Yeni Üyelik
73.
Bölüm

73. Bölüm

@hakugu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ali öğretmenin çaldığı parça yukarıdadır. Oraya geldiğinizde açıp birlikte okuyabilirsiniz.

 

 

 

Anıl Şanlı

 

 

Yer, yemekhane. Vakit, öğle yemeği. Herkes kendi halinde, dört kişi dışında. Dikkat çekmemek adına yemeklerimizi yemeye devam ediyoruz fakat aynı anda bunun robotik hareketler olduğuna eminiz. Bakışlarımız tek bir noktaya sabitlenmiş durumda ağzımıza giren kaşığın sayısı belirsiz, aldığımız tadın ne olduğu meçhul, sadece yiyoruz. Yemekte öğretmenlerin hepsi var. Ortalarda bir yerlerde İsmail hoca, ona yakın bir yerde Tepegöz ve kimsenin sormadığı eksilenler dışında herkes. Dur bi saniye. Bir kişi daha eksik.

 

İlhan Gün...

 

Bakışlarımı sağa sola çevirip onu arıyorum ama hiçbir yerde göremiyorum. Benim etrafı incelediğimi gören bizimkiler de benimle birlikte bakıyorlar. O geceden sonra bana daha da dikkat eder durumdalar. Bir an olsun bakışlarını benden çekmiyorlar. Her yere birlikte gittiğimiz geçmişimiz şimdi daha da sıklaştı. Artık gerçekten her yere birlikte gidiyoruz.

 

Öğle yemeğinde meyve olarak herkese birer portakal verildi. Yatakhaneye meyve çıkarmak yasak olsa da dördümüz de yemedik meyveleri ve ceplerimize sakladık.

 

Altın güne çok kalmadı ve Rabia ile görüşmemizin üstünden geçen birkaç gün içinde hiçbirimizin ağzını bıçak açmadı. Tahmin ettiğimiz şeyler midemizi bulandırıyor, dahası korkutuyor. Hiç de sandığımız gibi basit bir durumun içinde değiliz. Bu, çok daha derin, sistematik ve acımasız bir işleyiş.

 

Yemekhane kapısında biri görününce herkes ona doğru çevirdi başını. Gelen İlhan'dı. Her zamanki düzenli ve temiz görünüşüne tezat olarak saçı başı toz toprak içinde, gömleği ve ceketi çamura bulanmış, saçının bir bölümü yolunmuş gibiydi. Adımları görünüşüne rağmen düzenliyken ağzıma götürdüğüm kaşığı geri çektim. Öğretmenler bir kez bakmış sonrasında yeniden yemeklerine dönmüştü. Çünkü Tepegöz öyle yapmıştı. Tepegöz'ün tüm okul üstündeki etkisi inanılmazdı. Eskiden beri, kendimizi bildiğimizden bu yana da böyleydi ama şimdi, ona daha çok yoğunlaştıkça olabildiğine belirgin bir hale gelmişti. Öğretmenler ilgilenmeyince öğrenciler de ilgilenmedi ve herkes saniyelik bakışın ardından yeniden önüne döndü. Fakat bizim gözümüz İlhan'daydı. Onunki de bizde. Bakışları bilerek bizdeydi sanki.

 

"Bu niye direkt sana bakıyor?" diye sordu Mehmet.

 

Ben bizden tarafı baktığın sanırken meğer direkt bana bakıyormuş.

 

"Gerçekten de sana bakıyor," dedi Samet.

 

Bakışlarımı önüme getirip onun da başka yere bakmasını dilerken iyice bizim masaya doğru yaklaştı. Tam Serhat'ın arkasında durup bana dikti gözlerini.

 

Göz altından ona baktım biraz sonra direkt baktım.

 

"Hayırdır birader?" diye sordu Mehmet.

 

Hiçbir şey söylemeden bakmaya devam ediyordu.

 

Serhat arkasını dönüp İlhan'a baktığında ayağa kalkmak durumunda kaldı.

 

"Ne oluyor lan?"

 

Cılız ve belki de dışarıdan öyle görünen İlhan Serhat'ı öyle bir itekledi ki, çocuk diğer masaya çarptı. Çıkan kargaşa ile tüm yemekhane bir anda sus pus olurken öğretmenler de bizden tarafa baktı. Durumu anlayan Tepegöz "İlhan!" diye bağırdığında, İlhan bana doğru yaklaşmaya devam ediyordu.

 

"Lan oğlum ne oluyor lan?"

 

Bu sefer araya Mehmet girince ona gücü yetmedi.

 

"Hırsız! Sen hırsızsın!" diye bağırdı.

 

Endişe ile İlhan'a bakarken "Ayakkabılarımın senin dolabında ne işi vardı ha! Niye çaldın pis hırsız!" diye bağırmaya devam etti.

 

Elinde tuttuğu ayakkabılara bakarken daha önce bir kez bize görmediğimi düşünüyordum. İnsan görmediği şeyi nasıl çalar ki?

 

"Ben hiç kimsenin bir şeyini çalmadım," dedim ayağa kalkarak. Geriye sadece Samet kalmıştı ayağa kalkmayan. O da İsmail hoca ve Tepegöz'ün bize doğru gelmesi ile ayağa kalktı.

