Yeni Üyelik
59.
Bölüm

59. Bölüm

@hakugu

 

 

 

Devran Korkmaz - 1994

 

"Ne soracaksan sor bakalım."

 

"Yusuf Gazel'in saklanacağı herhangi bir yer var mı bildiğin?"

 

Bilmiyordum. Bu soru bana ilk geldiğinde neler olacağını hiç bilmiyordum. Yusuf her zaman birileri tarafından aranan biri olmuştu. İnsanlar ya yardım istemek için ya dertlerini anlatmak ya da sadece konuşmak ve bir şey sormak için bile olsa onu ararlardı. Ama bu seferki farklıydı, hissediyordum. Gidebileceği bir yer var mı diye sormak mutlaka ulaşmak istedikleri anlamına geliyordu. Yine de Yusuf bu kadar göz önündeyken ona bir şey yapamazlar. En fazla biraz dayak yer o kadar. Bu da içimde büyüyüp duran öfkeyi karşılar gibiydi. Nefretimin büyümesine engel olmak için bu kadarcık bir şeye razı olabilirdim.

 

"Bir yer var," dedim içimde yaptığım muhakemeden sonra. "Yusuf, ben ve Murat'ın ara ara ziyaret ettiğimiz ormanlık alanda bir kulübe var. Oraya bakabiliriz."

 

Adam bana inanmazca baktı. Biraz beklediğim için yalan söylediğimi düşünmüş olmalı. Ancak ben yalan uydurmuyor söyleyip söylememekte tereddüt ediyordum. Bakışlarımı çevirip "Hadi gelin de götüreyim madem," dedim. Böyle söyleyince ihtimal verdiler sanırım. Önde ben arkada onlar giderken adımlarım hızlıydı. Ben kendi aracıma bindiğimde onlar da kendi aracına bindi. Bizim her zaman gittiğimiz ormanlık alana doğru sürdüm. Ormana girişte araçlar uzak bir mesafede bırakılır gerisi yürünürdü, biz de öyle yaptık. Ben araçtan inince onlar da indi ve birlikte yürümeye başladık. Aklımda sadece Yusuf'un onlar tarafından birkaç soruya maruz kalacağı vardı. İçimdeki iyi ve kötü sürekli savaş halindeyken bir adım ileri iki adım geri gidip durdum. Soru sorarlar, Yusuf cevaplamaz, kargaşa çıkar, biraz dayak yer olmazsa araya ben girerim biter gider. Sonunda kulübeye vardığımızda içeride biri olduğunu hemen anladım. Genelde kulübe kapısının önüne yosunlarla kaplı takma kapıyı yerleştirirdik. Dışarıdan gören biri burasının kullanmaya elverişli olduğunu anlamasın diye. Ama o kapı yerdeydi ve asıl ahşap kapı görünüyordu. Yani biri içeri girmişti.

 

"İçeride," dedim arkamı dönüp adamlara bakarak. Adamlar kulübeyi incelerken bana baktılar.

 

"Ya bize saldırırsa?"

 

"Size neden saldırsın? Evet şu aralar biraz sıkıntıları var ama Yusuf o kadar da fevri değildir. Zaten sadece birkaç soru sormayacak mısınız?"

 

"Olsun yine de önce sen seslen. Silahı varsa tehlikede olabiliriz."

 

Kaşlarımı çatıp yüzümü buruşturdum. İlk şüphe o zaman düştü içime.

 

"Sadece soru soracak birileri neden tehlikede olsun?"

 

Adam afalladı ama belli etmemeye çalışarak gözlerini çevirdi.

 

"Sence böyle bir durumda sen soru sorulacak kişi olsan mutlulukla mı karşılardın?"

 

Tuhaf davranmaya başlamışlardı fakat geri dönmek için çok geçti. Kulübe önümüzde ayan beyan dururken geri dönemezdim ve tek başıma baş edemeyeceğim kadar da çokları. Beşe bir neredeyse imkansız. Elim yavaşça kemerindeki silaha giderken kulübeye baktım yeniden.

 

"Etrafın çevrildi Yusuf Gazel, dışarı çık!"

 

Böyle söylememin nedeni kendini her şeye rağmen emniyete almasıydı. Başta sadece soru soracaklarını düşünsem de neden böyle tuhaf davranmaya başladıklarını anlayamıyordum. Örgütle bir bağlantıları olabilir mi? Ama hayır, Yusuf şu an çok gözde ona bir şey yapamazlar. Tüm haber kanalları ve gazeteler ondan bahsediyor, örgüt bu kadar kafayı yemiş olamaz. Bu onların sonu olur... değil mi?

 

"Kimsenin seni öldürme gibi bir niyeti yok Yusuf. Bu yüzden herhangi bir sıkıntı çıkarmadan dışarı çık!"

 

Bir kere daha bağırdığımda beş adamın beşi de belirli aralıklara kulübenin girişinde konumlandılar. Hızla arkamı dönüp her birine teker teker baktım. "Ne oluyor?"

 

"Konuşmaya devam et," dedi adam. Sonra da elini belindeki silaha götürdü. Yutkundum. İçimdeki kötü his yavaşça açığa çıkıyordu işte.

