Yeni Üyelik
58.
Bölüm

58. Bölüm

@hakugu

 

 

 

 

 

Ankara / Sincan yetiştirme yurdu

Anıl Şanlı

 

 

"Evet, hem ne demiş Mevlana; mum olmak kolay değil. Işık saçmak için..."

 

Tüm sınıf hep birlikte bağırdık.

 

"Yanmak gerek!"

 

Öğretmenimiz İsmail Sarı tam bir beyefendi. Erkek öğrencilerin erkek öğretmenleri sevmesi burada biraz zordur. Eğer yetiştirme yurdunda büyüyen bir çocuksanız, aslında kadın öğretmenler bile biraz serttir. Onlara göre disiplini sağlamanın en mühim yolu ciddiyetten geçer. Ve ciddiyet, ailesi olmayan çocuklar için çok daha katı işlenmesi gereken bir kuraldır onlara göre. Çünkü annemiz ve babamız yok. Bize disiplin verecek herhangi biri yok. Tüm bu görev eğitimcilerin omuzlarına yüklendiği için daha fazla baskı kurmak gerektiğini düşünüyorlar. Fakat buradaki en büyük sıkıntının ciddiyetin çoğu defa şiddete dönmesi. Öğretmenlerin şiddeti fiziksel olmasa da çoğu kere fiziksel olanlardan daha ağır geliyor.

 

"Evet, ders bitti gençler. Öğle arası!"

 

Kitaplarımı toplarken İsmail öğretmene bakıyordum. Masasını topluyordu. Biraz acele edersem konuşacak biraz zamanımız olurdu. Eşyalarımı toplayıp hemen yanına gittim. Bana bakmadan benim geldiğimi anlamıştı.

 

"Evet Anıl, söyleyeceğin bir şey mi var?"

 

Kitaplarımı daha sıkı tutup dudaklarımı düz bir çizgi haline getirdim.

 

"Merak ediyorum öğretmenim, sizce neden Mevlana bu kadar söz söylemiş. Hepsi çok güzel ve anlamlı ama insanın böyle güzel şeyler söylemesi için çok da düşünmesi gerekir değil mi?"

 

Eşyalarını toplamayı bırakıp bana baktı.

 

"Haklısın. Düşünmeden anlamlı sözler söylemek neredeyse imkansız. Ama bana kalırsa bunun altında başka bir neden yatıyor."

 

Sadece derste taktığı kemik gözlüklerini çıkarınca yeşil gözleri daha net görüldü. Kahve saçlarını eliyle düzeltip derin bir nefes aldı. Kahve kaşe kabanı sandalyesinde asılı olduğu için krem gömlek ve boynuna doladığı kahve ince atkı ile duruyordu. Ceketini eline alıp giyerken bir yandan devam etti.

 

"Mevlana dertli olmalı. Dertli olmayanın düşünmesi, düşünmeyenin de böyle güzel sözler söylemesi neredeyse imkansızdır. Eğer," dedi elini kalbine götürerek.

"Burasında sancı varsa," elini diline götürdü. "burası inlemeye başlar."

 

Gülümsedim. Onun her zaman böyle harika açıklamaları vardı. Boşuna en sevdiğim öğretmen İsmail öğretmen değildi işte.

 

"Öğleden sonra hangi dersiniz var bakalım?"

 

Elini omzuma attığında birlikte koridorda yürümeye başladık. Boyun hemen hemen onunkine yakındı. Yine de o fit bedenli olgun bir erkekti. Otuzlarına yeni gelmişti ama olduğundan daha olgun görünürdü. Yürüdüğümüz koridorun sol tarafı pencerelerle döşendiği için içeri epeyce gün ışığı giriyordu. Sağ taraftaki duvar mozaik şeklinde farklı renklere boyanmıştı.

 

"Yemekten sonra biyoloji dersimiz var."

 

"Hım. On yedi yaşındaki ergenler için hiç de sıkıcı olmasa gerek."

 

İsmail öğretmen göz kırptığında gülümsedim.

 

"Sonra da tarih ve edebiyat dersine gireceğiz. Müdire eğer bir aksilik olmazsa bir huzur evini ziyaret edeceğimizi söyledi."

 

"Müdire dediyse kesin aksilik olur."