 

Ben dikkat çekmemeye çalışırken İlhan bilinçli olarak kovana çomak sokmuştu sanki.

 

"Senin derdin ne len?"

 

Tepegöz İlhan'a dert bir tokat indirdiğinde araya İsmail hoca girdi.

 

"Şiddet yok, lütfen."

 

İçimden İsmail hocaya sayıştırırken dışımdan sadece nefretle bakmakla yetindim.

 

"İlhan söyle bakalım ayakkabın gerçekten Anıl'ın dolabında mıydı?"

 

"Evet, gerçekten ondaydı. Hatta hiç güvenim yok, belki başka şeylerimi de çalmıştır bu hırsız."

 

"Doğru konuş!" Sinirle yumruklarımı iki yanımda sıktığımda Samet araya girdi.

 

"Öğretmenim belli ki bir yanlış anlaşılma var. Hem zaten biz Anıl'ın öyle bir şey yaptığına inanmıyoruz."

 

"Haklısın Samet fakat şu anda bir iddia var ortada. İlhan'ın iddiasını geri çeviremeyiz. Dilerseniz Anıl'ın dolabına bakalım, bir şey çalmadığını anlamış oluruz. Herkesin de içi rahat eder."

 

Tepegöz evhamla İsmail hocaya reddiye verirken "Hayır ne gerek var? Anıl bu okuldaki en eski çocuklarımızdan. Bunca zaman öyle bir şey yapmadı. İlhan yanlış görmüştür. Öyle değil mi?" diye sordu ancak İlhan'ın vazgeçmeye niyeti yoktu.

 

"İtiraz etmeye lüzum yok," dedi İsmail öğretmen. "Gidelim dolaba bakalım. Ben de eminim zaten Anıl'ın öyle bir şey yapmayacağına. İçimiz rahat olsun. Hadi gelin."

 

İsmail öğretmen beni koluna alarak önden gitmeye başladığında Samet Serhat ve Mehmet de hemen peşimize takıldı. Biraz itekleyerek biraz gizliden çimdikleyerek de olsa arkamızdan gelen Tepegöz ve İlhan birbirlerine girmişlerdi. Tepegöz'ün daha önce de İlhan'a şiddet uyguladığını görmüştüm ancak bu seferki ayan beyan açıktı. Sanki bir çuval inciri berbat etmiş gibi bir muamele yapıyordu.

 

Merdivenleri çıktık, yatakhane katına geldik.

 

"Endişelenme, hiçbirimiz senin böyle bir şey yapacağına inanmıyoruz. Sadece bakıp çıkacağız tamam mı?"

 

İsmail öğretmen omzumu hafifçe sıkarken onun şefkatine inanmıyordum. Yine de geri çekilmek yerine kabullenmiş gibi yaptım.

 

"Öğretmenim böyle bir şey mümkün değil. Yani Anıl'ı hepimiz çok iyi biliyoruz."

 

"Biliyorum Samet, sakin ol. Ben de eminim ondan. Sadece İlhan'ın içi rahat etsin. Başka bir sebebi yok tamam mı?"

 

Hep birlikte yatakhaneye girdiğimizde benim dolabımın önüne kadar geldik. İsmail öğretmen kapının kulbunu tutup "Çocuklar burada gördükleriniz sadece bizim aramızda kalacak kimseye söylemeyeceksiniz tamam mı?" diye sordu.

 

Herkes kabullenen bakışlar altında ancak tek kelime etmeden beklerken dolabın kapısı açıldı. Kıyafetlerim, en üstte kitaplarım, birkaç parça elektronik alet derken dipte, kıyafetlerimin arkasında kimse ait olduğunu bilmediğim bir sweat çıktı. Kaşlarımı çatarak bakarken "Benim sweatim," dedi İlhan.

 

"Sus lan! Bi tane bezden ne olur?"

 

İlhan Tepegöz'e karşı çıkmıyor ama onun sinirini bozacak şekilde davranıyordu.

 

"Ben...ben bilmiyorum bu nasıl girmiş benim dolabıma. Hiçbir fikrim yok."

 

Şaşkınlıkla İsmail öğretmenin elinde tuttuğu sweate bakarken ne diyeceğimi bilmiyordum. "Size yemine ederim ben bunu ilk defa görüyorum. Neden alayım? Benim ihtiyacım yok ki buna?"

 

"Olsa bile ne olacak zaten? Belki de aranızda paylaşım yaptınız sonra unuttunuz. İlhan'ın bunu büyütmesi çok ayıp aslında." Tepegöz İlhan'a yiyecek gibi bakarken İsmail öğretmen "Çok üzgünüm Anıl, dolabını biraz daha karıştırmak zorundayım," dedi. Başka bir şey diyemedim. Mehmet, Samet ve Serhat şaşkınlıkla beklerlerken öğretmen daha çok inceledi dolabımı.

 

İlhan'ın benim dediği bir şapka, pahalı bir şort, bir de kitap çıktı.

 

"Kitabım. Öğretmenim okumam için siz vermiştiniz hatta, geçen haftadan beri bulamıyorum."

