Yeni Üyelik
56.
Bölüm

56. Bölüm

@hakugu

 

 

Melekler ağlarsa yer yüzü sular altında kalır. Melekler gülerse güllerin açma vakti gelmiştir. Melekler öyle narin, öyle latiflerdir ki nerede bir hüzün görseler dayanamazlar. Kaderi değiştirme yetkileri de olmadığı için bu acıya nihayete dek maruz kalırlar. İşte bundandır, bu dünya var olduğundan beri en büyük acıyı melekler çeker. Ve onların ağıdı kendilerinden olan birine daha tez ulaşır. Meleklerin ağıdı yürekleri titretir. Gözyaşları sel olur...

 

 

 

 

 

6 Mayıs 1994

Yusuf Gazel'in hatırasından ✨

 

 

Aracı ormanlık alana sürdüğümde sağına soluna çarpan dallar umrumda bile değildi. Yüksek hız ve sesten rahatsız olurdum eskiden ama şu an, hiçbir şey hissetmiyor gibiydim. Şoka girmekten ziyade, ölmeden önce ruhum kabzedilmiş gibiydi. Vehametin büyüklüğü o kadar ağırdı ki Murat ve Asiye'nin kanı benim üzerime bulaşmıştı. Aklım başımdaydı aslında, ne yaptığımı iyi biliyordum. Saklanmayı akıl edebilmiştim. Fedai'yi saklamayı da. Ama yine de bir şeyler ters gidiyordu. Sanki ne yaparsam yapayım kurtuluşum yok gibi bir his vardı içimde. Nereye saklanırsam saklanayım ebe beni yakalayacak ve sıra bana gelecek...

 

Direksiyonu öyle sert kırıyordum ki orman sakinleri benim yüzümden rahatsız olmuştu. Onlara ayrı üzüldüm. Gözlerim nemlendiğinde çeneme yaşlar süzüldü. Bir anda tepetaklak olan her şey, koca bir çukura çekilen sevdiklerim ve kaybettiğimiz onca masum insan. Nasıl biter ki bu kıyamet? Bu yokuşun bir sonu var mı? Ölüm ulu bir sessizlik mi? Neden toprak mis gibi kokuyor?

 

Elimin tersiyle gözlerimi sildim. Gözümün önüne binlerce Murat anısı gelip duruyordu. Çocukluğundan beri tanıdığım sevgili dostum...

 

Aynı anda yapmıştık çoğu şeyi. Aynı anda okula gitmiş, aynı anda bir kızı sevmiş, aynı anda köyden kaçıp polis olmuş, aynı anda evlilik teklifi yapmıştık. Meryem benim teklifimi biraz geç kabul etmişti, bu yüzden Murat daha erken evlenmişti. Fedai'nin daha erken doğmasının nedeni de buydu zaten. Hayalimizdi, aynı yaşta olan çocuklarımızın olması. Ama sonra bu hayal başka bir şeye dönüşmüştü.

 

"Fedai büyüyünce Hacer de tam ona uygun olacak. Büyüyünce kızını alıcaz Yusuf ona göre."

 

"Kızımı kimselere vermem. O benim biriciğim."

 

"Fedai'den daha iyi damat mı bulacaksın?"

 

"Murat abartma istersen, çocuk daha üç yaşında."

 

"Olsun biz şimdiden adını koyalım da, kızımıza göz diken olmasın."

 

"Tamam ulan. Büyüdüklerinde otuz yaşına gelene kadar kimseyle evlenmezlerse birbirleriyle evlensinler."

 

"Otuz mu? Otuz çok yav. Yirmi beş yapalım bari."

 

"Yirmi beş mi? Yirmi beş daha bebek ya hu?"

 

El sıkışıp sanki kurbanlık koyun alışverişi gibi birbirimize girdiğimiz gün geldi aklıma. Bir yandan gülüyor bir yandan ağlıyordum. Arabanın tekerlekleri ormanın engebeli arazisinde zıplayıp dururken başka bir anımız geldi aklıma.

 

"Yusuf komiserimin kızı da kendi gibi tatlı yav. Ha şunun güzelliğine bak hele."

 

"Aman Osman abi, kızı çok kıymetli fazla dokunma."

 

"Aşk olsun Murat. Gören de beni Hacer için deliriyor sanar."

 

Hem Murat hem Osman Çelik birbirlerine inanmazca bakmıştı. Onlara göre deliriyordum. Sonra bir tabak kiraz ikram edilmişti de Hacer kirazları kulaklarına takmıştı.