 

İkimiz birlikte güldüğümüzde koridordan öğrenciler gelip geçiyordu. Müdiremizin en büyük sorunu söz verip tutmamasıydı. Bunu kabullenen tek öğretmen ise İsmail öğretmendi. Yetiştirme yurdumuzda yatakhaneler üst katta, yemekhane en alt katta, dershaneler yani sınıflarımız ise ortadaydı. Aynı bina içinde hem uyuyor hem yemek yiyor hem de okula gidiyorduk. Geniş ve süslü üç tane bahçesi vardı. Birinci bahçe okulun önündeki basketbol, hentbol gibi spor alanlarının olduğu yerdi. İkinci bahçe yurdun arkasındaki çeşitli ağaçların olduğu banklarla çevrili yerdi. Üçüncü bahçe ise yurdun tam ortasında küçük ama içinde havuzu olan yapay ağaçlarla çevrili bir yerdi. Burayı genelde kışın kullanıyorduk. Çok soğuk olunca öğretmenlerimiz dışarı çıkmamıza izin vermiyordu. Koca bina koş ayı boyunca bize yetiyordu böylelikle.

 

İsmail öğretmenle birlikte yemekhaneye geldiğimizde o öğretmenler masasına doğru yürüdü ben de her zaman oturduğum masama doğru yürüdüm.

 

"Kitaplarını niye getirdin? Tepe göz görürse canına okur."

 

Sandalyeyi çekip oturacakken uzakta müdire ile konuşan Tepe göz'e baktım. Samet doğru söylüyordu ama bir kere girmiştim. Yemek vaktinde yemekhaneden çıkmak yasaktı. Üstelik tek başına etrafta dolanmak da tamamen suç sayılıyordu. Burası küçük bir yerdi. Herkesin herkesten haberi oluyordu. Bir kere adın çıktı mı artık işler her zamankinden zor oluyordu. Sadece bir defa tek başıma etrafta dolandım diye uzun süre hırsızlık vakaları benden bilinmişti. O yüzden herkes neredeyse orada olmaya gayret ediyordum. Ve Tepe göz... On yedi yaşımıza da girsek çocukluğumuz korkulu rüyası hizmetli Tepe göz'ün pençeleri hala üzerimizdeydi. Yıllar sanki onu yaşlandırmıyor, saçına ak koluna kas oluyordu. Hala her attığı tokat bizi sarsmaya yetiyordu.

 

"Masanın altına saklarım göremez."

 

Kitapları masanın altına koyduğumda nihayet yerime oturabildim.

 

"Tepe göz dün gece tuz yemediği için yenilerden birini fena benzetmiş."

 

Ağzıma aldığım kaşığın üstündeki yemeği alıp almama konusunda tereddüt ettim. Böyle şeyler duyunca iştahım kaçıyordu. Biz yurdun en büyükleri olsak da küçüklerin uğradığı şiddetten de rahatsız oluyordum.

 

"Demir sopa mı, kemer mi?"

 

"Islak tahta."

 

"Offf!"

 

Masada toplamda dört kişi vardık. Karşımda olayı anlatan felaket tellalı Samet. Yurdun tek turuncuydu ve çok dikkat çektiği için genelde bakıcılar ondan uzak dururdu. Çünkü ne zaman şiddet görse bembeyaz teni mosmor geçiyordu. Onun hemen yanında oturan esmer çocuk Mehmet. İçimizde en zayıfımız ama sürekli sakalı çıktığı için en yaşlımız gibi görünürdü. Neredeyse her gün traş olmasına rağmen yine de kıllı görünmeyi başarır. Çaprazımda oturan ise Şemsi. O da esmer ama Mehmet kadar değil. Buğday tenli diyor kendisine. Bense nefret ettiğim annemden aldığım sarı saçlarım, sarı kaşlarım ve mavi gözlerimle berbat bir sarışınım. Her gün traş olmayı göze alarak Mehmet gibi kıllı ve esmer olmayı yeğlerdim.

 

"O değil de," dedi Samet. "Bu hafta kim evlatlık alınacak acaba? Oğlum yemin ediyorum her hafta Perşembe günü yaklaştıkça içimi bi heyecan kaplıyor. Acaba ben miyim? Acaba bizden biri mi diye."

 

"Sence artık biz kartlaşmadık mı?"

 

Samet bana baktığında çatalımla karpuzu ikiye bölüyordum.

 

"Belki on yedi yaşında bir oğlan evlatlık edinmek isterler. Kim bilir?"

 

"Tabii tabii. Son on yılda kaç tane on yedi yaş evlatlık alındığını gördün?"

 

Biraz iç karartsam da gerçekler buydu. İnsanlar her zaman küçükleri evlatlık almak istiyordu. Samet iç çekerek bardağındaki suyu bir dikişte içti.

 

"O zaman ne yapacağız oğlum? Yurttan çıkmak daha doğrusu atılmak için yedi sekiz ayımız kaldı. On sekizimizde dış dünyaya bir köpek yavrusu gibi atılacağız. O zaman ne yapacağız?"