 

"Yalan!" dedi daha fazla dayanamayan Mehmet. "Yalan söylüyorsun. Anıl öyle bir şey yapmaz. Sen koydun değil mi? Sen yaptın."

 

"Ben neden böyle bir şey yapayım?" diye sordu İlhan. "Sizinle bir alıp veremediğim yok. Yoksa sizin benimle mi var?"

 

Böyle bir soruya dördümüzden hiçbirimiz cevap veremezdik. Burada birbirimizden başka ne İsmail öğretmene, ne Tepegöz'e ne de İlhan'a zerre güvenmiyorduk. Yastık mevzusu ve saç koleksiyonu şöyle dursun bildiğimiz ve gördüğümüz hiçbir şeyi dile getiremezdik. Susttuk o yüzden de.

 

"Bunu müdüre bildirmek zorundayım Anıl. Çok üzgünüm."

 

Hiçbirimiz bir şey diyemezken "Bu kadar büyütmeye gerek var mı hocam?" diye sordu Tepegöz. "Çocuklar kendi aralarında halletselerdi. Müdüre söylersek iş büyüyecek."

 

"Hırsızlık göz yumacağımız bir şey değil ne yazık ki. Evet müdüre bildirmek zorundayım. Yoksa İsmail hoca göz yumdu demelerini mi dilersin?"

 

Kimsenin ağzını bıçak açmazken şaşkınlıktan ne yapacağımı bilmiyordum. Kumpasa kurban gitmiştim ama kendimi aklayamıyordum. Kendimi aklamak için gerekli olan şey beni daha da yerin dibine batıracaktı. Böylesi bilinçli bir komploda kurban mahvolmaktan ötesine geçemezdi.

 

"Anıl benimle gelmelisin."

 

İsmail öğretmen kolumdan tuttuğunda "Hocam bi daha mı konuşsaydık," dedi Samet.

 

"Söz alın hocam, valla kimselere söylemeyiz," dedi Serhat.

 

Ne kadar dil dökerlerse döksünler işe yaramıyordu. İsmail öğretmenle birlikte yatakhaneden çıkıp koridorda gelmiştik bile. Tepegöz ve İlhan geride kalmışken beşimiz yürümeye devam ettik. Müdürün odasına geldiğimizde "Sen dışarıda bekle," dedi öğretmen. Kendisi içeri girdi ve bir süre çıkmadı. O içerideyken neredeyse hiç konuşmadık. Daha önce hırsızlık yapmadığımız için alacağımız cezadan habersizdik ama müdüre intikal eden hiçbir olay cezasız kalmıyordu. Tüm okula emsal niteliğinde bir karar verilmeden bitmiyordu iş. Endişe ile beklerken nihayet kapı açıldı ve İsmail öğretmen ceketinin düğmelerini açarak dışarı çıktı.

 

"Müdür bir gün boyunca ardiyede kilitli kalmana karar verdi."

 

"Kilitli kalmak mı?" Mehmet celalle ayağa kalktığında derin nefesler almaya başladım. En sonki Altın gün'de talep edilmiştim. Onunla bir bağlantısı vardı mutlaka bu işin. Aksi halde neden böyle bir ceza verilir ki? İsti kapatılmasa da daha makul bir şekilde ört bas edilebilirdi.

 

"Hadi," dedi İsmail öğretmen ve bir kere daha kolumdan tuttuğunda yürümeye başladık istemsizce. Diğer üçü peşimizden gelirken çıt çıkmıyordu.

 

Ardiye okulun ormana bakan dış kapısının hemen yanındaydı. Buraya kırk yılda bir malzeme yerleştirilirdi çoğusu da unutulur giderdi. Neredeyse hiç kullanılmayan bir yerde ne işim vardı ki?

 

"Çok değil zaten, bir gün bekleyeceksin tamam mı? Biraz düşün bakalım. Hırsızlığın kötü bir şey olduğunu eminim biliyorsun ama bazen insan kendine hakim olamıyor şimdi olduğu gibi. Düşünmek sana iyi gelecek."

 

İsmail öğretmen bana bir şeyler anlatırken onu duyuyor gibi değildim. Hala daha ne yaşadığımı çözmeye çalışıyordum. Ben odaya girdiğimde ardımdan kapı kilitlendi. Karanlık oda yavaşça loş daha sonra da etrafı görebileceğim bir hale geldiğinde küf ve rutubet kokusu içinde kaldım. Dışarıdan gelen sesleri duyabiliyordum rahatça.

 

"Hadi çocuklar siz de burada beklemeyin, derslerinize."

 

"Ama öğretmenim yemek vakti ne olacak? Susarsa? Tuvalete gitmesi gerekirse?"

 

"Mehmet endişelenme, bunların hepsini takip edeceğim. Siz sadece derslerinizle ilgilenin oldu mu?"

 

Arkadaşlarım isteksiz de olsa ayrılırken İsmail öğretmen son kez kapıma tıklattı.

 

"Sadece düşün Anıl. Seni orada bırakmayacağım endişelenme."