 

"Oğlum olsa şimdiden beşik kertmesi yapardım valla. Maşallah ne güzel."

 

"O çoktan ayarlandı Osman abi. Sen rahat ol."

 

Osman abi ile konuşurken Murat araya girmişti.

 

"Kiraz da ne çok yakıştı. İkinci bir adı olsa Kiraz koymak isterdim amcası olarak."

 

"Amcası isterse de biz koymaz mıyız? Demi kızım? İkinci adın Kiraz olsun mu babam?"

 

Dişlerimi göstererek gülüyor aynı anda titreyen çenemle ağlıyordum. Ne yaparsam yapayım, ne kadar gaza basarsam basayım geçmiyordu. İçime saplanan sancı o kadar derindi ki ebediyyen orada kalacakmış gibi yer edinmişti. Kalbimin en derinine yerleşen hüzün şehri yavaş yavaş binalarını dikerken, her bina damarlarıma dikenli bir dal salıyordu. Hissettiğim acının yoğunluğu o kadar ağırdı ki tüm hayatta kalma uğraşım boşuna gibiydi. Bir avuçluk güzel kokulu bir gülü avuçlayıp paramparça etmek gibi bir şeydi.

 

Kaldığımız kulübe uzaktan görününce daha da hızlandım. Orada biraz vakit geçirirsem aklımı başıma toplayabilirdim. En azından öyle umuyordum.

 

🕯

 

Devran Korkmaz

 

Bana soru soran adamla birlikte bir araca bindiğimizde içimi kötü bir his kaplamıştı. Bir an için geri dönmeyi ya da arabadan atlamayı bile düşündüm. Ama sonrasında bunun mantıklı olmadığını fark ettiğimde rahat görünmeye çalıştım. Ne kadar gergin olursam o kadar üstüme gelecek gibilerdi.

 

"Nereye gidiyoruz?"

 

"Size göstermemiz gereken şeyler var. Daha sonrasında biraz Yusuf Gazel hakkında konuşacağız. Endişelenmeyin hepimiz işlerin yoluna girmesi için çalışıyoruz."

 

Gülüşünde bile samimiyet yoktu ama bir kere başlamıştık. Araç yarım saatlik bir süreden sonra lüks bir binanın park alanına giriş yaptığında otoparka kadar indik. Derin, sessiz ve soğuk olan bu geniş alanda araçtaki dört kişi ile birlikte aşağı indiğimde önce rahatça yürüyordum. Sonra diğer iki kişinin git gide yakınıma geldiklerini fark ettim. Olası bir kaçış planımda hemen yakalayacaklardı. Bellerinde takılı olan silah sadece yakalamakla kalmayacaklarını gösterirken terlemeye başlamıştım. Keşke buraya gelirken Selma'ya haber verseydim. En azından onun haberi olsaydı daha az tedirgin olurdum.

 

Otoparkın asansörlerinden birine bindiğimizde çıktığımız kat altıydı. Yine yakın mesafede yürüyerek genişçe bir salona geldiğimizde etrafımdaki insanlardan daha fazlasının olduğunu gördüm. Daha fazlası ve daha az insanisi. Hepsi yiyecekmiş gibi bakarken bana gösterilen yere oturdum.

 

Çok bekletmeden benimle ilk konuşan adam ve yanında iki kişi gelerek yanıma oturdular.

 

"Öncelikle kendimizi tanıtmamıza izin verin. Bizler Engerek zehri örgütünün sözcüleriyiz."

 

Örgüt ismini duyar duymaz ayağa kalkıp kaçmak için bir çare aradım. Kapılar kapatılmış önünde iki tane iri yarı adam duruyorken "Lütfen Devran Bey," dedi yine benimle ilk konuşan adam.

"Size zarar vermek istemiyoruz. Sadece Yusuf Gazel hakkında birkaç soru sorup bırakacağız. Öncesinde elimizde olan birkaç fotoğrafı size göstermek isteriz."

 

Bana doğru uzatılan fotoğraflarda Selma vardı. Yusuf'un elini tutuyordu ve çok yakınlardı.

 

"Elimizde bir tane de ses kaydı var. Şayet dinlemek isterseniz sorularımıza cevap veriniz lütfen. Bizim amacımız Yusuf Gazel'i de öldürmek değil, gerçekten."

 

Adamdan ziyade resimdeki Selma ve elini tuttuğu Yusuf dikkatimi çekiyordu.

 

"Ben Yusuf'u seviyorum."