 

"Köpek yavruları ne yapıyorsa onu yapacağız," dedim karpuzun devamını ağzıma atarak."

 

Serhat alayla güldü. Devamında konuşmadık çünkü Tepe göz'ün masa kontrol sırası bize gelmişti. Yine kolları arkasında bağlı, öğretmenler ve müdirenin de olduğu yemekhanede en rütbeli oymuş gibi masamıza tepeden baktı. Tepe göz diyorduk çünkü doğuştan olmayan bir gözünden dolayı tek gözü ile idare etmeye çalışan merhametsiz bir canavarı andırıyordu.

 

Yemediğimiz yemek var mı, yemekhaneye eşya getirmiş miyiz, kıyafetlerimiz düzgün mü, derse girmiş miyiz diye tek tek sorduktan sonra geçti. Arkadaşlarım o gittikten sonra rahat bir nefes alırken ben sinirle yeni bir karpuz aldım. Artık bu baskı ve zulüm boğazıma kadar gelmişti. En kötüsü ise küçüklere yapılandı. Çaresizce kabullenmek ise bir bardak zehri içmek gibiydi.

 

Ağzımdaki karpuzu çiğnerken Tepe göz'ün arkasından bakmaya devam ettim. O ağır ağır uzaklaşırken karpuz çekirdekleri dişlerimin arasında sertçe eziliyordu.

 

 

⚖️

 

 

"Öğrencilerin dikkatine! Yatakhane ışıkları saat 22.00 itibari ile kapanacaktır. Bu saatten sonra ışıkların açılması ve etrafta dolaşmak yasaktır. İyi uykular dilerim."

 

Anonsu dinlerken aynadaki yüzüme bakmaya devam ediyordum. Çoktan tek tip pijamalarımızı giymiş dişlerimizi fırçalıyorduk. Ben yüzümü de yıkamıştım ama Samet lavabo kapısına dayanıp anons dinlediği için yavaş hareket ediyordu. Yanağımda çıkan iki sivilceye dokunup çene altımda çok az çıkan koyu sarı sakallara baktım. Ortaya çıkmadan alsam iyi olurdu. Yüzümde sarı kıl görmek istemiyordum. Elimde olsa saç ve kaşlarımı da yolardım ya neyse. Samet oyalanmaya devam ediyordu ki uyardım.

 

"Acele etsen iyi olur, sadece on beş dakikamız kaldı," dedim aynadan ona bakarak.

 

"Bugünün tuz canavarı kim acaba merak ediyorum."

 

Macunu fırçasına sürerken yanımdaki lavaboya doğru yaklaştı.

 

"Dün yeni gelenlerden bir çocuk yatağına işemiş. Herhalde odur."

Solumdaki Mehmet'e baktım, aynada saçlarını tarıyordu. Tuz canavarını bulmak için birkaç kağıda iddiasına bile girerdi. En sevdiği şey aksiyondu.

 

"İşkence gibi."

 

Samet ağzında fırça ile konuşmaya bayılıyordu. Ne dediği anlaşılmasa da konuşmaya devam etti.

 

"O değil de ben de tuz yermiştim hatırlasana. Ama var ya gece ne susuyorsun. Dilin damağına yapılıyor resmen. Sonra ciğerlerin yanıyor. Fakat enteresan şekilde ölmüyorsun."

 

"Yine de tuz yedirilmesi insanlık dışı," dedim kollarımı önümde çapraz bağlayıp duvara yaslanarak.

 

"Aslında insan alışıyor be," dedi Serhat. "Yani başta her gece verilen süt de midemi bulandırıyordu ama bir zamandan sonra alışmaya başladım."

 

"Süt en azından sağlıklı," dedim yüzümü buruşturarak. "Bir avuç tuzun ne faydası olabilir ki?"

 

"Neyse neyse beş dakika kalmış hadi koşun!" Mehmet telaşla ağzını çalkaladığında hep birlikte lavabodan çıktık. Koridor yine curcunaya dönmüştü. Bir dakika bile geciksek Tepe göz gözümüzün yaşına bakmıyordu. Elinde sopa ile tam vaktinde koridorun başında dikilmeye başlar ve sıra ile yatakhaneleri gezer.

