Yeni Üyelik
82.
Bölüm

Canavarın serçeleri

@hakugu

 

Günümüz

Hacer Gazel

 

Yüce bir dağın başında tek başıma bırakılmıştım. Vehamet ve buruk bir sancı ile geride kalmıştım. Karanlık bir çukur veyahut kuyuda Yusuf peygamber gibi bekleşip kalmıştım. Bir çift gözüm var, bir de yüreğim. Etten kemikten zayıf bir bedenim var. Lakin nedir bu sızı? Eleğe dönmüşüm de içimdeki suyu dışarı sızdıyormuşum gibi.

 

Sızlayan yüzük parmağımda sıkıca bağlanmış tişört parçası ile kütüphaneden çıktım. Yürüyen ben miydim yoksa bir heyüla mıydı bilmiyordum. Baştan aşağı sarsılmıştım. Yine de tuttum kendimi. Durmadım ve devam ettim. Geri dönüşü mümkün olmayan, yeri doldurulamayan bir parçamı ardımda bırakmışım gibi yürümeye devam ettim. Araca binip direkt hastaneye doğru yol aldım. Bilinçsizdim ve ezberlenmiş hareketle kısıtlı bir şekilde ilerliyordum. Gözlerim durmadan gözyaşı döküyordu. Kimi zaman elimin tersi ile kimi zaman avuç içimle, bazen trençkotumun koluna silip kuruluyordum. Sanki yağmur yağdı da yolları görmeme engel oluyordu. Trafik ışıkları bulanıktı. Miyop olmuşum gibi uzağı göremiyordum. Hepsi boğuktu. Parıltılar ile idare ediyordum sadece. Dudaklarımı ısırdıkça daha çok yaş akıyordu. Sicim gibi boşalıyorlardı. İnsan ne tarafa dayanırsa oraya doğru göçermiş ya. Ben de kendimi Haris'e öyle çok yaslamışım ki her yere yıkılıyordum. Parçalarım her yere saçılıyordu. Dökülüyordum sanki yavaş yavaş. Ciğerlerimde başlayan bir sıkıntı kalbime ve oradan da boğazıma geçip sıktıkça sıkıyordu. Nefes almama engel olunca gömleğimin bir iki düğmesini açtım ki rahatlayayım. Ancak baskı içeridendi. Dışarıdan ne yaparsam yapayım rahatlayamadım. Annemin neden babam hakkında duyduğu o şeyden sonra bu hale geldiğini daha iyi anlamıştım. Haris...

Bana bunu nasıl yapardı? Örgüte katılmış olması başka bir nokta ama nasıl başka birini sever? Beni hiç sevmedi mi? Sevdiyse nasıl? Nasıl?

 

"Nasıl!?" Direksiyona iki kere vurduğumda ağlamaya devam ediyordum. Bu terk edilmekten de öteydi. Hiç sahip olmadığım bir şey nasıl beni terk edebilirdi ki?

 

Geldiğim hastane annemin kaldığı yerdi. Ayaklarım hep geldiğim odaya gitmek için yeterli bilgiye sahiptiler. Kendimi bilinçli olarak yönlendirmedim bu yüzden. Oraya varana dek kimi gördüm, kiminle karşılaştım farkında bile değildim. Koridorlarda oturan ve sırasını bekleyen hastalar içinde yürürken, yanımdan doktorlar ve hemşireler geçerken bomboş bir zihinle beraberdim. Hastanenin boş duvarları üstüme üstüme gelirken ben yürümeye devam ediyordum. Çok uzaklarda bir yerlerde birileri benimle uğraşıyordu sanki ve çok da işe yaramıştı yaptıkları. İflas etmiştim. Tek başıma devam edemeyecek durumdaydım bu yüzden başka bir güce ihtiyacım vardı. Dayandığım dal kırılmıştı ve devam etmem için başka bir dala muhtaçtım.

 

Nihayet annemin odasına geldiğimde kapıyı çalıp içeri girdim. Annem henüz uyanmamış olsa dahi ona saygımdan çalmıştım kapıyı. Odada tek başına yatarken omuzlarım düşüktü ve artık dayanamadığımı hissediyordum. Bu kadar yalnızlıktan sonra devam edemeyeceğimi düşünüyordum. Benim de sarılmaya ihtiyacım vardı. Benim de sarmalanmaya, korunmaya sırtımın sıvazlanmasına ve bu günlerin de geçeceğini duymaya ihtiyacım vardı.

 

Daha önce hiç yapmadığım şekilde önce trençkotumu çıkardım sonra da botlarımı. Annemin yatağının üstüne çıkıp hemen yanına kıvrıldığımda kolumu üzerine attım. Yüzümü omzuna gömdüğümde gözlerim nemliydi. Kalbim dayanılmaz bir acı ile kavrulurken bedenim iflas edecekmiş gibiydi. Daha evvel hiç böylesine bir acı ile sarsılmamıştım. İnsan sevdiğini kaybedince üzülüyordu ama aşık olduğu kişiyi kaybetmesi izahı olmayan bir şeydi. Ellerimdeki ruh çekilmişti sanki, buz gibiydi. Üşüyordum ve karanlık bir ormanda savunmasız kalmış gibi hissediyordum. Ne yaparsam yapayım geçmeyecek bir bıçak darbesine maruz kalmış gibiydim. Üstelik tam da kalbimin üzerine.