 

Kulaklarımı sağır eden cümle ile dişlerimi sıktım. Yusuf'a bir şey söyleyeceğim diyip çıkmıştı ve bunu mu yapmıştı? Sarıldılar mı? Ne kadar ileri gittiler? Yusuf evli ve öyle olsa bile Selma çok güzel bir kadın. Herkes bu ikisini yakıştırırken benden neden araya girdim. Daha dün giyecek ayakkabısı olmayan bir ucube değil miydim? Aldığım nefes zehir gibi ciğerlerimi delip geçerken istemsizce de olsa yerime oturdum. O ses kaydını dinlemek istiyordum. Mutlaka duymak istiyorum. İkisinin ne kadar ileri gittiğini kendi kulaklarımla işitmek istiyorum.

 

"Öncelikle Yusuf Gazel'in bağlantısı bulunduğu bir şirket var mı? Varsa ismi nedir?"

 

Şirket mi? Biz daha doğru dürüst yiyecek ekmek bulamayan insanlardık ne yiyeceği?

 

Başımı iki yana sallarken "Böyle bir bağlantısı yok," dedim. "Hiç olmadı."

 

"Peki babası ya da annesinin mal varlıkları ne durumda?"

 

"Babası vefat etti annesi de kendini geçindirecek kadar bir emekli maaşına sahip o kadar."

 

"Yusuf Gazel'in kardeşi var mı? Varsa neredeler?"

 

"Tek çocuk. Küçükken bir ablası vardı vefat etti."

 

"Peki Yusuf Gazel'in oğlu var mı?"

 

"Hayır yok."

 

"Arkadaşlarından oğlu olan var mı?"

 

Murat? Sustum. Murat'ın adını ağzıma almayacaktım. Fakat her şey için çok geçti.

Şakkalarımda bir silah hissettiğimde yutkunarak derin bir nefes aldım.

 

"Ortak arkadaşımız Murat var ve onun oğlu Fedai var."

 

"Kendisinin evi nerede ve kiminle yaşıyor?"

 

O gün orada birçok bilgiyi verdim. Bunu başta sadece Yusuf'la alakalı olduğu için yaptım ama daha sonra iş çirkin bir hal almaya başladı.

 

"Peki ya şimdi Yusuf Gazel'in saklamacağı bir yer var mıdır?"

 

Alt dudağımı ısırdım. Bu söyleyeceğim son şeyden sonra bir daha asla geri dönüşü olmayan bir yola girecektik biliyordum. Gözlerimi kapatıp birkaç damla yaş döktüm ama benim gözlerim kapalıyken açıldı ses kaydı.

 

Selma'nın sesiydi ve tam olarak şunları söylüyordu.

 

"Sana aşık olmak benim suçum değildi biliyorsun değil mi? Ele avuca sığmayan o yaramazlığın, diğerlerinden sıyrılan zekan ve kalbimi titreten çekik gözlerin... ben seni..."

 

Ağzımda acı bir tat oluştuğunda dudaklarımı ıslatmak zorunda kaldım. Midemden başlayan ekşimsi bir tat boğazıma tazyikle çıkarken nevrim dönmüştü. Gözlerim adamın gözlerine odaklandığında "Bir yer var," dedim. "Yusuf, ben ve Murat'ın ara ara ziyaret ettiğimiz ormanlık alanda bir kulübe var. Oraya bakabiliriz."

 

 

🌼

 

 

 

Yusuf Gazel 🌷

 

Beş dakika sonra yavaşladığımda kulübenin tam önüne durmuştum. Hemen araçtan inip kapısına doğru koştum. Anahtarları eşikteki küflü taşın altına koyardık. Bıraktığım gibi alıp kapıyı açtım. İçerisi en son bıraktığımız gibi duruyordu. Genelde hanımlar olmadan erkek erkeğe takılmak ve toplantı yapmak için gelirdik buraya. Devran keşfetmişti. Eskiden ev olarak kullanılıyormuş ancak sonrasında terk edilince biz tamir edip kullanmaya başlamıştık.

 

Telefon hattı çektirip elektrik almıştık. Hemen telefona koşup evi aradım.

 

"Alo?"

 

"Meryem?"

 

"Yusuf neredesin? Sabah kalktım yoktun."

 

Direkt sormadığına göre daha Murat ve Asiye'den haberi yoktu.