 

"Onları buraya sen mi getirdin?" diye bağırdı Yusuf. Hızla ona döndüm, dışarı çıkmıştı. Camdan görüp saklanabilirdi ya da kaçabilirdi ama çıkmıştı işte. Zaten Yusuf ne zamana bir korkak gibi saklanıp kaçtı ki? Bunu ancak ben yaparım. Nefesim boğazıma kaçacaktı. Beşe iki kişiyiz. Hepsinin de silahı var. Yusuf kulübeye kaçsa beni kesin öldürürler. Yusuf bana gelse bu sefer ikimizi birden öldürürler.

 

"Korkmana gerek yok," dedim buna kendim bile inanmazken. "Bir şey sorup gidecekler."

 

"Bir şey sorup gidecekler mi? Sen de buna inandın mı?"

 

Yusuf çoktan her şeyi anlamıştı. Başında beri biliyordu, o yüzden buraya saklanmış olmalıydı. Neler oluyor? Niye bana hiçbir şey söylenmedi? Yoksa Selma ile konuştukları konu bu muydu? Selma'nın sakladığı ve özel olarak ikisinin arasında olan mevzu, evet bu olsa gerek.

 

"Silahsız görünüyor, sorabilirsiniz," dedim bir adım geri çekilerek. Niye böyle yaptığıma dair bir fikrim yoktu ama Yusuf'u görünce tüylerim diken diken olmuştu yine. Ona her baktığımda gözümün önüne Selma geliyordu. İçim el vermese de ayaklarım geri çekildi işte. Ben, tüm bu olayları zihnimden bağımsız iç güdüsel bir kötülükle yaptım.

 

"Yusuf Gazel, sana hiçbir şey yapmayacağız. Murat Bircan'ın oğlu Fedai Bircan tam olarak nerede?"

 

Yusuf "Murat'ın oğlu yok!" diye bağırdığında "Var!" diye bağırdım.

 

Köşeye sıkış Yusuf Gazel, belki o zaman benim ne hissettiğimi anlayabilirsin. Değer verdiğin birinin parmaklarının arasından kayışını seyret, belki o zaman içimin nasıl yandığını görebilirsin. Hem sadece Fedai'yi soruyorlar saklamasının anlamı ne?

 

"Devran!"

 

Adımı söyleme. Adımdan da nefret ediyorum. Senin adın ne güzel, Yusuf. Peki ya benimki? Devran, iğrenç. Annem güzel bir isim bile koyamamış. Adım Yusuf olsaydı belki de Selma benden gitmezdi.

 

"Fedai her neredeyse söyle Yusuf," dedim içimdeki şeytani sesle. Ona hesap sormak yüreğimin korunu hafifletiyordu. "Bu insanlar seni değil onu almaya geldiler. Zorluk çıkarmadan söyle."

 

"Nasıl?" Yusuf halsizce sordu. "Nasıl Murat'ı böyle satarsın? O ne yaptı sana? Dostun değil miydi o senin? Biz dost değil miydik Devran!"

 

Mevzu neden bu kadar ciddi oluyor anlayamıyordum. Yusuf bu kadar çok tepki verdiğine göre yanlış giden daha birçok şey var.

 

"Emin ol böyle bir durumda o da söylerdi. Hem eğer Murat emniyete gelirse..."

 

"Murat öldürüldü seni ahmak!"

 

Ağzım açık kaldım öylece. Böyle, milyonlarca parçaya ayrılan puzzle bir anda tık diye yerli yerine oturmuştu sanki. Göremediğim o büyük resim lap diye yüzüme çarpılmıştı. Dizlerimin bağır çözülünce ben de en az Yusuf kadar halsizleştim.

 

"N-ne! Nasıl yani?"

 

Sonra ne olduysa o zaman oldu. Adamlar Yusuf'a doğru koşmaya başlayınca Yusuf kaçtı. Ben olduğum yerde mıh gibi çakılmışken kuşlar uçtu üstümden. Yağmur yağmaya başlayınca ıslandım ve aklım başıma geldi.

 

Murat öldü mü?

Nasıl öldü?

Sahi en son ne zaman gördüm onu? Ne oluyor böyle?

 

Tıpkı bir deli gibi içimden defalarca kez aynı soruları sorarken cevap alamıyordum hiçbir yerden. Felaketin soğuk nefesi ormanda yayılırken söz dinlemeyen ayaklarıma kan gittiğinde koşmaya başladım. Yüzüme çarpan ağaç dalları, ayağıma batan dikenler, karşıma çıkan yılanların hiçbiri kendimde kalmama yetmiyordu. Bulanıklaşan ormanda yönümü kaybetmiştim. Sadece koşuyordum. Yusuf'un peşinden koştuğumu sanarken diğer dört adamla karşılaşınca durdum.

 

Ters yöne gitmiştim belli ki. Başım dönmüştü ve ben yolu şaşıranlardan olmuştum. Adamlar bana nispeten gayet sakindiler. Diğeri nerede? Beş kişi değil miydi bunlar? Neden dört kişi var? Yusuf nerede? Yalpalayarak onlara doğru yürürken karşıdan diğerinin de geldiğini gördüm. Elindeki bezle silahını siliyordu. Gözlerime hesapsız dolan yaş anlamını yitiren kalp atışımı bastırdı. Boğazım acıyınca yutkundum.

 

"Yusuf nerde?"

