@hakugu
|
Birer yapboz parçası gibi dağılmıştı herkes. Toparlanamayacak kadar uzaklaşılmış, tanınmayacak kadar kimliksizleşilmiş, içinden çıkılamayacak kadar düşülmüştü. Cihanşah'ın polisliğine kara düşmüş, Yağız ve Meriç'in tayini çıkmış, Emre ile Onur hastanede, Haris örgütte ve Heyzır ise tek başınaydı. Böylesi bir karmaşada nefes almak bile imkansız hale gelmişken hepsi birden gökyüzüne baktı. Cihanşah'ın baktığı yer soruşturma için tutulduğu eski binaydı ve tavanı açık yapıdan gökyüzü görünüyordu. Gecenin bir yarısında kayan yıldızı görmüştü. Aynı yıldız Yağız'ın nöbet tuttuğu yeni görev yerinde de ilerlemiş, Meriç'in kafa dinlemek için kendini attığı sokaklarda da kaymaya devam etmişti. Onur ve Emre henüz gözlerini açamasa da onların odalarındaki pencereden de aynı yıldız görünüyordu. Yıldız Haris'in kaldığı daireden de görünmüştü. Aynı yıldız emniyetin penceresinden bakan Heyzır'a da göründüğünde hepsi birer kez gözlerini kapattılar. Her şeyin başladığı o günlere. Herkesin daha inançlı ve hepsinin birlik olduğu o zamana döndüler. Sanki bu yıldız geçmişten uzatılan bir el gibiydi. Kayıp yapboz parçalarını bulacak, hepsini yerine yerleştirecek isteği verecek ve bütün resmi görmek için yardım edecek bir parıltıydı. Karanlıkta bir adım dahi atılamazken bu yıldız gece için yeni bir umut getirmişti. Öylesi büyük bir yıldızdı ki bu sefer kayışı insanları üzmemiş aksine umut vermişti.
Günümüz Hacer Gazel
Kayan yıldızı daha iyi görmek için camdan dışarı bakarken kapı tıklatıldı ve içeri biri girdi. Kim olduğunu bakmak için dönmeme gerek kalmadan kendisi belli etmişti.
"Komiserim siz de gördünüz mü yıldızı?"
Yavaşça camdan ayrılıp savcıya baktım. Bu sesi nerede duysam tanırım. Gir demeden içeri giren, bir müdür değilmişim de arkadaşıymışım gibi davranan bu kızdan rahatsız olmaktan kendimi alamıyordum.
"Sizin yıldızınız mıydı yoksa? Pek bir keyifsiz gördüm sizi?"
"Gecenin bu saatinde neden hâlâ emniyettesin?"
"Şu maskeli şaklabanı araştırmamı söylemediniz mi? Çalışıyorum işte," dedi kendisine bir sandalye çekip laptopunu da masaya koyup açarak.
"Bu üstün çalışman için seni tebrik ediyorum ama mesai bitti. Sonuçları kime göstereceksin?"
"E siz buradanız ya işte?" Bana bakmadan, laptopa yazı yazmaya devam ederek söylemişti bunu. Üstünde koyu yeşil takım elbisesi bütünüyle bir zümrüt gibi görünürken hafif yoluk saçları (fazlaca kırığı vardı) tamamen makyajsız eril bir tipi vardı. İnce uzun bu savcı kız olabildiğine zekiydi ama ukalalığı sinirimi bozuyordu işte.
Pencereden ayrılıp bir bardak su almak için damacanaya yöneldim. Aldığım suyu içerken "Yalnız bütün gazetelerde boy boy haberini yapmışlar. Üstelik halk kahramanı olarak geçmeye de başladı. Maskeli şövalye de demiyorlar. Millet iyice kafayı yedi yemin ediyorum. O da ne?" dediğinde bardağın üstünden göz ucuyla ona baktım. Yine ne bulmuştu?
"Yanlış mı görüyorum yoksa bu bir M harfi mi?"
Bir çırpıda içtiğim sudan sonra bardağı buruşturup çöpe attım ve hızlı adımlarla onun yanına geldim. Laptoptaki fotoğrafı daha çok yaklaştırıp şu binadan kurtardığı kızdan sonra aynı katta oluşan büyük M harfini gösterdi.
"Biz oradayken bu harf yoktu değil mi?"
Aşağıdan yukarı bana baktığında başımı iki yana salladım. "Yoktu."
"Maskeli şövalyenin mesi mi yani? Vay be bu çocuk kendini Zorro falan mı sanıyor? Ahah! Şimdi daha çok gıcık oldum işte."
Eğilip fotoğrafı daha çok büyüttüm. Gerçekten de M harfi vardı ve savcının tahmini epey mümkündü. O halde bu şövalye gittiği yerlerde iz olarak M harfini mi bırakıyordu yani? Böylesi bir durum hiçkimseden korkmadığını da gösteriyordu.
"Sizce de onu emniyete çağırmanın vakti gelmedi mi?"