 

"Meryem beni dinle. Hacer'i de al babanın evine gidin. Sakın kimseye bir şey söyleme ve kimseyle konuşma. Televizyona ve telefonlara bakmamaya çalış. Mümkünse benim adımı ve Murat'ın adını ağzınıza almayın tamam mı?"

 

"Ne oldu canım kötü bir şey mi var?"

 

"Her zamanki güvenlik önlemleri sen dediklerimi yap tamam mı?"

 

"Tamam."

 

"Ha Meryem bu arada seni çok seviyorum."

 

"Ben de seni çok seviyorum Yusuf."

 

Telefonu kapattığımda ellerimi ovuşturdum. Ne kadar süre burada kalabilirim? Emniyete gitsem orası da karışıktır şimdi. Fedai ne durumdadır? Osman Çelik'i arayıp bir görüşsem?

 

Odanın içinde volta atarken binlerce düşünce zihinimin işgal ediyordu. Üstümdeki kan izleri kurumuş derimin buruşmasına neden oluyordu. Şayet televizyon olsa son dakika haberlerini izlerdim ama yoktu. Belki de bir şeyler yersem vakit geçer.

 

Yiyecek bulmak için dolapları karıştırırken "Etrafın çevrildi Yusuf Gazel, dışarı çık!" diye bağırdı biri.

 

Normalde olsa asla itibar etmezdim ama sesin tanıdık gelmesi ile durdum ve dinledim.

 

"Kimsenin seni öldürme gibi biri niyeti yok. Bu yüzden herhangi bir sıkıntı çıkarmadan dışarı çık!"

 

"Devran?"

 

Tuttuğum dolabın kulplarını bırakarak kapıya doğru yürüdüm.

 

"Dışarı çıkabilirsin. Sadece birkaç soruları var. Ondan sonra serbest bırakacaklar."

 

Kapıyı açıp çıktığımda Devran ve beraberinde beş kişi gördüm. Hepsi de iyi giyimli eğitimli insanlara benziyordu.

 

"Onları buraya sen mi getirdin?"

 

Hayal kırıklığı ile sorduğumda Devran gayet kendinden emin bir şekilde "Korkmana gerek yok, bir şey sorup gidecekler," dedi.

 

"Bir şey sorup gidecekler mi? Sen de buna inandın mı?"

 

Devran gözlerini devirerek yanındaki adamın yanına bir adım attığında "Silahsız görünüyor, sorabilirsiniz," dedi.

 

İçimdeki kırık parçalar yıkılan gönül şehrime aitti. Neresinden tutarsam turayım elimde kalacak gibi ufalanıyordu. Devran'ın böyle bir şey yapacağı aklımın ucundan geçmezdi. Hala daha bana değil onlara itimat ediyordu.

 

"Yusuf Gazel, sana hiçbir şey yapmayacağız. Murat Bircan'ın oğlu Fedai Bircan tam olarak nerede?"

 

"Murat'ın oğlu yok."

 

"Var."

 

"Devran!"

 

"Fedai her neredeyse söyle Yusuf. Bu insanlar seni değil onu almaya geldiler. Zorluk çıkarmadan söyle."

 

"Nasıl?" dedim boğazıma düğümelenen yumruyla. "Nasıl Murat'ı böyle satarsın?"

 

"Emin ol Murat da söylerdi. Hem eğer emniyete gelirse..."

 

"Murat öldü seni ahmak!"

 

Ağzı açık öylece kaldı. Gözleri sonuna kadar açılmışken "N-ne?" diye sordu. Tam o anda adamlar da Devran'dan yeterince faydalandıkları için benim üstüme doğru gelmeye başladılar. İşte o zaman ölüm koşuşum başladı.

 

Ben önde onlar arkamda tüm ormanı kendimize meydan ilan etmişçesine koşuyorduk. Koştum, koştum. Nefesim tükenene dek, ciğerim patlayana dek, içim dışıma çıkana dek koştum.

 

Amaçları sadece Fedai'ydi öyle mi? Neden Fedai? Neden çevremdeki tüm erkek çocukları? Neden bana destek olma ihtimali olan herkes? Neden ben yapayalnız bırakılana dek etrafım tamamen temizleniyor?

 

Ayaklarım o kadar hızlı ilerliyordu ki ayakkabım çıktı ama onu geri alacak vakit olmadığı için tek ayağım çıplak koşmaya başladım.