 

"Anne. Anne uyan artık. Dayanamıyorum ben."

 

Her bir kelimeyi boğazıma düğümlenen acı ile söylediğimde annem sadece nefes alıyordu. Beni duyuyor muydu bilmiyorum ama ondan bir karşılık alamayacağımı biliyordum.

 

"Her şey ve herkes üstüme geliyor ben çok yalnız kaldım anne. Gel artık nolur."

 

Annemi daha sıkıca sardığımda iç çektim. Böyle ağladığımda annem dayanamazdı. Hemen "Ağlama kızım," derdi. O an ne istiyorsam yapardı. Hiç kıyamazdı bana. Babama benzediğim için de ayrı severdi, ilk çocuğu olduğum için de ayrı. Onun biricik Hacer'iydim ben. Doğar doğmaz kucağına aldığı ve tek tek isimleri sayıp hangisi yakışır diye düşündüğü, Hacer ismini söylediğinde ise göz kırpıştığım için bu ismi seçtiği biricik kızıydım ben. Babamdan sonra kimsesiz gibi hissettirmemişti hiç. Bir yetim gibi büyütmemişti. Okulda toplantı olduğunda gelirdi, ihtiyacım olduğunda alırdı, gerekli durumla arkadaş gibi konuşur, her bir sorunuma anında koşardı. Bunca yoğunluktan sonra onun dinlenmesi için bekledim ama bu kadar yeterdi.

 

"Artık uyan anne. Bu kadar yeter anne. Ayakta duramıyorum."

 

Hıçkırarak ağlıyordum ve elimin altında olan annemin elinin titrediğini hissettim. Belki de yanlış hissetmiştim ama bir kere daha titrediğinde hızla doğrulup baktım. Parmaklarını oynatıyordu ve daha önce hiç bakmadığım için yüzüne baktığımda gözlerinden yaş süzüldüğünü fark ettim. Bir anne ölüp de mezara, toprağın altına bile girse evladı ağladığında yeri delip çıkar dedikleri bu olsa gerekti.

 

"Anne? Anne?"

 

Parmakları ile cevap verdi bana defalarca. Bir heyecanla yataktan fırlayıp botlarımı bile giymeden çoraplarımla odadan çıktım.

 

"Doktor! Doktor var m? Hemşire! Acil gelin!"

 

Koridorda doğru son ses bağırdığımda odalarından çıkan iki hemşire koşarak bana doğru gelmeye başladılar.

 

"Annem, annem hareket etti."

 

Hemşireler hemen annemin başına toplandığında önce tansiyonunu ölçtüler sonra da nabzına baktılar.

 

"Nasıl hareket etti acaba?"

 

"İşte böyle," dedim annemin kıpırdayan parmaklarını göstererek.

 

"Hemen doktoru çağır."

 

"Ne oldu? İyi bir şey mi? Uyanacak mı artık?"

 

"Evet iyiye işaret. Gözlerinden de yaş akmış. Sanırım kendini zorluyor uyanmak için. Ona yardım edeceğiz."

 

"Allah'ım şükürler olsun." Ellerimle yüzümü kapattığımda sevinçten ağlamaya başlamıştım.

 

"Ne oldu tam olarak."

 

"Hasta elini oynattı efendim. Gözlerinden de yaş gelmiş."

 

Doktor hemşirelerle birlikte inceleme yaparken sevinçten yerimde duramıyordum. Ne yapacaklardı bilmiyorum ama hevesle bekliyordum.

 

"Hacer Hanım sizi dışarı alalım."

 

"Tamam," dedim yerdeki botlarımı da alarak. "Ama iyi değil mi doktor bey? İyi olacak değil mi?"

 

"Evet bu iyiye işaret. İçiniz rahat olsun dışarıda bekleyin lütfen. Çok yakın zamanda annenizle uzunca birebir görüşürsünüz."

 

İçim içime sığmadan dışarı çıktığımda koridorda da bir o yana bir bu yana yürüdüm. Sonra botlarımı elimde taşıdığımı fark edip kenarda duran sandalyelerden birine oturup biraz önce buz kesmiş ellerimle giydim. Şimdi ısınmışlardı ve hatta fazladan ateşim de çıkmıştı. Heyecandan ne yapacağımı şaşırmıştım. Aklım gitmişti bir anda.

 

"Annem benim. Canım annem."

 

Dizlerim sanki dikiş dikiyormuşum gibi durmadan titretip dururken bu güzel haberi birileri ile paylaşmak istedim. Kime söylesem kime? Duramadım ve Turhan'ı aradım. Aslında onu pek dışarıya çıkarmıyordum ama şimdi böyle bir durumda onun da annesinin yanında olması en büyük hakkıydı. Üstelik annem onun ayağa kalktığını bile görmemişti. En son yataktaydı ve o halinden sonra bu noktaya geldiğini görürse eminim çok mutlu olurdu.

 

"Alo abla!"

 

Sesi hevesle çıkınca gülümsedim.

 

"Turhan sana çok güzel bir haberim var."

 

"Hayırdır abla ne oldu?"

 

"Turhan annemiz uyanacak inşallah. Hastaneye gelebilirsen bir taksi ile gel hemen. Ama dikkat et tanınmayacak şekilde giyin."

 

"Ne!"

 

Uzunca bir süre telefona Turhan'ım sevinç çığlıklarını işittim. O sevindikçe ben de gülümsüyordum. Aynı duyguları paylaşıyorduk ve hatta daha fazla.