Bana baksa da derin bir iç çekip ona bakmadım. Kendime bir sandalye çekip en sonki davanın dosyasını açıp okumaya başladım. Gel deyince geleceğini mi sanıyordu? Polisin herkesi yakalayabileceğini ya da her şeyin bizim iznimizle olduğunu falan mı düşünüyordu bilmiyorum ama savcı biraz gerçek hayata dönse iyi olurdu.
"Müdürüm?"
"Bu tarz kişiler polisle bile bağlantı kurmaz. Dene istersen ama ulaşabileceğimizi sanmıyorum," dedim.
"Müdürüm ben savcıyım hadi. Ama sizin itibarınız sarsılıyor farkında değil misiniz?" İlk defa gözlerine baktığımda boş bakışlarla bana bakıyordu. İkimiz de birbirimize su götürmez bir şekilde gıcık oluyorduk.
"Bu gözler vakti zamanında bir hırsızdan yardım alındığını bile gördü. Neden bir halk kahramanının önünü keselim ki?"
"Çünkü insanlar kendi kendini korumaya başlarsa emniyete ne gerek var da o yüzden."
"Emniyet yaratıcı değil savcı hanım, her yere yetişmemiz mümkün değil. Biz gelene dek canını kaybedecek olanların hesabını verebilir misin? Bu kişi adalete ters bir şey yapmadığı müddetçe yardımlarını kabul etmeye devam edeceğiz o yüzden. Lakin kim olduğunu bulmayı ben de istiyorum."
"O halde onunla iş birliği yapacağız öyle mi? Peki ya adalete ters bir şeyler yapmaya başlarsa?"
Dudaklarımı büzüp dosyaya yeniden döndüm.
"O zaman elbette ki yakalayıp gerekli işlemleri yapacağız. Gözümüz üzerinde ve takipteyiz. Ama şu M harfinden emin olmaya çalış. Eğer gerçekten bir iz olarak kullanıyorsa onu daha yakından tanımak için bir ip ucu olabilir. En azından arkasında kim var bulabiliriz."
"Ya kimse yoksa?"
Bu sefer boş bakışlarla ben ona baktım.
"Bu adam tek başına yapıyorsa ya bu kahramanlığı?"
Savcının gözlerine bakıp başka şeyler görmeye devam ettim. Doğrusu ben de çok merak ediyordum ama bir yandan da olduğu gibi kalsın istiyordum. Maskeli şövalye gibi bir destek ters tepilecek ya da karşıya alınacak bir güç değildi.
Gözlerimi yavaş yavaş yere sonra da dosyaya çevrildiğinde en sonki davayı okumaya devam ettim. Kayıp Bedia hâlâ bulunamamıştı ve Melike de henüz tedavi altındaydı. Gibi denen grubu ailelerinin baskısı yüzünden emniyete alamıyorduk. Daha açığı delil yetersizliği vardı. Ne halt etmişlerse tüm arkadaşlarını korkutmuşlardı ve kimse bir şey demiyordu. Kilit nokta Melike'ydi ama o da şu an uyutuluyordu. Vücudu o kadar bitap düşmüştü ki dinlenmesi için doktorlar en az iki gün boyunca uyutulmasını söylemişti. Gibi denen grubun ailelerine güvenmediğim için Üzeyir ile Süleyman'ı hastanede bırakmıştım. Odaya girip çıkan doktor ve hemşire dahil hepsini incelemesini ve bir an olsun gözlerini ayırmamasını söylemiştim.
"Maskeli şövalye ilk ne zaman görülmüştü biliyor musunuz?"
Dosyayı okumaya devam ederken "Tam emin değilim ama iki ay kadar önce olması lazım," dedim.
"Yani siz emniyet müdürü olduğunuz zaman öyle mi?"
"Öyle sayılır."
"Maskeli şövalye meselesinin siz müdür olduktan sonra ortaya çıkması size de çok tuhaf gelmiyor mu?"
Kuşkuyla kısılan gözleri ile bana bakınca ben de okumayı bırakıp ona baktım.
"Yoksa siz bu şövalyeyi tanıyor musunuz?"
Başını hafif yana eğip sorduğu soruda benden şüphelenmiş miydi yoksa bana mı öyle gelmişti? Bıkkınlıkla nefes verip dosyayı kapatıp iki elimi de dosyanın üstüne koydum.
"Bak, işinde başarılı olmanı takdir ediyorum. Bayağı da zekisin ama sence emniyet müdürü olmuşken, emrimde yüzlerce polis çalıştırırken, her türlü ekipmana sahipken niye bir de öyle birine ihtiyaç duyayım ki? Hem sen kendin demedin mi adam benim itibarımı sarsıyor."
Yüzündeki kuşku bulutu hızla açılırken tebessüm etti. "Doğru, haklısınız."
Başımı iki yana sallayıp ayağa kalktım. Sandalyemi düzeltip dosyayı kendi masama bıraktıktan sonra "Ben biraz dinleneceğim. Bir şey olursa aşağı kattaki yatakhanedeyim," dedim.
"Anlaşıldı müdürüm, iyi dinlenmeler."