 

Üçe bölünmüşlerdi. Sağ, sol ve tam arkamdan geliyorlardı. Ne tarafa dönersem döneyim beni kıstıracak bir manevra yapıyorlardı. Yine de hızlandım. Onlara rağmen hızlandım ve izimi kaybettirmeyi başardım. Orman daha sık ağaçların olduğu bir alana dönüştüğünde koşmak zorlaşmıştı. Ağaçlar sürekli ayağıma dolanıyor, hızlanmama izin vermiyordu. Tam o anda karşımdan gelen kişi ile durmak zorunda kaldım. Durdum çünkü silahının namlusu tam beynime hizalanmıştı.

 

"Tek bir adım daha atarsan işini bitiririm."

 

Adam nefes nefeseydi ama parmağı da tam tetiğin üstündeydi. Haline bakmadan tetiği çekmesi an meselesiydi.

 

"Diz çök ve ellerini başının arkasına yasla."

 

Sağa baktım, kaçacak yer var mı diye.

 

"Diz çök lan!"

 

Ateşlenen kurşun başımın hemen üstünden arkamdaki ağaca isabet ettiğinde şakasının olmadığını anladım ve hızla diz çöktüm.

 

"Ellerini de başının arkasına koy!"

 

Koca ormanda onun bağırışı ile kargalar uçuşuyor ve gökyüzü yavaşça kararıyordu. Bulutların çobanı yağmur yağdırması için bulutları topluyor olmalıydı. Elindeki kırbaçı bir defa çırptığında tam üstümüzde bir şimşek çaktı.

 

"Ey gidi koca Yusuf! Demek sensin ha?"

 

Alaylı sesi kulağıma ulaştığında gözlerimi yere indirdim.

 

"İsmin her yerde, insanların dilinde, kalbinde. Milletini kendine nasıl hayran ettin len?"

 

Alt dudağımı ıslattığımda alnıma bir yağmur damlası düştü. Susamıştım ama daha kötüsü yakalanmıştım.

 

"Yusuf Gazel, Yusuf Gazel diye diye korkuttular bizi. Ulen sen miydin be? Ben de iri yarı bi adam hayal ediyordum."

 

Gözlerimi yeniden adama çevirdiğimde "Sende boy var da ne işe yarıyor? Hayatını köpek olmaya adamışsın," dediğimde adamın güzel yüzü aniden düştü.

 

"Ne dedin ne dedin?"

 

Kuyumu kazmıştım. Dilime sahip olmalıydım. Buradan sağ kurtulursam gerisi bir şekilde hallolurdu.

 

"Ulan şu Fedai midir ne haltsa onu bulana bin dolar ödül var ama öyle asabımı bozuyorsun ki para mara dinlemeyeceğim yeminle."

 

Sustum. Fedai hakkında tek kelime edeceğime ölsem dahi.

 

"Öt hadi!"

 

Dudaklarımı iyice birbirine bastırdım ki asla açılmasın.

 

"Öt lan!"

 

Adam iki adımda önüme gelip saçlarımdan tuttuğu gibi başımı arkaya doğru çekti.

 

"Leşini sermeden öt çabuk! Murat iti gibi deşmeyeyim bedenini."

 

Susacaktım. Susmalıydım ama o son söylediği şey öyle bi damarıma dokundu ki elimde olmadan kafamla karnına vurdum. Adam nefes alamayarak yere kapaklandığında cüssesine bakmadan onu alt edeceğimi anlamıştı.

 

"Murat'ı sen mi öldürdün lan köpek!"

 

Adamın üstüne yürümüştüm ki silahını bana doğru tuttu. Her şeye rağmen üstüne kapaklandığımda uzun bir süre boğuştuk.

 

"Ona ihtiyacı olan mazlum insanlar vardı! Onu bekleyen masum çocuklar vardı! Senin gibi çürümüş bir kalbi değil tertemiz yüreği vardı! Nasıl kıydın lan ona!"

 

Kah o altta kah ben, yuvarlana yuvarlana birbirimizi hırpaladık. O da ben de çok yumruk attık. İkimizin de ağzı yüzü kan içinde kaldığında adamın elindeki silaha yapıştım. Artık bu kavgada tek bir kazanan olacaktı. Ya o ya ben.

 

Kavgamız silah alma düellosuna girdiğinde ıslanıyorduk. Yağmur son gücüyle bardaktan boşalırcasına yağarken benim elim kaydı, onun silahı kafama çarptı. Ne kadar büyük bir kuvvetle çarptıysa alnım yarılmıştı ve kan akıyordu. O an için halsizleştim. Kedimi kaybettim.

 

"Ne andaval bir insanmışsın sen Yusuf Gazel. Bitti lan, ömrün bitti."

