@hakugu
|
Ve bazı cümleler tekrar etmesi için yazılır. Çünkü ancak çark döndükçe sular dökülür ve işte o zaman lağım kokusu kaybolup hoş çiçekler çıkmaya başlar. Hayat değirmeninin işleyiş mantığı da budur zaten...
İnstagram hakugu
Osman Çelik'in malikanesi 1994 / Eylül
"Hain Yusuf Gazel'in yakalanmasının ardından emniyete sızan terörist polislerden otuz yedi kişi daha etkisiz hale getirildi. İfadesi alınan Kadir Sönmez'in Yusuf Gazel'in de başlarında olduğu bir örgüte üye olduklarını, vergi kaçakçılığı başta olmak üzere emniyet teşkilatının arkasına sığınarak kara para akladıkları kayıtlara geçti. İçlerinde..."
Kara bulutlar hakimdi gökyüzünde, pis bir koku tüm haneleri sarmış huzursuzluk çığ gibi büyüyordu insanların içinde. Rüzgar haşin esiyor, pek de güvende hissetmiyordu kelebekler. Sanki kanatlarının kırılacağı vakit gelmiş gibi birbirilerine çarpıyorlar sağa sola kaçışıyor ellerinden alınan umudun ağıdını yakıyorlardı.
Osman Çelik haber kanalına bakarken gözlerini kapatıp boşluğa düştü yavaşça. Durum öylesine kötüleşmişti ki ancak bu kadar tersi olabilirdi. Yusuf Gazel bir hain ilan edilmişti. Tam anlamıyla adı pisliğe bulanmıştı. Artık onu kurtarmak neredeyse imkansızdı. Hemen şimdi kil onun destekçisi olursa tek hamlede yok etmek için ellerinden geleni yaparlardı. Yeni bir hamle için günler, aylar ve hatta belki de yıllar gerekiyordu. Fakat ya şimdi? Şimdi nasıl olur da bir şehidin adı böylesine kirletilirdi?
Osman Çelik gözlerini açmamak için direndi. Şayet böyle durursa belki de her şey eskiye döner. Belki de artık bu kabustan uyanma vakti gelir. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi Yusuf ve Murat'a kavuşur. O gün, tam da o gün Yusuf yardım istediği güne dönebilirse şayet, Yusuf'u bir odaya kapatır belki de. Ellerini ayaklarını bağlar ve hiçbir yere gitmesin diye günlerce ve hatta aylarca hapseder, ama yine de salmaz onu. Aç kalmasına göz yumar, hasta olmasına müsaade eder, kolunu bacağını bile kaybetmesine izin verir de yine de gitmemesi için elinden geleni yapardı.
Tutardı sımsıkı, tutar ki kalbi şimdiki gibi paramparça olmasın. Bir kartal pençesi içindeymişçesine doğranmasın yüreği. Bunun daha başka açıklaması olamaz ki. Ancak bu kadar ifade edilebilirdi çektiği acı. Daha önce hiç tatmadığı bir zehri yudum yudum içiyor gibiydi her saniye.
Gözlerinde biriken yaşlar kırışık yüzündeki kanallardan çenesine doğru süzülürken "Abi?" diye seslendi biri.
Abi? Ona abi diye seslenen tek bir kişi vardı ama o? Yo, aklını kaçırıyor olmalıydı. Bu ses nasıl kulaklarını doldurabilir ki? Nasıl var olabilir?
Bu ses...
Bu sesi tanıyordu Osman. Hızla açtı gözlerini ve karşısında ağzı kulaklarına varacak şekilde gülümseyen Yusuf'u gördü. Yusuf... Yusuf Gazel. Öyle tatlı gülüyordu ki sanki cennetten hoş kokularla gelmiş, beraberinde yaradanın selamını getirmiş ve bir nur kütlesi gibi aydınlatıyordu odayı. Yusuf Gazel, o bir tıpkı bir melek gibi beyazlar içinde, nur yüzü ve siyah saçları ile hoş bir seda ile tebessüm ediyordu. Kendi gelmiş yanında da bir sürü hediye getirmişti.
"Yusuf? Yusuf'um!"
Osman Çelik oturduğu döner sandalyenin kolluklarından destek alarak hevesle ayağa kalktı ve karşısında onu çağıran Yusuf'a doğru meyletti. Ayağı takıldı masanın kenarına sendeledi ama durmadı. Yusuf için hemen şuracıkta tüm dünyayı aleve vermeye gönüllüydü.
"Abi?"
"Abim!"
Göğsü hareketlendi Yusuf'un. Derin nefesler aldı sanki ve başını çok az yere eğerek tebessüm etmeye devam etti.
"Gel abi, sana hediye getirdim. Hem çok güzel bir hediye. Cennetten bir kuş getirdim. Sana getirdim abi."
Osman Çelik büyülenmiş gibiydi. Koskoca Osman Çelik, dağlar kadar ihtişamlı adam bir çocuk gibi titriyor, kasılan çenesinden süzülen yaşlarını durduramıyor kendisine hakim olamıyordu.
"Ne getirdin Yusuf'um? Hem sen nerelerdeydin oğlum? Neredeydin yavrum?"
"Gel abi. Kuşu göstereceğim sana. Cennetten getirdim sana."