Giderken arkama bakmadan el salladım. Evim gibi olan bu merkezde artık yürürken durup selam verilen kişi bendim. Bütün polisler beni görünce durup selam veriyordu ve ben de başımla onaylıyordum. Muhtemelen gelmiş geçmiş en çok emniyette sabahlayan müdürlerden biri olacaktım. Ev yolu bilmiyordum. Oysaki Turhan ayaklanmış evde kalıyordu. En son kurtardığımız Anıl da onunlaydı ve henüz onun davasını da çözmemiştik. Bugün tüm işlerimi bitirince onun işini de halledecektim. Turhan yanında Anıl da olsa yalnızdı. Aslında bunca işim olsa bile onu da yalnız bakmak istemiyorum ve üstelik annemi de ziyaret etmem gerekiyor. Doktor komadan çıktığını ancak onun da dinlendirilmesi için unutulduğunu söylemişti. Sabah hem annemi hem Emre ile Onur'u ziyarete gidecektim. Ama şimdi sadece biraz uyumak istiyordum. Saat dörde geliyordu ve sabah mesai yeniden başlayacaktı. Aklımı başıma toplamak için en az üç saat uyumam gerekiyordu.
Yatakhaneye girdiğimde üç polisin de uyuduğunu gördüm. Benim girmemle ikisi uyandı ve selam vermek için toparlanıyorlardı ki elimle durmalarını söyledim. Sadece biraz uyumak ve gitmek istiyordum. Onlar da yeniden yataklarına yatıp uyumaya devam ettiklerinde ayaklarımı ve ceketimi çıkarıp yatağa girdim. Başımı yastığa koyar koymaz gözlerim uykuya teslim oldu. Yorgun bedenim yatağa yapışacak gibi aynı şekli aldığında kendimden geçmiştim.
🎭
Güneşin ilk ışıkları odaya uğrarken kapı açıldı ve kapının kolu ile birlikte tutunduğu her yeri silen Yağız girdi içeri. Hemen ardından gelen Memati pembe donutla gülümserken bir tane de bana uzattı. Peşlerinden gelen Cihanşah perdeyi açıp içerisinin daha çok ışık almasını sağladı. Ta dışarıdan gelen atışma sesleri ile Onur ve Emre girdiğinde ses daha da yükseldi. Ve bir dosya ile içeri Meriç girdi. Yeni bir dava vardı sanırım ama bana gülümsüyordu. Gamze bir kemikle girdiğinde Meriç'le dosyaya bakıp bana gülümsedi. En son ise o... Elleri ceplerinde, siyah kumaş pantolonun üstüne giydiği beyaz gömleğinin üstten düğmelerini açmış bileklerini katlamış ve gayet rahat bir şekilde girdi içeri. Diğerleri gibi sağla solla ilgilenmedi de direkt bana baktı. Hep bana baktı. Durup durup bana baktı. Gülümseyip bana baktı. Bakışlarını yere indirip yine bana baktı. Yataktan inip tüm dostlarımı bir arada görmenin huzuru ile içim içime sığmazken ne yapacağımı bilmiyordum. Bir ona bir buna koşsam, hepsi ile sarılsam, ağlasam ya da çok özlediğimi söylesem...
Ama en çok da o...
Onun varlığı ile yüreğime dolan güveni nasıl anlatsam? Sırf o var diye heyecanlanan kalbimi ve mutlulukla kıpırdanan içimi nasıl göstersem?
Sonra içeri biri daha girdi.
Devran Korkmaz...
Elinde bir mektupla...
"Yusuf Gazel'in bedeninden çıkan bu mektubu okutmalıyız. Yoksa dünya seller altında kalmaya devam eder."
Herkes Devran'ın elinde tuttuğu mektuba bakıp bir anda almaya çalıştı. Bir karmaşa çıktı ve ben aralarında kaldım. Tüm bu kalabalık arasında en son bir el en üstte mektubu taşımaya devam ederken diğerleri teker teker o kişinin önünde eğilmeye başladı. Memati, Yağız, Cihanşah, Onur ve Emre, Gamze ve en son Devran saygıyla eğildiğinde Haris neredeyse tavana kadar uzayan koluyla mektubu taşımaya devam ediyordu.
"Yusuf Gazel sadece ve sadece gökyüzünde olmayı hak ediyor."
Boğazımda düğümlenen acı ile gözlerim nemlenmeye başladı. Haris'in yüzündeki inanç ve kararlılık, çatık kaşlarının ardındaki güven ve emniyet, babama olan sevgi ve saygısı öyle çok bariz bir şekilde okunuyordu ki, onunla gurur duymaktan alamadım kendimi. Sonra herkes teker teker birer toz bulutu gibi çözülmeye başladı. Parıltılar halince havaya karıştırlar ve en son Haris aşağıdan yukarı koluna, eline ve en son mektuba kadar çözüldüğünde "Durun!" diye bağırdım. "Gitmeyin! Ne olur beni yalnız bırakmayın! Size çok ihtiyacım var, dostlarım! Haris! Haris!"
"Haris... Haris!"
Hızla yataktan kalktığımda nefes nefeseydim. Terlemiştim ve gözlerim de yaşlıydı. Yatakhanede tek kalmıştım güneş ise doğmak üzereydi. Demek üç saat bile uyuyamamıştım. Hızlı nefesler alıp gözlerimdeki yaşları sildim.