 

Silahı gözümün önünde otomatiğe aldığında zorla ağzıma soktu. Engel olmak için halsiz ellerim yavaşça kalktı ancak alnımdan boşalan kan ve geçirdiğim baygınlık buna engel oluyordu. Normal şartlarda asla beni alt edemezdi ama nihayetinde ağzıma dayadığı silahın tetiğini de çekti.

 

Nasıl oldu bilmiyorum. O an için sadece başımın arkasından bir et parçasının fırladığını hissettim. Bunu gerçekten hissettim. İnsanın başının parçalandığını hissetmesi kadar kötü bir şey yokmuş meğerse.

 

Adam silahı ağzımdan sertçe çekerken alt dişlerime takılan ucu iki tanesini kırdı attı. Umrunda bile olmadı adamın zira benim kafa tasımın yarısından fazlası paramparça olmuştu. Kan oluk gibi akarken yağmur da buna yardım ediyordu.

 

"İşte bu! Senin gibi leşlerin cenazesi aynen böyle serilir. Sorarlarsa söylersin, Yusuf Gazel'in leşini Yankı Paksoy serdi diye."

 

Adam yorulmuştu besbelli. Bir süre önümde dizlerinin üstüne oturdu sonra da silahını elime tutuşturup ağzıma yakın bir yere koydurdu. İntihar süsü verecekti besbelli.

 

Adam gitti, her şey bitti.

 

Titreyen bedenim nihayet sükuna eriyordu. Hissediyordum ayak uçlarımın hafifçe karıncalandığını. Ne gariptir ki karıncalanan yerler yeniden eski haline gelmiyor. Karıncalanma geçiyor ama artık eskisi gibi de olmuyor. Son kez kendini belli edercesine uyuşuyor ve sonra yavaşça hissizleşiyor. Yavaşça soğuyor, yavaşça yok oluyor. Bedenim müthiş bir rahatlama işe gevşerken göz kapaklarım dışında hiçbir yerim hareket edemiyor. Artık acı da yok, başım da uyuşmuş gibi. Elimde duran silahın soğukluğu kendi soğukluğuma karışıyor ve nihayet dizlerime kadar ölüm bana ulaşıyor.

 

Hala nefes alıyorum, hala göz kapaklarımı açıp kapatabiliyorum. Hala yutkunabiliyorum, hala Hacer'in hediyesini görebiliyorum, hala karıncaların elime çıktığını hissedebiliyorum.

 

Ama ölüm durmuyor. Dizlerimden kalçalarıma ve oradan belime kadar ilerliyor. İlk başta usulca olan bu dokunuşlar zamanla acı veriyor. Artık bel altım tamamen benden ayrılmış durumda. Görev yapan melekler teker teker istifa edip ayrılıyorlar gökyüzüne sanki.

 

Ve sıra kalbimde. Biliyorum... O durursa her şey daha kolay olacak. Daha az acıyacak canım. Fakat atmaya devam ediyor. Nasıl durdurabilirim ki?

 

Bir, iki, üç, dört, beş...

 

Kalbimin etrafını saran bir soğuk dokunuş var. Sanki onu en sona bırakıyor gibi. En son onu alacak gibi. Ve ben bu habersiz ödünç almaya direnemiyorum bile.

 

İstiyorum ki, ölümüm şu batan güneş gibi karartmasın dünyayı. Diliyorum ki, ne Hacer ne de Fedai bizim kaderimizi yaşamasınlar. Sonumuz benzemesin. Ve umuyorum ki, masumlar artık zarar görmesin. Ölen son kişi ben olayım.

 

Öleyim... Ama bu son olsun.

 

Gözlerimi bir kere daha açıp kapattım, kalbim son kez kan pompaladı, son nefesimi aldım ve göz kapaklarımı kapatamadan ecel son dokunuşunu yaptı. Ruhum bedenimden ayrılırken gözlerim açık kalmıştı. Açık ve iki kapak arasına dünyaları sığdıracak kadar cömert. Şayet ömrüm yetseydi ve şayet daha iyi bir polis olabilseydim o iki kapak arasına tüm masumları yerleştirecek kadar da maharetli olurdum.

 

Elveda dünya...

Yusuf Gazel için bir çizik at ve kıyamete ne kadar kaldığına bak. Yaratıldığından beri kaç kişinin üstünü çizdiğini hesap et ve ne kadar değerli olduğunu yeniden gözden geçir.