 

Tepe göz; akla geldiği haliyle iri yarı biri değildi. Aksine sıska ve zayıf biriydi. Boynu neredeyse hiç yok denecek kadar kafası gövdesine yakın, genellikle kirli sakallı, çatık kaşlı ve yuvarlak yüzlü bir adamdı. Yaşını net bilmemekle birlikte tahminimiz kırkın ortasıydı. Çocuklar içinde ona gücü yetecek çok kişi vardı belki ama Tepe göz öylesine menfur bir insandı ki merhamet denen hiçbir şey yoktu onda. Kaç yaş olduğu önemsiz ona göre kural sayılan şeylere uymayanları acımadan dövüyordu. Hiç evlenmemişti ve yine duyduğumuz kadarıyla ailesi onun asi davranışlarından dolayı evlatlıktan reddetmişti. Yani o da bizim gibi yetim ve öksüzdü bir yerde. Fakat bu durum onda bizim gibi hüzün ve içe kapanıklık değil nefret ve şiddete dönmüştü.

 

Dördümüz yatakhaneye doğru hızla yürürken kızlar tuvaletinin önünde bir kalabalık gördük. "Ne oluyor orada ya?" diye sordu Mehmet. Ben de onlarla birlikte kalabalığa bakarken bizimle yaşıt Rabia "Anıl!" diye bağırdı. "Anıl yardım et küçüklerden biri tuvalete kilitledi kendini. Dün gelmişti ve sürekli ağlıyor."

 

Adımlarımı hızlandırdığımda Samet bileğimi kavradı. "Oğlum bırak kızlar ilgilensin. Yatakhane kapılarının kapanmasına beş dakika kaldı. Tepe göz birazdan burada olur."

 

Samet haklıydı. Rabia'ya bir şey demeden bizimkilerle yürümeye devam ederken "Anıl!" diye tekrar bağırdı Rabia. "Bize yardım etmeyecek misin?" Yutkundum. Neden benden yardım istiyor ki? Bir sürü kişi var neden ben?

 

"Yürü oğlum yürü," dedi Mehmet.

 

Yürüdüm. Gece gece bir vukuat istemiyordum. Evet birbirimize yardım edelim ama tam da yatış vakti değil. Tüm bu ikilemlerle birlikte yürümeye devam ettim. Yatakhaneye girmeme birkaç adım kalmıştı ki durdum. "Siz girin ben de hemen geliyorum."

 

Nefret ediyorum bu huyumdan. Fazla merhamet ya da başını belaya sokmak. Adı her neyse bir gün beni mahvedecek ama bir türlü de vazgeçemiyorum.

 

"Oğlum saçmalama," dedi Serhat. "Gir içeri."

 

"Hemen geliyorum dedim. Siz yatın."

 

Üçü de bana istemsiz gözlerle bakarken onları tatmin eden bir ses tonu ve yatıştıcı bakışlarla müsaade etmelerini sağladım. Yavaşça bir adım geri gidip arkamı dönerek koştum. Kızlar tuvaletinin önüne geldiğimde Rabia "Açılın!" diye bağırdı.

 

"Söyle onlara yataklarına geçsinler," dedim ve lavaboya girdim.

 

Rabia diğer kızları yatakhanelerine gönderirken ben sıra sıra dizili tuvaletlerin olduğu lavaboya girmiştim bile. Soldan ikinci kapı kapalıydı ve ağlayış sesi yükseliyordu. Az sonra Rabia da yanıma geldiğinde "Adı neydi?" diye sordum.

 

"Melek. Melek Değirmenci."

 

İlk defa duyduğum bir isimdi. Çok yeni olmalıydı.

 

"Melek! Abicim içeride misin?"

 

Ağlayış devam ederken cevap gelmedi.

 

"Bak tuvalette ağlarsan gece uykunda korkuturlar. Dışarı çık da konuşalım olmaz mı?"

 

Ağlayış yavaşladı ama cevap gelmedi.

 

"Anıl birkaç dakika kaldı."

 

Rabia telaşla söylediğinde kolundaki saati bana doğru tutuyordu "Tepe göz gelmiş mi bak bakalım," dedim. Rabia koşarak lavabonun dış kapısına yöneldi. "Yok daha gelmemiş."

 

"Melek, sen kaç yaşındasın bakalım? Eğer bana kaç yaşında olduğunu söylersen sana burası ile ilgili bir peri masalı anlatacağım. Üstelik bir de çikolata kazanacaksın."

 

"Yedi," dedi usulca.

 

"Yedi mi? Harika! Ben de on yedi. Abicim bak şimdi yatakhaneye girmek zorundayız. Ondan sonra çikolatanı ve peri masalını kazanacaksın olur mu?"

 

"Olmaz! Ben annemi istiyorum. O gelecekti. Herkes onu bir kutuda taşıdı. O gelip beni alacaktı."

 

Rabia'ya bakıp kaş göz işareti ve sessizce "Ne olmuş?" diye sordum.

 

"Annesi dün ölmüş," diye fısıldadı.

