@hakugu
|
Günümüz / Haris ve Pelin'in düğünü Hacer Gazel
Siyah saten bir elbise giymiştim. Belinde hafif dekoltesi, askılarında da simleri vardı. Göğüs kısmı dalga dalga katlanırken topuklu siyah ayakkabım ve siyah simli çantamla hazırdım. Gece için bir de ceket aldığımda düğün salonuna geldim. Böyle bir durumda neden? Ama işte o yüzden. Sebebini bilmediğim bir şekilde onu görmek istediğim için gelmişti. Biliyordum aslında. O başkası ile evlenirken ben onu özlemiştim. Onu görebileceğim tek yerin düğünü olması elbette kahrediciydi ama çaresiz veyahut gurursuzdum. Belki de herkes benim düğüne katılıp katılmayacağımı merakla bekleyecekti. Eğer katılmazsam daha kötü olacaktı. En özünde kimin ne düşündüğünden ziyade benim kalbim önemliydi. Haris'i görmek istiyordum.
Aracımı park edip düğün salonunun girişine geldiğimde bir kalabalık gördüm. Hiçbir yabancı olmayan bu kalabalık bana baktığında beklendiğimi anladım.
Meriç elindeki bitmek üzere olan sigarayı parmaklarında çevirirken, Gamze de beraber konuştuğu Şirin'den ayrılıp bana doğru döndü. Süleyman abi ve Üzeyir de vardı. Şirin üstünde yine koyu renk bir takım elbise giymişti. Elleri kumaş pantolonun ceplerindeyken bana bakıyordu.
"Beni mi bekliyordunuz?" Gülümseyerek sorduğumda cevap alamadım ama hepsi daha dikkatli baktı yüzüme. Biraz endişe biraz da hüzün vardı.
"Bakmayın öyle ya hu. İyiyim ben. Düğüne geldik, cenazeye değil. Canlanın biraz."
Hepsinde samimiyetten uzak gülücükler oluştuğunda "Emre ve Onur da geliyorlardı da durdurdum," dedi Meriç.
"Ne? Onur'la Emre mi? Hastaneden çıkmışlar mı?"
"Sorma sorma. Az daha antik Mısır sokaklarına dönecekti ortalık. O mumya halleri ile hastaneden çıkmışlar. Doktor beni aradı. Yoklar diye. Meğer sargıları da çıkacakmış ama çıkmadan hastaneden ayrılmışlar. Neymiş illa seni yalnız bırakmayacaklarmış. Yanında olacaklarmış."
Soğuktan akan burnumu çekerek gülümsedim.
"Onlar öyle yapınca biz geldik," dedi Şirin. "Sonuçta ekibiniz biziz."
"Arkadaşlar. Hiç gerek yoktu. Hepinizin işi vardır eminim. Zaten ben de çok durmayacağım. Altınımı takıp çıkardım niye böyle zahmet ettiniz?"
"Ay ne bileyim. Beni de Meriç zorladı. Heyzır illa yalnız gitmesin diye geldik."
"Aramızda kalacaktı Gamze," dedi Meriç dişlerinin arasında. Hepsine tek tek bakıp gülümsedim. Diyecek bir şeyim yoktu. Doğrusu artık ne hissedeceğimi de bilmiyordum. Ruhsuz bir beden, et parçasına dönen bir vücut, beyinden ayrılan organlar gibiydim. Tıpkı bir kukla gibi hareket ederken önden girdim. Peşimden gelenler dostlarımdı ama kendimi yapayalnız hissediyordum. Masalar krem saten örtülerle dizayn edilmişti. Sandalyelerin arkası fiyonkluydu ve masaların üstünde genişçe çiçekler vardı. Her bir davetliye pasta ve çerez ikramı sunulmuştu. Sahnede arka plan H ve P harfleri ile düzenlenmişken Haris ve Pelin'in çeşitli fotoğraflarının olduğu albüm duvara yansıtılmıştı. Her şey o kadar klasikti ki sıradan bir düğün gibiydi.