 

"Tamam abla hemen geliyorum. Anıl ne yapsın?"

 

"Anıl'ın şu an için dışarı çıkması pek uygun değil. Tutuklu biliniyor evde kalsın o."

 

"Tamam abla ben tek geliyorum. Çok sevindim ablam benim."

 

"Ben de çok sevindim canım kardeşim. Dikkatli ol gelirken tamam mı?"

 

"Tamam abla sen merak etme."

 

Turhan'dan sonra başka hiç kimseyi aramadım ama nasıl duydularsa Turhan ile birlikte Meriç, Gamze, Yağız ve ekibim de gelmişti. Süleyman abi, Üzeyir, Berfin ve hatta Şirin de. Bu kadar kişinin koridorda bana doğru geldiğini görünce ne yalan söyleyeyim gözlerim doldu. İnsan diğer günlerde yine dik durabiliyor da özellikle böyle hastane köşelerinde beklerken paradan çok insana ihtiyaç duyuyor. İnsan nedir tam olarak? Hemcinsini acımadan katleden mi, buz tutan yüreğe hayat şarabı içiren mi? Acımasızca heba eden mi, şefkatle acısını paylaşan mı? İnsan nedir gerçekten? Varlığı mı iyidir yokluğu mu? Nedir insan?

 

"Abla!" Turhan'a sıkıca sarıldığımda "Çok sevindim, Allah'a şükür," dedi Meriç.

 

"Gözün aydın," dedi Gamze ve ekibim de beni tek tek tebrik ettiler.

 

"Nasıl oldu da uyandı? Tedavi işe mi yaradı?"

 

Gamze merakla sorduğunda başımı iki yana salladım.

 

"Bilmiyorum. Aynıydı ben geldiğimde. Sadece biraz konuştum. Ondan sonra oldu ne olduysa."

 

"Abla annemi görebilir miyim?"

 

"Doktor ve hemşireler içeride. Onlar çıksın da görürüz inşallah."

 

Hepimiz koridorda beklerken nihayet kapı açıldı ve dışarı önce doktor sonra da hemşireler çıktı. Hepsinin de yüzü gülüyordu, onların gülüşleri bize de bulaştığında öne atıldım.

 

"Son durum nedir doktor bey?" diye sordum.

 

"İyi mi annem?" diye sordu Turhan.

 

"Uyanacak mı?" diye sordu Meriç.

 

"Durun durun sakin olun bakalım. Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki, anneniz uyandı."

 

"Yaşasın!"

 

Koridorda bir çığlık koptuğunda Turhan'la birbirimize sarıldık.

 

"Gayet iyi ve sadece dinlenmesi gerekiyor. Sanırım son olarak kiminle görüştüyse onu uyanması için zorlamış biraz?" diye sordu kuşkuyla bana bakarak. Gülümseyerek doktora baktım.

 

"Ama bu iyi olmuş. Bazen hastalarımız dışarıdan müdahale olmadığı için uzun zaman bu şekilde kalabiliyor ama anneniz size dayanamamış belli ki. Bir kere daha gözünüz aydın diyorum. Yaklaşık üç gün müşahade altında tutacağız sonra da taburcu edeceğiz."

 

"Çok sağolun doktor bey."

 

"Teşekkür ederiz doktor bey."

 

Önce Meriç'le sonra Gamze'yle ve diğer herkesle tek tek sarıldığımda kapıda bekleyen bir hemşire elimdeki dosya ile bana bakıyordu.

 

"Hacer Hanım annenizi şu an çok yormamak kaydıyla ziyaret edebilirsiniz. Bu yüzden görüşmeleri teker teker yapın olur mu?" diye sordu.

 

"Tamam tabii ki," dedim gözümdeki yaşları kurulayarak.

 

"Bir de şu listedekileri de almanız gerekir," dedi. Elime aldığım listeye baktığımda yeni pijama takımı, terlik, ıslak mendil gibi şeyler yazıyordu.

 

"Biz alıp geliriz," dedi Meriç kağıdı alıp Gamze'yi işaret ederek. Sonra kağıt birden Şirin tarafından alındı.

 

"Aha! Burada yepisyeni ekip varken bu tarz ayak işlerini biz yapmazsak ayıp olur değil mi?" diye sordu Üzeyir'e bakarak.

 

Meriç ve Gamze birbirine bakıp gülümserken Şirin gözlerini devirip Üzeyir'le birlikte uzaklaşmaya başladılar. Arkalarından bir süre baktıktan sonra Meriç "Heyzır sana kolay gelsin, bu cadıyla işin zor gibi," dedi. Koridorun ortalarına gelmelerine rağmen Şirin "Seni duyuyorum!" diye bağırdı. Bir kere daha güldüğümüzde ilk olarak ben annemin yanına girmek için hazırlandım.

 

Kapı kolunu çekip de içeri girdiğimde hastane odasının birden cennet bahçesine dönüştüğünü gördüm. Annem uyanınca mermerlerin ve betonlarına arasından çiçekler fışkırmıştı sanki. Camdan içeri mis kokulu meyveler taşmış, koltukların ve duvarların her bir yeri yeşil, pembe, mor çiçeklerle donanmıştı. Elbette bu sadece gönlümün gördüğüydü. Gerçekte ise sadece annemdi tüm bu güzelliğin sahibi. Annemin gözleri açıktı ve bilinçli bir şekilde bana bakıyordu. Beni görmesi ile gözlerinin dolması bir oldu. Aynı anda benim gözlerim de dolduğunda gözyaşlarımız yanaklarımızdan çenemize süzüldü. Annem doğrulmak için yataktan destek alıp kalkmaya çalıştığında koşarak ona gittim.