Yusuf önde Osman Çelik peşinden odasından çıkıp koridora kadar geldiler. Yusuf'un attığı her adımda misk kokuları yayılıyordu sanki etrafa. Peşinden onu takip eden ışıltıyı takip etti Osman. Zifiri karanlıkta da olsa bu ışıltı onu dünyanın diğer ucuna kadar götürebilirdi.
Koridorda duran Selma babasının hipnoz olmuşçasına yürüyüşünü görünce şaşırıp "Baba," diye seslendi ama Osman Çelik onu duyuyor gibi değildi. Büyük bir hevesle yürümeye devam ediyordu. Takip ettiği meleğinin peşinden her yere gidercesine umutla adımlıyordu yolu. Hoş bir turta kokusunun peşine takılmış bu kokudan mahrum kalmak istemiyordu.
Koridor bitince Selma da babasının peşine takıldı. Merdivenlere geldiklerinde Devran gördü bu sefer ve o da takıldı peşlerinde. Üçü birlikte yürürlerken Osman Çelik ara ara göz yaşı ile dolu olan gözlerini kuruluyor ve Yusuf'u daha net görmeye çalışıyordu. Her saniyesini, her santimini daha net görebilmek için gözlerindeki yaşı yırtarcasına siliyor parçalayası geliyordu.
"Abi, bu hediye öyle güzel, öyle kıymetli bir hediye ki ancak sana verebilirdim onu."
"Oğlum. Bi sarılayım sana Yusuf'um."
Selma ve Devran ne olduğunu anlamak adına birbirlerine baktıklarında merdivenler çıkılıp üst kata gelindi. Yürümeye devam ediyorlardı. Osman Çelik önde Selma ve Devran arkasında bir süre devam ettiler. Koridorlar geçildi, katlar ve merdivenler çıkıldı nihayet varılması gereken yere varıldı. Yürüme işi bitti. Ne zaman ki Yusuf Gazel bir odanın kapısının önünde durdu Osman Çelik de durdu diğer ikisi de.
"Bu hediyeyi sana emanet ettim abi. Hediyeme iyi bak olur mu? O cennet kuşu. Kuşuma iyi bak abi. Onu bir gün geri alacağım. Söz verdim kuşuma onun için mutlaka geri geleceğim. Kuşuma iyi bak abi. Ona iyi bak."
Osman Çelik yavaşça kaybolan Yusuf Gazel'in silüetini tutmak için bir hamle yapmak istedi ancak bunda başarılı olamadı. Elleri bomboş kalan Osman Çelik öylece hayal kırıklığı yaşarken odanın kapısı hizmetçi tarafından açılıp Fedai ile göz göze geldiklerinde daha da belirginleşti her şey.
Kuş oradaydı ve Osman'a bakıyordu.
Emanet edilen Cennet kuşu Fedai ürkek bir güvercin gibi odanın bir köşesinde durup kapının önündeki üçlüye bakarken Osman Çelik içinde delip taşacak bir özlemle boğuşmaya devam ediyordu.
⚙️
"Bu günden itibaren Fedai'nin eğitimi ile bizzat ben ilgileneceğim. Benden habersiz tek bir değişiklik yapılmayacak anlaşıldı mı? Yediği yemekten içtiği suya kadar, giydiği dondan attığı adıma kadar, yattığı yerden kovaladığı köpeğe kadar haberim olacak. Bundan sonra odada tutmayın onu, dışarı salın ve serbest bırakın."
Osman Çelik tüm malikaneyi ortak salonda topladığında yüz elli kişiden fazlası vardı. Hizmetçiler, aşçılar, seyisler, bahçıvanlar, hamallar, aile üyeleri ve daha nicesi. Selma ve Devran da en başta olmak üzere bunca kişi, kolları arkasında bağlı, dik ve sert bir şekilde önlerinde bir komutan gibi yürüyen Osman Çelik'i dinlerken nefes dahi almıyorlardı.
"Şayet tek biriniz, tek biriniz ona benden habersiz bir damla su verirse, attığı adımın izini siler, ona dair tek milim el uzatırsa..."
Şu noktada herkes yutkunmuştu. Osman Çelik'in gazabına uğramak tüm dünya üzerinde yaşanabilecek en büyük felaketlerden biriydi. Ve vaat ettiği şeyin ne olduğunu can kulağıyla dinliyorlardı.
"leşini sererim ona göre."
İşte bu kadar. Ucunda ölüm varsa Osman Çelik gibi adamlar bunun ustası sayılırdı. Sözünden dönmeyen ve bunu zevkle yapan bir tetikçiye dönüşüyorlardı. Bitmemişti. Herkes korku ile ona bakarken o "Buna kanım olanlar da dahil," diyerek Selma'ya baktığında mesaj ulaşması gereken yere ulaşmıştı. Burada kimseye torpil geçilmiyordu. Kimsenin bir ötekinden üstün vasfı yoktu. Evlatlar da buna dahildi.
"Fedai bundan sonra sadece benim himayemdedir. Anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı efendim!"
Devasa bir ses malikane içinde yankılanırken Osman bununla yetinmeyerek bir kere daha sordu.
"Anlaşıldı mı dedim!"
Daha gür, daha ciddi ve daha cesur bir gürültü peyda oldu.
"Anlaşıldı efendim!!!"