 

Ortam sessizleştiğinde Mehmet, Samet ve Serhat dersliklere doğru ilerlemişti ki okulun asıl giriş yapısından aracı ile gelen kişiyi gördüler. Üçü birden gözlerini dahi kırpmadan araçtan inen kişiye bakarken "Gözlerim doğru görüyor değil mi?" diye sordu Serhat.

 

"Kesinlikle!"

 

Samet ve Serhat arasındaki konuşmayı Mehmet sessizce dinlerken okula henüz yeni giriş yapan müdüre bakmaya devam ediyorlardı. Bu durumda İsmail öğretmen müdür odasında kiminle görüşmüştü? Müdür yeni geliyorsa bu emri veren kimdi?

 

🔰

 

 

 

Vakit geçtikçe gözüm karanlığa daha çok alışıyor, etrafta olanları net bir şekilde görebiliyordum. Bir köşede duran piyano tozlanmış, demir bölümleri küflenmiş ama hala daha dipdiri duruyordu. Dizlerimi karnıma çekip oturalı uzun bir süre olmuştu ki yavaşça ayağa kalkıp piyanoya doğru yürüdüm. Onu ilk görüşümü daha dün gibi hatırlıyordum ancak on seneden fazla olmuştu. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir çocukken buraya bırakıldığımda her şeyin daha iyi olmayacağını daha o zamandan hissediyordum. Sevinç çığlıkları atan çocuklar birlikte oyun oynarken aralarına katılsam bile hep ayrık otu gibi seçileceğimi biliyordum. Bir ortama kolay ayak uyduran biri olarak daha o zamanlar burasını asla benimseyemeyeceğimi çok net biliyordum.

 

Okulun girişindeydi o zamanlar bu piyano ve genç bir öğretmen kullanıyordu. Uzun boylu, gözlüklü, ince biriydi Ali öğretmen. Ben geldiğimde yeni öğretmen olmuştu ve tıpkı bizim gibi bu okulda okumuştu. O zamanlar ağlamaktan gözüme uyku girmezdi. İçimi yiyip bitiren bir fare varmış da sürekli buradan gitmem için bana baskı yapıyordu sanki. Fakat ne zaman Ali öğretmenin çaldığı parçayı dinlesem sakinleşirdim. Sanki o da bilirdi de benim iç sıkıntımı ona göre başlardı çalmaya. O yaşlarda insan bilemiyor tabii anne babasının yok olacağını. Sanıyor ki bir yere gittiler geri gelecekler. Yarın gelecek, üç gün sonra gelecek, bir hafta, bir ay ve böylelikle yıllar geçip gidiyor. Ne onlar geliyor ne verilen süre bitiyor. Tükenen sadece bir ömür ve beklemekle geçen yıllar olarak kalıyor.

 

Piyanonun tozlu tuşlarına dokunurken aynı Ali öğretmenin çaldığı parçayı çalmaya çalıştım. Onunki kadar seri olmasa da o yıllara götürüyordu beni. Toplamda bir senelik bir birliktelik olmuştu ama itiraf edeyim ki eğer bu müzik olmasa ben alışamazdım buraya. Özgürlük şarkısı gibi gelmişti ta o zaman da kulağıma. Bazı zamanlar güneş batmadan hemen önce son ışıklarını sunarken çalardı. Piyanonun durduğu pencereden içeri sızan güneş ışınlarının pembe, koyu turuncu halkaları yüzüne vururken, o ihtişamlı bir heykeli andırıyordu gözümde. Parmakları o kadar seri hareket ederdi ki, vücudu hiç kıpırdamadan çalarken sanki o değil de piyano ona itaat eden bir hizmetçi gibi görünürdü gözüme.

 

Merdivenlerden bilerek inip çıkardım sırf onu görmek ve dinlemek için. O yaşta küçük bir çocuğun kulağına giren sesler asla çıkmaz. Kimi arkadaşlarım çığlık seslerini unutamıyor, buraya gelmeden önce duydukları şiddetten kalan. Kimisi ağlayış, kimisi ötelenme, kimisi küfür kötü söz. Hepsinin aklından çıkmayan bir ses var mutlaka. Benimse bu parça ve piyano sesi...

Ali öğretmen hayatımı kurtaran can simidini yolladığında biraz olsun çekilmeye başlamıştı yetimhane. Daha insansı görünmüştü herkes ve daha yaşanılası gelmişti. Ama nasıl olduysa geldiğimin ikinci senesinden itibaren bir daha göremedim onu. Herkeslere sormama rağmen kimse bir şey bilmiyordu. Müdüre sormaya cesaret edemediğim için de çocukluk aklı yavaşça unutmaya başladım.

 

Şimdi deseler ki geçmişte hangi zamana dönmek istersin?

 

Ali öğretmenin o uzun ince güzel parmaklarını kuğu gibi süzdüğü piyano kullandığı zaman derdim.

 

Piyanodan ayrılıp yeniden yere oturdum. Vakit geçmek biliyordu ama güneş baştmaya yaklaşmıştı bile. İnsan tek başına olunca tezatlıklar da birbirini buluyordu.

 

Sağ dizimi karnıma çekip solu uzattım iyice. Gözlerim tek bir noktaya dalmışken aklıma o gece geldi.