"Haris gibi birinin böylesi bir düğün yapacağı aklımın ucuna bile gelmezdi."
Gamze suratı asık bir şekilde bunu söylediğinde hafifçe gülümsedim. Ben, Meriç, Gamze bir masadaydık. Diğerleri yandaki masadaydı. Hepsi ara ara da olsa bana bakıp ne durumda olduğumu kontrol ediyorlardı. Nasıl olduğumu ben de bilmiyordum ki. Keşke dışarıdan nasıl göründüğümü görebilseydim. Belki o zaman kendime çekidüzen verebilirdim.
Davetliler çoğalırken ses de yükseliyordu. Kalabalık kendi aralarında konuşmaya başladığında önümdeki çiçeğe odaklandım. Beyaz yaprakları ve sarı tacı bir anda eskiyi anımsatmıştı.
Emniyete bir hırsız alacaklarını öğrendiğim gün sadece çay dağıtıcısıydım. Tüm bir eğitim hayatım boyunca da aktif rol oynamama izin verilmemişti ancak polis olduktan sonra en azından bir yerlere gelebileceğimi düşünmüştüm. Oysaki emniyetin çaycısı olmaktan öteye geçememiştim. Ta ki o gelene kadar.
Haris gelene kadar yaptığım işi görevim gibi sahiplenmiştim, öyle öğretilmişti.
Onunla aldığımız ilk davayı da anımsıyordum. Beraber çalışırken defalarca kez beni bir polis olarak görmek istediğini dile getirmişti. Evet o bir hırsızdı. Lakin ben bir polis olarak ondan çok şey öğrenmiştim. Daha ne kadar ileri gidebilir diye düşündüğüm her an bir adım daha öne gitmiş ve beni şaşırtmıştı. Zekası ile keskin fikirleri ile görüp görebileceğim en saygın insanlardan biriydi. Sahip olduğu sıfatı olmasa onu kendime rol model alabilirdim. Almıştım belki de.
Ve aşk...
Kime ve nasıl olacağı konusunda hiçbir fikrimizin olmadığı bu hissi ona karşı hissetmeye başladığım zamanı hatırlamıyorum işin garibi. Ne zaman başladı? Ne zaman büyüdü? Ve Haris ne zaman benim hayatımın en değerli parçalarından biri oldu hiç bilmiyorum.
Kalbimin en baş köşesine onun adını yazdıktan sonra kendime olan güvenim ve yaşama olan insancım da geri gelmişti. Ve ben fark etmeden Haris'e doğru dayanmıştım. Öyle çok dayamıştım ki kendimi ona çekilince tamamen yerde buldum kendimi.
Ben onu her an ve her gün düşünürken o benden bir çırpıda vazgeçti. Düğünü için çiçek seçimi bile yapacak durumda demek ki. Ben aklının köşesinde bile değilim. O halde bana söylediği her şey de hep yaptığı gibi yalanlarının bir parçasıydı.
"Geliyorlar!"
Berfin'in seslenişi ile daldığım çiçekten ayrılıp herkesin baktığı yöne döndüm. Pelin ve Haris kapıda görünmüştü. Pelin prensesler kadar güzel olmuştu. Gelinlik ona o kadar çok yakışmıştı ki daha önce hiç bu kadar güzel olduğunu fark etmemiştim. Haris ise siyah takım elbisesi ile ondan aşağı kalır yanı olmayan bir güzellikteydi. Onlara özenti ile bakarken Meriç, Gamze ve ekibim hepsi de bana baktı. Nasıl bir tepki vermemi bekliyorlardı ki? Ne yapayım? Gidip ayaklarına mı kapanayım? Beni bırakma seni çok seviyorum mu diyeyim? Beni bırakıp giden birine, beni daha önce hiç sevmemiş birine bunu nasıl diyeyim? Kendime niye bu eziyeti yaptığımı da bilmiyorum işin garibi. Düğüne gelmeyebilirdim. Tüm her şeye rağmen ve herkesi elimin tersiyle iterek gelmeyebilirdim. Ama görmek istedim. Kendi gözlerimle onun bana yaptığı bu ihaneti görmek istedim. Ancak o zaman inanacakmışım gibi bunu net bir şekilde teşhis etmek istedim. Ve ne yazık ki karşımda capcanlı bir şekilde de duruyorlardı.
