı bulmak istiyordum. Ama bu ne kadar süre istiyordu net bir şey diyemezdim. Böyle durumlarda teselli etmekten başkası doğru olmazdı. Adamı misafir odasına koyduktan sonra ben geri döndüm. Geldiğim koridoru koşarak geçtim ve kapıda bekleyen Faik'le birlikte yeniden ofise girdim. Faik dört stajyerden biriydi. Benim yardımcım olarak işe başladığı için hep yanı başımda dururdu. İyi çocuktu ama hep bi sessizdi. Diğer stajyerler gezer tozar o ise hep benim yanımda dururdu. Yakışıklıydı da ama kızlardan neredeyse kaçıyordu. Eve bir iki defa davet etmiştim ama bana mısın dememişti. Hep emniyetin misafirhanesinde kalıyordu.

 

"Gel Faik gel..."

 

Faik'in boynundan tutup birlikte içeri girdiğimizde müdür alevli alevli olayı tartışıyordu.

 

"Mevlüt sen ne buldun tam olarak anlat bakalım?"

 

"Komiserim olay yerinde fark ettiğim şey, katil her kimse çok titiz olmalı. Diğerleri fark etti mi bilmiyorum ama yere oturduğumda fark ettiğim en önemli şey oyuncaklar arasında birer karış aralık olmasıydı. Özellikle gözümle ölçtüm ve hepsi aynıydı. Üstelik etrafa dağıtılan şekerler de öyle avare saçılmamıştı. Sayarak koymuş. Biraz dikkat ederseniz," dedim resimlerden en köşede olanı işaret ederek.

 

"Her ayıcığın önünde üç, taş bebeklerin önüne birer şeker var. Tam düzenli değil ama dikkatli bakanın fark edeceği kadar ayrıntılı bir dizayn."

 

"Yani? Ne demek istiyorsun?"

 

"Demek istediğim, aradığımız kişi düzen hastası olmalı..."

 

Herkes kendi arasında konuşmaya başladığında müdür bir bana bir resimlere baktı.

 

"Madem öyle, otopsi raporlarını inceleyelim. Eğer düzene takıntısı varsa mutlaka cesette de bir izini bırakmış olmalı."

 

Müdüre olumlu anlamda başımı salladım ve otopsi raporunun gelmesini bekledim. Böyle durumlarda raporlar bir iki saate çıkardı. Acele edilirdi çünkü hem delillerin kaybolması hem de önlem almamız açısından zamanla yarışırdık. Tam tahmin ettiğimiz gibi emniyete gelişimizin üstünden bir saat geçmişti ki kapı çalındı iki kere. İçeri giren genç kız raporu bana uzattığında hızla alıp müdüre teslim ettim.

 

Rapor çok kısaydı.

 

"Delici ya da kesici iz yok. Tecavüz ya da taciz yok. Darp ya da baskı izi yok. Sadece boğulmaya bağlı ex."

 

Raporun bu kadar basit çıkması hepimizi şaşkına çevirmişti. Bir bıçak izi ya da en azından tırnak çiziği ne bileyim hiç mi darp etmedi? Ellerimi birbirine birleştirip parmaklarımı sıktığımda kaşlarımı çatarak masadaki hayali noktayı inceledim. Nasıl olur? Bu kadar titiz bir insan olsa bile nasıl bir çocuğa tek bir iz bırakmadan öldürebilir? Bu çocuklar onun için ölmeyi mi tercih ediyor da böylesine pürüzsüzüz bir cinayet işleniyor?

 

"Madem böylesi bir pislik içindeyiz, o halde hep birlikte batalım!"

 

Müdür başlıyordu. Ne zaman içinden çıkılmaz bir dava olsa aynen böyle hepimizi gaza getirir sonunda da başarı ile işin içinden çıkardı.

 

"Çemberi daraltıyoruz! Hepinizi ayrı kollara dağıtacağım. Sonra da o manyağı bulana dek işin peşini bırakmayacağız!"

 

"Eveeet!"

 

Hep birlikte bağırdığımızda odanın içinde bir gürültü kopmuştu. Bu, hepimizin şahlanma anıydı.

 

"Şimdi, Mevlüt Karaca liderliğindeki grup rapor tutma yetkisini alacak. Sizler, gerekirse o mahalledeki tüm insanlarla konuşacaksınız. Mevlüt Karaca'nın ekibine Faik ve Burak da katılsın."

 

"Emredersiniz müdürüm."

 

Faik zaten yanımdaydı, Burak da kalkıp yanıma oturduğunda üçlü grubum tamamlanmış oldu.

 

"Erdal Varol'un ekibi odaları incelemeye devam edecek. Senin grubunda da..."

 

Müdür devam edecekti ki kapı tıklatılmadan açıldı ve içeri önündeki düğmeyi güçlükle iliklemeye çalışan bir genç girdi.

 

"Müdür kim? Çabuk acele edin vekil bey geliyorlar."

 

Müdürümüz de ayağa kalktığında biz de onun peşinden ayağa kalktık.

 

"Ne vekili?"

 

"Millet vekili Cem Sardun'un oğlu emniyet grubunuza atandı. Sizin haberiniz yok mu?"

 

"Yo, bizim..."

 

Müdür devamını getiremeden içeri onlarca siyah takım elbiseli insanlar girdi. En sonra gelen samimiyetsiz gülüşlü yaşlı adam yanında duran boş bakışlı gençle içeri girdiğinde "Vekil beye selam verin," dedi biri.

 

Müdür selam vermek için hafifçe eğildiğinde diğerleri de eğildi ama benim içimden böyle bir samimiyetsiz karşılama gelmediği için sadece bakışlarımı yere indirdim.

 

Genç birkaç adım atıp müdürün koltuğuna oturduğunda hepimiz şaşkınlıkla ona baktık.

 

"Buraya mı oturacağım şimdi ben?"