 

Adam silahı beline koyup bana doğru yaklaştı ve elini omzuma koyup "İyi iş çıkardın aferin," dedi. Tüm damarlarımdaki kan çekildi sanki. Müthiş bir mide bulantısı sardı içimi. Öğürerek öne doğru eğildiğimde adamın eli havada kaldı.

 

"Kusman iyi olur aslında, ne de olsa görüp konuşmuşluğunuz olmalı. Git," dedi arka taraftaki boşluğu göstererek. "Orada."

 

Birkaç defa öğürsem de kusamadım. Ama o bulantı hiç geçmedi içimden. Yürürken de, Yusuf'u gördüğümde de. Öylece yerde yatıyordu. Bükülmüş ve küçücük kalmıştı. Gözümde dağlar kadar şanlı olan Yusuf Gazel yerde bir bebek kadar küçülmüştü. Bir köşeye yığılıp onun kan gölü içindeki cesedine bakarken ağlayışım kendime olan nefretimin önüne geçti. Elimle ağzımı kapatıp parmaklarımı ısırdım. O kadar çok ısırdım ki hem ısırdığım parmağım hem de diş etlerim kanadı. Defalarca kez yere vurdum. Yerden taş alıp kafama vurdum. Dayandığım ağaca çarptım başımı defalarca. Ölseydim, ben de onunla öyleydim belki daha az acı verirdi.

 

Sürünerek yanına geldiğimde ellerim havada başının etrafında gezindi. Tutacağım bir yer kalmamıştı. Parçalanmış bir et parçasını nasıl tutabilirsiniz ki? Sadece yüzü, o muazzam yüzü duruyordu. Kendi kanımla ıslanmış parmaklarımla yavaşça gözlerinin üstüne dokundum ve kapatması için nazikçe ilerledim ama kapanmadı. Hiç kapanmadı o gözleri. Öylece bana baktı durdu.

 

Elini elime aldım. Yağmur her ikimizi de ıslatırken yüreğim kurak bir çöle döndü. Kendimden öteden beri iğrenirdim ama o gün daha beter iğrendim. Yusuf'un eli diğer elimdeyken saçlarımı çekip yüzüme tokat attım. Yumruklarla dizlerimi dövdüm ama hiçbir şey, hiçbir şey onu kaldıramıyordu.

 

O, o asla böyle kolayca yenilecek biri değildi. O, yiğit ve güçlü bir insandı. Onu beş kişi değil, on kişi gelse öldüremezdi. Yusuf bu pisliklerin elinden kolaylıkla kurtulurdu. Yusuf onları tek hamlede harcardı ama yapmadı. Yusuf, Fedai'yi korumak için kendini feda etti. Bi de... arkasından bıçaklandı.

 

Hem Yusuf hem Murat benim tarafımdan arkalarından bıçaklandı. Ve ben şerefsiz bir dost olarak onların ölüsüne sarılmaya devam ettim.

 

⚖️

 

Tıpkı bir korkak gibi aracımı Osman Çelik'in malikanesine sürdüğümde onun bir şey yapabilme ihtimali ile dolup taşıyordum. Benim beceriksizliğime rağmen belki o bir şeyler yapabilirdi. Kendi gözlerimle sağlık ekiplerinin Yusuf'un üstüne beyaz çarşaf serdiklerini görmeme rağmen belki yanılmışlardır. Belki Yusuf ölmemiştir. Belki tedavi edilir. Murat'ın da çoktan hastaneye götürüldüğünü düşünürsem belki işler yeniden eskiye döner? Düşünceleri düzeltirsek her şey düzelir belki. Gözlerime dolan yaşı her defasında sert bir silecek gibi gözümden kazırcasına silerken aracı kullanmaya devam ediyordum.

 

Malikanenin önünde durduğumda araçtan inip kapısından girdim. Çok yürüyemeden beni avlunun tam ortasında duran bir kalabalık karşıladı. Adamlar bir yarım ay şekilde elleri önlerinde bağlı dururken Osman Çelik ortalarındaydı. Elindeki küçük tespihi çekerken gözleri kapalıydı ve hemen arkasında Selma duruyordu. Osman Çelik olayları sezermiş ya da tıpkı diğer herkes gibi her şeyi bilirmiş ve kötü haber için beklermiş gibi bana bakarken seslendim.

 

"Baba!"

 

Osman Çelik kanlı gözlerle bana baktığında bir adım daha atamadan olduğum yerde kaldım. Yutkundu. Kendini hazırladı. Güzel haber getirmediğim besbelliydi. Ama ne kadar kötüydü?

 

"Örgüt Yusuf'un peşinde değil, Murat'ın oğlunun peşindeydi baba. Oğlanların öldürüldüğü doğru ve çember daralı..."

 

"O öldü mü?"

 

Ona bakarken gözlerimiz konuşuyordu sanki. Anlattığım hiçbir şeyi dinlememiş, tek bir cevabı merak ediyordu. Biliyordum. Ben de bu sorunun geleceğini biliyordum.

 

"Eğer emniyete gidersek Yakut komiser ve..."

 

"O," dedi dişlerinin arasından. "Öl-dü mü?"

 

Yüreğim titredi ve göğüs kafesim hızla inip kalktı. Ağlamamak için kendimi zor tutarken başımı yere eğdim. Osman Çelik yavaşça gözlerini kapatıp yutkundu. Bu sindirmeyeceği bir acıydı. Her iki gözünden birer damla yaş süzüldüğünde Selma hıçkırarak ağlamaya başladı.