Tüm bu kalabalık öğütlerindeki en önemli yemini ederlerken emir verilen iki hizmetçi gidip Fedai'nin kaldığı kapının kilidini açtılar. Yusuf Gazel'in şehadetinden sonra tıpkı bir hayvan gibi kafese kapatılan Fedai ilk kez doğaya salınan vahşi bıldırcınları andırıyordu. Odasının kapısı ilk defa açılan Fedai ürkek adımlarla ilerlerken ortası boş şekilde dizayn edilen malikanenin korkuluklarına doğru yaklaştı. Buradan üç kat aşağıdaki güruh net bir şekilde görülebiliyordu. Küçük çocuk bir dehşet yaşıyordu ancak günlerce hapsedilmenin sakinliğini aşamadığı için tepkisizce duruyordu. Fedai sakin ancak bastırılmış bir endişe ile aşağıdakilere bakarken ne olduğunu anlayamıyordu. Korkuyordu ancak bunu belli edemeyecek kadar da çekingendi. Tek bildiği Yusuf amcasının bir gün gelip onu alacağıydı. Ve Yusuf amcası asla yalan söylemezdi. Küçük yüreğindeki yalnızlık hissiyatı tüm damarlarına yayılırken kader defteri özenle yazılmaya başlandı.
Önce Osman Çelik sonra diğer tüm herkes korkuluklardan kendilerine bakan Fedai'ye baktığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bir cennet kuşu gelip, başka bir cennet kuşu için uyarmıştı Osman Çelik'i. Sürü halinde uçan kuşların birbirine vefası gibiydi bu uyarı. İşin ehli olan Osman Çelik mesajı gayet iyi algıladığı için kalbine gömdüğü hasretle daha çok kamçıladı benliğini ve tüm gücünü Fedai için harcamaya yemin etti.
Ve ondan sonra günler daha karanlık ancak umut dolu, kasvetli ancak heves dolu, belirsiz ancak sebat dolu olmaya başladı.
Selma Çelik 🪻
"Devran'dan boşanmayı anladım ama neden yeniden evlenmeliyim baba? Ben yeniden evlenmek istemiyorum şu an."
"Sence şu an senin keyfine göre hareket edecek durumda mıyız? Senin keyfin yüzünden bu halde değil miyiz? Kendinden başka kimseyi düşünmez hale mi geldin kızım? Haset bu kadar mı kör etti gözlerini?"
"Nasıl böyle düşünürsünüz Baba!"
"Kızım," dedi babam bıkkınlıkla gözlerini kapatarak. Daha önce bana bıkkınlıkla muamele ettiğine hiç tanık olmamıştım oysaki. Böyle bir bıkkınlığı en sevdiğinizden gördüğünüzde artık birçok şey korkunç gelmeye başlar. Çok sinirli olan birinin zaafı olmak, daima umursamaz olan biri için en önemli kişi olmak ne kadar ulu bir his veriyorsa, tüm bu hediyeleri kaybetmek de bir o kadar zayıflatır insanı. Daha önce tüm dünyanın yükünü kaldırabilecek olan omuzlarınız bir anda kendilerine bile yetmez olur. Gözlerimdeki boşluk büyürken babam devam etti.
"Sırf kızımsın diye, kanımsın diye sana ses etmiyorum ama yaptıklarının hiçbiri yenilir yutulur şeyler değil. Vicdanın rahat etsin istiyorsan artık vazgeç."
Babam bu sefer oldukça ciddiydi. Ne demek istediğini anlamıştım ve aslında bunu ben de uzun süredir düşünüyordum. Vicdanım yüzünden geceleri uyuyamaz hale gelmiştim. Cahilliği de geçmişti benimkisi. Bile isteye onca kişiye zarar vermiştim. Hem de bi karşılıksız aşk uğruna. Babama son kez baktım ve ellerimi yumruk yapıp iki yanımda sıkarak "Benden tam olarak ne istiyorsunuz baba?" diye sordum.
Benden bunu beklermişçesine hiç durmadı ve "Bir erkek torun," dedi. O belki beni bekliyordu ancak ben ondan bunu beklemiyordum. Devran'dan boşandığımı biliyordu ve hatta bunu o istemişti ancak şimdi. Yeniden evlenmem, sırf bir erkek çocuk için yeniden evlenmemi istiyordu. Bu durumda artık ben de babama hizmet eden uşaklardan biri olacaktım. Onlardan bir farkım kalmamıştı. Bunu kendi ellerimle dizayn ettiğim için itiraz hakkım da yoktu. Gerginlikten kuruyan boğazımda açtı bir tat peyda olduğunda yutkundum ve dişlerimi sıkarak babama bakmaya devam ettim. Gözlerim kanlanmıştı muhtemelen. İçlerinde hissettiğim acı yaşarmalarına neden olmuştu şu kısa süre içinde.
"Bir erkek torun istiyorum. Senden, bize ait, bizim kanımızdan. Lakin ondan oğulluk bekleme. Tek amacı Fedai'nin varlığını yüceltmek olacak. Birbirlerinden habersiz siyah ve beyazı oynayacaklar. Biri solarken diğeri parlayacak. Biri erirken diğeri koşacak. Ve biri ölürken diğeri yaşayacak."