 

Alt dudağımı ısırıp kaşlarımı çattım. Yetiştirme yurduna gelenlerin en fenası annesini kaybedenler oluyordu. Genellikle buraya ayak uydurana dek uzun süre inat ve ağalamakla geçiyordu günleri. Elbette Tepe göz bu acılı günleri pek umursamıyordu.

 

"Abicim bak..."

 

"Anıl geldi! Tepe göz geldi!"

 

Rabia korku ile lavabo içinde sağ sol yaparken içim titredi. Çok hızlı gezerdi. Birkaç dakikaya kalmaz bizim yatakhaneye de gelmiş olurdu. Ve o zaman lavaboda bile olsa çocuk öldüğünün resmiydi.

 

"Melek sakın korkma tamam mı abicim, yanına geliyorum."

 

Lavabonun kapı kolunun üstüne basarak yukarı doğru tırmandım. Üst tarafı boşluk olan tuvalet bölmesine girmek için duvarın üstüne çıktım.

 

"Çabuk ol Anıl, ilk yatakhaneye girdi."

 

Sağlı sollu duvarlardan tutunarak tuvaletin içine atladığımda küçük kızı gördüm. Gözündeki taze yaşlarla bana bakıyordu.

 

"Buradan çıkalım olur mu abim? Korkma sakın."

 

Köşeye büzüşerek ağlayan Melek'in başını okşayıp yeniden kapıya döndüm. Kapı kolunu çevirdim ancak kapı açılmadı. İki kere daha baskı uyguladım ama açılmıyordu.

 

"Rabia! Rabia."

 

Fısıltı ile seslensem de kulağı bende olan Rabia duymuştu.

 

"Ne oldu Anıl?"

 

"Kapı açılmıyor. Sen arka taraftan denesene bi de."

 

Her şey aksi ilerliyordu. Tepe göze yakalanmamız an meselesiydi. Rabia da diğer tarafa geçti ve kapı kolunu çevirdi ancak yine açılmadı.

 

"Ne oldu şimdi buna?"

 

O arka taraftan ben ön taraftan kolu çevirmeye çalışsak da açılmıyordu.

 

"Rabia sen git."

 

"Nasıl yani?"

 

"Git işte. Yat yatağına. Ceza alacaksak da biz alırız."

 

"Olmaz öyle şey. Seni ben çağırdım. Buradan birlikte çıkacağız."

 

"Rabia dediğimi yap!"

 

Bağırmadan sertçe söyledim. Kızdığım için değil, başka çaresi olmadığı için kabul etti Rabia.

 

"Özür dilerim. Çok özür dilerim. Çok ama çok özür dilerim."

 

Rabia giderken kapı kolunu çevirmeye devam ediyordum. Melek çıkmıyor değil çıkamıyordu o zaman. Şimdi buna ben de eklenmiştim.

 

"Abi burada mı kalacağız?"

 

Koluma hafifçe dokunan Melek ağlamaklı sorunca onu daha yakından görme şansım oldu. Biraz bana benziyordu. Sarı saçlar, sarı kaşlar. Sadece onun gözleri kahveydi. Sarı saçlarını hafifçe okşadım ve gülümsemeye çalıştım.

 

"Korkma abicim. Burada kalmayız meraklanma."

 

Kola daha fazla yüklendim ama bana mısın demiyordu. Ses çıkma ve dikkatleri üzerime toplama pahasına kola sert bir tekme attım, içine göçtü ve kapı serbest kaldı. Hızla çektiğimde açılmıştı. Sevinçle bana bakan Melek'e döndüm. "Hadi. Çıkalım buradan."

 

Önde ben arkada Melek birlikte lavabonun dış kapısına kadar geldik. İşte şimdi çok daha dikkatli olmalıydık.

 

"Bi saniye."

 

Elimle Melek'i durdurup koridora doğru başımı uzattım. Tepe göz baş yatakhanelerdeydi hala.

 

"Senin yatakhanen kaçıncıdaydı?"

 

"Dört."

 

Hemen çaprazdaydı.

 

"Koşabilir misin?" diye sordum koridora bakmaya devam ederken.

 

Başını olumlu anlamda salladığında hızla koşmaya başladı. Ayaklarının ses çıkarmamasına dikkat ederek yatakhanesine ulaştığında derin bir nefes alıp rahatlamadım.

 

Şimdi sıra bendeydi ve benim yatakhanem ise ters yönde çaprazda, en sondaydı. Ben de Melek gibi koşarsam yetişebilirdim.

 

"Üç, iki, bir!"

 

Hızla koşmaya başladığımda "Lan domuz!" diye bağırdı Tepe göz.