 

"Ona gitme dedim," diye mırıldandı Osman Çelik. "Oğlum yapma dedim. Bırak bu işi dedim, sana zarar verirler sen onlar gibi değilsin dedim."

 

Osman Çelik elinden tespihi düşerken dizlerinin üstüne çöktü. Hemen koşup koluna girdim beni hızla itti, yerde yuvarlandım bir kere.

 

"Köpek! Onu ifşa ettin değil mi? Ölüsünü görene dek için rahat etmedi değil mi it herif?"

 

"Vallahi de billahi de ona bir şey yapacakları aklıma gelmedi. Anam üstüne yemin ederim."

 

"Rahat ettin mi? Öldürdün onu yok ettin rahat ettin mi soysuz köpek."

 

Ağlasam da Osman Çelik nefret doluydu.

 

"Ulan Yusuf'tan ne istedin lan! O senin için kendini heba etti, ananın bile yapmadığını yaptı, sen ondan ne istedin lan!"

 

Osman Çelik yakama yapılıp beni hırpalarken gözlerim Selma'yı bulduğunda ağlayarak başını iki yana salladı. Sus diyordu bana. Yusuf ile aralarında olan mevzuyu söylemememi istiyordu. Alt dudağımı ısırıp yutkunarak içime attım. Bu hikayede yanan ben olacaktım o halde. Dudağımı bilinçsizce o kadar çok ısırmışım ki kanın metalik tadı ağzımda yayılmaya başladı.

 

"Arkadaştınız siz. Kardeştiniz. Daha küçük bir kızı var. O ne olacak lan hayvanoğlu hayvan!"

 

Çeneme attığı tekme ile alt dişlerim dilimi kesti. Ağzımdan kan süzülürken ben de ağlıyordum. Yerdeki toprağa bulanan kanlı kıyafetlerim tıpkı bir çamur canavarına benzetmişti beni. Biliyordum, ne kadar ağlarsak ağlayalım asla geri gelmeyecekti Yusuf. Osman Çelik'in beni dövmesine izin vererek yerle bir oldum. Gitmişti. Koca Yusuf gitmişti işte. Ne kadar acı çekersem çekeyim onu getirmeye asla gücüm yetmezdi.

 

"Defol! Defol it herif! Ben seni liğme liğme etmeden defoool!"

 

Yerden destek alıp ayağa kalktığımda da aracıma binip malikaneden uzaklaştığımda da ağlamaya devam ediyordum.

 

⚖️

 

 

Meryem Gazel - 1994

 

"Cici, cici bebek değil mi Hacer'im?"

 

Hacer küçük eli ile karnımı okşarken kardeşinin olacağını biliyordu. Durup durup bebek ne yapıyor, orada oyun oynuyor mu diye sorup duruyordu.

 

"Anne bebek doğunca babam sen ben hep birlikte paaka gidelim tamam mı?"

 

"Gidelim kızım. Bebeği beklemeye gerek yok ki, baban gelince birlikte gideriz. Hem Fedai de gelir. Murat amcan ve Asiye teyzen de gelir. Hep birlikte gideriz."

 

"Yaşasın yaşasın!"

 

Hacer kollarını havaya kaldırıp sevinçle zıplarken telefon çaldı. Yerimden kalkıp bej rengi çevirmeli telefonumuzun üstündeki danteli sol elime alarak ahizeyi sağ elime alıp kulağıma götürdüm.

 

"Efendim?"

 

"Meryem Gazel?"

 

"Evet benim."

 

"Ben emniyetten arıyorum. Morgumuzda yatan ceset tanımlanması için acil emniyete gelmelisiniz."

 

O an nasıl bir kelime kullanacağımı bilemedim. Ne mi desem, nasıl mı desem, kim mi desem, ne desem? Sadece kuruyan boğazımı ıslattım ve içime sıkışan nefesi dışarı verdim.

 

"Ki-kimin tanı. Tanımlaması. Yapılacak?"

 

"Hanımefendi, eşiniz Yusuf Gazel şehit edildi. Lakin karıştığı davadan dolayı emniyet müdürlüğü evinize cenaze heyeti gönderemiyor ve..."

 

Masadan aşağı sallanan ahizenin boğum boğum kablosu ile birlikte ben de büzüşüp yere çöktüm. Anlamsız çıkan sancı sesleri diğer odada oynayan Hacer'in yanıma koşmasına neden olmuştu.

 

"Anne ne oldu? İyi misin anne?"

 

Küçük elleri bedenimde gezinirken benim gibi o da ağlamaya başladı.

 

"Yusuf! Oy Yusuf! Yusuf'uuum!"

 

"Baba! Babaa!"

 

Ana kız sarılarak delice ağladık. Ben Yusuf'a, Hacer hem Yusuf'a hem bana. Bir gün, elbet bir gün böyle bir haberin geleceğini hissediyordum. Ama bu kadar erken ya da vakitsiz değil. Henüz ona ikinci çocuğumuzun olacağını söyleyememiştim. Sürpriz yapacaktım. Çok sevinecekti. Çok istiyordu Hacer'in bir kardeşi olsun. Şimdi kime diyeyim ben? Kime gideyim?

 

"Asiye. Evet evet. Asiye'yi arayayım, birlikte gidelim. Hem Murat da yardım eder."