 

"Anne..."

 

Yüzümü koynuna bastırdığımda tüm kötülükler dağıldı. Kolları ile beni sarmalamaya çalışırken ikimiz de ağlıyorduk.

 

"Hacer'im."

 

"Annem..."

 

Canı acımasın diye çok sıkmadım ama ona ne kadar çok sarılırsam o kadar geçecek bir sancıya sahiptim.

 

"İyiyim annem ağlama. İyiyim yavrum."

 

Yüzümü hafif geri çekip ona baktığımda gözyaşlarımı silip saçlarımı okşuyordu. İçimi çekerek ağlamayalı, kendimden geçerek içimdeki acıları dışarı atmayalı çok olmuştu. İnsan çocuklaşacak bir yer bulamayınca hep büyük oluyordu. Ve insan sadece annesinin yanında çocuk olabiliyordu.

 

"Sen iyi misin? Turhan nasıl?"

 

"Çok iyiyiz anne. Turhan artık yürüyebiliyor."

 

Annem şaşkınlıkla bana bakarken gözlerinden yaşlar sicim gibi boşalıyordu.

 

"Nasıl? Yürüyebiliyor mu? Nasıl?"

 

"İyileşti annem. Her şeyi anlatacağım sana. Hele bir eve geçelim her şeyi anlatacağım."

 

"Tamam annem." Bir kere daha sıkıca sarıldığımızda kapı açıldı ve içeri Turhan girdi. Annem onu görmesi ile yerinden hareketlenmesi bir oldu. İmkanı olsa ayağa da kalkardı.

 

Turhan gözleri dolu dolu anneme doğru gelirken ben kalktım.

 

"Allah'ım! Ya rabbim! Şükürler olsun sana Allah'ım!"

 

Annem başındaki örtüyü düzeltip kollarını açtı.

 

"Turhan'ım..."

 

"Annem."

 

Turhan ile annem ilk defa böyle sarılıyordu. Bu seyredilmesi en keyifli anlardan biriydi. Ağlamaktan helak olsam da ağlamak bile güzel geliyordu. İkisinin sıkı sıkı sarılırken görüntüsü cennetten bir bahçe gibiydi. Hemşire izin vermemişti ama bizimkiler dayanamadı ve ilk önce Meriç, sonra Gamze, sonra da diğerleri tek tek içeri girdiler.

 

Annem gözleri dolu dolu onlara bakarken "Sizi görmüştüm ama siz?" diye sordu yeni ekibime bakarak.

 

"Ben savcı Şirin efendim."

 

"Ben Süleyman."

 

"Ben Üzeyir."

 

"Ben de Berfin efendim.

 

"Üçü de polis tek ben savcıyım. Hacer Gazel müdürümüzün yeni ekibiyiz."

 

Şirin'in son açıklamasından sonra annem bana baktı. Emniyet genel müdürü olduğumu bilmiyordu. Gülümseyerek ona baktığımda "Anne ben müdür oldum," dedim. Hızla elleri ile ağzını kapattı. Hem mutlu hem de şaşkındı.

 

"Anlaşılan annenle konuşmanız gereken çok şey var," dedi Meriç gülümseyerek. Ben gülümseyerek ona baktım.

 

"Peki ya Haris? O çocuk nerede?"

 

Bir anda odanın içi buz kesti. Unutmuştum, sadece bir anlığına. Anneme dalıp içimdeki kırılan yerleri göz ardı etmiştim, sadece bir anlığına. Ağzımın tadı değişti yeniden. Kalbimde bir sıkışma oldu ve bakışlarım yere indiğinde annem dışında herkes bana baktı. Annem ise herkese tek tek bakıyordu. En son herkesin bana baktığını görünce bana baktı. Yerdeki hayali bir noktaya bakarken kendimi sıkıyordum. Dişlerim sıkılınca çenem gerildi.

 

"Efendim o başka bir yerde çalışmaya başladı. Biraz uzak buraya. Cihanşah, Yağız da uzak olduğu gelemediler. Ama mutlaka ziyarete gelecektir."

 

Annem gizli bakışlarla bana bakarken benim yüzüm düşmüştü. Buna engel olamıyordum, içte başlayan bir yangın dıştan söndürülemiyordu ne yazık ki.

 

Haris bende geçmeden bir hastalık, iyileşmeyen bir yara ve asla unutulmayacak olan bir sızıydı. Onu kalbimin en önemli yerine yerleştirdikten sonra tüm gülücükler haram olmuştu sanki. Yine de bana canını verecekmiş gibi bakan anneme gülümsedim. Gülümsedim ve dudaklarımın ardında gizlediğim hüznümün üstüne kalın bir sünger çektim. Hep birlikte annemi ziyaret ettikten sonra onun taburcu işlemeleri için doktorla da görüşmüştük. Kötü olaylara nispeten nihayet iyi bir şey olmuştu çok şükür.