 

Eşsiz miyim? Gerçekten dünya benim etrafımda mı dönüyor? Bir tane miyim?

 

Yoksa tıpkı Yusuf Gazel gibi ıssız bir ormanda bir başına ölürken bile diğer herkes kendi günlük hayatına devam mı ediyor?

 

Sahi hep böyle olmadı mı? Ve hep de böyle olacak...

 

Ulu bir ağıt yakıldı melekler tarafından. Böyle güzel karşılanacağımı bilsem böylesine korku içinde geçmezdi hayatım.

 

Hayal meyal etrafımda çocuk silüetlerinin geldiğini görüyorum. Hepsi yerde yatan ben için elini uzatıyor.

 

"Kalk Yusuf abi! Yer soğuktur, üşüme."

 

Birini hemen tanıyorum. Ailesi ile görüşmeye gittiğim Esra Kurtaran'dan başkası değildi. Hani şu, beyaz tavşanlı çikolatan yiyip zalimce katledilen yavrucağız.

 

Üstünde bembeyaz bir elbise, bukle bukle saçları mis gibi, başında bir taç elini uzatıyordu bana doğru.

 

Daha bilmediğim birçok çocuk yerden kalkmam için ellerini uzatırken şanlı bir ninni ile sarmalandım. Misk yağdı gökyüzünden, cennet çınarlarının gölgesi düştü üzerimize ve ben iki kişiye bölündüm.

 

Biri, nasıl olduğunu anlamadığım ama ayağa kalkan ben, diğeri yerde kafası paramparça olmuş, kendi kanı içinde boğulan ben. Yerdeki zavallı bene bakıp hüzünlendim, ellerimden tutan meleklere bakıp gülümsedim.

 

Sahi ölüm böylesine kutlu muydu? Yoksa bana mı isabet etti bu kutsal karşılanma.

 

Sonra, çok sonra bir nida yayıldı etrafa. Şöyle diyordu...

 

Kaderinde üç erkek görüyorum...

 

Bu hitabı hemen tanıdım.

 

İlkini öldürmek isteyeceksin ancak senin yüzünden ölmeyecek.

 

Babamın silüeti belirdi ansızın.

 

İkincisini kurtarmak isteyeceksin ancak senin yüzünden ölecek.

 

Ve Murat gülümsedi hafifçe...

 

Üçüncüsü ise senin ölümüne neden olacak ancak binlerce kişinin hayatını kurtaracak...

 

Fedai bana koşarak geliyordu sanki. Hepsi, hepsi gerçekmiş gibi...

 

Sonra uzun süre yağdı yağmur. Yerdeki kanım suya karışıp toprak olana dek, bedenim tamamen ıslanıp et parçasına dönene dek.

 

Kulağımda çınlayan Murat'ın sesi karşımda dikilince irkildim.

 

"Hadi kardeşim," diyordu bana. "Sıra bize geldi."

 

Hemen arkasında duran Asiye de bana gülümserken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ben, ölmüştüm.

 

 

 

 

 

Eveet, biliyorum hepiniz en az bir kere 'neden' diye sordu. Neden Yusuf Gazel ölmek zorunda?

 

Şöyle ki; bu serinin yazılış amacı zaten Yusuf Gazel'in hayatını anlatmak içindir.

 

Beni tanıdığınız bildiğiniz üzere içi boş kurgular yazmam. Mutlaka bir tarihi olaya ya da gerçeğe dayandırırım.

 

Peki Yusuf Gazel kime dayanıyor?

 

Yusuf Gazel'in hikayesi benim özbeöz amcam Osman Gümüş'e dayanıyor.

 

Amcam Osman Gümüş, 6 Mayıs 1994'de üst düzey askerler ile iş birliği içinde olan teröristler tarafından şehit edilmiştir. O dönemde (şimdi bile nispeten aynıdır) Bitlis Mutki ilçesinde teröristler toplu saldırı düzenlemektedir. Bunu haber alan amcam komutanına haber vermek için hazırlanırken, zaten onlarla birlikte olan komutanı tarafından acımasızca şehit edilmiştir.

 

Lakin otopsi raporu şehit olduğu değil intihar ettiği şeklinde tutulmuştur. Aşağıya 1994'de tutulan otopsi raporunu koyup, neden sahte olduğunu da anlatacağım.

 

 

 

Öncelikle otopsi raporunda amcamın kendine ait olan er tüfeği diye geçen milli piyade tüfeğini otomatiğe alarak ağzından tetiğe basarak intihar ettiği rapor edilmiştir.