 

Yerden kalkıp Asiye'lerin telefon numarasını çevirdim. İki çalışın sonunda açıldı.

 

"Alo Asiye?"

 

"Merhaba hanımefendi."

 

"Asiye ile görüşecektim? Siz kimsiniz?"

 

"Ben polis memuru Şahan Pak. Şu an için Murat Bircan ve Asiye Bircan hakkında bilgi vermemiz mümkün değil maalesef."

 

"Bakın benim eşim de polis. Yusuf Gazel. Belki tanırsınız..."

 

"Yusuf Gazel mi?"

 

"Evet Yusuf Gazel. Eşim de..."

 

Yüzüme kapanan telefon ile kaşlarım çatılırken hiçbir şey anlayamıyordum.

 

"Neler oluyor böyle?"

 

Daha fazla beklemedim ve Hacer'i de alarak evden çıktım. Emniyete giden minibüslerden birine bindiğimde beş dakika olmadan binanın önünde indim. Feci bir kalabalık vardı. Çığlık ve bağırış sesleri taşıyordu dışarı. Sigara dumanı koridorlara kadar taşmışken Hacer'i getirdiğime pişman olmuştum. Yine de bırakacağım başka kimse yoktu. Başımdaki eşarbı düzeltip odalardan birine girdiğimde Yakut komiser ve birkaç polis memuru daha gördüm. Efkarla sigara içiyorlardı. Ağlamaktan sesim kısılmıştı ama titreyen elimle onların dikkatini kendime çekmeyi ve bana bakmalarını sağlamıştım.

 

"Selamün aleyküm komiserim. B-ben Yusuf'un cesed... Yusuf'un cesedini teşhis için gelmiştim."

 

Bir yandan göz yaşlarım süzülüyor bir yandan birinin bana yardım etmesini bekliyordum. Yakut komiser sigarasından uzunca bir nefes aldıktan sonra ayağa kalkıp bana doğru yürüdü.

 

"Yusuf'un oğlu yoktu değil mi?"

 

Göz yaşlarımı elimin tersi ile silip ona baktım. Elimi tutan Hacer de korku ile bakıyordu. Alacağım cevap bu olmamalıydı. Bu kadar keskin ve sert hiç olmamalıydı. Benim sorum cehennemden bir parçayken o bana zebanilerin kahkahasını sunmamalıydı.

 

"Oğlu olmadığı için mi böyle pervasızca davrandı!"

 

Yakut komiser sesini yükselttiğinde kanım çekildi. Ne demek istediğini anlamıyordum ama bir an için yer yarılsa da içine girsem diye geçirdim içimden. Ben korku ile geri çekildiğimde odadaki diğer polisler ayağa kalkıp araya girdiler.

 

"Yapmayın komiserim, kadının bir suçu yok."

 

"Söyle bana! Oğullarımızın hepsini öldürüp sonra da kendi ölmek için miydi tüm bu saçmalık? Ne istedi bizden!"

 

Oda karmaşa içinde dağıldığında Hacer'e sarıldım.

 

"Çık buradan bacım. Kızı da al çık hadi. Çık buradan."

 

Yüzü tanıdık gelen ama adını bilmediğim bir polis beni kolumdan tutup dışarı çıkardığında koridorda buldum kendimi. Yere çöküp Hacer'e sarılarak ağlarken çaresizdim. Kimsem yoktu. Yusuf varken herkesin el üstünde tuttuğu biz bir köşeye fırlatılmış korku ile ağlaşıyorduk. Hacer ile birlikte ağlarken koridorun uç tarafındaki Devran'ı gördüm. Yusuf, Murat ve Devran üçü yakın arkadaştı. O yardım ederdi bize. Hızla ayağa kalktım.

 

"Devran komiserim. Yalvarırım yardım et bize. Murat komiser ve Asiye'ye ulaşamıyorum. Yusuf'un cesedini teşhis etmem gerek kimse beni morga götürmüyor. Ne oldu ona bilmiyorum. Ben ne edeceğimi bilmiyorum. Nerede onu da bilmiyorum."

 

Devran'a yaklaştıkça yüzünü bir yerlere saklamak ister gibiydi. Sanki bir deve kuşuymuş da bulduğu her deliğe kendini gömmek istermiş gibi. Onun da gözleri nemliydi. Göz altları morarmış, yaralanmış ve halsizdi.

 

"Devran komiserim? Yardım etmeyecek misiniz?"

 

"Murat ve Asiye öldü."

 

Elimle ağzımı kapattığımda Hacer duymasın diye kulaklarını kapatmak istedim ama çok geçti.

 

"Morg aşağıda," dedi yeri işaret ederek. "Burada fazla dolanma, kimse yardım edemez sana. Herkes çok kötü günler geçiriyor. Yusuf'u görüp eve git. Mümkünse köye git. Uzunca bir süre de ortalıkta dolanma."

 

"İyi ama Yusuf neden..."

 

Devran kaçarcasına giderken ardından bakakaldım. Kaçar gibi değil gerçekten kaçıyordu. Ardına bile bakmadan birkaç saniye içinde yok oldu. Neler oluyor böyle? Herkes neden bu şekilde? Hacer'i kucağıma alarak aşağı kata indim. Bomboş koridor buz gibiydi. Sessiz, karanlık, ıssız. Kimseler yoktu bizden başka. Yürüdüm korku ile. Hacer hissetmiş olacak ki "Baba," diye inledi. "Babam..." Çocuklara malum mu olur bilmem ağlamaya başladı sessizce. Biz koridorda yürürken morgdan bir adam çıktı ve kapıyı kapatırken bizi gördü.