 

Müdür vekile, ben çocuğa, çocuk konduğu sandalyenin önündeki yere bakarken "Şimdi değil, kalk şimdi görgüsüzlük yapma. Sonra elbet oraya geçersin," dedi vekil denilen adam. Genç biraz sandalyede sağa sola sallandıktan sonra memnuniyetsiz bir şekilde kalktı ve kollarını belinin iki yanına yaslayarak bizimkilerden birinin yerine oturdu.

 

"Eee tamam hazırım. Hangi davanın içinden geçiyoruz bakalım?"

 

Vekil tuhaf bir gülüşle "Müdür kimdi?" diye sordu.

 

"Benim efendim."

 

Müdürümüz Zekeriya da en az benim kadar minnet etmeyen biriydi ancak karşıdakiler pek insana benzemiyordu. Vekili ezercesine elini müdürün omzuna attı.

 

"Bizim oğlan polislik okulunu birincilikle bitirdi. Onunla çok iyi yerlere geleceğine inanıyorum."

 

Cümlelerinden sanki zehir akıyordu adamın. Mide bulandırıcı sözleri ile yüzümü buruşturduğumda vekil ile göz göze geldik. Böyle durumlarda bir çift söz söyleyememek insanın içinde kalıyordu ama hayat, merdiven gibiydi. Alt basamaktakilerin üsttekilere sesi ulaşmıyordu genelde...

 

"Hadi iyi çalışmalar..."

 

Vekil ve beraberindeki ekip şaşalı bir çıkışla odadan ayrıldığında oğlu dışında yine hepimiz ayaktaydık. Hepimizin gözüne tuhaf tuhaf bakan çocuk kaç yaşındaydı bilmiyorum ama içimden bir ses bunun değil okulu birinci bitirmesi hiç gitmediğini söylüyordu.

 

"Oturabilirsiniz arkadaşlar."

 

Müdürden sonra biz de oturduğumuzda hemen karşımda duran çocuk ellerini masanın üstüne koyarak diğer elini müdüre uzattı.

 

"Ben Hakan. Önemli görevlerde beni de yazarsanız sevinirim."

 

"Merhaba Hakan. Önce bir başla sonra görüşürüz."

 

Müdür çocuğun elini sıkmaktan imtina ettiği için Hakan'ın yüzü biraz buruşsa da belli etmemeye çalışarak geri çekildi.

 

"O halde görev yerlerini yeniden düzenleyelim. Madem Hakan da aramıza katıldı o halde seni arşiv dosyalarına bakmak için ayarlıyorum."

 

"Onun görevi neydi?"

 

İşaret parmağı beni gösterirken parmağını kırmamak için kendimi zor tuttum.

 

"Kim? Mevlüt komiser mi?"

 

"Evet adı her neyse göbekli dayının işte..."

 

"Ulan senin ağzını..."

 

Ayağa sertçe kalktığımda sandalyem yere düştü. Hemen yanımda duran Faik ve Burak kollarımdan tutmasalar gerçekten bir tane yapıştıracaktım ağzına. Bir de ödlekti ki sormayın. Ben daha hamle yapmadan korkudan sandalyesinden düştü.

 

"Mevlüt sakin ol! Otur yerine!"

 

"Komiserim ben gelemem bu vekil şekil şükül ayaklarına. Kendimi zor tuttum zaten. Adam olsun!"

 

"Tamam sakin ol. Hakan sen de üstlerine saygılı davran. Babanın vekil olması adaleti gevşetmemeli."

 

Hakan mıdır ne haltsa sandalyesini düzelterek yeniden yerine oturduğunda ben de burnumdan tıslayarak oturdum.

 

"Onlar röportaj yapacaklar, sen de arşiv belgelerini okuyacaksın anlaşıldı mı?"

 

Hakan'dan cevap gelmezken biz "Anlaşıldı!" diye karşılık verdik.

 

"Hadi bakalım şimdi kalkın hanımlar! Yapacak çok işimiz var..."

 

Önce benim ekibim kalktık sonra diğerleri. Mümkün olduğu müddetçe Hakan'dan uzak yürüyordum. Her hareketi gözüme batıyordu zira. Ve böyle günler geçti...

 

Mahallede konuşmadığımız biri kalmadı. Okunmayan arşiv dosyaları, odada didiklenmeyen hiçbir yer ve telefon numarasına gelen aramanın IP'sine kadar her şey kontrol edildi ancak hiçbir sonuç alınamadı.

 

Ta ki 17 Ocak'a kadar...

 

"Tüm ekiplerin dikkatine... Üsküdar avm çıkındaki üç katlı binanın mahalle tarafına bakan odasında bir çocuk cesedi bulundu..."

 

Bu ihbar geldiğinde Faik'le birlikte kahve içiyorduk. Daha doğrusu ben içiyordum o sadece oturuyordu. Burak ise lavaboya gitmişti. Henüz elinde tuvalet kağıdının birkaç yaprağı dururken tuvaletten alel acele çıkan Burak açık unuttuğu pantolonun fermuarı ile bize doğru koşarken kahvemi orada bırakarak koşmaya başladım. İhbar aynı anda onlarca polise ulaşmıştı ve hepimiz çil yavrusu gibi dağılmıştık. Burak arabayı çalıştırdığında adrese doğru son gazla yola çıkmıştık bile.

 

Binaya geldiğimizde hiç istemesek de Sarı oda davasının bir benzeri olduğunu gördük. Bu sefer ise her yer mordu. Üstelik öyle ki lambalar bile mor kağıtla kaplanmıştı. Hemen köşedeki konuşlanan çocuğa koştum ama maalesef çoktan ölmüştü. Bu sefer bir erkek çocuğuydu ve Sarı odadaki maktule göre daha küçüktü.