"Gelinle damat için bir alkış lütfen!"
Mikrofondan hoparlöre gelen cümle ellerimiz otomatik alkış için hareketlendi. Her bir el çırpışımda biraz daha yavaşladı her şey. Kalp atışım yavaşladığında bedenim elektrik almış gibi titredi. Tüm hücrelerimi aynı anda hissettim ve irkilerek yavaşlayan insanlara baktım. Yavaş adımla yürüyen Haris ve Pelin gülücük dağıtarak yürümeye devam ediyorlardı.
Bana doğru yaklaştıkça nefesim de yavaşladı. Bir solucan deliği olsa da zamanlararası geçiş yapıp geçmişe dönebilseydim keşke. Öyle bir imkanım olursa Haris için daha ikna edici konuşmalar yapabilirdim. Şu acıyı yaşamaktansa onu durdurmanın yoluna bakardım. Kalbimin parçaları yerlere saçılıyordu sanki. Herkes gülerken ben anbean eriyordum. Eksilen varlığım bütünüyle toparlanamayacak gibi dağılıyordu.
Beni durduran alkışlamaya devam ederken bileğimden tutan Meriç oldu. Gözleri yüzümde gezinirken "İstersen gidelim buradan," dedi. Bir anda her şey eski hızına döndü ve Haris ile Pelin hemen önümüzden geçtiler, beni fark etmeden. Onlar masalarına doğru ilerlerken başımı iki yana salladım yavaşça. Meriç böyle bir acı yaşamamı istemiyordu ama mecbur gibiydim. Aklım burada olmam için baskı yapıyordu. Kalbim eziyet çekercesine ufalanırken beynim bak diyordu. Bak ve onu tamamen sil kalbinden.
Meriç ısrar etmedi. O da biliyordu ki bu durum en çok benim için zordu. Lakin kalmayı seçiyorsam bunda istekli olduğumdan değildi. Bir şekilde kader burada kalıp onların düğününü seyretmemi istiyor gibiydi. Yavaşça arkamı dönüp Haris ve Pelin'e baktım. Masalarının önüne gelmişler birbirlerine bakıp gülümsediler. Gözlerim ondayken ve onca kalabalığa rağmen nasıl beni fark etmez? Ben olsam, ben onun yerine olsam gözüm ilk onu arardı. Kalabalığı şimdiye dek yüz kere taramış onu bulmuştum. Ben ona böyle bir şeyi asla yapamazdım ama oldu ki yapsaydım da yine de onun varlığını isterdim. O nasıl? Nasıl?
"Evet sayın misafirlerimiz bugün buraya sevgili damadımız Haris Çelik ve güzeller güzeli gelinimiz Pelin Korkmaz'ın düğünü için toplanmış bulunuyoruz. Tatlı çiftimizin nikahı da bizim huzurumuzda kıyılacak. Hepinizi onları cesaretlendirmek ve mutlu etmek için kuvvetli bir alkışa davet ediyorum."
Kuvvetli alkış... Onları cesaretlendirmek için... Ve mutlu olsunlar diye...
Ellerim yine bir alkış için çırpınırken benim dışımda ekibimden kimse alkış yapmıyordu. Bir ben her denileni yapan köle gibiydim. Beynim tüm vücudumu ele geçirmiş sadece mantık ile hareket edecek duruma getirmişti.