 

"Bacım bi şeye mi baktın?"

 

O an çenem titredi ve konuşamadım. Diyemedim kocamı görmeye geldim diye. İnsanın morga kocasını görmek için gelmesi kadar ağır bir şey yok bu dünyada. O an yalnızlığıma içerledim. Yapayalnızdım işte. Akan göz yaşlarımı silemeden burnumu çektim.

 

"Yusuf. Yusuf Gazel için gelmiştim. Burada mı?"

 

Burada değil dese. Hala hastanede, iyileşme ihtimali var dese. Yanlışlıkla morga getirilmiş aslında hala yaşıyor dese. Güzel bir şeyler söylese.

 

"Burada değil bacım."

 

Bir an için, çok kısa bir an için gözlerim parladı. Boğazıma sıralanan yumrular yavaşça indi aşağı. Morgda değilse hala nefes alıyordur değil mi? Birkaç kelime edecek kadar bile hali olsa o da yeter. Son kez adımı söylese o da yeter.

 

"Kanaması durmadığı için onu özel odaya aldılar. Oradaki morgda yatıyor."

 

İçimden başlayan bir titreme göz yaşlarımın daha çok akmasına neden olurken "Gel götüreyim seni," dedi ve o an her şey durdu sanki. Sesler de kısıldı. Kulağım mı tıkanmıştı yoksa zihnim mi boşalmıştı bilmem. Hiç gözümün önünden gitmez o yüzden o sahne. Önde adam bir şeyler söylüyor ama ben duramıyorum. Hacer ağlıyor ama ben duyamıyorum. Titreyerek adamın peşinden giderken ayaklarım geri geri götürüyordu beni. Bir gün geri alsak hayatı olmaz mı? Düne dönsek vallahi billahi Yusuf'umu kimselere vermem, hiçbir yere salmam, evden çıkarmam.

 

Çok uzak değil, koridoru geçip sağ tarafa döndüğümüzde küçük bir odanın kapısını açtı. Soğukluğu dışarıya kadar taşıyordu. Kapının açılması ile onu görmem bir oldu. Kollarım daha fazla Hacer'i taşıyamayınca yavaşça yere indirdim ve ellerimle ağzımı kapattım ve yeniden işitilmeye başlandı sesler.

 

"Ağzından giren kurşun başının arkasından geçmiş. Kafa tası parçalanmış. Kanı durduramıyoruz."

 

Hacer'in kulaklarını kapatmayı unuttuğum için daha çok ağladı. O an için Hacer'i unutup Yusuf'a doğru yürüdüm. Uzunca yatıyordu. Bembeyaz yüzü, tatlı bir gülümsemeyle duruyordu. Saçları dağılmış, biraz çamur ve kana bulanmış ama hala mis gibi kokuyordu. Eğilip yüzümü boynuna gömdüm.

 

"Yusuuf."

 

Kokusundan derin bir nefes alıp gözlerimden verdim. Onun kokusu ile dolu göz yaşlarım mis gibi kokuyordu. Bu zamana kadar hiç adı ile seslenmemiştim ona. Seslenmeme gerek bırakmazdı ki. Gözümün içine bakardı her zaman. Ben demeden ne istediğimi anlardı. O benim bu hayatta sahip olduğum en değerli mücevherimdi.

 

"Yusuf'um! Aah, Yusuf."

 

Üstüne yatınca akmaya devam eden kanı bana da bulaştı. Ne kadar sarılırsam sarılayım hareket etmiyor olduğu yerde yatmaya devam ediyordu. Oysa hiç böyle yapmazdı. Ben ne zaman sarılsam kolları ile hemen sarardı belimi. Okşardı saçlarımı, kıyamazdı bir telime.

 

"Bacım çok sarsma, zaten kanı durmuyor."

 

"Yusuf!"

 

"Baba kalk, gidelim hadi."

 

Hacer de babasının elini tutup bırakmadı. Ana kız sevdiğimiz kişiyi bırakmak istemezcesine sarılırken morg görevlisi kolumdan tutup çekmeye başladı.

 

"Bacım bak bana kızacaklar. Özel odaya aldılar adamın kanı durmuyor diye. Şimdi böyle yaparsan ben de zor durumda kalırım."

 

"Bırak! Ben onun karısıyım, o da kızı."

 

Adamın eli kolumdan yavaşça çekilirken özgür bırakılmıştık. Biz hiç sarsmak ister miyiz onu? Biz hiç acı çeksin ister miyiz? Biz hiç ona zarar verir miyiz? Ama olmuyor ki, ne kadar sarılırsak da sarılalım içimizdeki ateş sönmüyor. Acımız dinmiyor. Bu ayrılık geçmek bilmiyor.