 

Çocuğun cesedini yere serdiğimde birkaç ayıcığı alıp sağa sola fırlattım. "Allah kahretsin! Ulan lavuk! Allah belanı versin lan! Ne istiyorsun köpek!

 

Sesim odada yankılanırken peşimizden diğer ekipler de gelince sakinleşmek zorunda kaldım. İçeri giren olay yeri inceleme tek tek her köşeye bakarken "Sorular," diye fısıldadım. "Aynı cinayet şekli olduğuna göre sorular da olmalı. Hemen merkeze gitmeliyiz!"

 

Maktulün ailesi her kimse kaybolan çocuklarının ardından sorulardan birini bilememiş olmalılar ki bu cinayet işlenmişti. Peki ya bu aile kimdi? Ellerinde kartlarla merkeze geleceklerinden emindim.

 

Faik'e bırakmadan kendim kullandım aracı. Burak, ben ve Faik on dakika gibi bir sürede yarım saatlik yolu geldiğimizde emniyet binasına koşarak girdik. Tam da tahmin ettim gibi mor kartlarla öylece yürüyen bir kadın ve genç bir oğlan görünce "Hey!" diye bağırdım. Üçümüz de onlara doğru koşarken bağırışımı duyunca durdular.

 

"Oğlunuz mu kayboldu?"

 

Sorum kadını ümitlendirmişti.

 

"Buldunuz mu polis bey?"

 

Bulduk demek isterdim ama diyemedim. Çünkü dersem sevinecekti. Fakat ölü bir şekilde bulmayı söylemeden bu sevince şahit olmak istemiyordum. Bu yüzden hiçbir şey demeden onlara koşmaya devam ettim.

 

"Sorular mı geldi size de?"

 

"Evet komiserim," dedi genç çocuk. "Annemle iki gündür bu soruları cevaplamaya çalışıyoruz. Ama ikinciye bile geçemedik."

 

"Her yedi saatte bir arandınız mı siz de?"

 

"Siz nereden biliyorsunuz? Polise haber etme demişti."

 

"Soruları görebilir miyim?"

 

Genç çocuk kartları bana uzattığında okumaya başladım.

 

"Yazın sönmez, kışın görünmez, ona dokunulmaz, onsuz yaşanmaz."

 

Tüm cümle bittiğinde kartın arkasını çevirdim ama cevap yoktu.

 

"Bu ilk soruydu. Saatlerce uğraştık ama bulamadık. İşin açığı ilk başta bunun bir eşek şakası olduğunu düşünüp pek üstüne uğratmadık. Ama Hakan'ın sesini dinlettiğinde iş ciddiye bindi tabii."

 

"Hakan mı? Çocuğunuz adı Hakan mı?"

 

"Evet komiserim."

 

Pek de hoş olmayan bir tebessümle bir Faik'e bir Burak'a baktım.

"Keşke başka bir Hakan bu sona ulaşsaydı," dedim. Bunu içten demiyordum ama aklıma Hakan deyince iş güzar vekil oğlu geliyordu. Tam bir ay boyunca onun yüzünden çekmediğimiz kalmadığı gibi bir de babasının korkusundan üstlerimizin pimpirikli davranışlarına maruz kalmıştık. Otuz günde Hakan isminden nefret etmiştik cümbür cemaat.

 

"Bu böyle olmayacak," dedim elimdeki kartları sıkıca tutarak. "Bu işe bir dur demenin vakti geldi."

 

"Burak sen hanımefendi ve oğluyla ilgilen. Faik sen benimle gel."

 

Faik'le birlikte yanlarından ayrıldığımızda müdüre gidiyordum. İnsanlar durumdan habersiz bırakılmamalıydı. Bir an önce medyaya haber vermeliydik ve insanları uyarmalıydık. Seri katil statüsü konuşması için üç maktul gerekiyordu ama bence iki tane de yeterliydi. Bir yavruyu daha kaybetmeye gerek yoktu.

Müdürün odasına geldiğimizde kapının ardında vurmak için beklerken bağırış seslerini duyduk.

 

"O daha kaç yaşında? Nasıl böyle bir şeyi uygun görürsünüz? Vekil bile olsa tecrübesiz biri nasıl benim yerime geçer? Ben hadi bir hiçim ama ya o çocuk nasıl yönetecek bu işleri?"

 

"Sessiz ol Zekeriya! Vekile ne söyleyeceksin? Efendim kararınız yanlış lütfen oğlunuzu biraz daha tecrübe etmemiz için emrimize verin mi? Adam kafaya koymuş, meclisten çıkmadan oğlunu müdür yapacak. Önüne geçebileceğini mi sanıyorsun? Hem zaten meclisten çıktıktan sonra el birliği ile onu indirir yeniden seni alırız dert etme."

 

"Peki ya çocuk cinayetleri ne olacak? Hiçbir bilgisi olmayan biri nasıl gelecek üstesinden?"

 

"Sen niye takıyorsun bu kadar? Senin çocukların küçük bile değil rahat ol asla maktul olmayacaklar. Bırak derdini küçük çocukları olanlar çeksin."

 

Bu ses, valiye aitti. Son cümleden sonra Zekeriya komiserden ses gelmedi. Tıpkı bizim anladığımız gibi zihniyetlerin bambaşka olduğunu anlamış olmalıydı. Vali de tıpkı vekil gibi kendisine dokunmayan yılanlarla iş birliğinden geri durmuyordu. Diğer insanların zehirde kıvranması umurlarında bile değildi. Sonra kapı açıldı, vali çıktı. Bizi dışarıda beklerken gördüğünde boğazını temizledi ve ceketini düzelterek uzaklaştı. İçeriye girecek gücüm yoktu. Müdürün ne halde olduğunu az da olsa tahmin ediyordum. Zaten birkaç dakika sonra o çıktı dışarı. Sanki bizim burada olduğumuzu tahmin edermiş gibi gayet sakin bir tavırla "Eğer birkaç litre benzin ve bir kutu kibriti üç dakika içinde getirirsen hemen bu binayı yakabilirim," dedi. Elleri pantolonun ön ceplerinde esefle valinin arkasından bakarken bize bakmıyordu ama en az bizim kadar içi kan ağlıyordu. Onu tanıyordum. Makam sevdalısı değildi. Şimdi üzüldüğü tek şey de müdürlüğünün elinden alınması değil liyakatsizce yerine vekilin henüz çocuk olan oğlunun getirilmesiydi.