 

Beni istedikleri, Altın gün için seçildiğim gece.

 

Aynı anda kaşlarım çatılırken oturduğum yerde toparlandım hızlıca.

 

"İlhan'ın eşyalarını ben çalmadım ama dolabımdaydı? İsmail öğretmen o gece benim adımı verdi ve şimdi de İlhan'ın sözüne itibar etti? Okulda hiçbir hırsız hapis cezası almazken ben depoya kapatıldım?"

 

İçim dehşet bir endişe ile kaplandığında "Anıl," diye fısıldadı biri. Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde pencerede duran Mehmet'i gördüm. Camı açmam işin işaret yapıyordu. Hemen koşup yanına geldim. Pencereyi açtığımda az uzaktaki etrafı gözetleyen Serhat'ı gördüm.

 

"Nasılsın kardeşim, iyi misin?"

 

"İyiyim de siz ne yapıyorsunuz burada?"

 

"Ya, korkma ama sana bir şey olacak diye endişeleniyoruz. O yüzden yerimizde duramadık sana bakmaya geldik. Samet içeride etrafı gözetliyor, Serhat da bahçeyi."

 

"Korkmuyorum Mehmet de sence de çok tuhaf değil mi?"

 

"Aşırı tuhaf kardeşim. Bak var ya, İsmail öğretmen müdürle falan konuşmamış oğlum. Senden ayrıldıktan sonra müdür daha yeni geliyordu. Bu adam kimle konuştu lan?"

 

Yüreğim köpürürken endişe etmeden duramıyordum. Tiz bir korku her yerimi sardığında yutkundum.

 

"Sakın o gece ile alakalı olmasın? Bizim duyduğumuzu bilmiyorlar, bunların gözü zaten senin üstündeydi. Çok tedirginim kanka, tırnaklarımı yedim endişeden. Ne yapacağız biz şimdi?"

 

Mehmet'i ilk defa bu kadar korku içinde görüyordum. Bana diyordu ama asıl o çok korkuyordu. Haklıydı da ortada çok tuhaf şeyler dönüyordu. Ellerim pencerenin pervazını sıkarken "Beni alacaklar o zaman," dedim. "Artık o gidenlere her ne yapıyorlarsa aynısını bana yapacaklar."

 

Elimle saçlarıma dokundum. Bir tutam sarı saçımın o yastık içine yerleştiğini düşünürken kendimden geçmek üzereydim. Kanım çekilmişti sanki. Hayır bir şey değil kendimi savunacağım tek bir şey bile yoktu. Ne yapıp edip beni tuzağa düşürmüşlerdi. İşin içinde öğretmen de varken nasıl aklanabilirdim ki?

 

"Ne yapmayı düşünüyorsun?"

 

En az benim kadar korku dolu bakışlara sahip Mehmet'e baktığımda başımı iki yana salladım.

 

"Hiçbir şey."

 

"Ne! Nasıl? Mutlaka yapacak bir şey vardır."

 

"Her ne iş çeviriyorlarsa sessizce onlara boyun eğmeliyim. Belki de bu sayede onların oyunlarını ortaya çıkarırız."

 

"Oğlum salak salak konuşma lan. Oyunlarını ortaya çıkarmak için hayatını feda edeceksin farkında mısın?"

 

"Ölmemem için çabalamanızı istemekten başka yapabileceğim bir şey yok. Olur da başıma bir şey gelirse de sizler bu işin peşini bırakmayın."

 

Mehmet'in gözleri dolarken sözlerime ben bile şaşırıyordum. Delice bir korku damarlarımda yayılırken boğazımda biriken can sıkıcı hissiyat ile böyle sözler olabildiğine zıttı. Bir an önce kurtulmak için demirleri kırmanın yolunu bulmak ya da çığlık atıp yardım dilenmem gerekirdi ama bunların hiçbirini yapmıyordum. Bu garipliğe ben de şaşırıyordum ama içinden öyle bir taşkınlık gelmiyordu. Elim ayağım kesilmiş çaresizce teslimiyeti kabullenmiştim.

 

"Tamam o zaman biz yine geliriz tamam mı? Dikkat et kendine."

 

Mehmet nemli gözlerini elinin tersi ile silerken başımla onayladım ve ta uzakta duran Serhat'a el salladım. Gördü ama karşılık vermedi dikkat çekmemek için. Sonra Mehmet gitti ben camı kapattım ve yeniden oturduğum yere döndüm.

 

Yerin kan donduran soğukluğu içimi ürpertiyordu. Küf kokusu burnumu sızlatıyor loş ışık gözlerimi acıtıyordu. İyiye dair tek bir şey kalmamıştı ve ben gittikçe bu kaosu sahipleniyordum. Kaderim buymuş gibi. Buna layıkmışım gibi. Yıllar önce antika bir piyano tasviri ile başlayan hikayem, yine aynı piyanonun varlığı ile son bulacaktı. Anıl Şanlı son cümlelerini yazıyordu ve artık yeni bir bölüme geçmenin zamanı gelmişti.