 

Ama nihayetinde gitmesi gereken gitti, kalması gerekenler kaldı. Yusuf'un kısacık dünya hayatında sığdırdığı milyonlarca güzel hatıra ile veda etti bize. Olayların karışık olduğu söylenerek askeri tören yapılmadan mütevazı bir şekilde gömüldü toprağa. Cenazede bir avuç akrabadan başkası yoktu. O zamanlar gerçekten ateşin sadece düştüğü yeri yaktığını anladım. Kimse. Devran dahil hiçkimse bize nasılsınız diye bile sormadı. Yusuf varken gelen gidenimiz eksik olmazdı lakin o gittikten sonra bir Allah'ın kulu bile uğramadı evimize. Murat ve Asiye'nin ölümünden de kaynaklı şehirde kimsemiz kalmadığı için köye dönme kararı aldım. Hacer'le el ele tutuşup otobüs terminaline gittiğimiz o günü de hiç unutamıyorum, yol boyunca başımı cama yaslayıp bir zamanlar Yusuf ile birlikte şehre geldiğimiz günü de. Oysaki ne heyecanlı ne mutluyduk. Yirmilerimizin başında evlenmiştik ve bazen keşke daha erken evlenseydik diyorum. Bu kadar az vakit geçireceğimizi bilseydim daha önce evlenirdim. Ve bir ömür hikayesi daha böylelikle son buldu.

 

 

 

3 ay sonra - Meryem Gazel

 

 

Ağustos'un sıcağında karpuz doğrarken Hacer avluda anneannesi ile birlikte oynuyordu. Köye gelişimizin üstünden üç ay geçmişti ama benim dışımda herkes çoktan alışmıştı. Bazı kere içim daralınca başımı gökyüzüne kaldırıp bulutlara bakıyorum. Uzunca yürüyen beyaz bulutlardan birinin üstünde Yusuf'un beyaz bir ata binermiş gibi bindiğini ve beni almak için beklediğini düşünüyorum. Yaralar kapansa da yara izleri geçmek bilmiyor. Hele ki böyle derin bir yara izi ölsem de kapanmayacak gibi. Uzun süre baktığım geniş bulut ufka doğru yürürken yoğun ışıktan kaşlarımı çattığımın farkında değildim.

 

"Niye daldın öyle Meryem?"

 

Annem şalvarının ucundan tutarak yanıma geldiğinde başımı yere indirip iç çektim.

 

"Yusuf'u mu düşünüyorsun?"

 

Bakışlarımı yerden kaldıramadım. Yirmi dört yaşında gencecik bir kadın olarak ne diyeceğimi de bilemiyor sadece acı çekiyordum. Elimdeki bıçakla karpuz kabuğunu onlarca parçaya ayırıyordum. "Acın henüz çok taze kızım. Hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor ama geçecek. Öyle bi geçecek ki, sen kendini bambaşka acılar ile boğuşurken bulacaksın ve bir zamanlar bu acıları yaşayan kişinin sen olduğunu bile anımsamayacaksın." Annem konuşurken gözlerimden süzülen yaşlar karpuz kabuklarına indi.

 

"Yeniden sevecek, yeniden sevilecek ve bu bulutların," dedi başını gökyüzüne kaldırarak. "Sadece yağmur taşıyan boşluklardan başkası olmadığını hatırlayacaksın."

 

Göz yaşlarımı elimin tersi ile sildim.

 

"Ben yeniden sevemem ana. Bendeki bu acı olduğu sürece yaşayabilirsem ne ala. Yusuf kalbimde öyle derin bir yer açtı ki, dünyalar girse dolduramaz. Bu keder beni öldürmezse iyidir."

 

"Öldürmeyecek. Ölmemelisin. Bak," dedi bahçede oynayan Hacer'i işaret ederek. "O sana Yusuf'un emaneti. O Yusuf'un bir parçası. Yusuf'u seviyorsan yavrusuna da iyi bakmalısın. Hacer'in gözlerine bakınca Yusuf'u görüyorum. Aynı masumiyet, aynı sakinlik. Ama sonra birden cadılaşıyor. Aynı babası gibi."

 

İstemeden de olsa güldüm. Öyleydi. Yusuf da öyleydi. Masum, sakin ama aynı zamanda muzip.

 

"Ah be kızım, insanoğlu o kadar güçlü ki, taşıyamam denilen acılar ufak bir kız çocuğu ile birlikte öyle güzel taşınıyor ki. Bunu sen de zamanla anlayacaksın."

 

Bakışlarım karpuzdayken telefonun sesini duydum.

 

"Kim arıyor ki?"

 

Yavaşça yerimden kalkıp içeri girdim. Annelerin evi avlusu geniş ve genellikle her yaz ektiği sebze, ağaçlardan yerlere kadar uzanan meyve ve diktiği çeşit çeşit çiçeklerle cennet gibi bir yerdi. Yusuf hayattayken yazları buraya gelir on gün kalıp geri giderdik. Bazısında on gün izin dolmadan emniyetten onu çağırırlardı. Ya ben Hacer ile birlikte kalırdım ya da Yusuf'la giderdim.

 

Evin sol taraftaki odasında annemler yatıyordu. Yer yatağı için kalınca bir döşeği, yün yorganı ve yastığı vardı. Sair zamanlarda şark köşesi olan bu oda misafirlerin de geldiğinde kullandığı bir yerdi. Sağ taraftaki oda ise genelde boş olurdu. Şimdi Hacer ile ben orada kakıyorduk. Ortadaki salonda ise birkaç minder ve duvar yastıkları vardı. Evin içinde mutfak yoktu. Mutfak, aşhane olarak kullanılan eve bitişik tek odalı bir yerdi.