 

Sonra yine günler hızla geçti. Zekeriya komiser merkezden tayin sebebi ile gönderilirken yerine vekilin oğlu Hakan Gün geçti. Tam bir beceriksiz ve korkaktı. Koltuğa oturup sağa sola dönmekten başka bir halta yaramıyordu. Bize tüm kartlardaki soruların cevabını bulma emri vermiş başka da bir şey yapmamıştı. Cevaplar bulunsa bile tek bir ip ucuna ulaşamıyorduk. Yine bomboş bir yol ile yuvarlanmaya devam ediyorduk.

 

12 Şubat Cumartesi

 

"Tüm ekiplerine dikkatine Üsküdar belediyesi binasına iki sokak uzaklıktaki depoda yeni bir çocuk cesedi bulundu. Civarda olan personelin acil..."

 

Telsizin devamını dinlemeden verilen adrese doğru koşmaya başladım. Belediyede işim vardı ve yaklaşık bir aydır gerçekleşmeyen çocuk cinayetinden dolayı zaten diken üstüne bekliyordum. Hakan beceriksizliği yüzünden benim karşı gelmelerime katlanamadığı için Burak ve Faik'i bana yardım etmelerine engel olmuştu. Faik yine ara ara yanıma gelse de Burak hiç uğramaz olmuştu. Dahası polis olduğumu unutturacak kadar basit işlerle meşguldüm. Emniyet binasının elektriğini ödeme görevi bile bana verilmişti.

 

Kendimden geçercesine koşarken bir ihtimal, çok küçük de olsa bir ihtimal katile dair daha fazla iz bulacağıma inanıyordum. Eğer yeterince hızlı koşarsam ve onu iş üstüne yakalayamasam bile bıraktığı bir şeyleri bulabilirim diye düşünüyordum.

 

Birkaç dakika sonra depoya geldiğimde kalabalığı dağıtarak hızla içeri girdim. Yine ve yine tek renk vardı. Boylu boyunca uzanan mide bulandırıcı bir yeşil...

Her şeyin fazlası zarardır vesselam.

 

Hemen elimle koymuş gibi köşedeki çocuk cesedini aldım. Yine sıkıca bantlanmıştı ve profesyonel bir şekilde boğulmuştu. Sinirimden çocuğun etrafındaki bantı koparırken elimi kestim. Kendimden geçercesine yaptığım her bir hareket daha fazla bocalamama neden oluyordu. Ne olduysa ondan sonra oldu.

 

İçeri giren kalabalık "Katil! Katil!" diye bağırmaya başladı. Önce umursamadım çünkü polis olduğumu söyleyince değişecekti fikirleri. Ama öyle olmadı. Kalabalıktan birkaçı beni darp etmeye başlayınca kurtulmak zorlaştı. Polis olduğumu söylemem de sonradan fayda vermedi. Zaten ekipler gelince biter diye katlandım ama ekipler gelince de bitmedi. Hakan'ın liderliğindeki kendi ekibim beni sırtımdan bıçakladı.

 

"Komiserim bu adam polis olduğunu söylüyor ama kendisini çocuğun cesedini hırpalarken bulduk!"

 

"Kes lan sesini!" diye bağırdım gence. "Ben polisim ve bu dava ile ilgileniyorum. Ne halt edip beni ihbar etmeye çalışıyorsun?"

 

Kendimden o kadar emindim ki birilerinin bir şeyler söyleyip kurtulacağımı düşünüyordum.

 

"Neden olmaman gereken yerde bulunduğunu sorabilir miyim?"

 

Beklemediğim anda gelen Hakan'ın sorusu ile sarsıldım.

 

"Ben... telsize ihbar gelince. Koşarak..."

 

"Faturaları ödemen gerekiyordu. Mevlüt Karaca'nın görevi buydu. Çocuk cesedini kurcalamak değil."

 

"Onu kurcalamıyordum lan! Sadece kurtarmaya çalışıyordum!"

 

"Seni sağlıkçı olarak atadığımızı hiç hatırlamıyorum!"

 

"Hakan!"

 

"Ayrıca ceset üzerinde kanın da var. Kurallar açık, gözetim altında tutulmalısın."

 

"Lan! Lan!"

 

İki koluma yapışan polislerden kurtulmaya çalışsam da nafileydi. Sıkıca tutup kelepçeyi takmayı başardılar. Karga tulumba araca bindirildiğimde şoka girdiğim için gülüp duruyordum. Elbet sonu gelecekti ama yaşadığım şu saçma olay nasıl bir b*ktu böyle?

 

Araç hız kesmeden merkeze gitti ve beni şüpheli olarak içeri attılar. Sadece oturdum. Bankın üzerine çıktım ve sadece oturdum. Hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden.

 

Kesin yeni sorular gelmişti ve daha fazla ipucu bulabilirdik ancak her şey tamamen engellenmişti. Tek başıma olduğum dakikalar boyunca aklıma Ayşe Beren'in yarı dönem kıyafeti geldi gözümün önüne. Tıpkı yeşil oda gibi yemyeşildi. Kıyafeti alalı iki hafta olmuştu ve Ayşe Beren üstünden hiç çıkarmadığı için yeşil aklımda kızımın sevdiği renk olarak kalmıştı. Elbette bu bir tesadüftü ama ilk defa böylesi bir denk gelmeden sonra tüylerim diken diken olmuştu. Sanki katil sırf bu elbiseden sonra yeşil rengi seçmiş gibi tuhaf bir his kaplamıştı içimi. Oturduğum yerde titredim.