 

Böyle olur ki zaten... Desteksiz büyüyen çocuklar büyüdüklerinde en ufak rüzgârda düşüverir. Alışılmamış şefkatin yokluğu, darbelerden daha ağır gelir. Hiçbir fizik kuralı işlemez onlarda. Darbenin nereden geldiği de mühim değildir zaten. İçten gelse dışı yıkılır. Dıştan gelse harap olur. Hep yıkılmaya mahkum, imara reddiye vermiş, pek tabii yok olmaya hevesli gibidirler.

 

Gün hızla yitip giderken ben kendimi uykularken buldum. Atak seslerini işitince gözlerimi açıp etrafı kontrol ettim. Karanlık bastırmış dışarıdaki loş ışığın zerresi giriyordu sadece. Kapıya gelen kişi hızla kilidi çevirdiğinde kapı gıcırdayarak açıldı. Ayağa kalkıp gelen kişiyi görmeye çalışırken "Anıl hadi," dedi İsmail öğretmen.

 

"Öğretmenim? Bitti mi cezam?"

 

"Bitti."

 

Gözlerimi koridorun ışığına alışmak için birkaç defa kırparken yürümeye başlamıştım ki "Oradan değil, buradan," dedi İsmail öğretmen. Gösterdiği yer ormana açılan dış kapıydı. Şaşkınlıkla yüzüne baktığımda "Çabuk ol, çok vaktimiz kalmadı," dedi saatine bakarak.

 

"Hocam neden? Saat kaç."

 

"Oğlum bak..."

 

Başka sesler gelmeye başladığında İsmail öğretmen bileğimden tutup çekti ve birlikte deponun çaprazındaki boş sınıfa girdik. Kapıyı kapatmamızla gürültü yükseldi.

 

"Eğer ona bi şey olursa seni valla gebertirim. Or** anan da alamaz elimden. Lan köpek iki parça bez için gidip şikayet ettin hocaya. Yarın gece almaya gelecekler veledi."

 

Tepegöz ve İlhan hızlı adımlarla depoya doğru gelirlerken sınıfın kapısının küçük cam bölümünden onları izliyorduk.

 

"Depo?"

 

Tepegöz deponun kapısını açık görünce aniden durdu ve elleri ile başını tuttu.

 

"Şimdi b** yedik işte. Ulan!"

 

Sert bir tokat indirdiği İlhan duvara çarparken depoya doğru koştu ancak hemen geri çıktı.

 

"Yok lan. İçeride kimse yok. Nereye gitti bu it?"

 

"Belki öğretmen çıkarmıştır. Yatakhaneye bakalım. Saat üçe geliyor bu saatte uyusun diye çıkarmıştır belki."

 

İlhan fikirler üretirken Tepegöz delirmek üzereydi. Aksayan bacağını umursamadan koşarken İlhan da peşine takıldı ancak ardına bakıp bizden iz var mı diye kontrol etmeyi de ihmal etmedi.

 

"Hadi."

 

Bileğimden tutan İsmail öğretmen çekiştirdiğinde "Hocam," dedim.

 

"Yapma Anıl, vaktimiz çok sınırlı. Olanları az çok biliyorsun. İlhan bana anlattı takip ettiğinizi. Gümüş gün merasiminde olanları, seçilen öğrencilere neler yapıldığı ve sıranın sende olduğu."

 

"Seçilen öğrencilere ne yapıldığını bilmiyorum ama siz de onlardansınız," dedim bileğimi geri çekerek. "Beni nereye götüreceksiniz? Ne yapacaksınız?"

 

Derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Dudaklarını ıslatarak yeniden baktığında "Şüphelerinde haklısın ama şu an sana bunları açıklayamam. Tek yapabileceğim hayatta kalmanı sağlamak olacak. O yüzden şimdi kaçmalısın," dedi.

 

Bir yanım ona inanırken diğer yanım kabullenmiyordu.

 

"Ama ben..."

 

Biz konuşmaya devam ederken daha fazla gürültü ve ses gelmeye başladı.

 

"Efendim sizi yarın gece bekliyorduk. Biz de çocuğu hazırlayıp..."

 

"Kapa çeneni. İsmail öğretmen denen köpeğin dosyalarımızı kopyalandığını biliyor muydun? Yanımızda gezinen bir çıyanmış. Çocuğun kaldığı yeri göster bize..."

 

Sesler artarken "Anıl hadi!" diye sitem etti İsmail öğretmen.

 

"Hocam sizi yalnız bırakamam."

 

"Oğlum git!"

 

Ormana açılan kapıyı açıp beni fırlatırcasına attığında kapı kapandı. Gecenin sabaha çalan o vaktinde yeni uyanan kuşlar hayvanlar ve türlü yaratıklarla dolu karanlık orman bana olabildiğine kasvetli görünürken asıl kasvetin içeride olduğunu biliyordum.

 

"Kapının önünde neden bekliyorsun? Depo niye açık? Çekil lan!"