"Nikah memurümüz yoldaymış. Üç dakikaya oradayım demiş. Sayın misafirlerimiz biz de o arada gelin ve damadımızın fotoğraflarına bakalım. Her ikisi de ne kadar tatlılar değil mi? Ah gelinimiz çok güzel."
Ekranda yansıtılan fotoğraflara baktım. Haris'in küçüklüğüne dair fotoğraf yine yoktu. Onunla tanıştıktan sonraki haliydi hep. Ama Pelin'in çocukluğuna kadar hep fotoğrafları vardı. Hatta Devran komiser de vardı bir yerde. Ekrana bakarken nikah memuru da gelip geçti önümüzden.
Boğazım düğümleniyor. Kanım çekiliyor. Her yerim sızlıyor. Yağmurlu bir günde dışarıda kalmışım gibi hissediyorum. İliklerime kadar ıslanmış üstüne bir de soğuktan titriyorum sanki.
Herkes mutluyken benim içim yanıyordu. Herkes her yere bakarken ben sadece ona bakıyordum. Damatlığı da ona öyle çok yakışmıştı ki, hayallerimden bile daha güzeldi.
"Hoş geldiniz efendim. Bugün burada Haris Çelik ve..."
Haris Çelik ve Hacer Gazel'in nikahı için toplanmış bulunuyoruz. Üstümde kabarık bir gelinlikle yanımda onu hayal ettiğim düğün sahneleri gözümün önündeydi. Capcanlıydı. Gerçekti. Defalarca rüyalarıma girmişti. Mutlulukla uymadığım tüm o rüyalar şimdi bir kabus olup çökmüştü üzerime.
"Sayın Pelin Korkmaz Haris Çelik'i eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?"
Bu cümleyi duyacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Şimdi gerçek değildi de tüylerimin ürpermesi sadece üşüdüğüm için gibiydi sanki.
"Evet!"
Bir alkış tufanı ile tek alkışlamayan bendim. Nefesim daralmıştı. Kalbim sıkıştırırken göğsümü ona bakıyordum. Beni görmemişti. Ben ona bakarken o beni bir kez olsun fark etmemişti bile. Hüzünlüydüm. Hem de çok. Paramparçaydım.
"Sayın Haris Çelik siz Pelin Korkmaz'ı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?"
Bu soru ile sıcak bir rüzgâr esti bana doğru. Sıcaklığın verdiği o mayhoş his arttığında bir de ürperme meydana gelir ve tuhaf bir şekilde titrer ya insan, tam da öyle oldu. Ben bu rüzgârla titrerken Haris gülümseyerek cevap vermek için önce Pelin'e baktı sonra önüne dönüyordu ki aynı rüzgâr ona da ulaşmış gibi gözleri beni buldu.
Bu, hasretle ıslanan toprağın yağmura kavuşma anı kadar vehamet doluydu. Çok acil. Bir o kadar da karışık.
Önce dudaklarındaki gülücük silindi. Silinen gülücük benim gözümde yaş oldu. Yaşım yanağıma doğru süzülürken bakışım onda karşamaya dönüştü. Haris'in bakışı benden durmuşken bir anlığına nikah memuru da durdu. Pelin hemen fark etti ve o da bana baktı. Davetliler sadece kısa bir ara ya da belki bir şaka olduğunu varsayıyordu muhtemelen ki herkes hevesle cevabı bekliyordu.
Gözlerim ona hayır diyordu. Beni bırakıp gitme bir yere diye inliyordu bakışlarım.
Öyle değildi. Uzun zamandır öyle bakmazdı ama bu sefer sanki eski Haris gibi bakmıştı. Son kezdi belki de bu bakışlarımız ondandı bu hasret. Bir kez sarılsam her şey geçecek gibi geliyordu.
"Damat Bey?"
Haris ile birbirimize bakarken Meriç bileğimden tuttu. "Heyzır..."
Ben bakışlarımı yere indirince o da çevirdi. Bağlantımız kesilince kısa bir süreliğine de olsa bağımız da kesildi.