 

Çalan telefonun ahizesini kulağıma tuttuğumda "Meryem Gazel?" diye sordu biri.

 

"Buyurun benim?"

 

"Ben Selma Çelik."

 

Kaşlarımı çatıp kim olduğunu düşündüm. Selma Çelik isminde birini tanımıyordum.

 

"Kimsiniz acaba?"

 

"Ben, Devran komiserin eski eşiyim."

 

Devran'ın karısının adı Selma'ydı doğru ya. Kadını görsem tanırdım ama kafam o kadar dağınıktı ki başka bir soy isimde tamamen yabancı biri gibi algılamıştım.

 

"Nasılsınız iyi misiniz?"

 

"İyi olmaya çalışıyorum. Siz nasılsınız?"

 

"Ben de iyi olmaya çalışıyorum. Ben sizi Murat komiserin oğlu Fedai Bircan'ın cenazesi için aramıştım."

 

"Fedai mi? N-nasıl? Fedai bulundu mu?"

 

"Evet, evlerine yakın gölde cesedi bulundu."

 

Ahizeyi tutan elim titrerken diğer elimle ağzımı kapattım. O kadar çok ağlamıştım ki ağlamak zor geliyordu ama içim titriyordu.

 

"Fedai'yi de mi öldürdüler? Vicdansızlar. Allah belalarını versin."

 

"Meryem...."

 

"Efendim?"

 

"Konya merkeze gelme ihtimalin olur mu? Sana anlatmam gereken şeyler var."

 

"Ne gibi şeyler?"

 

"Telefonda olmaz Meryem. Kendimi suçlu hissediyorum ve vicdan azabı çekiyorum. Özellikle Yusuf için..."

 

"Yusuf mu?" Yutkundum. Ses tonundaki tını beni huzursuz etmişti. Her kadın anlar bu tınıyı. Bu, bir kadının sevdiği bir adama kullanacağı bir tınıydı.

 

"Biz onunla buluşmadan önce..."

 

Bir kere dana yutkundum. Yanlış anlamıyordum aslında. Yusuf'un nasıl biri olduğunu biliyordum ama neden bu ses tonu beni rahatsız ediyor çözemiyordum.

 

"Sanırım konuştuklarımız başkalarınca dinlenmiş."

 

"Ne demek istiyorsunuz?"

 

"Ben..." sesi kısıldı. "ben Yusuf'la konuşurken yemin ediyorum haberim yoktu onlardan."

 

Boğulurcasına bir nefes aldım. Başım dönmeye başlamıştı.

 

"Bakın, kendimi çok kötü hissediyorum. Konuşmamız lazım. Size her şeyi anlatacağım. Ben köyünüze gelirim ancak tahminimce takip ediliyorum. Seyahat için araç kullanırsam gözler sizin üstünüze çevrilir. Siz buraya gelin lütfen."

 

"Adres verin."

 

Verdiği adresi kağıda yazarken elim titriyordu. Öyle karman çorman bir yazı oldu ki, çoğusunu buğulanan gözlerimden dolayı net olarak da yazamadım zaten. Okuyabilmeyi umarak telefonu kapattığımda kağıdı da alarak odaya girdim. Hızla yeni bir eşarp bağladım ve üstüme ince bir pardesü giyerek çantamı alıp çıktım.

 

"Meryem? Kızım nereye?"

 

"Anne sen Hacer'e göz kulak ol. Önemli bir işim var birkaç saat sonra gelirim."

 

"Ama Meryem."

 

Hacer'i öpüp bahçe kapısından çıktığımda yürüyüşüm hızlanmıştı. Ayaklarım bu hıza alıştığında bir an önce o kadınla konuşmak için acele ediyordum. Kalbim kocasına aşık bir kadının kıskançlığı gibi çarpıyordu ama Yusuf'a da güveniyordum. Her ihtimalle Selma ile mutlaka konuşmalıydım.

 

 

⚖️

 

 

Selamlar!

 

Bir an Selma'lar yazdı klavye ama düzeltti sonra hakubsjdj

 

Nasıl girdim ama konuya Woah 😂

 

Böyle birkaç bölüm daha geçmişe gideceğiz. Galiba 2 bölüm kadar. Sonra bizim ekip ve Anıl'ın ekibi ile yola devam edeceğiz.

 

Eskiye gitmeyi siz de özlediniz mi? 3. kitap ne güzeldi dimiiii?

 

İnşaAllah 4. kitap hepsinden güzel olacak. Git gide efsaneleşip Nirvana'da final yapacağız.

 

Lakin final kitabını tek kitaba sığdırabil miyim emin değilim. Görüceeez.

 

Evet bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Devran'a sövenler?

 

Devran'a acıyanlar?

 

Yusuf Gazel'in cenazesi ile karşılaşmak içimi bir kötü ediyor. Amcam aklıma geliyor.

 

Meryem Gazel ne kadar zorluklar yaşamış değil mi? Bir de onların Yusuf ile tanışma hikayesini mi yazsak?

 

Fedai ölmüş geçmişte o nasıl oldu?

 

Ve Selma ne söyleyecek?

 

Hepsi ve daha fazlası yeni bölümlerde...

 

Sizleri çok seviyorum kalın sağlıcakla ❤️

 

Hakugu

Loading...
0%