Titremeye başlamıştım. Babam öyle kendinden emin, öyle odaklanmış görünüyordu ki onu bu fikirden kimseler vazgeçiremezdi. Tıpkı yılan tarafından sokulup zehirle bayılan bal porsuğunun az sonra yeniden uyanıp o yılanı hunharca yemeye başlaması gibi nefretle doluydu. Karşısına hangi yılan çıkarsa çıksın yerle yeksan etmek için can atıyordu.
"Fedai'nin tam zıttı yetiştireceğim onu. Lakin onunla aynı amaç için kullanacağım. İki ayrı dal aynı ağaca hizmet edecekler. Biri diğerinin üstünde ve gökyüzünde, diğeri ise yerlerde ve tamamen sefil olsa dahi birbirlerinden milim farkları olamayacak. Ve sonra vakti zamanı geldiğinde Fedai kurban edilirken onun yerine geçmesi gerekecek."
Tuzun suda eridiği gibi eridim. Babam tüm ruhuma aslında en başından beri ne için var olduğumu anlatıyordu sanki. Ve ben de efendisine boyun eğen köleler gibi itaat ediyordum.
⚙️
Selma Çelik 🪻 5 sene sonra Osman Çelik'in malikanesi
Aradan geçen beş sene içinde babam sözünden bir kez bile dönmedi. Malikanede her şey değişti ancak babamın Fedai'ye olan tutumu değişmedi. Devran ile boşanıp yeniden evlendim. Babamın istediği gibi bir erkek torun verdim. Devran da başka biri ile evlendi ancak yine hep birlikte yaşamaya devam ettik. Malikanede ölenler ve yeni doğanlar oldu. Günler daha hızlı geçti ve geçmediği zamanlar da oldu. Fakat babam ile Fedai'nin ilişkisi hiç değişmedi. Henüz on yaşındaydı ancak bir kez olsun yemek masasına davet edilmedi. Avluda kendisine ait olan tek kişilik tahta masada yemek yemek zorundaydı. Her gün ve her saat eğitimleri vardı. Malikanede hiçkimse ile konuşamıyordu. Kimse ona bakmıyor ve selam bile vermiyordu. Fedai günden güne yalnızlaşıyor içine kapanıyordu. Babamsa bir perde arkasında her saniye onu izliyordu. Bizimle yemek masasına oturuyor, tabağına envai çeşit yemek alıyor ama bir lokmasına dokunmuyordu. Fedai ne yerse o da onu yiyor, Fedai ne kadar dinlenirse o da o kadar dinleniyor, Fedai her ne yaparsa o da onu yapıyordu. Zavallı çocuk çoğu defa atların kaldığı ahırda samanların üstünde uyuyordu. Bazı kereler hava çok soğuk olduğunda girişteki holde uyumasına izin veriliyordu. Babam neredeyse kuş tüyü yatağına yatıyor fakat sabaha kadar gözünü kırpmıyordu. Oğlum büyüdükten sonra da bizzat babam tarafından kıyas yapılmaya başlandı. Ben annesi olarak böyle kıyaslara girmezken babam bizzat bilerek yapıyordu. Oğlum Fedai'den beş yaş küçük olmasına rağmen onunla yarıştırıyor ve oğlumun yenmesi için elinden geleni yapıyor sonrasında Fedai'yi yoğun bir hırsla baş başa bırakıyordu. Hırs öyle büyüyordu ki Fedai'nin içinde zamanla göz rengi bile buna bulandı. Kanunda, damarında, yüreğinde ve ruhunda bu hırsla büyümeye başladı. Ne menem bir duygudur ki karşılığı alınmadığı sürece gittikçe artar. Babam bile isteye Fedai'yi bu hırs denen zelil şeyle zehirliyordu. Onu her şeye ve herkese karşı yarış yapacak türde yetiştiriyordu. Sevgi nedir bilmeden, hiç kimseden destek almadan, bir başına ve yapayalnız kaldığında yine kendinden başkası olmayan, kuşkucu, şüpheci lakin iyi niyetli bir makineye çeviriyordu. Tüm bu eğitim babamı korkutuyordu belki de. Öyle inceydi ki santimlik sapmalar sonucu Fedai bir canavara dönüşebilirdi. Fakat babam buna izin vermiyordu. Tıpkı uzun süre kasaplık yapan insanların bir süre de bahçıvan olma zorunluluğu gibi, ne zaman kalbinin taşlaştığını hissetse yumuşatmak için çabalıyor. Ve ne zaman birine dayanacağını gark etse onun kolunu kanadını kesiyordu. Mutlaka ama mutlaka dayandığı tarafa düşmesini sağlıyordu ki kendinden başka dayanacağı kimsesi olmasın diye.
Başta babama karşı çıkıyordum ancak zamanla Fedai'nin bir hırs küpüne döndüğünü gördüm. Ve yavaş yavaş ne yapmak istediğini anladım.
Babam bir çocuk yetiştirmiyordu. O bir mükemmel yapmaya çalışıyordu.
İnsanüstü, tuhaf, zeki, becerikli ve içindeki iyilikle her daim mücadele etmek zorunda kalan bir mükemmel...
⚙️
"Dışarıda yoğun kar fırtınası var baba, Fedai'yi içeri almalıyız artık."
"Karışma sen. Yedi saat boyunca dışarıda karın altında kalacak. Soğuğa alışmak zorunda."
"O daha bir çocuk baba, yapmayın. Eğitimi farklı şekilde sürdürün lütfen."
"Devran şunu götür yanımdan. Sonra da pencereleri aç."