 

İçeride gürültü yükselirken İsmail öğretmen kapıya yapışmış geçmelerine izin vermiyordu. Bir yandan koşarken bir yandan bakıyordum. Nefes nefese korku ile ağaçların olduğu noktaya geldiğimde bağırış sesleri çok uzaklara bile geldi. Ta ki bir ses silah sesi duyduğumda her şey kesildi ben de durdum. Aradaki yüz metre ile ağaçlara ulaşmışken açılan kapıdan önce Altın gün'de gelen adamlar ve kadın sonra da Tepegöz çıktı dışarı. Acele ile etrafa baktılar ve nerede olabileceğimi düşündüler. Ağaçların arasında iyice gizlenmişken hepsi orman tarafına baktı. Gidebileceğim, kaçabileceğim tek nokta olan orman...

 

Boğazıma biriken korku ile geri geri giderken titriyor, göz yaşı döküyor, delicesine atan kalbime hakim olmaya çalışıyordum.

 

"Anıııl! Hiçbir yere kaçamazsın lan fare!"

 

Tepegöz'ün o iğrenç sesi ormana kadar ulaşırken hepsi birden bana doğru koşmaya başladılar. Geri attığım adımlardan vazgeçip tüm hızımla koşmaya başladığımda bana çarpan çalılar, ayağıma batan dikenler, çizilen kolum, elim, yüzüm bir yana ölümüne koşuyordum. Yanımdaki ağaçlar birer silüet gibi geçil giderken havanın siyahı vakitle laciverte sonra da maviye çalmaya başladı.

 

Ben ne kadar koşarsam koşayım Tepegöz'ün iğrenç sesini duymaya devam ediyordum sanki. Hep beni rahatsız edecek şeyler söylüyordu. Beynime işleyen cümleler kurmasını çok iyi biliyordu.

 

"Ormanın sonu yok ki..."

 

"Nereye kadar kaçacaksın? Elbet yorulacaksın delilik etme!"

 

"Bize gel! Affedeceğiz seni!"

 

Tüm gücüyle avaz avaz bağırırken nasıl da beni kullanabildiğini düşündüm. Evet o hep böyleydi. Bir gıdım sevgiye muhtaç çocukların sinelerine işleyip sonra da onları birer makine gibi kullanırdı. Hayatımda gördüğüm en acımasız fabrikalardan biriydi.

 

Bir saate yakın hiç durmadan koştuktan sonra kendimden geçmiştim. Ağaçlar sallanıyordu sanki, gökyüzü yer değiştiriyordu. Korkunun en kötü hali, açlık, susuzluk, çaresizlik ile harap düşmüşken ayağım yerdeki otlara takıldı ve kendimi yerde buldum.

 

Açık olan ağzıma biraz çamur biraz ölü ot girerken başım yere çarptığı için tüm bedenim sarsıldı. Yutkunamadım bile. Kalkmadım da. Uzandım öylece. Bir an bomboş geldi çabam. Rüzgarın saçlarıma karışan dokunuşları sanki beni kaldırmaya çalışıyordu ama benim buna hiç hevesim kalmamıştı.

Ne gerek vardı ki yaşamama? Ne için çabalıyorum? Bunca vakit pek keyifli mi geçmişti günler? Bundan sonra da ne olacaktı? Ayağıma takılan otların vardı bir bildiği. Belki de o yastıkta saçı olanlardan biri olmalıyım. Belki de diğerlerinin kaderlerine ortak olmalıyım. Sonra parmak uçlarım ıslak zeminde nemlenirken bir karınca çıktı elimin üstüne. Gözlerim ve dikkatim onun üstüne yoğunlaşmışken yalnız olmadığını fark ettim. Ağzında koca bir tomurcuk vardı. Hemen sonrasında da eksik olduğunu fark ettim. Arka bacaklarından biri ile ön bacaklarından biri eksikti. Diğerlerine göre yavaş yürüyor, daha az taşıyor ama devam ediyordu. Bunca vakit ne kadar iyi olduğundan uzak, ilerisinde ne olacağından ırak sadece devam ediyordu. Güvendiği ve dayandığı şey her neyse onu devam etmeye itiyordu.

 

Değer mi karınca, bunca eksiğe sahipken? Dur bir köşede ve ölümü bekle...

 

Lakin ben, milyonlarca yumurta içinden hayata gelmeye hak kazanmış biriyim. Milyonlarca yumurta telef olup dünyaya gelmeyi bile başaramamışken ben buradayım. Onlar arasından seçilip gelirken bana değer veren varken neden bunu düşüneyim?

 

Karınca konuşmuyordu. Hoş ben de konuşmadım ama böyle bir diyaloğun aramızda geçtiğine yemin edebilirim.

 

Kalk. Sana dünyaya gelmene izin veren için, bir vücut bulup var olmana müsaade eden için, hikayeni yazıp yaşamana izin veren için, kalk. Kalk ve devam et. Sen kalkmak istemezsen, seni kimse kaldıramaz.

 

O gün bir karınca tuttu elimden ve iri cüsseme aldırmadan kaldırdı beni. Ayağa kalktığımda hala daha sarhoş gibiydim ama yürümeye başladım. Görüş kalitem düşüktü ama koşmaya da başladım. İradem azdı ama inanmaya da başladım. O gün varlığımın bilince vardım ve ilk defa yaşamaya başladım. Meğer hayatta kalmak ve yaşamak bambaşkaymış.

 

"Koş," dedi karınca. "Çok hızlı koş."