 

Ama sonra aklıma başka bir şey daha geldi. Bir önceki maktul çocuğun ismi...

 

Hakan? Şayet elimde bir güç ve vicdansız bir kalbim olsaydı ben de ilk fırsatta Hakan'ı ortadan kaldırırdım ama neden böylesi bir tesadüf vardı? Üstelik tam da Hakan geldikten sonra? Sanki biri bile isteye benim adıma seçmiş gibiydi?

 

"Hadi ama! Saçmalama man kafa! Seri katil neden senin hayatına göre bir yol izlesin ki?"

 

Ve daha sonra bundan aylar önce söylediğim birkaç cümle geldi aklıma.

 

"Ben bir seri katil olsaydım, kolay bir ölüm yerine insanların zekalarını zorlayan bir plan düşünürdüm. Soru cevap sizce de çok enteresan bir fikir değil mi?"

 

Hızla yerimden kalktığımda bunu nerede ve ne zaman söylediğimi düşünüyordum?

 

"Nasıl bir b*k yedim lan ben? Biri gerçekten benim düşüncelerimi mi uyguluyor?"

 

Telaşla bir sağa bir sola yürüdüm ve en son parmaklıklara yapışarak "Çıkarın beni buradan!" diye bağırdım. Ama kimseden, ses soluk çıkmamıştı. Bir saat sonrasına dek kafayı yiyecek kadar çok düşündüm. Nihayet iki kişilik ekip gelip parmaklıklar arkasından bana tuhaf sorular somaya başladı.

 

"Siz, Mevlüt Karaca. İlk cinayetin işlendiği gün nerede ve ne yapıyordunuz?"

 

Böyle bir soru geldiğine göre tüm cinayetten sorumlu tutuluyordum.

 

"Zekeriya komisere sorun nerede olduğumu, o iyi bilir."

 

"Zekeriya komiser sizin hakkınızda şahit olmayacağını bildirdi. Lütfen kendinizi savunun ya da..."

 

"Ya da ne? Ya da ne! Yıllarımı verdim ben bu işe. Ailem bu yolda yaşlandı. Tam çetrefilli bir cinayet soruşturması içinde ya da ne ulan!"

 

"Ya da meslekten ihraç edilirsiniz..."

 

Adamların hemen arkasında kendini gösteren Hakan sinsi bir yılan gibi bana gülümserken kendini belli etmişti nihayet. Niyetlerinin bu olduğunu bilseydim baştan hiç ses çıkarmazdım. Çünkü boylu boyunca bir bataklığa benziyordu bu. Çabaladıkça batardım.

 

"Sanırım hiç şansım yok," dedi kaşlarımı kaldırarak.

 

"Kendinizi savunun lütfen."

 

Savunsam da bir işe yaramayacaktı. Bunu onlar da net bir şekilde biliyordu.

 

"Meslekten ihraç edin en iyisi. Bir seri katil damgası yemekten iyidir."

 

"Mevlüt komiser..."

 

"Son sözüm budur."

 

Benden sonra daha çok yaklaşan Hakan kollarını çözmeden "İsabetli bir karar oldu," dedi. "Meslekten ihraç demeyelim de ücretsiz işin diyelim şuna. Ne de olsa onca yılını vermiş bir polisi nasıl atarız değil mi?"

 

Samimiyetsiz düzeltmesi midemi bulandırsa da bir şey demedim ve parmaklıkların açılıp çıkışımı bekledim. Bileklerimdeki kelepçe de çözüldüğünde serbestim. Tam şimdi alnının ortasından bir yumruk izi yapmak isterdim ama bu ancak işleri berbat etmeye yarardı. Sinirime hakim oldum ve sadece yürüdüm. Ofisteki eşyalarımı toplamak için girdiğimde herkes ayağa kalkıp benim toplanışımı hüzünle seyretmeye başladılar. Ne olduğunu biliyorlardı. Soruya gerek yoktu. Cevap da yoktu zaten.

 

Eşyalarımı toplayıp ofisten çıkarken Faik peşimden geldi. Sessizce yürüyordu ancak geldiğini anlayabiliyordum. Bir iki kere durduğumda o da durdu ve arkamı döndüğümde köşelere saklandı.

 

"Beni takip etmeyi bırak Faik. Artık amirin değilim. Git ve Hakan'a teslim ol."

 

Sözlerim onu etkilemişe benzemiyordu. Benden başka kimse ile iletişim kurmayan bu çocuk peşimde gölge gibi gezmeye alışmıştı. Aynı özelliği tekrar ederken daha sert davranmam gerektiğini düşündüm ve koridorda duran mavi damacanayı olduğu gibi kaldırarak yere çaptım. Her yer suya bulanırken Faik'in paçaları da ıslanmıştı. O zaman Faik'in konuşmadığını değil, konuşamadığını öğrendim. Lal olmuş dili tuhaf sesler çıkarırken inlemeye ve ağlamaya benzer tınıda yükseldi.

 

"Git! Takip etme beni! Defol!"

 

Bir kedi yavrusu gibi peşimden gelse de sonunda korkutmayı başarmıştım. Faik ıslandığı yerde kalırken ben yürümeye devam ettim. Elimdeki koli gittikçe ağırlaşırken nihayet binadan ayrılabilmiştim.

 

23 Mart Salı

 

"Üsküdar'daki seri katil dur durak bilmiyor. Mavi oda cinayeti herkesin yüreğini ağza getirmişken artık insanlar çocuklarını dışarıya..."

 

Haberlerde verilen bu cümleden sonra seri katilin durmadığını anladım. Devam ediyordu ve bizimkiler de beceriksizce aynı hal üzerine ilerliyorlardı.