"Rüyaymış... O kadar gerçekti ki."
Bundan sonra yatsam da uyuyamazdım zaten. Kalktım ve temiz bir gömlek giyip saçımı topladım. Yatakhaneler kapısından çıkar çıkmaz dışarıda pencerenin bekleyen savcı karşıladı beni. Gözlerimi ovuşturup ona bakmadan yürümeye devam ettim, o ise benim yanıma gelip benimle yürümeye başladı.
"Uyumaya gittiğimi söylemiştim oysaki," dedim yürümeye devam ederken.
"İki saat bile sürmeyeceğinden emindim," dedi.
Bıkkınlıkla nefes verdiğimde elindeki dosyayı uzattı bana.
"Şövalye ile ilgili değil yani çok alakasız olacak ama bambaşka bir şey buldum ve sizi ilgilendirebilir diye düşündüm."
Önce sadece elime alıp göz ucuyla baktım ama sonrasında babamın bedeninden çıkan mektubun görseli olduğunu görünce aniden durdum.
"Bunun ne işi var sende?"
"Şey, Gamze araştırma yaparken tesadüf eseri gördüm ve fotoğrafını çekmiştim. Merak edip araştırdım ben de."
"Üstüne vazife olmayan işlere karışıyorsun savcı hanım. Bu mektubu biz araştırıyoruz zaten."
Yutkundu. Bakışları yüzümde gezinirken eskisi kadar gıcık değildi. Neden birden bire böyle olmuştu anlamamıştım.
"Müdürüm, galiba babanız bir örgütün kurbanı olmuş," dedi. Benim bunca vakit zor ulaştığım bilgilere onun böyle bir çırpıda ulaşmış olaması canımı sıksa da savcının kolundan tutup ters yöne yürümeye başladım. Gamze'nin eski odasına (şimdiki depo) gelip kapıyı kapattım. Kilitlediğimde gülerek ellerini pantolonun ceplerine koyup ceketinin eteklerini kaldırdı. Bu hali tam bir umursamaz havası vermişti doğrusu.
"Burada sen ve ben varız. Bir emniyet müdürü ve savcı değil de sadece Hacer ve Şirin."
"Tamam," dedi başını yana eğerek.
"Dökül bakalım. Senin derdin ne? Niye beni araştırıyorsun? Kimin adamısın? Arkanda kim var? Yoksa örgütün bir ajanı mısın?"
"Örgü..."
Birkaç saniye içinde çıkardığım silahım tam alnına isabetlenmişti ki ağzı açık kaldı.
"Beni hafife alıyorsun lakin ben sadece gürültü yapmak istemiyorum. Burada, hemen şimdi şu anda tek bir mermi ile canını alsam, gerekli raporları sunduktan sonra her kimin adamıysan eli boş kalır ve sen de canından olmanla kalırsın."
Sözlerimi özenle dinleyip tartarken bile saf görünüyordu. İnsanlar tanınır aslında Şirin'de pek bir ajan havası yoktu ama yine de amacının ne olduğunu anlayamamıştım. Ve bu canımı sıkıyordu.
"Kimsenin adamı değilim. Bu sivri dilimle kim beni adamı olarak alır ki? Ben savcılık mülakatına bile tam yedi kere girdim. Bir gram torpilim olsaydı yaşça sizden büyük olmazdım."
"Neden. O mektubu. Aldın?"
Kesik kesik sorduğum için tedirgin olmaya başlamıştı.
"Sa-sadece size yardım etmek için."
"Beni sevmiyorsun ne yardımı."
"Kim dedi sevmediğimi?"
"Hep açığımı bulup gıcık gıcık davranıyorsun."
"N-ne? Onlar tamamen sizi daha iyi bir seviyede görmek istediğim içindi. Yusuf Gazel gibi kahraman bir polisin kızına niye gıcık olayım ki? Bir mülakatta sırf Yusuf Gazel gibi olmak istediğimi söylediğim için elendim ben. Beni çok yanlış anlamışsınız."
"Yani bana iyilik yapmaya çalışıyorsun öyle mi?"
"Elbette."
"İyi zaten bunda da kurşun yoktu," dedim silahı indirerek. Alnında biriken terlerle derin bir nefes almıştı ki "Var mıydı ki ya?" dedim tekrar kaldırarak. Bir kez daha şoka girmişti ki "Yoktu yoktu," dedim ve bu sefer kesin olarak kemerime taktım.
"Ödümü koparttınız ama bence iyi yırttım. Sınavı geçtim değil mi? Artık bana güveneceksiniz?"
Bir şey demeden elimi uzattım ve dosyasını aldım. Fotoğrafı dikkatle incelerken "Ne buldun tam olarak?" diye sordum.
"Bakın tam şu köşedeki işareti görüyor musunuz?"
Büyüterek gösterdiği görsele baktığımda minik bir kuğu olduğunu gördüm.
"Siyah kuğu. Evet daha önce fark etmemiştim. Sen nasıl gördün?"