 

Bu ses tonunu biliyordum. Nefretle dolu ve içindeki kini kusmak için hazırdı. Olduğum yere mıhlanırken titremeye başlamıştım. Şimdi adımı soy adımı, sınıfımı, yatakhane numaramı ve yatak sıramı dahi söyleyip kimliğimi ifşa edecek ve bu gece kimin deli dehşet bir işkenceye maruz kaldığını tüm herkese ilan edecekti. Bundan zevk alıyordu. Çocukların ondan korkmasından ve üzerimizde psikolojik şiddet uygulamaktan ölesiye keyif alıyordu. Yumruklarımı iki yanımda sıkıp derin nefesler alırken alnımdan terlemeye başladım. Korku tüm hücrelerime dağılırken hızlı hızlı nefesler almaya başladım. Yutkunup gözlerimi kapattığımda sesler gelmeye başladı.

 

"Vurma abi! Vurma!"

 

Ritmik vuruşlar yükselirken korku ile başımı arkaya çevirdim. Kimse yoktu. Yatakhanelerden birinde işliyordu bu işkenceyi. Ben değildim. Yakalanan ben değildim. Söz dinlemeyen ayaklarımı sürüyerek koridorda koşmaya başladığımda arkama baka baka yatakhaneme giriş yaptım.

 

"Anıl? Oğlum neredesin lan?"

 

Mehmet yattığı yerde doğrulup telaşla sorduğunda hızla ikinci kattaki kendi yatağıma tırmandım.

 

"Yat abi yat yat yine birini fena benzetiyor."

 

Yatağıma yatıp yorganı üstüme çekmemle ışığın açılması bir oldu. Gözlerimi kapatıp hızlı nefesimi düzene koymaya çalışırken gerçekten uyku pozisyonunda olmak için elimden geleni yapmaya çalışıyordum. Bunun için tamamen rahat olmam gerekirdi ama olamıyordum. O kadar endişelenmiştim ki nefesim bir türlü düzene girmiyordu. Tepe göz elindeki demir sopa ile yataklar arasında gezerken hiç hareket etmemeye çalışıyorduk. Uyanık olduğumuzu bilse de hareket edeni gördüğünde deliye dönüyordu. Tam bir manyaktı. Son senemiz olmasına rağmen ondan çekiniyorduk. Çünkü sağı solu belli olmayan bir takıntılıydı.

 

Demir sopa demir ranzaların direklerine çarpa çarpa yatakhaneye titretirken onun gözleri lazer gibi gezdi üzerimizde. Her nasıl oluyorsa iğrenç kokuyordu. Bazı kereler aynı gömleği haftalarca giydiği bile oluyordu lakin duş alıyorsa da üstüne yapışan burun tıkamalık bir kokusu vardı. Yatağımın yanından geçerken kokuyu almamak için nefesimi tuttum ve bir an önce geçmesi için dua ettim.

 

Yataklar arasında hızla yürüyüp gitti. Bir daha gelmezdi ama yine de dikkatli oluyorduk biz. İçimde tuttuğum nefesi rahatça verirken "Biraz daha gelmeseydin yanına geliyorduk," diye fısıldadı Samet. Sağ tarafımdaki ranzada Samet, altında Mehmet, benim altımda ise Serhat yatıyordu. Dördümüz böylece kutu gibiydik.

 

"Oğlum saçmalaşmayın. Tek ben dayak yiyeceğime siz de mi yemek istiyorsunuz?"

 

"Yeriz abi. Bu işte hep birlikteyiz unuttun mu?"

 

Loş ışığa alışan gözlerim Samet'i daha net görmeye başladığında bir kolunu yastığının altına koyup bana doğru dönük olduğunu gördüm. Çocukken başımıza gelen bir olaya istinaden böyle diyordu. Tıpkı Samet gibi ben de o güne dalıp gittim.

 

8 sene önce

 

"Yatın lan yataklarınıza! Tepe göz birazdan burada olur. Hepinizin ağzına s*masını istemiyorsanız zıbarın!"

 

On altı yaşındaki sözde abimiz Önder başımızda gezinirken nedensizce vurmayı ihmal etmiyordu. Tepe göz gelmeden önce o geziyor sonra Tepe göz geziyordu. Tek kural Tepe göz gelmeden önce Önder'in yatağında olmasıydı. Elbette bunun şartı da bütün çocukların yatmasıydı.

 

"Lan Samet, dün yine mi işedin lan sen yatağına?"