 

"Ne olacak bu çocukların hali yazık ya!"

 

Eşim feryat edercesine isyan ettiğinde Ayşe Beren yerde bebeği ile oynuyordu. Benim kızım dizimin dibindeyken zavallı insanların çocukları ne hale geliyordu. Bir ay olmuştu merkezden uzaklaştırılalı ama içim içimi yemeye de devam ediyordu. Ağzıma aldığım lokmayı çiğneyemez olduğumda hızla ayağa kalktım.

 

"Nereye bey?"

 

"Gerekirse o velede yalvaracağım. Uzaktan seyredemem artık."

 

Elimde tuttuğum ceketle emniyete vardığımda bizimkiler yine toplantı yapıyorlardı. Elbette bir ilerleme yoktu ama beni gördüklerine çok şaşırmışlardı. Hakan'sa gelmemi beklercesine sakince bana bakıyordu.

 

"Sen benim üstümsün tamam. Ne dersen kabul tamam. İzin ver bu davada yer almaya devam edeyim."

 

Böyle bir teklifi reddetmedi ve eliyle oturmam gereken yeri gösterdi.

 

"Nihayet aynı dili konuşmaya başladık desene."

 

Öyle değildi öyle olmasına ama köprüyü geçene dek dayı demek zorundaydım.

 

"Öncelikle otopsi raporunda değişiklik var," dedi Burak.

Burak konuşurken Faik sessizce yanıma gelip oturdu. Günlerdir görmemiştik birbirimizi ama o tuhaf bir şekilde tanıdık bir kedi gibi yanıma sokuldu.

"Normalde diğer maktullerde darp izi yoktu ancak bu sefer ağır darp izleri var. Kullanılan mavi renk de son derece sert şekilde ortaya dökülmüş. Sanki," dedi Burak yüzünü ekşiterek. "katil bir şeye sinirlenmiş gibi."

 

Hepimiz başımızı sağa sola çevirip birbirimize baktık. Katilin bir şeye sinirlenmesi gibi tuhaf bir durumu ilk defa yaşıyorduk. Sinir krizi geçirip öldürmek bir kenara rutin cinayetler sırasında sinirini olay mahalline geçirmek başkaydı. Bunun için çok karmaşık bir ruh halinin olması gerekiyordu. Karmaşık ve nevi şahsına münhasır.

 

"Sorulardan ne haber?"

 

Hakan soruları sormuştu. Tam da benim merak ettiğim gibi. Fakat onlardan da bir sonuç alamadık. Son cinayet de böylelikle kapanırken biz yine eli boş bir şekilde bekler olduk.

 

5 Nisan 2013

 

Gecenin bir yarısı ev telefonu çalınca irkilerek uyandım. Eşim hemen yanımdaki yatakta uyuyordu. Onu uyandırmamak için bir kere daha çalmasına izin vermeden hızlandım ve odadan çıkarak salona geçtim. İlk fark ettiğim şey salonun açık penceresinden içeri giren yoğun rüzgardı. Rüzgarın şiddetinden tül perdesi havalanıp dururken telefon yeniden çaldı. Hemen koşup ahizeyi kulağıma tuttuğumda "On iki oğlu var, dört kızı," dedi biri.

 

"Ne? Alo! Ne diyorsun?"

 

"Üç yüz torunu, altmış kedisi..."

 

"Ne saçmalıyon lan sen?"

 

"Beş tane de sepet içinde yirmi dört elması..."

 

Ahizeyi kaldırıp sanki konuşan kişiyi görecekmişim gibi baktım ama yoktu. Böyle bir şeye aşina olmadığım için şaşkınlığa uğrasam da "Yedi saat sonra cevap hazır olsun," dediğin beynimden kaynar sular döküldü sanki. Dizlerimin bağı kopmuşçasına telefonu olduğu yerde bırakarak hızla Ayşe Beren'in odasına gittim. Elbette ki bir şey olmamıştı. Olamazdı değil mi? Polistim ben. Evime kim girerdi? Neden girerdi? Hangi manyak yapardı?

 

Koşarak açtığım oda boş bir yatağa açıldığında "Yoo!" diye bağırdım. Bağırışım o kadar kuvvetliydi ki ta bizim odadan koşarak gelen eşim "Ne? Ne oldu!" diye bağırdı.

 

"Ayşe Beren! Yok!"

 

Hanım delirmiş gibi "Nasıl yok? Nereye gider?" diye kendi kendine sorarak yatağın altına, asla giremeyeceği dolaplara, köşeye bucağa bakmaya başladı ama yoktu işte. Herkese acıdığım olay sonunda benim başıma da gelmişti. Olmaz dediğim şey olmuş yapamaz dediğim şey yapılmıştı.

 

Hiç beklemedim. Aklımda olan cümleleri hemen kapıda yazmak için mutfağa koştum. Buza dolabının üstünde genelde almam gerekenlerin listesi asılı dururdu. Mıknatısla dolaba yapıştırılan kağıdı çekerek üstüne on iki oğlan, dört kız yazdım. Diğer her şey neredeyse aklımdan çıkmıştı. Kedi, sepet ve elmayı da hatırlıyordum ama adedini ve nerede söylediğini hiç hatırlamıyordum. Elim titrediği için tuhaf tuhaf yazdığım cümleyi kendim bile okumakta zorlanırken emniyete gitmek için ceketimi aldım.

 

"Hadi sen de gel benimle, yalnız kalma."

 

Eşimi de yanıma alarak kapıdan çıkacaktım ki üstüne konulmuş kartlar düştü önüme. Pembe katlar ve bir de zarf. Tüm bu lanet şeyleri görünce kendimi tutamayarak gözyaşlarına boğuldum. Elimle tuttuğum ağzım bağırmamak için kasılırken oracıkta can vermeyi geçiriyordum içimden.