Gururla gülümseyip "Ehem. Gece bu görseli inceleyeceğim diye gözüme ağrılar girdi ama değdi doğrusu," dedi. "Hem ayrıca bununla da kalmıyor. Bu bir dövmeymiş biliyor muydunuz? Konya'da bu dövmeyi yapan bir iki yer buldum ama onlar yasaklandığı için artık yapılmadığını söylediler."
"Yasaklanmış mı?"
"Evet."
"Nasıl yani? Kim yasaklamış? Devlet mi? Bizim neden haberimiz yok."
"Resmi bir yasak olduğunu sanmıyorum. Çünkü dövmeyi görenlerin yüzünde korku vardı. Bence başka bir şey var."
Siyah kuğuya daha dikkatle bakarken "Örgütün de kendine ait bir dövmesi var," dedim. "Onlarınki yılan ve neden karşılarında olan kuruluşunki siyah kuğu olmasın ki? Madem siyah kuğu diye bir kuruluş var neredeler? Babamın şehadetinden sonra bir kişi bile göremedim."
"Eğer öyle birileri varsa şimdi de vardır müdürüm."
"Sanmıyorum," dedim başımı iki yana sallayarak. "Turhan senelerce o ilaçlarla zehirlendi. Benim işimin önüne hep setler çekildi, ailem dağıldı daha nicesi. Bizi koruyan kimse olmadı."
"Ama hâlâ hayattasınız değil mi?"
Sorusu ile tüylerim ürperdi. Doğrusu örgütün tek bir adamına bakardı hayatım. Hâlâ hayatta olmam ve işimin başında olmam...
"Bence bu siyah kuğu olayını araştırmalıyız. Görün bakın altından çok fazla bilgi çıkacak."
"Şirin senin kayıp kız davası ile ilgilenmen gerekiyor. Savcı makamısın sen? Neden emniyet müdürünün babasının geçmişini araştırıyorsun?"
Dudaklarını ıslatıp başını hafif öne eğdi. Azarlamıyordum aslında ama yine de şu an benim hayatımdan ya da geçmişimden daha önemli işlerimiz vardı. Bir can ellerimizden kayıp gitmek üzereydi ve ilk yapmamız gereken bu davayı sonuçlandırmaktı.
"Kusura bakmayın müdürüm."
"Teşekkür ederim ama lütfen işimize odaklanalım önce."
Elimdeki görseli ona verip yürümeye devam ederken ben koridorun sonundaki merdivenden aşağıya inmiş o da yukarıda kalmıştı. İçimden ona teşekkür ediyordum ve böyle desem bile bu işin peşini bırakmayacağını biliyordum. Ondan gelecek herhangi bir ayrıntı için can atsam da şimdilik sakin kalmaya çalışmalıyım. Ayrıca gerçekten ilgilenmem gereken tonla iş var. Eve uğrayıp duş aldıktan sonra hastaneye geçeceğim. Ziyaret etmem gereken en az on kişi var zira.
🎭
Duş alıp yeni kıyafetler giydiğimde yemek masasının donatıldığını gördüm. Turhan ve Anıl bana çilekli pasta ve birkaç tuzlu hamur işi yapmışlardı. Gerçi Anıl biraz daha geri duruyordu ama Turhan mutfak önlüğüyle pek bir yakışmıştı mutfağa. Ben bile böyle lezzetleri yapmakta pek becerikli değildim ama nasıl yapmıştı hayretler içinde masaya bakarken gülümseyerek omuzlarımdan tutup sandalyeye oturttu.
"Önce kendine bakmalısın abla. Sonra diğer herkes gelecek."
Turhan, geçen zaman içinde yakışıklı bir çocuk olup çıkmıştı. Yaşına uygun kilosu ile yaptığı spor iyice fit olmasını sağlamıştı. Onu çok dışarıya çıkarmasam da gür siyah saçları, beyaz teni ve yakışıklı yüzü ile tam bir beyefendi olmuştu. Benden habersiz vücut da çalışıyor olmalıydı ki kas yapmıştı.
"Annemi görmeye de gidecek misin?"
"Evet." Bir çatal aldığım pasta o kadar lezzetliydi ki hemen ikinciyi aldım.
"Ben de geleyim lütfen."
"Olmaz Turhan. Dışarısı şu an için güvenli değil. Çok üzgünüm ama bir süre daha evde kalmak zorundasın. Benim şu an ikametim belli değil. Ama yine de kimseye güvenmiyorum o yüzden yakında yeni bir yere de taşınabiliriz. Seni bir kere daha kaybetmeyi göze alamam ablam."
"Ama sen de tehlikedesin abla. Böyle saklanarak ne zamana kadar vakit geçireceğim? İyiyim ben artık. En son doktor gayet sağlıklı olduğumu söyledi."
"Biliyorum ama sen yine de biraz daha dayan olur mu? Ablan için. Seni de bir yerlere gönderip iyice paramparça olmak istemiyorum. Hı? Benim için."
Sıkılıyordu. Artık her genç gibi olmak istiyordu biliyorum ama yine de... açıklamam yoktu aslında. Korkaktım, korkuyordum. Tek bildiğim sevdiklerimi korumak için onları saklamaktı. Elimden başka bir şey gelmiyordu ne yazık ki.