 

Samet o zamanlar ağlak bir çocuktu. Ne zamana görsem hep köşede bucakta ağlardı. Annesi ona seni on üç gün sonra almaya geleceğim demiş ama on üç gün geçmesine rağmen gelmemişti. O günden beri Samet hep ağlıyordu. Tabii bir de geceleri altına işiyordu. Yatak çarşaf ne varsa hep battığı için Tepe göz çözümü Samet'e tuz yedirmekte bulmuştu. Her gece Samet bir avuç dolusu tuz yemek zorundaydı. Ve bu tam bir işkenceydi.

 

"Aç lan avcunu."

 

Samet sessizce ağlamaya başlarken avcunu da açmıştı. Önder Samet'in avcunu dolduracak kadar tuz koyduktan sonra "Yut lan!" diye bağırdı. Tüm yatakhane korku ile titrerken uyuma numarası yapıyor bu işkenceyi mecburen sessizce dinlemeye devam ediyorduk.

 

"Tek bi tane bırakmadan yut. Gece bi daha altına işersen o çarşafların hepsini sana yıkatırım ona göre."

 

Samet tüm tuzu öğürerek yerken "Su falan içmek de yok ona göre. Uyu öylece. İşemeyi bırakana dek böyle," diye devam etti Öner. Samet tüm tuzu yiyip yatağına yattığında hıçkırmaya başlamıştı. O kadar tuz bir anda yenilirse olacağı oydu elbette. Ertesi gece de aynı şey oldu. Bir sonraki gece de. Samet tam dört gece üst üste geceleri bir avuç tuz yemek zorunda kaldı. Elinde olmadan altına işemeye de devam etti. Dördüncü gecenin sabahında Samet ile koridorda yürürken onun durumuna üzüldüm.

 

"İyi görünmüyorsun."

 

Solgun güzü ve bembeyaz geçmiş dudaklarına bakmaktan kendimi alamıyordum. Dokuz yaşındaydım ama o zamanlar bile bazı şeyleri idrak edecek olgunluktaydım. Tuz Samet'e hiç iyi gelmiyordu.

 

"Tuzdan olmalı. Gittikçe kötüleşiyorsun. İşememenin bir yolunu bulamaz mısın?"

 

"Elimde değil. Gece kendiliğinden oluyor."

 

"Biraz daha devam edersen sağlığın bozulacak ama."

 

Omuzlarını silkelemiş hüzünle bana bakıp başını yere eğmişti. Böyle olmayacaktı. Öner'in asla merhameti yoktu. Tabii Tepe göz'ün de öyle. Onlara karşı koyacak gücüm de olmadığına göre ya Samet'in günbegün gözümün önünde erimesini bekleyecektim ya da saksıyı çalıştıracaktım.

 

Bir sabah erkenden uyanıp kimse uyanmamışken Samet'i uyandırdım. Tam da Samet'in tuzdan iyice mahvolmuş zamanlarıydı.

 

"Samet. Samet."

 

Fısıltımı duyup uyandığında "Ne oldu?" diye sordu. Sesi bile artık o kadar halsizdi ki zehirlenmeye başlıyordu sanki.

 

"Şşşt sessiz ol. Kimse uyanmasın."

 

"Niye? Ne oldu?"

 

"Altına işedin mi?"

 

Belli belirsiz bir utançla yorganı hafif kaldırıp yatağa baktı ve başı ile tasdikledi.

 

"Hadi gel yer değiştirelim."

 

Şaşkınlıkla bana baktı. "Ne? Niye?"

 

"Niye olacak, ben işemiş olacağım. Bence biraz da tuzdan bu haldesin. Hadi geç benim yatağıma," dedim yatağımda oturur vaziyet alırken.

 

"Olmaz Anıl. Tuz yemek zorunda olan benim. Sen değil."

 

Yutkundu ama ağzındaki tükürük bezlerinin bile artık yeterince iyi çalışmadığına yemin edebilirdim.

 

"Tamam da oğlum baksana tuz bi işe yaramıyor. Sen yine yapmaya devam ediyorsun. Ama sana zarar veriyor. Şu yüzüne dudaklarına bi bak. Benzin solmuş."

 

Dudaklarını ıslatıp bana baktı.

 

"Hadi gel," dedim onun ranzasına doğru bir adım atarak. Üst katta olduğumuz için alt kattakileri sarsmadan yavaşça değiştirmeye çalıştık. Ben ıslak yatağa yattığımda Samet de benim yerime yattı. Tam yorganı üstüme çekip gözlerimi kapatmıştım ki "Ama bi saniye," dedim gözlerimi açarak. Samet de bana baktı. "Böyle yatak değiştirirsek izinsiz değiştirdiğimiz için ceza alırız. Unuttun mu herkes kendisine verilen yatakta yatmak zorunda."

 

"O zaman ne yapacağız?"

 

"Çarşaf ve yorganları değiştirelim."