 

Eşim hemen zarfı açıp okumaya başladı.

 

"Kızınız Ayşe Beren elimde. Henüz ölmedi ve şekerlemelerden tadıyor. Pembe rengini çok sevdiğini söylediği için onun için bir pembe cenneti kuracağım. Polise gitmeyi aklımızdan bile geçirmeyin çünkü sizi izliyor olacağım. Tek bir yanlış hareketinizde sorulara bile bakılmadan kızınızın ölüsünü elinize veririm."

 

Elbette bizi korkutmak için kullanılan cümlelerdi. Onu dinlemedim ve yine de kapıdan çıkmak için hareketleniyordum ki telefon çaldı. Hem ben hem eşim yüreğimiz ağzımızda telefona bakarken eşim koşup açtı.

 

"Anne! Anne!"

 

Ayşe Beren'in sesi son yükseklikte çıkıyordu. Acı çekiyor gibiydi.

 

"Polise gitmeyin anne. Oyunu bozmayın anne. Herkes bu oyunu oynamış siz de oynayın. Polise gitmeyin sakın."

 

Takip ediyorum derken boş lakırdı değildi onunkisi. Gerçekten de takip ediyordu. Olduğum yere çökerken dizlerim daha fazla beni tutamadı ve duvara dayalı sırtımla birlikte yere çöktüm. Elimdeki pembe kartlar cevaplanması gereken sorularla doluyken nefes dahi alamıyordum.

 

"Hadi Mevlüt. Kendine gel! Çözelim şunları. Aramadan cevaplarsak belki de bir şansımız olur. Yalvarırım kurtaralım Ayşe'mi."

 

Kendimi koyurup ağlamamak için tüm bedenimi sıkıyordum ama ne faydası var ki? Çözülmesi gereken sorular ve verilemesi gereken cevaplar var...

 

Gözyaşlarımı yüzüme tokat atarcasına temizledim ve kartları yere yerleştirerek üstüne doğru abandım.

 

Bir numaralı soruyu başa, ikiyi ortaya, üçü de sona koydum. Bu üç sorunun ucunda mıydı şimdi Ayşe Beren'im?

 

Titreyen parmaklarımın altında duran kartlar özenle kesilmişti. Hangi manyak hazırladıysa bir hayli uğraşmış olmalıydı.

 

"On iki oğlu var, dört kızı. Üç yüz torunu var altmış kedisi. Beş tane de sepet içinde yirmi dört elması."

 

On iki oğlu, dört kızıı. Üç yüz torun hımm. Tek tek üstünden gittim cümlelerin. Katil zeki görünse de aslen aptalın tekiydi. Bu kadar karıştırdığında göre cevap kesin basit bir şeydi. Cümleleri daha basit bir hale getirmeye çalıştım ve sadece rakamları yazdım.

 

12-4-300-60-5-24

 

Tüm bu şeylerin toplu bir anlamı olmalı.

 

"Bana da ver ben de bakayım."

 

Eşime de verdiğimde evin ger köşesinde bunlara benzer bir şeyler aradık. Saat? Yo saat olmaz. Ne alaka!

 

Gez gez. Çamaşır makinasının imleci, bilgisayar, para, rakam olan herhangi bir şey. Peki ya internet? Tüm rakamları internete yazdım ama ortaya mantıklı bir şey çıkmadı. En son ne kadar süremizin kaldığını görmek için saate baktığımda hemen altında duran takvim dikkatimi çekti.

 

"Takvim?"

 

12 ay... on iki oğul.

4 mevsim... dört kız.

Üç yüz altmış beş gün ve yirmi dört saat.

 

"Bunlar senenin tamamı eder. O halde cevap sene!"

 

Olduğum yerde kıpırdanırken koşarak salona geldim.

 

"Buldum! Cevap sene! Cevap sene hanım buldum."

 

"Emin misin?"

 

"Kesinlikle!"

 

Toplamda üç saate cevabı bulmuştuk. Ve dört saat de bekledik. Telefon çaldığında deli gibi açtığımı hatırlıyorum.

 

"Sene lan! Cevap sene!"

 

"Aferin, sıra 2. soruda. Yedi saat görüşmek üzere..."

 

Telefon kapandığında daha çok ümitliydim. Ellerim titreyerek birinci kağıdı masanın üstüne koydum ve ikinci kağıdı alıp hemen soruyu okudum.

 

"Bir çocuğum var şapkalı. Hep mi hep haklı. Eğilir üstüne fazla gidersem. Ama yer hep de azılı bir dayağı."

 

Kalbim güm güm atarken cevabı bir an önce bulmak için yine yerimden kalktım ve önce internete sonra kitaplara bakmaya başladım. Eşim bir yandan ben bir yandan bulmaya çalışırken evin altını üstüne getirdik ama bu sefer beş saat geçmesine rağmen cevabı bulamadık.

 

"Bir daha okusana Mevlüt..."

 

"Bir daha bir daha bir daha! Gel sen oku be kadın!"

 

Telaştan birbirimize çatmaya başladığımızda o bir odaya ben bir odaya geçtim. Başımı ellerimin arasına sıkıştırdım ve sanki içinden fırlayacakmış gibi cevap için sallanmaya başladım. Bir öne, bir arkaya, bir öne, bir arkaya. Elbette ki cevap asla çıkmadı.

 

Son bir saat kaldığında evin duvarları bana dar gelmeye başladığında dışarıya çıktım. Çoktan güneş doğmuş insanlar işine gücüne gitmeye başlamıştı. Ben ise bir sorunun cevabı için yollara düşmüştüm. Sağa bakıyor sola bakıyor cevabı bir türlü bulamıyordum.

 

En son baktığım inşaat ise işleri tamamen değişirdi. İşçi çaktığı çiviyi yerinden sökmek için çekicin tersini kullanıyor başını kurtarmaya çalışıyordu.