Turhan'ın gönlü oluncaya dek her şeyden yedikten sonra çantamı alıp ayağa kalktım.
"Anneme selam söyle," dedi ve yanağını bana doğru uzattı. Öpeceğimi biliyordu. Uzunca bir öpücük kondurup saçlarını okşadım.
"Aleyküm selam. Dikkatli ol olur mu? Ablan seni çok seviyor."
Tam kapıya yönelmiş kolunu tutacaktım ki "Bu arada abla," dedi. Durdum ona baktım. Elindeki faturayı bana uzattı.
"Bu galiba Haris abinin. Evini boşaltmamış ama artık kullanmıyor da. Su için geldiler geçen ve saati dondurdular. Bu da faturası. Ödemiş mi ödememiş mi anlamadım."
Haris deyince içimde akan ılık bir şey boğazıma karşılaşarak geldi ve orada tıkandı. Sanki onun elini tutarmış gibi aldım elime faturayı. Tüm rakam ve harfleri geçip en alttaki ismine ulaştım.
Haris Çelik...
Bu ismin benim için bu kadar değerli olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Bir isim bu kadar tanıdık gelemezdi. Aile gibi, ev gibi hissettiremezdi. Nerede görsem tanıyacağım bu ismin olduğu satıra baş parmağımla dokundum.
"Örgüte katıldıktan sonra bir daha hiç görüştünüz mü abla?"
Turhan bana doğru gelip durduğunda ona baktım. Başımı iki yana salladığımda iç çekti. Dudaklarını büzüp bakışlarını yere indirdi. Sonra yeniden bana baktığında benim üzüldüğümü anlıyordu.
"Onunla iletişime geçmemi ister misin?" Nazikçe sorduğu soru da benim içindi biliyordum. Buruk bir tebessümle karşılık verdiğimde yine başımla reddettim. Turhan isterse belki onunla görüşürdü ama ne diyecektik? Evine gel eşyalarını topla mı? Gelmişken bir de açıkla neden örgüte katıldın mı? Bizi bıraktın. Beni... Nasıl vazgeçersin?
Faturayı buruşturup çöp kutusuna attığımda "Çıktım ben," dedim ve evden çıkıp ayakkabılarımı giydim. Merdivenlerden aşağı inerken Turhan bana bakmaya devam ediyordu. Birbirimize el sallayıp binadan da çıktığımda sivil polis aracına binip hastanenin yolunu tuttum. Önce annemin olduğu hasteneye geldim. Doktorlarla görüşüp son durumundan haber aldım. İçeri girmeme izin vermedikleri için camdan seyrettim bir süre.
"Sağlığı gayet yerinde. Geriye sadece uyanması kaldı. Beyninde ya da organlarında herhangi bir sorun görünmüyor. Sadece yaşadığı bir durum ani şok etkisi yaşatmış olmalı. Beyin alarm verip komaya girmiş. Ama yakında uyanmasını bekliyoruz. Hiç endişe etmeyiniz."
Doktorun açıklamaları zihnimde bir yerlerde tekrarlanıp dururken aracımı Melike'nin olduğu hastaneye çevirmiştim. Süleyman abi ve Üzeyir kapıda bekliyorlardı. Beni görünce hemen duruşlarını düzeltip bana doğru gelmeye başladılar.
"Hoş geldiniz müdürüm."
"Hoş geldiniz müdürüm."
"Hoş bulduk, var mı bir gelişme?"
"Melike gayet iyi ama doktor her ihtimale karşı sorgulamamızı öğleden sonra yapmamızı istedi bekliyoruz biz de."
"Anladım. Gibi midir neyse o veletlerden ya da Bedia'dan bir haber var mı?"
"Bedia hakkında bir ihbar aldık. İsmini vermeyen bir öğrenci Gibi'nin de kaldığı bir öğrenci evinden bahsetti. Söylediğine göre orada türlü pislikler dönüyormuş. Fuhuş ve uyuşturucu da içinde varken o kız en son Bedia'yı orada görmüş."
Durup Üzeyir'e baktım.
"Neredeymiş bu öğrenci evi?"
"Selçukluda. Eski hizmet siteleri var. Onlardan biri."
"Sorgudan sonra emniyete gelin hep beraber oraya gidelim."
"Emredesiniz müdürüm."
Üçümüz birlikte yürümeye devam edip Melike'nin odasına geldiğimizde onun da kapısının penceresinden baktım. Uyanıktı ve camdan dışarıyı seyrediyordu.
"İyi görünüyor," dedim.
"Evet iyi. İnşallah her şeyi anlatır da başka kızların hayatı kararmaz."
Süleyman abi bayağı içten üzülerek söylediği için gülümseyerek ona döndüm ve omzunu hafifçe sıkarak bir iki defa vurdum.
"Dik dur lütfen. Birilerinin dik durması gerek. Yoksa hepimiz aynı yöne yığılırız."