 

 

2 ay önce

Haris örgüte katıldığı gün

Haris Çelik

 

"Issız bir çölde birkaç bina dikilir. Biri ahır olur, diğeri hastane, biri şefin odası ve birkaç ev. Kovboyların yaşadığı, uzaklarda bir yerlerde, kaktüslerle çevrili çitlerin arasında hayatta kalmaya çalışan bir çocuk varmış. Artan yemeklerden yer, gece samanlı ıslak yerlerde uyurmuş. Hamallık yaparak geçimini sağlayan bu çocuk aslen bir çingeneymiş ve ailesini çok uzun zaman önce derelerin olduğu yerde bir düelloda kaybetmiş. Büyük şişkin arabaların arkasında giden birkaç kadın görmüş de ölmesinden de kasabada kendi kendine yetişsin diye alıp getirmişler. Çocuk ne iş tutsun diye kendi aralarında tartışırken biri demiş ekmek yapsın, ekmek taşıyacak birine ihtiyacım var. Fırıncı kimsenin umrunda değilmiş. Çünkü hem tıknaz hem de yavaşmış. Biraz hızlı olsa kendi işini kendi yapabilirmiş. O vakit şef benim bir temizlikçiye ihtiyacım var diye araya girmiş. Ama ona da kimse itibar etmemiş. Çünkü o kadar pismiş ki bu çocuğun böyle bir işte çalışmasına gönülleri razı olmamış. Kadınlardan biri gelsin benim evimin önündeki duvarı yapsın orada çalışsın demiş ama o da reddedilmiş. Çocuk onu yapsın bunu yapsın bu işte çalışsın diye tartışırken bir tane kovboy gelmiş. Ayakkabıları tırtıklı dişli, kadife pantolonlu ve geniş şapkası ile ağzındaki çöpü yere atmış. Onu öyle bir şey yapacağım ki bir fırıncı olmayacak ama her daim ekmek kazanacak. Duvar yapmayı bilmeyecek ama kimse ona yaklaşmayacak. Temizlikle uğraşmayacak ama pak ve titiz olacak. İnsanlar kovboya karşı gelememiş ve çocuğun eğitimini ona bırakmışlar. Sonunda ne olacağını merakla beklemişler ve puff!"

 

Herkes şaşkınlıkla bana bakarken "Ne olmuş? Sonra ne olmuş?" diye sordu biri.

 

"Çocuk ne olmuş anlatsana?"

 

"E hadi çatlatma insanı."

 

Biraz önce itişip kakıştığım güvenlikler etrafımı çevirmiş beni dinlerken en sevdiğim hikayelerden birini anlatıyordum. Aşağıdaki girişteki masaya yaslandım ve etrafımda çevrili kişilere şov yapıyordum.

 

"Çocuk şey olmuş?"

 

"Ney? Kovboy ne yapmış onu?"

 

Hepsinin merakla bakan gözlerine tek tek baktıktan sonra dudaklarımı büzüp omuzlarımı dikleştirdim.

 

"Hırsız."

 

"Oof!"

 

"Ne diyorsun ya?"

 

Hepsi burun kıvırarak bu mesleği beğenmediklerinde farklı farklı şekilde tepki verdiler. Daha mühim bir şey olmasını bekliyorlardı sanırım ama elimizdeki buydu ne yazık ki.

 

"Koskoca kovboy çocuğu yapa yapa hırsız mı yapmış yani? Başka bir halt yapamamış da hırsız yani öyle mi?"

 

"Eh en iyisi o işte," dedim omuzlarımı silkeleyerek.

 

"Dalga geçiyor bizimle ya."

 

"Ama şöyle bir şey var ki..."

 

Ben tam başka bir şey anlatmaya başlamıştım ki hepsi bir anda bir yerlere dağılmaya başladı. İşlerinin başlarına geçtiklerinde "Ne oldu? Nereye gidiyorsunuz! Devamında ne olduğunu anlatacaktım," dedim. Neden hepsinin işinin başına döndüğünü anlayamamıştım ta ki dış kapıdan içeri giren dörtlüyü görene dek. Biri sarı saçlı, biri mor, biri gri ve biri de turuncu saçlıydı. Bana doğru gelirlerken ellerindeki dosya ile ciddi bir ifade takındılar. Yaslandığım masadan ayrılmasam da gerilmiştim. Tam önümde durduklarında "Haris Çelik?" diye sordular.

 

"Evet benim?"

 

"Sizi üçüncü kata alalım. Şirkete girişiniz için mülakata gireceksiniz. Hazırsınız umarım."

 

Turuncu saçlı benimle konuşurken göz ucumla güvenlikte çalışanlara baktım. Fena halde korku doluydular. Her ne olduysa bastırılmış bir endişe ile çalışıyorlardı. Oysaki hem turuncu saçlı hem de diğer kardeşleri olabildiğine sevimli görünüyorlardı. Sempatik gülüşleri ve son derece kibar telaffuzları ile neden böylesine bir etki bıraktıkları şüphe konusuydu. Demek mülakata girecektim.

 

"Eh hazırım tabii ki," dedim onlara doğru bir adım atıp yere takılıp gri saçlının kollarına düşerek. Beni kibarca tuttu ve onun kollarından tutunarak dengede durmaya çalıştım. Teninin kokusu pahalı bir parfümdü. Vücudu normaldi ve herhangi bir koruma teçhizatı kullanmamıştı. Yüzünde ve kulaklarında kulaklık ya da kamera yoktu. Böylesine normal görünürlerken yakından bakmama rağmen pek bir şey anlayamamıştım.