 

"Şapkalı çocuk? Eğilir. Dayak yer! Çivi? Çivi lan bu!"

 

Yürüyerek geldiğim yolu koşarak geri döndüm. On dakika içinde eve geldiğimde eşimin hala cevabı bulmaya çalıştığını gördüm.

 

"Sakin sakin buldum cevabı."

 

İkimiz birlikte telefonun çalmasını beklerken bir saat kadar sonra çağrı geldi.

 

"Çivi lan öküz. Cevap çivi."

 

"Aferin aferin. Sıra son soruda."

 

Bu sefer beklemeden telefonu kapatıp üçüncü karta geçtiğimde kendimden emindim artık. Ne yapıp edip bulacaktım cevabı. Kızım için, yavrum için...

 

Son soru şöyleydi...

 

"Dereden karşıya gölgesiz geçer. Kim ne demiş iyi seçer. Sonuyla kimler kimler göçer. Bil bakalım nasıl bir biçer?"

 

Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Yine zorlayacak bir soruydu ama imkansız değildi. Hiç değildi. Değildi değil mi?

 

Her ne olduysa hiçbir yerde meredin cevabı çıkmadı. Ne internet, ne dışarısı, ne kitaplar, ne eşim, ne ben ne başka bir şey...

 

Saatler birer birer azaldı.

 

Yedi...

Altı...

Beş...

 

Son yarım saat içinde hala ümitliydim. Son on dakika içinde de. Son beş dakikada bile ümit varken git gide delirmeye başladım. Elimdeki pembe midemi bulandırırken aynı zamanda başımı döndürüyordu. Kartı yutsam cevap çıkar mı ki? Peki ya gözüme soksam?

 

Yalpalayarak yürürken son üç dakikaya girmiştim. Baktığım hiçbir noktayı göremiyor, hiçbir şeyi hissedemiyordum.

 

Nihayet telefon çaldığında açmamak için kendimi çok zorladım ama nihayet açtığımda "Sen de sonuncuda tıkandın değil mi?" diye sordu.

 

"S-serbest bırak lan kızımı..."

 

Sarhoş gibi konuşurken "Üsküdar kaymakamlığının yanındaki daire," dedi.

 

İçimi bir titreme aldığında ahizeyi bırakarak koşmaya başladım.

 

Buraya üç sokak ötedeydi sadece. Sadece...

 

Adımlarım git gide hızlanırken elimdeki kartı da sıkıyordum. Kollarım tüm gücümle öne arkaya savrulurken nefesim düzenli sonra da düzensiz olarak ilerledi. Her nefes alışımda havaya buhar çıkıyor, karşıya gölge gibi geçiyordu. Kendisi yok gölgesi var gibiydi. Son nefes ile göçmek?

 

"Nefes lan cevap! Buldum. Sakın sakın bir şey yapma! Sakıın!"

 

Gelip geçen herkes bana bakarken "Nefes!" diye bağırmaya devam ediyordum.

 

"Nefes! Nefeees! Cevap nefes! Son bir dakika daha ver! Birkaç saniye dahaaa!"

 

Sokaklar bitti ve ben daireye geldim. Lanet olası kartla içeri girdiğimde bile "Nefes!" diye bağırıyordum.

 

Lakin, bu dünya zehirli bir yılanın ağzında gibi kapkaralıktı...

 

Pespembe odanın en köşesinde Ayşe Beren başı hafif sağa dönük şekille dururken dizlerimin üstüne çöktüm. Peşimden gelen eşim feryat ederek saçını başını yolarken pembe kartı ağzıma tıktım. Çiğnedim, çiğnedim, çiğnedim. Yerdeki şekerlemeleri çiğnedim, ayıcık aldım bir tane bacağını ısırdım. Sonra güldüm. Kahkaha attım. Sonra yerdeki şekerlemelerden birinin arkasında yazan M harfi ve Memati Şekerci ismini okuyup yeniden güldüm. Her şey çok komikti. Öyle komikti ki kahkaha atmaktan geri duramıyordum. Yere uzandım tüm pembelikte kayboldum. Yuvarlandım. Sonra kıyafetlerimi çıkarmaya başladım. Gömlek, pantolon, atlet, iç çamaşırı. Nihayet çırılçıplak kaldığımda eşim bayıldı. Pembe kartonlardan birini alıp üstüme giydiğimde benim için de her şey karardı. Tıpkı...Ayşe Beren için olduğu gibi.

 

 

 

Söyleyeceğim tek şey, bu parçayı kitaba ilk başladığımda bulmuş olmam ve Ayşe Beren'in kurgusunun ta o zaman hazır olması. Benim için yorucu bir bölüm oldu ama değdi. Böylelikle Memati'nin geçmişini de öğrenmiş olduk.

 

Neler düşünüyorsunuz Memati hakkında?

 

Peki ya Hakan?

 

Ve katil kim Allah aşkına?

 

Günümüzde son on sekiz saat kalmıştı. Vakit bittiğinde dava zaman aşımına uğrayacak ve katil ceza alamayacak.

 

Sizce bizimkiler katili bulabilecekler mi?

 

Of çok heyecanlı kendim yazarken bile heyecanlanıyorum.

 

Aslında diğer bölüm Yusuf Gazel'den olacaktı ama Memati'nin geçmişi uzun olduğu için bir sonraki bölüm de Heyzır'dan olacak.

 

Yorumlarınızı merakla bekliyorum.

 

Bazılarınız bölümü kısaltmamı istedi ama bu bölüm biraz ayrıntı istiyordu. Diğer bölümler daha kısa olacak inşaAllah.

 

Yeni bölümde görüşmek üzere 🌸

 

💕🌸💖🌺💞💗💓🌷💘💝🍬🎀👚👛🎟

Loading...
0%