 

"Anıl niye yapıyorsun bunu?"

 

O gün bu sorunun cevabını kendime de sormuştum. Sahi neden yapıyorum bunu? Çiş kokusundan nefret ederken neden Samet'in çişli yatağına yatmaya hevesliydim? Islaktan tiksinirken nasıl tüm bedenimin buna maruz kalmasına göz yumdum? Bunu nasıl kabullendim? Niye istedim? Yo, heves değil bu. İstek de değil. Bu, arkadaşlığın ta kendisi.

 

"Çünkü sen benim arkadaşımsın."

 

Samet ilk defa bana içtenlikle gülümsedi. İkimiz de ilk defa arkadaşlığın ne olduğunu anlamış gibiydik.

 

Biri fedakar diğeri kurtarılan. Ve sıra ona gelince aynısını yapacak. Çünkü buna yemin ediyor içinden.

 

Acele ile onun yatağının çarşafını çıkarırken o da benimkini çıkardı. Kendi yataklarımıza geçip birbirimizin çarşaflarını yerleştirdiğimizde yeniden uzandık ve Tepe göz uyandırmaya geldi. Tek tek tüm yatakları gezip ıslatan var mı diye kontrol ederken sıra bana geldi.

 

"Ulan sana noluyor? Hadi yanındaki çişliydi sen de mi başladın işemeye?"

 

O sabah iyi bir azar yedikten sonra gecesi de bir avuç tuz yemiştim. Ciğerim öyle bir yanmıştı ki, rüyamda bir nehirde yüzüp suyunu doyasıya içerken görmüştüm kendimi. Ama o geceden sonra bir daha Samet altına işemedi, ikimizden biri de tuz yemek zorunda kalmadı. Lakin o günden sonra ikimiz de hem arkadaşlığı öğrendik hem de bir daha birbirimizden hiç ayrılmadık.

 

⚖️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Herkeslere merhabalaaaar!

 

Nasılsınız dostlarım? Aylar süren ara verme sürecimizden sonra nihayet birlikteyiz. 🥹

 

Çok mutluyum çünkü hem sizi hem ekibi çok özledim.

 

 

🫐 Yeni baş rollerimizi nasıl buldunuz?

 

🫐 Esirgeme kurumları hakkında bilginiz var mı? Bu tuz yedirme olayı Ankara Sincan'daki yetiştirme yurdunda yapılan bir şeymiş. Araştırmalarım sonucunda öğrendim ve çok üzüldüm. Ben de daha çok kişi duysun diye kurguya ekleme kararı aldım. Hepimiz sıcak evimizde anne babamızla birlikteyken onlar ne yapıyor kim bilir? Üstelik tıpkı Tepe göz gibi bakıcıları da olabilir. Hiçbir şey yapamasak bile en azından tepki gösteririz ve onlar da bu çocukların yalnız olmadığını anlar.

 

🫐 Tepe göz de bir yetiştirme yurdu müdüründen esinlenerek yazılmıştır. Kitapta hizmetli olarak kullandım ama ne illet biri görüyorsunuz.

 

Bu bölüm giriş bölümü olduğu için hem biraz kısa hem de tanıtım gibi bir şey oldu. 4. Kitapta Anıl, Samet, Mehmet ve Serhat dörtlüsünü daha çok okuyacağız çünkü düğümler onlar sayesinde çözülecek.

 

Ve birkaç bölüm yeniden 1994'e gideceğiz. Çözülmesi gereken birkaç sır da geçmişte kaldı. Yusuf Gazel, Devran Korkmaz ve en önemlisi Haris Çelik'in geçmişini öğreneceğiz.

 

Kalan bölümler ise yine bizim ekip ile çeşitli davaları çözmekle geçecek.

 

Sizler için bomba üç tane dava hazırladım ama offf yani.

 

Bu arada davaları hazırlarken gerçek seri katliam ve cinayetlerden ilham alıyorum. Şu ana dek birçok cinayet olayı araştırdım. Katillerin psikolojisine varana dek araştırıyorum ki daha gerçekçi olsun.

 

Bu noktada biraz psikolojim bozulmuyor değil. O yüzden Profesyonel serisi ile başka kitaplar daha yazmaya gayret edeceğim.

 

Lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin. Kendi aranızda ve benimle bol bol istişare yapalım. Serinin 4. kitabı ve bu kitabın çok heyecanlı olması için çabalayacağım. Bu noktada desteğinize ihtiyacım var. Beni yalnız bırakmayın lütfen.

 

Çok teşekkür ederim şimdiden. Yeni bölüm 30 Kasım Çarşamba günü.

 

Görüşmek üzere 🫐

Loading...
0%