Devran beni çekiştirirken susacağımı ifade edip durdum. Sonra da pencerelerin açılışını seyrettim. Fedai dışarıda babam içeride donarken kar fırtınası tüm şiddeti ile odaya doluyordu. Soğuğun da etkisi ile babam kızarırken kolları arkasında dimdik durup dışarıda odun kıran Fedai'yi seyretmeye devam etti.
Görevi bu kar fırtınası altında yüzlerce kütüğü doğramaktı. Henüz baltayı bile doğru düzgün kavrayamazken bu oldukça vicdansız bir emirdi.
Bir saat sonunda Fedai üşümüş bir şekilde baltayı bırakıp büzüşmeye başladı. Babamsa onu seyrederken "Pes edemezsin," diye fısıldadı.
Fedai onu duyuyormuş gibi ellerini ovuşturup yeniden ayağa kalktı ve odunları kırmaya devam etti. Birbirleri ile kimsenin görüp duymadığı bir bağa sahiplerdi sanki. Aralarındaki bu bağı dışarıdakiler hissediyor ancak göremiyordu.
İki saatin sonunda hava daha da soğudu ancak ne Fedai pes etti ne babam. Kar yağışını arttırdı, içerisi buz kesildi ve dışarıdan bir farkı kalmadı.
Beş saatin sonunda Fedai ve babamın üstünde kar kalıntıları birikti. Odunlar kesilmeye devam ederken soğuk hava hepimizi mahvetti. Yine de ne babam pes etti ne Fedai.
Altı saatin sonunda Fedai hareket edemez hale gelmişti ki kapı kırılırcasına açılınca içeri Malik girdi. Aksak adımlarla yürüyen Malik babamın yaşça en yakın olan hizmetçisiydi. Sürekli siyah takım elbise giyer jilet gibi gezerdi etrafta. Neredeyse çocukluktan itibaren tanışıyorlardı ve kardeş gibilerdi. Kendini babama adadığı için emrinden bir santim olsun ayrılmıyordu lakin o da buz tutmuş halde iflas edercesine bağırdı.
"Efendim çocuk ölecek. Bu kadar yeter!"
Babamın da konuşmaya hali yoktu aslınds. Kaskatı kesilmiş bedenini hareket ettirmekte zorlanırken "Tek kelime daha etme Malik. Yedi saat dolmadan Azrail gelse bile yerimizden kıpırdamayacağız," diye mırıldandı. Sesi öyle boğuk çıkmıştı ki ağlamaya başladım. Sessizce göz yaşlarımı akıtırken Devran da benim gibi hüzünlendi. Biz içeride dayanamazken Fedai dışarıda hayatta kalmak zorundaydı. Kaçacak ve gidecek bir yeri olmadığı için hayata tutunmaya mecbur bırakılmıştı adeta.
Yedinci saat kimse için geçmek bilmedi. Fedai tek milim hareket edemezken olduğu yere yığıldı ve dakikalarca olduğu yerde kaldı. Alt dudağımı ısırıp ağlarken Malik dahil odadaki herkes ağlıyordu. Babam soğuktan moraran yüzü ve kara bulanan ayakları ile yerinden bir milim kıpırdamazken "Hadi evlat," diye fısıldadı. "kalk ve devam et."
Fedai kalkmıyordu. Yattığı yerde üzerinde onca kar yağdı. Dakikalar geçti yağış arttı ancak Fedai kalkmadı. Henüz on yaşındayken maruz kaldığı bu şey beni mahvediyordu ancak babam ümidini kesmiyordu. Birbirlerine olan inançlarını takdir etsem de Fedai kalkacak gibi görünmüyordu. İçimdeki hüzün gözlerimden taşarken koşup onu oradan kurtarmak istedim. Alıp sıcacık yatağa koymak istedim. Bir kez olsun yumuşak ve sıcak yatakta yatma imkanı bulamamıştı. Kahroluyordum.
Babam "Hadi," dedi yeniden. "Hadi kalk."
Nasıl oluyordu bilmiyorum ama o kadar uzaklığa rağmen Fedai babamı işitiyordu sanki. Önce gözlerini açtı sonra ellerini hareket ettirdi. Yattığı yer karın üstüydü ve uyusa bir daha asla kalkamazdı.
Ama kalktı.
Kalktı ve üzerinde biriken kara rağmen baltaya doğru yürüdü.
Babam inat, o inattı.
İkisi de birbirine o kadar çok benziyorlardı ki.
Biraz önce hüzünden dökülen göz yaşlarım bu sefer sevinç ve mutluluktan dökülmeye başladı. Fedai baltayı eline alıp son kez oduna vurduğunda artık hiç gücü kalmamıştı. Yedinci saatin dolduğu anda o da yığıldı yere.
Babamın gözleri huzurla kapanırken dudakları tebessümle kıvrıldı. Olmuştu, başarmıştı Fedai.
"Malik git ve çocuğu getir. Şöminenin başında ısıt ve bir kase sıcak çorba içir. Sonra da ona bir oda hazırlayın. Artık malikanenin içinde kalacak."
"Emredersiniz efendim!"
Malik coşkulu bir sesle söylediğinde koşar adımlarla Fedai'yi kucakladığı gibi içeri getirdi. Zavallı çocuk buz kesmişti ancak kimsenin ona ilgi göstermesine izin yoktu. Hepimiz içimize kan ağlarken ona bakmamaya çakışıyorduk.