 

"Buyurun önden alalım sizi."

 

Mor saçlı eli ile bana yolu işaret ettiğinde kibar bir şekilde kabul edip yürümeye başladım. Ben ve yanımda dört renkli kafa yürürken etrafı inceliyordum. Herkeste bulunan bu tedirginliği çözememiştim. Beşimiz birlikte asansöre bindik.

 

"Burasının asansörü de çok konforlu. Biraz önce yukarıdan geldim ve inanılmaz keyifliydi." Gözlerimi kapatarak anlatımı tamamen abartırken göz ucumla onlara bakıyordum. Hepsi de gülümseyerek beni dinliyorlardı. Özenli davranışları dişlerimi gıcırdatırken asansör açıldı ve üçüncü kata geldik.

 

"Buradan lütfen."

 

Mor saçlı soldaki koridoru gösterirken o tarafa yöneldim. Odaların bulunduğu bu kat da gayet normal görünüyordu. Çalışanlar kendi masalarında devam ederlerken bu renkli kafaları görünce bir anda telaşa kapılıyorlardı. Anlayamıyordum. Çözemiyordum. Ne vardı bunlarda?

 

Yürüyüşümüz koridorun sonundaki sağda bulunan odada son buldu. Turuncu kafalı kapıyı açıp içeri girdiğinde sarı kafalı olan "Buyurun lütfen," diye eğilerek işaret etti. Yutkundum. Gülümsedim. Sağa sola baktım.

 

"Evet. Giriyorum hemen. Takım elbise gitmedim ama umarım mülakattan elenmem." Otuz dişimi de göstererek gülümsediğimde gözleri ile gülümsedi.

 

"Endişelenmeyin zor sorular sormuyoruz. Kısa süreli birkaç görüşmeden sonra işe başlıyorsunuz. Sakin olmak önemli tabii."

 

"Sakin olmak mı?" Bir kere daha gülümsedim. "Sakinim de sakarım biraz. Etrafı dağıtmadan sağ Salim bitirirsek mükemmel olur."

 

"Korkmayın her şey güzel olacak."

 

En korktuğum insanlar dışarıdan gayet normal görünenlerdir. Bana göre her insanın anormal olan ve kimselere benzemeyen bir tarafı vardır ki eğer bunu gizliyorsa asıl sıkıntı o zaman çıkar. Bu dörtlü dışarıdan neredeyse mükemmel görünüyorlardı. Kibar ve sempatik tavırları, harika konuşmaları ile mest ederken sorunun nerede olduğunu anlayamıyordum. Mutlaka bir sorun vardı zira diğerleri onlara karşı tuhaf bir davranış içine giriyorlardı. Ama bu neydi? Odaya şöyle bir dışarıdan baktığımda normal görünüyordu ama yine de pek de istekli olmayan bir şekilde girdim.

 

Neredeyse boş bir salondu. Dışarıdan sadece bir oda gibi görünse de epey genişti. Bir masa ve bir de sandalye tam ortaya konulmuştu. Hemen karşısında da uzunca birkaç kişinin sığacağı bir masa ve beş altı adet sandalye vardı.

 

"Buyurun lütfen siz buraya oturacaksınız."

 

Bana gösterilen tek masaya oturduğumda onlar da karşımdaki sandalyelere oturdular. Buraya kadar gayet normaldi. Doğrusu her şey olağanüstü normaldi. Ellerimi önüme getirip gülümseyerek tek tek yüzlerine baktım. Ellerinde birer dosya vardı ve önce turuncu saçlı kendi dosyasını açtı.

 

"Burada kimliğinizin birden fazla olduğu görülüyor," dedi. Resmi kayıtlarıma da bakmışlardı.

 

"Evet, elbette," dedim geriye yaslanıp gülerek. "Ahah. Sonuçta ben bir dolandırıcıyım. Devleti de dolandırmazsam pek keyifli olmaz." Yüzümü buruşturarak söylediğimde dördü birden bana dikkatle bana baktı.

 

"Aaa ama tabii doğru ya, siz hayatınızda hiç dolandırıcı görmediğiniz için nereden bileceksiniz ki? Bizim doğamızda kim olduğumuzu bilmek haram gibi bir şeydir. Adımız mı? Kim bilir? Ne yediğimiz ne sorduğumuz ve hatta," dedim cebimden bir kart çıkararak. "Ah bu buraya ne zaman girmiş?"

 

Gri saçlı elini cebine attığında boş olduğunu gördü.

 

"Sanırım sizin," dedim tam ayağa kalkacakken "Durun ben gelirim," dedi ve gelip elimden kartı aldı. Nazikti. Hem de çok sakin. Hırsızlığım da bir işe yaramamıştı. Onları sinirlendirmek mümkün değildi.

 

"Haris Çelik kimliği gerçek olan mı?"

 

Başımı iki yana salladım.

 

"Burada başka bir kimliğiniz var. Kıvanç Atlıtuğ?" Kaşlarını kaldırarak sorduğunda işaret parmağımla havaya bir t harfi çizdim.

 

"T eksik sadece..."

 

"Brad Pot?"

 

"Ah şey o da yurt dışı için. Benziyorum ama değil mi?" diye sordum başımı hafif yana eğerek.

 

"Güney Arkın."