 

Koşuyorum. Çok hızlı koşuyorum. Nefesim kesiliyor ama koşmaya devam ediyorum. Peşimdeler biliyorum. Nereye gidersem gideyim, hangi ağacın arkasına saklanırsam saklanayım, hangi köşeye sıkışırsam sıkışayım beni bulacaklar...

 

Ensemdeler, bir karış ötemdeler, beni arıyorlar...

 

Tek istedikleri benim. Şayet yakalanırsam asla yaşamama izin vermeyecekler. Issız bir ormandayım. Korkunç sesler geliyor. Beni korkutmaya çalışıyorlar. Çevremi sardılar ve kaçacak yer bırakmadılar.

 

Aklımla oynuyorlar. Sütün kaynadığı gibi beynimi bulandırmaya çalışıyorlar. Bir pirenin gezindiği gibi rahatsız ve cüretkarca geziniyorlar etrafımda. Dalga geçiyorlar ve beni pusuya düşürmek için tetikte bekliyorlar.

 

Titriyorum...

 

Bir ağaca tırmansam da gökyüzüne ulaşsam keşke. Ama yapamam. Durduğum anda bulurlar beni. Sırlarını öğrendim. Ne yaptıklarını öğrendim. Bundan böyle asla peşimi bırakmazlar. Beni öldürecekler.

 

Koşuyorum...

 

Çok ama çok hızlı koşuyorum.

 

Ormanın içinde koşarken başımın üstündeki gökyüzü de dönüp duruyordu. İki saate yakın koştuktan sonra nihayet uzaklarda bir yol gözüktü. Asfaltı güneşte parlarken gözlerimi zor açıyordum. Kuruyan boğazım için iki kere yutkundum ve yerde sürünen ayaklarımı güçlükle kaldırarak yürümeye devam ettim.

 

"Hep senin yüzünden Emre. Kestirme diye bu yolu seçtin, şimdi nereden gideceğiz?"

 

"Ben ne bileyim ya? Heyzır şehir hastanesinin yakınındaki ormandayım demedi mi? İşte o orman bu ama şehir hastanesi ne tarafta bilmiyorum."

 

"Oğlum madem bilmiyon niye bizi ha şuraya getirdin lan?"

 

"Onur bağırıp durma, sür sen de geriye gidelim madem Allah Allah ya!"

 

Gelen sesler kulağımı doldururken daha hızlı koşmaya başladım. Asfalta yığılırcasına kendimi bıraktığımda karşımdaki ikili birbirine sarılarak çığlık attı.

 

"Ya-yardım edin..."

 

"Bu da kim lan? Hey, zombi misin sen?"

 

Zombiden farkım yoktu belki ama cevap verecek halim olmadığı için başımı iki yana sallayıp yutkundum.

 

"Lü-lütfen beni kurtarın. Yalvarırım yardım edin. Allah aşkına."

 

"Ne oldu sana böyle? Onur ben, eski polis memuruyum."

 

"Peşimdeler. Hemen. Arkamdalar. Geliyorlar. Yardım. Edin."

 

Her kelimemde derin nefes alırken "Tamam tamam gel," dedi Onur abi.

 

"Ben de Emre'yim. Ben de eski polis memuruyum. Söyle bakalım kim peşinde bakalım?"

 

Onur abi ile birlikte araçlarına bindik. Peşimden Emre abi de girince araç hareket etmeye başladı.

Korku ile arkama orman tarafına bakarken gelen kimse yoktu. Belki yorulup geç kalmışlardı belki de beni yakalayacaklarına emin oldukları için acele etmemişlerdi. Her ihtimalde kendimi onlardan uzak bir yere attığım için şimdilik derin nefes alıyordum.

 

İlk defa gün yüzü gören mahpus kaçkını gibi...

Kafesinden nefret eden asi bir kuş gibi...

Kim olduğunu bilmeyen kimliksiz bir zavallı gibi...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

🤍

 

Herkese merhaba. Bölümü daha önce yayınlamam lazımdı ancak bazı aksilikler oldu. Beklettiğim için özür dilerim. Lakin çok da bekleyen kaldığını sanmıyorum. Sanırım seri uzadıkça ve ben yazmakta zorlandıkça ayrıca ara da açıldıkça çok kan kaybettik. 4. Kitap diğer üç kitaba göre daha zor yazıldı benim için. Belki de kendi hayat hikayem zorladığı için bilmem zorladı. Ayrıca bunca emek ve kurgulamadan sonra ne istediğim yayınevine kavuşabiliyorum ne de aktif bir kitle edinebiliyorum. Bilemiyorum belki de bırakmalıyım artık bu işleri. Lakin her defasında bırakmazsan kazanırsın lafı geliyor aklıma. Yine de bunca şey arasında gerilerde kalmak üzüyor. Final bölümünü de yazıp 4. Kitabı bitireceğim. Hiç beklemeden 5'e başlarım demiştim ama bu iştahsızlılıkla sanırım zor gibi. Doğru yerde değilim belki de. Yanlış kişiyim kim bilir. Öyle ya da böyle bunca zaman yanımda olan herkese teşekkür ederim. Minnetle ❤️

Loading...
0%