 

 

 

Lakin böyle bir tüfeğin o kadar yakın mesafede (kendi ağzına tutma şekli ile) kafa tasının tamamının parçalanması gerekirken sadece 2 adet mermi çıkışı var diye not düşülmüştür. Bu, raporu tutan kişinin asıl cesedi incelemediği ya da baskı altında kalarak uydurma rapor tuttuğunu kanıtlar türdedir.

 

Ayrıca sözde intihar vakasından sonra amcam Osman Gümüş'ün Gazi silah arkadaşlarından birinin gelip "Osman intihar etmedi. Komutanlar tarafından katledildi," diye ihbarda bulunması da şüpheleri kuvvetlendirmiştir.

 

Dedem Remzi Gümüş bu olaydan sonra askeriyeye amcamın intihar etmediğine ve otopsinin yeniden yapılmasına dair dilekçe vermiştir ancak ne tuhaflıktır ki dilekçe dikkate bile alınmayıp, herhangi bir karşılık verilmemiştir.

 

Dini yönden bakılacak olursa, şehit kanının asla durmadan aktığı bilinmektedir. Tıbbi olarak bir hafta morgda bekleyen bedenin kanının pıhtılaşması gerekirken amcam Osman Gümüş'ün cesedi Bitlis Mutki'den Konya'ya bir hafta sonrasında geldiğinde bile kafasından kan süzülmektedir.

 

Amcam, benim için çok kıymetlidir. Ben doğdum 1994'de. O ŞEHİT OLDU 1994'de. Bir kez olsun görme şansım olmadı fakat o beni rüyasında görmüş ve Kübra ismimi de kendisi koymuştur.

 

Amcam, kumral- koyu sarı saçlı, çekik gözlü, tıpkı Yusuf Gazel'den tasvir edildiği şekli ile mazlumların yanında duran hareketli ve kıvrak zekalı bir insanmış. Kendisini tanımadığım için tanıyan kişilerle yaptığım röportajlar doğrultusunda Yusuf Gazel'i yazabildim. Yani aslen sevilen kişi Yusuf Gazel değil, amcam Osman Gümüş'ün ta kendisidir.

 

Doğduğu civardaki dağlar uzaktan mavi görünür ve benim de ona mavi dağların prensi diyesim gelir.

 

Bugün hala amcam intihar etti diye bilinir yaşadığı çevrede. Lakin ben ve ailemiz onun şehit olduğundan adımız kadar eminiz. O, vatanına ve hayatına bağlı, yiğit bir insandı. İzne gelmesine çok az bir süre kala bu elim olayın gerçekleşmesi de durumu tamamen geçek dışı bir hale sokmuştur. O sadece, korumak istediği masumlar yerine feda edildi.

 

Bir gün babama "Neden mezarı yeniden kazdırıp otopsi raporu almıyoruz, şehit olduğunu doğrularız," diye sormuştum. O da bana "Ben Osman'ın şehit olduğundan eminim lakin sırf bunun için onu mezarında rahatsız etmeyelim," demişti. Babamın amcama olan hassasiyeti o zaman içimde bu olayı herkese duyurma isteği oluşturmuştu.

 

Ben de madem mezarı açmıyoruz, bunu konu olan bir kitap yazarım demiştim.

 

Onun hikayesini anlattığımda kimse ilgilenmedi ama Haris'i herkes çok sevdi. Çünkü gerçekler istenmez ama yalan her zaman daha çekicidir.

 

Amcamın hikayesini anlatmak için Haris gibi bir yalancıyı kullandığım için üzgünüm lakin ben amcamın şehadetini herkese duyurmaya ant içtim. Şayet bir gün bu seri basılırsa da, beyaz perdeye uyarlanırsa da daha çok kişiye duyuracağım.

 

O, askeri karşılamaya bile layık görülmeden öylece gömüldü. Oğullarının ölümü bir yana intihar gibi ağır bir ithamdan sonra dedem ve babaannem bir daha asla eskisi gibi gilememiştir. Bu insanların hayatı tamamen mahvedilmiştir.

 

Bugün hala daha amcamın mezarında papatyalar açar. Ne çevre mezarlarda ne de kenarlarında...sadece onun mezarının üstünde.

 

Hep şöyle diyesim gelir, amcam yine çiçek açmış...

 

Sevgili şehit amcama selam ve dua ile. Sen mezarında rahat ol, Kübra'n daima senin arkanda...

 

🥀

Loading...
0%