"Damat Bey cevabınız merakla bekleniyor."
"Devamını duymak zorunda değiliz gidelim mi müdürüm?" Şirin son derece sinirli bir şekilde yanıma geldiğinde Üzeyir, Berfin ve Süleyman abi de beklenti ile bana bakıyorlardı.
"Bekleyelim. İzin verin ona," diye mırıldandı Gamze. Benim yerime kalmamız gerektiğini ifade ettiğinde bir kere daha ona baktım. Bana bakmıyordu. Gülümseyerek nikah memuruna bakarken "Evet!" dedi.
Unutmak için gidiyordu. Gidince unutturdu. Gitsen de unutama inşallah. Ben bu sancıları çekerken sen daha fazlasını çek inşallah. Evliliğe saygı duysam da unutama işte. Hacer Gazel sevdiğin biri olarak değil de anımsadığında kalbinde ve boğazında bir sızı olarak kalsın.
Gözümden akan bir damla yaşı elimin tersi ile sildiğimde çıkışa doğru yürümeye başladım. Ekibim de benimle birlikte çıkarken ardımdan baktı mı bilmiyorum. Hevesle düğününe devam mı etti bilmiyorum. Ne hissettiğini ne düşündüğünü hiç ama hiç bilmiyorum.
Tek bildiğim parçalara ayrılmış bir ruhla dik durmaya çalıştığım.
Kalabalık arasında çıkışa geldik ve herkes için düğün benim için cenaze olan bir kabusun daha sonuna varmış olduk.
🎭
"Bekleyen davalar var ancak bu dava şu an için acili. O yüzden önce bu davayı çözüme kavuşturacağız sonrasında diğerleri ile ilgileniriz."
"Siz nasıl uygun görüyorsanız müdürüm." Onur uzattığım dosyayı alırken gülümsedim.
"Tam olarak ne hakkında bu dava?" Şirin kendisine uzatılan dosyayı aldığında Emre'ye de bir tane uzattım ve diğerlerine teker teker uzatırken derin bir nefes aldım.
"Mısır tarlası labirentlerini duydunuz mu daha önce?"
"Amerika ve Kanada'da meşhur olan festivaller mi acaba?" diye sordu Süleyman abi.
"Aynen öyle," dedim baş ve işaret parmağımı şıklatıp Süleyman abiyi işaret ederek. "Bilmeyenler için yaklaşık on iki sene önce Amerika'da mısır tarlalarından labirent ve çeşitli şekiller içeren festivaller yapılmaya başlandı. Çiftçiler bu tarlaları zekice düzenlenmiş şekillerle hasat edip kalan mısırlar içinde çıkışı bulmaya çalışıyorlardı."
"Kulağa eğlenceli geliyor," dedi Şirin elindeki kağıtları okumaya devam ederken.
"Peki nasıl bir dava oldu ki?" Üzeyir merakla sorduğunda Berfin de başını kaldırıp bana baktı.
"Bu festivaller yaklaşık beş senedir ülkemizde de gerçekleştiriliyor. Fakat son yapılan festivalde ikisi genç olmak üzere toplam beş kişi kayboldu. Diğer üç kişinin köyün yaşlılarından olduğu tahmin ediliyor."
"Nasıl yani? Nereye kaybolmuşlar?"
"Labirente girip bir daha çıkamamışlar mı?"
Emre ile Şirin merakla peş peşe sorularını sorduğunda dudaklarımı ıslatıp elimle kağıdı masaya yerleştirdim.
"Festivalde kural labirentin içine girmek ve sağ salim çıkmakmış. Bu kişiler labirente girip tekrar çıkmamışlar. Nereye kayboldukları ise bilinmiyor çünkü onları aramak için giren kişiler de kaybolmaktan korktukları için girmeye cesaret edemiyorlar."