Ellerini önünde bağlayıp dik durmaya çalıştı. Son kez onlara bakıp oradan da ayrıldım. Şimdi gittiğim yerse Emre ve Onur'un olduğu hastaneydi. Aracı hastanenin bahçesine park edip içeri girdiğimde çenem titriyordu. Doğrusu bazı şeyler bana da çok ağır geliyordu. Kaldırmak o kadar da kolay değildi. Durup bir ağlayasım geliyordu. Hızla dönen bu dünyada yetişemediğimi haykırmak istiyordum. Her şey o kadar hızlı geçiyordu ki durun beni de alın, ben geride kaldım demek istiyordum.
Derin bir nefes alıp odalarına çıktım. Kapılarına kadar geldim. Onların odasına giriş vardı ama sorun onları öyle görmekti. İki ay önce ilk gördüğümde dizlerim bedenimi kaldıramayıp olduğum yere çökmüştüm. Doktorlar benim için de yatış vermişlerdi o gün. Müdür olduğumun ertesi günü emniyete gidememiş serumum ve tüm tetkiklerim bitene dek beklemiştim. Ağlamaktan gözlerim şişmişti ve henüz yeni tayini çıkan Süleyman abi, Üzeyir ve Şirin beni bu şiş gözlerle gördükleri için kendi aralarında anlaşıp masama buz koymuşlardı. Bazı anlarda bir anda boğazım düğümleniyor ve pat diye boşaltıyordu gözlerim yaşlarını. Şimdi de öyle olacak gibiydi. Elim kapı koluna nihayet gitti ve bir çırpıda açtım.
"Senin dudakların dışarıda kalmış ama."
"Senin de kulakların."
"Dur güldürme lan yanaklarım acıyor."
"Benim de kıçım kaşındı of ya. Ne yapacağım şimdi?"
"Oğlum tam bir baş belasının ha. Kıçının kaçınacak zamanı mı şimdi?"
Bu cümleleri duyunca koşar adımlarla içeri daldım. Hiç beklemiyordum. Hiç ummuyordum ama evet onlardı. Kaç defa ziyarete gelmiştim ve hep uyutulurlarken görmüştüm. Şimdiyse...
"Heyzır!"
"Heyzır!"
İkisi aynı anda seslendiğinde gözlerime dolan yaşla onlara baktım. Her yerleri sargı bezi ile sarılmıştı. Sadece gözleri, burun delikleri ve bir de ağızları bırakılmıştı. Baştan ayağa sarılmışlar tıpkı birer...
"Heyzır bak biz mumya olduk."
Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Gerçekten de birer mumya gibi sarılmışlardı. Emre zar zor kaldırdığı kolu ile el salladı. Onur da başını sağ sol yapmaya çalıştı. Onları böyle görürken dayanamayıp göz yaşlarımı akıttım. Koluma sertçe sildiğim gözlerimden sonra "Dostlarım!" diye bağırdım.
"Ağlama kız, iyiyiz bak."
Onur başını iki yana sallamaya devam ederken onlara doğru yürüdüm.
"Gerçekten çok iyiyiz. Hiçbir yerimiz ağrımıyor. Sadece mumya gibi görünüyoruz o kadar."
Emre espri huyundan hiçbir şey kaybetmeden gülmeye devam ederken gülmeyle karışık gözlerimi kuruladım. Tam ortalarında dururken bir Emre'ye bir Onur'a bakıyordum.
"Sarılmak isterdik de doktor hiçbir yere dokunmayın dedi. Ama çok yakında sargılarımız da çıkacakmış. Yüzümüzde hiç iz kalmayacakmış biliyor musun?"
Onur konuşurken nemli gözlerimle onu onayladım.
"Benim kıçımda kalabilir biraz," dedi Emre. "Karıma ne diyeceğim?"
"Emre senin karın yok. İkincisi karın niye kıçındaki yanığı sorun etsin oğlum?"
Gülmemek çok zoru bu ikili arasında. Elimde olmadan gülerken bir yandan yanaklarımdan süzülen yaşlar bir yandan deli gibi gülüşüm beni şaşırtmıştı iyice.
"Benim yüzümden bu haldesiniz. Çok üzgünüm. Bilemezsiniz kahroluyorum."
"Senin yüzünden mi? Kızım sen görüşmeyeli iyice kendini beğenmiş bir şey olmuş çıkmışsın. Müdür oldum diye nedir bu havalar hayırdır?" Onur sargılı koluyla koluma çok az dokunup yanına oturmamı sağladığında başımı eğdim.
"Bizler Yusuf Gazel'in bir numaralı hayranıyız. Eh sen de onun kızı olduğun için yani. Yoksa senlik bir şey yok üzerine alınma. Dimi len?"
"Aynen öyle," dedi Emre kollarını robot gibi hareket ettirirken.
"Peki ne zaman çıkacakmışsınız hastaneden? Doktor bir şey söyledi mi?"
"Üç haftası varmış daha. Bu sargıların altındaki ilaçlar derimizi onarıyor. Minimum iz ile atlatmamız için yani. Bizi boş ver de sen ne yaptın? A pardon ne yaptınız müdür hanım?"
Onur'a hafifçe gülümseyip yeniden başımı eğdim. Parmaklarımla oynarken iç çektim.
"Sizi özlüyorum ne yapayım. Yeni arkadaşlar da çok iyi ama her yerde sizi arıyorum. Yapayalnız kaldım."