 

"O bayağı iyi bence. Hiç alakası yok gerçeğiyle."

 

"Kadir İnanmaz."

 

"Yani inanılırsam yalancı olmam sonuçta değil mi?"

 

Yaklaşık sekiz kimliğimden sonra hepsini masanın üstüne yayıp "Hangisi gerçek siz?" diye sordu mor saçlı?

 

Omuzlarımı kaldırıp başımı salladım.

 

"Bu işin sırrı da bu. Eğer kendim bilirsem nasıl inandırıcı olabilirim ki?"

 

"Peki ya aileniz?"

 

"Kimsem yok. Çaldıklarımla geçindim bunca zaman boyunca."

 

"Hiç evlenmediniz de?"

 

"Hayır. Ama çok sevgilim oldu. Türkan Koray, Azra Yakın, Angelina Jolan. Daha da var da aklıma gelmiyor şimdi."

 

"İsimler epey manidar," dedi gri saçlı gülümseyerek.

 

"Öyledir. Bizde böyle. Dolandırıcı dolandırıcı ile sevgili olur. Diğer türlüsü biraz sıkıntı. Ne de olsa sağımız solumuz belli olmaz."

 

"Peki ya şirketimizde neden çalışmak istediniz? Daha önce emniyette çalıştığınız yazıyor. Sizin dostumu olduğunuza nasıl inanacağız?"

 

"İnanmayacaksınız."

 

"Nasıl yani?"

 

"Ben bile kendime inanmıyorum. Siz nasıl inanacaksınız ki?"

 

"Doğru haklısınız. Peki ya Hacer Gazel. Onun hakkında neler biliyorsunuz."

 

"Heyzır mı?" dedim oturduğum yerde yayılarak. "Ona Heyzır diyorlar bu arada. Stajyerdi işte ben oradayken. Sonra bu Devran Korkmaz var beni zorla içeri aldı. Neymiş gelinlik davası mıymış neyse onun için işte. Girdim derken bir de beni bu kızla takım yapmazlar mı? Görseniz ne acemiydi başta. Şimdi de müdür olmuş ama onlar gibi bir yerde hırsız barınabilir mi? Soruyorum size?"

 

"Peki ya bizim yanımızda nasıl barınacaksınız?"

 

"Şöyle ki," dedim gömleğimin cebinden sarı saçlı adama ait olduğunu bildiğim kol düğmesini çıkararak. "Her türlü şeyi çalarım. E bu da sizin galiba."

 

Sarı saçlı da gelip kol düğmesini aldığında yeniden yerime oturdum.

 

"Yalan söylerim. Her türlü illegal iş bende var. Ne bileyim ben olsam beni işe alırdım sonuçta bu dünya sadece doğru ve düzen içinde devam etmiyor."

 

Gülerek hepsine tek tek baktığımda onlar da hafif bir tebessümle karşılık verdiler. Mülakat bitmek üzereydi ama onlar hâlâ daha beklediğim performansı göstermemişlerdi. İnsanları tanıyordum. Bu değillerdi. Kesinlikle ama kesinlikle bu yüzler onlara ait değildi. Peki ya ne zaman? Gerçek hallerini göremediğim her vakitte daha çok geriliyordum. Çünkü süre uzadıkça felaket bir şeyle karşılaşacağımı tahmin ediyordum.

 

"Teşekkür ederiz Haris Bey, sizi şimdilik şözleşmeli olarak işe alacağız sonrasında kadro pozisyonunda devam edeceksiniz."

 

"Bitti mi?" diye sordum şaşkınca.

 

"Evet," dedi mor saçlı olan rahatça. "Sorularımız ve mülakatımız sona erdi. Zemin kata inip adınıza kart çıkartabilirsiniz. Şirkete giriş çıkışlarda kullanacaksınız."

 

Kalbimdeki huzursuzluk her hücreme yayılsa da yavaş ve temkinli olarak ayağa kalktım. Belki sandalyemde bir şey vardır diye baktım ama yoktu. Karşımda duran dörtlü canavarın serçeleri gibi ürkek ve son derece kibar bir şekilde dururken gülümsedim.

 

"Görüşmek üzere o halde," dediğimde dördü birden el salladı. Odadan çıktım ve bitti. Dışarı çıktığımda bile kendimi iyi hissetmiyordum. Gerçekten bu kadar mıydı yani? Başımı hafif sağa eğip yürümeye başladığımda koridorun sonuna gelmiştim. Asansöre bindim ve zemin kata geldim. Bu kat diğerlerine göre daha soğuktu. Issız loş koridorda yürürken adıma kartın nerede çıkarılacağını düşünüyordum. Etrafta gezinirken küflü ve paslı olan bu yerde hiç de böyle bir şey olmadığını gördüm. Zaten çok geçmeden beklediğim şey de başıma geldi.

 

Kolonların arkasından çıkan iki kişi ellerindeki sopalarla bana doğru gelirken "E şey merhaba, ben adıma kart çıkarmak," dediğimde birisi sopayı baldırıma vurdu sertçe. Bacağımı çekebileceğim halde çekmedim. Reflekslerimi kullandığımı göstermek istememiştim ama tahmin ettiğimden daha çok acı vermişti.

 

"Ay durun ne yapıyorsunuz?" Dişlerimi sıkarak baldırımı tutarken olabildine tuhaf görünmeye çalıştım.