"Bu çok saçma," dedi Şirin elindeki dosyayı masaya fırlatırcasına atarken. "Neden bir dron kullanmamışlar? Kuş bakışı her şekilde bulunurlar."
Hepimiz Şirin'e baktığımızda durumu daha iyi anlatmak için masadan destek alarak beyaz tahtanın önüne geçtim.
"Arkadaşlar durum sandığınızdan daha da vahim. O yüzden bu davayı öne aldık çünkü iş dron kullanarak çözülecek gibi değil." Elime siyah tahta kalemini alıp bir dikdörtgen çizdim. "Burasının tarla olduğunu düşünün. Bu festivaller yapılmaya başladığında herkes zekice birer şekil düşünüp ona göre tarlasını hazırladı. Örneğin bu bir z harfi şeklinde bir labirent olsun," dedim tarlanın üstüne kocaman bir z harfi çizerek. "Evet çiftçi bu şekli biliyordu ancak yarışmayı kazanmak isteyenler tarladaki şekli görmek için dron ya da benzeri araçlar kullanarak şekli önceden gördü. Bu yüzden önlem almak adına farklı bir yol geliştirdiler."
Tüm ekip dikkatle beni dinlerken elime kırmızı tahta kalemini aldım ve siyahla çizilmiş z harfinin altına karmaşık olacak şekilde bir şekil çizdim.
"Anlayacağınız üstten görünen şekil ile altta kullanılan şekil tamamen farklı. Mısırlar kuş bakışı görünen yerleri ile aşağıda kalan köklerinden ayrılarak iki farklı şekle sahip oldular."
"Woah!" diye haykırdı Onur yerinden kalkarak. Ellerini iki yanına koyup tahtayı işaret etti. "Böylesi şeytanın aklına bile gelmez. Doğrusu feleğim şaştı."
Şirin kaşları çatık afallamışça gülümserken Berfin, Üzeyir birbirine baktı.
"İşte bu yüzden acil müdahale etmek zorundayız. O köyde ne tür bir oyun dönüyor bilmiyorum ama birileri şeytani bir güç kullanmışa benziyor."
"Özel izin çıkarmama gerek var mı müdürüm?" Şirin ayağa kalkıp sandalyesini düzeltirken elimdeki tahta kaleminin kapağını kapatıyordum.
"Hayır. Resmi bir yer değil ayrıca özel mülk olarak da geçmeyecek. Çünkü yarışma alanı."
"Anlaşıldı."
"Üzeyir, Onur, Berfin siz üçünüz önden köye gidip olay yeri incelemeye katılın."
"Emredersiniz!" Onur, Üzeyir ve Berfin aynı anda toplantı odasından çıktığında masaya doğu yaklaştım.
"Şirin ve Emre siz ikiniz de çiftçiler ile görüşün. Öncelikli olarak muhtar olsun."
"Emredersiniz." Emre ve Şirin de kalktığında geride kalan Süleyman abiye baktım.
"Abi biz de önce konsolosluğa gideceğiz. Kanada ve Amerika'dan bu mısır tarlası festivali için gerekli bilgiyi verecek çiftçileri davet etmiştim. Onlar gelmiş olmalılar. Önce onlardan bilgi alalım sonra olay yerine gideriz."
"Emredersiniz müdürüm. Aracı hazırlıyorum hemen." Başımla onay işareti verdiğimde salonda tek başıma kalmıştım. Elimde tuttuğum dosyaya baktım son kez. Geniş bir mısır tarlası tuhaf bir şekle bürünecek şekilde hasat edilmişti. Bir tane çiftçi gülümseyerek elindeki tırmığı tutuyordu ve başındaki hasır şapkasının üstünde de bir karga öylece duruyordu. Dudaklarımı toplayıp çiftçinin gülüşüne odaklandım uzun bir süre. Sonra da koltuğumda asılı olan siyah ceketimi alıp peşlerinden ben de çıktım.
Süleyman abi ile konsolosluğa geldiğimizde bizi görevliler karşıladı.