"Baaak," dedi Emre. "Yapayalnız falan ayıp oluyor. Kızım biz burada boşuna mı mumyaya döndük? Her an bizim seninle olduğumuzu düşünmen gerek. Kimse için yapmayız bunu?"
Onur da Emre gibi başını sallarken gülümsedim.
"İkiniz de birbirinize benziyorsunuz, kim sardı böyle sizi?"
Birbirlerine bakıp güldüler.
"Harbi benziyoruz lan. Onur sensin değil mi?"
"Benim geri zekalı benim. Biz değil millet bizi karıştırmalı. Kendini de mi bilmiyorsun lan?"
Yine güldüm. Onlar her zaman beni güldürüyordu ama acıları olduğunu da biliyordum. Yanıklarının çok derin olduğunu söylemişti doktor. Estetik oldular ve bu kadar sargı da boşuna değildi. Sırf benim için bu kadar espri yapıyorlardı. Ben de onlar üzülmesin diye gülüyordum.
"Bu arada geçen haberlerde gördüm. Şu maskeli şövalye olayı nedir? Senin haberin var mı?"
Onur'a baktığımda ciddiyetle sormuştu. Bunu soracaklarını biliyordum. Haberlere kadar çıktıktan sonra herkes duymuştu elbette.
"Kim olduğunu bilmiyoruz ama evet son olayda canlı canlı gördüm."
"Ha yani emniyetten bağımsız çalışıyor öyle mi?" diye sordu Emre.
"Evet ve amacı ne henüz çözemedim. Başta ufak işler yapıyordu ama artık herkes onu tanıyor. Medyaya düştükten sonra Türkiye genelinde tanınmaya başladı. İşin garibi dışarıdakiler emniyetin haberi var sanıyor ama aslında yok."
"Allah Allah bu nasıl iştir? Sakın şu örgütten biri olmasın? Seni tongaya getirmek için böyle bir oyun oynuyor olmasınlar?"
"Bilmiyorum. Yalnız neden böyle bir yol seçsinler ki? Direkt öldürseler beni daha kolay. Anlam veremiyorum. Araştırıyoruz ama pek bir iz bulamadık."
"Her kimse bence emniyet onu zor bulur."
"Neden?"
"Baksana adam haberlere çıkmaya çekinmiyor ama emniyetten habersiz çalışıyor. Kendine güveniyor yani."
"Meriç, Yağız ve Cihanşah'tan haber var mı?" diye sordu Emre.
"Yağız ve Meriç yeni görev yerlerine başladılar bu hafta. Cihanşah sorguda hâlâ. Altı ay sürecekmiş dediklerine göre. Gamze de yeni yerinde ama henüz o iş başı yapmadı."
"Peki ya Haris?" Onur kısık bir ses tonu ile sorduğunda ona baktım. Gözlerim gözlerinde durdu bir süre sonra yavaşça indi yere. Başını iki yana sallarken ne diyeceğimi bilmiyordum. Bir daha hiç konuşmadık desem içim yanıyor. Örgüte katıldı desem kalbim paramparça oluyor. Beni arayıp sormadı hiç desem ufalanıp gidiyorum.
"Aptal. Pis aptal! Bağrımıza bastık lan bağrımıza. Bize yapılır mı bu be. Başka bir yer mi kalmadı da örgüte katıldın ulan." Onur içten içe saydırmaya devam ederken ben de onu dinliyordum. İstediğimiz kadar saydırmaya devam edelim bitmeyecekti. Gitmeyecekti bu içimizdeki acı. Haris'i o kadar sevmeme, sevmemize rağmen yine de sırtını dönüp gitmesi yüreğimizi paramparça ediyordu.
Emre ve Onur'un yanından ayrılıp hastane koridorunda yürürken Haris'i çok özlediğimi fark ettim. Hep özlüyordum, çok özlüyordum ve bu özlem hiç bitmiyordu ama erteliyordum, içime gömüyordum. Şimdiyse herkesin onu sorması, sürekli adının gözümün önünde olması bastırdığım hislerimin açığa çıkmasına neden olmuştu. Aşk konusunda ellerim bağlıydı. Annem, babam, kardeşim ve dostlarım bir yana... Haris bir yana. Kalbimin sızısı, ona olan özlem hiçbir acıya benzemiyordu.
Güçlükle yutkunarak koridorda yürürken daha fazla dayanamadım ve koltuklardan birine oturup ağlamaya başladım. Hiçbir şey değildi beni böyle ağlatan. Sadece ve sadece Haris'i özlemiştim o kadar.
"Seni özledim. Çok özledim Haris. Çok ama çok özledim."
🎭
Selam! Bu bölümden sonra üzüldüm biraz. Haris ve Hacer'in son buluşması bir sonraki bölümde olacak. Sorulacak soruları ve gidermeleri gereken hasretleri var. Bir de asla bitmeyecek davaları. Bu yolda aşklarından vaz mı geçecekler yoksa her ne pahasına olursa olsun sevmeye devam mı edecekler göreceğiz.
Vpn ile giriyorsunuz biliyorum ama yine de yorumlarınızı eksik etmeyin. Sizleri seviyorum.
❤️ |
0% |