"Adıma kart çıkaracağım çocuklar derdiniz ne sizin böyle?"

 

Diğeri de üstüme yürürken bir kere daha darbe alırsam dikkat çekeceğimi düşündüm. Zira normal biri o acıyı bir kere tattıktan sonra kaçardı. Ayağa kalkıp bacağımı yerde sürüyerek kolonlardan birinin arkasına sığındım.

 

"Ama böyle yaparsanız anlaşamayız ki? Ne oldu size böyle? Sizden bir şey çalmadım ben."

 

Ben kolonun ardında durmaya devam ederken asansör açıldı ve içinden o dört renkli kafa çıktı. Hepsi de birer köşeye geçtiğinde "Ah hoş geldiniz gökkuşakla... şey yani hoş geldiniz. Yardım edin bana lütfen," diye inledim.

 

Mor olana doğru koştuğumda kollarını önünde bağlayıp benden uzaklaştı. Tam o anda sopalı adamlardan biri gelip ensemden tutarak sertçe yere attı. Dizlerim yere çarptığı için canım yanmıştı ama buna bilerek izin veriyordum. Yine de zararlı çıkacak gibiydim. Sürünerek turuncu saçlının dizlerine tutunmaya çalışırken ayağını geri çekip o da uzaklaştı. Diğer sopalı kolumdan tutup bir diğer köşede fırlattığında başım kolona çarptı. Acı ile bağırdığımda kanamaya başlamıştı. Elimi alnıma götürüp kanı görünce çığlık attık.

 

"Anam inanamıyorum. Başım kanıyor. Kız siz niye bana böyle yapıyorsunuz?"

 

"Hemen bize kimin adamı olduğunu söyle yoksa burada seni öldürürüz," dedi sarı kafalı olan. "Yalancı ya da dolandırıcı olarak saçmalamaya devam etme ve gerçek kimliğini ifşa et."

 

Kim olduğumu öğrenirler mi yoksa? Osman Çelik ile bağlantımı biliyorlar mı? Onun gönderdiğini öğrenseler bile bir mafya ile ne işleri olabilir ki? Yine de ondan asla bahsedemem.

 

"Bi-birinin adamı mı? Ne saçmalıyorsunuz siz? Kim bir hırsızı yanına adam olarak alır ki? Ben tekim. Tekim ben bak hırsız olarak bir başımayım."

 

Sopalı adamlardan biri elindeki sopa ile omzuma sertçe vurduğunda yere kapaklandım. Dozu biraz arttırmışlardı ki bu biraz sıkıntı olacaktı. Daha fazla bu şekilde davranmaya devam edebilecek miydim bilmiyordum. Canım yanıyordu ve bu ilerisi için de zor olacaktı. Karşı koymamaya çalışsam da kendimi zor tutuyordum artık.

 

"Hemen bize kimin adamı olduğunu söyle yoksa bacağın gider," dedi gri kafalı olan. Sopalı iki adam ayaklarıma bastırlar ve ellerindeki sopayı havaya kaldırıp baldırlarıma gelecek şekilde ayarladıklarında "Geri sayım bittiğinde eğer doğruyu söylemezsen artık yürüyebileceğini sanmıyoruz," dedi mor kafalı olan.

 

"Ama bak beni hiç dinlemiyorsunuz ki siz, kimsenin adamı değilim diyorum."

 

"Üç..."

 

"Haris Çelik'im sadece. Kimse yok yanımda."

 

"İki..."

 

Bunlar ciddiydi. Eğer böyle devam edersem gerçekten bacaklarımı kaybedecektim. Doğruyu söylemem için daha ağır bir psikolojik baskıya maruz kalmamıştım öncesinde.

 

"Tamam söyleyeceğim. Durun! Kim olduğumu söyleyeceğim!"

 

"Bir!"

 

Mor kafalının son saniyesinde adamlar sopalarını bacaklarıma indirmeye başlamıştı ki son gücümle bağırdım.

 

"Ben hırsız ve dolandırıcı Haris Çelik! Tek çalışırım ve kimsem yok!"

 

Bacaklarıma inecek olan sopalar son santiminde durduğunda artık tamamen ümidi kesmiştim ama hiçbir şey olmadı. Asansör açıldı sadece. Ve içinden o meşhur üçlü çıktı.

 

Adli tıpçı Melik Kandemir, Psikolog Fehmi Tanrıverdi ve tabii ki doktor Adanan Keşan. Özellikle Adnan gözlerinde parlayan beni daha üst bir seviyede görmek istercesine başını yukarı kaldırdığında serçeler beni alkışlamaya başladı.

 

"Tebrik ederiz son imtihanı da geçtin!"

 

"Bundan sonra burada çalışabilirsin."

 

Acı ile sızlayan vücudum ve rol için yüzümde büyüyen gülüşümle doğrulduğumda ağlamaklı bir şekilde baktım.

 

"Ama çok korkuttunuz bu kadar da olmaz ki..."

 

Melik ve Fehmi gülümserken Adnan benim hakkındaki tahminleri doğru çıkmışçasına gurur duyarak bana bakıyordu.

 

Bu şekilde örgüte tamamen katılmıştım. Bir kere daha imtihana tabii tutulur muydum bilmiyorum ama en mühimini o gün geçmiştim işte. Ve canavar serçelerini üstümden çekerken beni kanatları olarak atadı...

Loading...
0%