Ve böylece Fedai için yeni bir dönem başlamış oldu.
Aradan geçen iki senenin sonunda ise Fedai on iki yaşına bastı. Yüzlerce imtihan ve zorlu eğitime tabii tutulduktan sonra artık bir yetişkin olarak kabul edildi. Yemek masasına davet ediliyor ancak babam tarafından lokmaları sayılıyordu. Onca mal ve mülke rağmen babam bir gün ona "Artık kendi paranı kendin kazan," dedi. On iki yaşında bir çocuktu lakin bunun ciddiyetini hemen kavramıştı. O gün çatalındaki karnabahar kızartmasını ağzına alamadan olduğu gibi masayı bırakıp gitti.
Gitti ve birkaç saat sonra bir üç kasa karnabahar ile geri döndü. Babam nasıl kazandığını sorduğunda pazarda hamallık yaptığını söylemişti.
Sonra babam pazardakilere emir verdi ve kimseler Fedai'ye zerre iş vermedi.
Çalışmak için market, hastane, okul ve ne kadar yer varsa hepsi babam tarafından bloke edildi. O zamanlar babamın neden bunları yaptığını hiç ama hiç anlayamıyordum. Neden hem çalışmasını istiyor hem önünü kesiyordu?
Neden onu bu kadar zorluyor ve çaresizliği iliklerine kadar işletiyordu. Tüm çareleri yok edip ondan çare bulmasını istiyordu.
Fedai için çalışacak bir yer kalmamıştı ama yemek de verilmiyordu artık. Zenginlik içinde yapay bir fakirliği yaşıyordu. Benim oğlum lüks içinde babamın ilgi ve sevgisi ile büyürken Fedai tam mahrumiyet hayatı sürdürüyordu.
Tüm ipler ise kavurucu bir yaz gününde koptu.
Babam Malik'i bir ağaca bağlamış elinde tuttuğu üç bıçakla üç metre ötesine geçmişti. Herkes babamın Malik'i ne kadar sevdiğini bilirdi ama bu sefer her şey farklı görünüyordu. Tüm malikane avluya toplandığımızda Fedai de gelmiş şaşkınlıkla bakıyordu.
"Bana bir kolye getirmeyen kollarına ihtiyacın yok bence."
Kimse ne olduğunu anlamadığı için birbirine bakıyordu. Her şey şaka gibiydi ta ki babam ilk bıçağı Malik'in sol pazusuna saplayana dek. Herkes korku ile çığlık attığında Fedai dahil hepimiz korku dolu gözlerle babama bakıyorduk.
"Tek istediğim Zerrin'in elmas kolyesiydi. Ya iste ya çal ya öldür getir dedim. Bu kadar mıydı değerim ha?"
Ne olduğunu az çok anlamıştık. Babam bir elmas kolye istemişti ve Malik getirememişti. Fakat yine de atmosfer farklı hissettiriyordu. Babamın başkalarının kolyelerinde hiç gözü olmamıştı ki?
"Diğer koluna da ihtiyacın yok..."
Diğer bıçak da babam tarafından fırlatılacakken "Yarım saat!" diye bağırdı biri. Hepimiz sesin geldiği yere baktığımızda Fedai çatık kaşları ve zangır zangır titreyen vücudu ile yumruklarını iki yanında sıkmıştı.
"Bana yarım saat verin. O elmas kolyeyi getireceğim size."
Bu cümle, tam da bu cümle babamın beklediği ve arzuladığı tek cümleydi işte. O gün, insanoğlunun bile isteye kötülük yapmasının mümkün olmadığını fark ettim. Fedai hırsızlık yapmaya, Devran Yusuf'un yerini söylemeye, ben Yusuf'un hayatını karartmaya mecbur bırakılmıştım. Bu mecburiyet kimi zaman dışarıdan kimi zaman da içeriden oluyordu. İçimizde bizi dürten o nedene bulaştık mı kötülüğe doğru milim milim ilerliyorduk.
Çok değil yarım saat sonra Fedai kolye ile geri geldi. Ve ardı arkası kesilmeyen hırsızlıklar aldı başını gitti.
⚙️
Malik Turan 2001/ Ocak Osman Çelik'in malikanesi
Bu malikaneye geldiğimde henüz bir çocuktum. Osman Çelik'le benden beş yaş büyüktü ve ikimiz de malikanenin sahibi olan ağanın uşaklığını yapıyorduk. Kendimi bildim bileli Osman Çelik'in zekasına hayrandım. Ne zaman başım belaya girse, ne zaman dara düşsem ve ne zaman işler ters gitse o gelip kurtarırdı beni. At seyisliği yaptığım dönemlerde ağanın kızı Serap attan düştüğü için benim hiç suçum olmamasına rağmen ağa sol ayağımın kesilmesi emrini verdi ki bir daha atlatla ilgilenemeyeyim diye. Zira atlar çığrından çıktığında seyisin sol ayağı ile eyere çıkıp dizginleri tutması gerekir. Lakin o gün Serap benden yardımı reddetmiş sonra düşmüştü. Sol ayağımı kesmesi için ağa Osman Çelik'e emir verdi. Bunu bilerek yaptı zira o dönem malikanede birbiriyle kardeş gibi olan tek biz vardık. Kendi aklınca Osman'a bir ders verdi ve ağabeylik yapmadığı için onu da cezalandırmış oldu. O gün Osman Çelik tam on iki darbe ile ayağımı bileğinden ayırdı.
Fakat sonrasında da çok garip şeyler olmaya başladı.
Bir gün ağanın kızının merdivenlerden düştüğünü öğrendim. Gittik baktık kızın sol ayağı kırılmış ve kangren olduğu için kesilmek zorundaydı. Kesildi de. Ve ondan sonra ağanın sol ayağını yılan soktu. Zehir tüm vücuda bulaşmasın diye kesildi. Sonra bir gün de ağanın karısının sol ayağına bıçak düştü. Parçalandığı için yeniden dikilemedi ve mecbur o da kesildi.
Tüm bu olaylar olurken bunların birer tesadüf olamayacak kadar bilinçli olduğunun farkında değildim. Biliyordum ve içimden sayıyordum, bir ayak, iki ayak ve üç ayak. Nereye kadar gideceğini merak ediyordum.
Serap'ın ayağının takıldığı merdiven basamağının tam sol ayağına denk gelecek yerinin tahtasının çürümesi, oraya düzenli olarak su dökülmesi, tamamen aşınıp bir basışta kırılacak hale geldiğinde kızın oradan geçmesinin sağlanması...
Yılanın malikaneye sokulup, ağanın kahvaltı masasında tam sol ayağının olduğu yerde sabitlenen fareyi yemesi için denk getirilmesi ve bunun milimetrik hesaplarla yapılması...
Malikanede her on bıçaktan birinin etleri bile düzgün kesmemesi ama ağanın karısının ayağına düşen bıçağın bir insan etini parçalayacak kadar kesici olması, zira demir bölümünün aynı zamanda asidik yağla kaplanması...
Osman Çelik gayet sakin bir şekilde alıyordu intikamımı. Ve her defasında bana tebessüm edip gözlerinin içi gülercesine bire üç diyordu sanki. Senin bir sol ayağına onların üç sol ayağı...
Tüm bunları fark ettiğimde onun dostluğunun hafife alınamayacak türde bir şey olduğunu anlamıştım. Yanında olanları dünyanın en ulusu yapacak lakin karşısına geçtiğinde bir çöpten daha zelil olacağın şekilde bir manzara sunuyordu. Elbette nerede durmak bizlere bırakılsa da özünde iyiliği barındıran kalbini seçtim ve olmayan sol ayağımla onun uşaklığını tercih ettim. Zamanla devran döndü ve Osman Çelik malikaneye, paraya ve adama sahip oldu. Bunu bazen bileğinin hakkıyla, bazen de başkalarının bileklerinin hakkıyla yaptı.
Osman Çelik'in odasının önünde beklerken Fedai malikaneye yeni gelmişti. Ondan gelen kötü koku bana kadar ulaştığında başımı yere eğip çektiği çileyi düşündüm. Git gide fevkalede bir insana dönüşse de katlandığı şeyler basit şeyler değildi.
Osman Çelik'in yeni emri ile malikanenin önüne dökülen bir kamyon gübreyi Fedai'nin iki saat içinde çuvallara doldurması gerekiyordu. Elli kişinin bile zor yapacağı bu işi gencecik bir çocuğun omuzlarına yüklenmesi kalbimi kırsa da tek kelime etme hakkımız yoktu. Hüzünle iç çekip kapıyı tıklattım iki kere ve sonra da içeri girdim.
Osman Çelik hep yaptığı gibi odasının yere kadar uzanan geniş pencereden dışarıyı seyrediyordu. Dışarıyı değil aslında direkt Fedai'yi seyrediyordu. Kapıyı özenle örtüp beni göremeyeceğini bildiğim ya da bir şekilde göreceğini tahmin ettiğim şekliyle ona selam verip yürümeye başladım.
"Buraya gel Malik."
Adımı söylediğinde yapılması gereken mühim bir iş var demekti. Terleyen avuç içlerimle ceketimin etek uçlarını sıkıp ona doğru yürüdüm ve tam yanına geldiğimde "Bak," dedi.
İşaret ettiği yere baktığımda Fedai gübrenin büyük bir bölümünü çuvallara doldurmuştu. İnsanüstü bir güçle devam ederken burnundan kan akmaya başlamıştı. Kan tazyikle aksa da koluna silip devam ediyordu.
"Harese nedir biliyor musun Malik? Livaneli çok güzel özetlemiş. Develere çöl gemileri derlermiş ve tam üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürürlermiş. Çölde de çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarmış. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve bazen de kan kaybından ölürlermiş. İşte bunun adı haresedir. Yani kendi ölümüne giden yoldan zevk almak. Ancak ve ancak benim gibi biri bunu kendine dava edinir. Hırs ve ihtiras olmadan bu çocuğun yola gelemeyeceğini biliyordum. Şimdi ise kendi kanında boğulan bir deveye döndü. Mayalandı ve pişti."
Osman Çelik yine manalı şeyler söylüyordu ve ben tüm bu cümlelerin keskin anlamı altında düşünürken kapı sertçe açılıp içeri Selma Hanım girdi. Telaş ve hüzünle bize doğru geldiğinde sesi hüzünlü geliyordu.
"Ona çok eziyet ediyorsunuz Baba. Bu kadarı da çok fazla gerçekten. Onu sevmiyor ya da eğitiyor bile olsanız çok fazla! Yusuf görseydi şayet..."
Osman Çelik isyan eden Selma'ya döndüğünde kaşlarını çatıp sesini sertleştirdi. Bu tepkiyi bekliyor gibiydi.
"Yusuf görseydi şayet bana söyleyeceği bir çift laf olurdu mutlaka. Ama o yok. Ve bunda senin de çok büyük payın var kızım. Yusuf'un karısına ne söylediğini bilmediğimi mi sanıyorsun?"
Son cümle ile ellerimi önüme bağlayıp baba kız arasında çıkacak herhangi bir hengâmeden payıma bir şey düşer mi diye bekliyordum.
"Ayrıca bu çocuk sevgisiz büyümek zorunda. Yalnızlığı, bencilliği öğrenmek zorunda. Ancak o zaman vakti geldiğinde kendi dışındaki herkesi yok edebilir."
"Ama baba, siz..."
"Aması yok. Hiç yok hem de."
"Artık onun bendeki eğitiminin sonuna gelindi. Şimdi daha büyük balıklar yutmak zorunda."
"Üniversiteye mi göndereceksiniz efendim?"
"Evet."
"Ne olmasını istersiniz peki? Mühendis? Mimar? Doktor?"
"Hırsız olmasını istiyorum. Profesyonel bir hırsız."
Anlamayarak yüzüne baktım.
"Onu benim kütüğüme kaydettir Malik. Buraya geldiği günü doğduğu gün kabul et ve yaşını da ona göre yazdır."
"Peki efendim, ismi ve soy ismini nasıl kaydettireyim?"
Osman Çelik son kez bana baktı ve kollarını arkasında bağlayarak yeniden cama döndü. Orada gördüğü tek şey son küreği de çuvala koyup tüm gübreyi bitiren Fedai'den başkası değildi. Tıpkı bir deve gibi kendi kanında boğulan, boğuldukça zevk alan hareseden ibaretti.
Sonra gittim. Nüfus müdürlüğünde sıra bekledim ve bana geldiğinde tek tek bilgileri vermeye başladım.
Bu, önlenemez bir milat gibiydi. Bu, değişimi mümkün olmayan silsilenin son halkası gibiydi.
"Peki efendim," dedi kadın gülümseyerek bana baktığında. "ismi soy ismi ne olacaktı?"
Kadın bana bunu sorduğunda gülümsedim ve o çok sevdiğim ismi söyledim.
"Haris diye kaydedin Hanımefendi.
"Haris Çelik."
🪻
Kalbimi bıraktım bu bölüme...
Yaaa ama yaaa çok güzel olmadı mı? Ühü! Ben bu seriyi yazmadan önce Livaneli'nin bu kıssasını okumuştum ve bana çok anlamlı gelmişti. İşte demiştim tam da böyle bir karakter yazmalıyım. Kendi kanunda boğulan ve bundan zevk alan biri. Biraz fazla acımasız oldu ama Haris yani Fedai tam da böyle biri.
Nasıl ama tahminler tuttu mu? (;
En başından bu son sahnenin gelmesini bekliyordum. Beklemek gerçekten çok zordu jahdhek Hep artık yazayım artık yazayım diye içim içimi kemirip durdu. Ama sonunda yazdım artık.
Hayali Yusuf Gazel sahnesi ancam Osman Gümüş'ten ilham aşınmıştır. Biz Gümüşhane'de otururken dedem ve babaannem bizi ziyarete gelmişlerdi. Ben o zamanlar 3 yaşındaydım ve otobüsten inip Gümüşhane garına indiklerinde kalabalık içinde amcamı görmüşler. Dedem öyle bir anlatırdı ki amcamı, gülümseyip güzel hareketle yaparak görünmüş onlara. Hem babannem hem dedem birlikte görmüşler hem de. Kalabalık o kadar çokmuş ki ona ulaşamamışlar ama zaten kaybolmuş bir anda. 1994'de şehit olan biri 1997 yeniden görünmüş gözlerine. Dedem dobra ve ciddi bir insandı. Asla yalan söylemezdi ki aynı kişiyi babannem de görmüş zaten. Asla unutmadım bu anıyı ve kitaba taşımaya karar verdim.
Ve sonra öğrendim ki şehitler mutlaka bir kere görünürlermiş...
Bu sahneden sonra hem çok mutlu hem de hüzünlüyüm biraz. Sona doğru yaklaşıyoruz ve burukluk şimdiden başladı. 4. Kitap bitince ara vermeyi düşünmüyorum çünkü zaten yazılırken yeterince ara verildi. Aksilik olmazsa olduğu gibi devam edeceğiz.
Hayatıma gelecek olursak hiç beklemediğim şeyler oldu ve çektiğim acı yok oldu. Sahiden kara bulutlardan sonra gökkuşağı çıktı ve devamında ne olur bilmiyorum ama Allah'a güvenmeye devam edeceğim. O harika bir yazar ve benim hikayemi de çok güzel yazdığından eminim.
4. Kitabın bitmesine son 3 bölüm dostlarım. Buruk bir tebessümle bölümü sonlandırıyorum.
Yeni bölümde görüşmek üzere.
Sevgilerimle Haku |
0% |