"Emniyet müdürü Hacer Gazel." Kimliğimi gösterdiğimde hemen içeri alıp gelen çiftçilerin olduğu odaya aldılar. Bir tercüman ile gerekli soruları sordum. Aslında bu olay bir aylıktı. Ve bu çiftçiler de bir ay öncesinden gelmişlerdi. Onları davet eden ise Konyalı çiftçilerdi. Tarladaki mısırın ne zaman hasat edileceği, hangi şeklin daha uygun olacağı, yapılan tünellerin boyutları ve festivalin içeriği hakkında bilgi almak için gelmişlerdi. Lakin son bir haftada meydana gelen kayıp olaylarından sonra işin tehlikeli olmaya başladığını düşündükleri için yeniden ülkelerine dönme kararı almışlardı. Onları son anda durdurmuştum. Benim de soracaklarım vardı zira. Madem bu şekilde bir olaya vesile oluyordu elbette onların ülkelerinde de bunun bir örneği vardı. Veyahut yoksa ve ilk kaybolma olayı bizde olduysa da işte o zaman durum düşündüğümden de vahim bir hal alırdı. Çünkü biri ya da birileri bu durumu fırsat bilip çirkin emellerini hayata geçirmek için ellerine geçen fırsatı kaçırmamış olacaklardı.
Gösterilen odaya önce ben sonra Süleyman abi girdi. Koltuklarda üç kişi oturmuş bekliyordu. İkisi orta yaşlı erkek biri de genç bir kadındı. Üçü de oduncu ekose gömlek giymişti. Kadının kot tulumu ve hepsinin aynı renk çizmelerine bakıp klasik yabancı çiftçi havası sezdim. Yüzlerindeki ifade pek de garip gelmemişti. Herhangi bir tedirginlik yoktu.
Bizden sonra odaya bir tercüman bir de konsolosluk görevlisi girdi. Hepimiz koltuklara oturduğumuzda endişe ile bana baktıklarını fark ettim.
"Neden festivallerden önce ülkeden ayrıldıklarını sorar mısın?"
Tercüman sorumu ilettiğinde cevapları geldi.
"Köy muhtarı köyün tehlikeli olduğunu söylemiş. O yüzden acil ayrılıyorlarmış."
"Peki şekilleri neye göre hasat ettiklerini sor."
Tercüman cevap için bekledi. Ben de onların konuşma şekillerini inceledim. Evet korkmuşlardı ama muhtemelen üstlerine kalmasın diyeydi. Bunun dışında pek bir şey bildiklerini sanmıyordum.
"Çiftçi nasıl bir zorluk seçiyorsa ona göre yapılıyormuş. Ama dediklerine göre verilen şekillerden bağımsız hasat yapılmış."
"Nasıl yani?"
"Yani mısırları hasat eden biçer döverler kendileri farklı şekiller yapmış."
"Biçer döverciler nerede peki?"
"Bilmiyorlarmış. Doğu tarafından gelmiş hepsi. Ama kimliklerini falan kaydetmemişler. Aslında polis hanım genelde hasat dönemi hep böyle olur."
Dediklerini anlamıştım anlamasına ama burada dönen olay zaten biçer döverdiler ile ilgiliydi. Onlar her kimse bu hinliği gerçekleştiren de oydu.
Elimiz boş bir şekilde Süleyman abi ile konsolosluktan çıkıp köye doğru yol alırken neler döndüğünü düşünüyordum. Amaçları tam olarak neydi? Birilerini öldürmek istiyorlarsa bunu daha kolay bir şekilde yapabilirlerdi. Neden bu tantana meydana gelmişti?
Köye geldiğimizde bizimkilerin girişi ve tarlalarsa giden yolu emniyet şeridi ile kapattıklarını gördük. Toprak yolda sağa sola serpilerek ilerlerken köpekler de aracımıza takılıyordu. Onlardan kurtulup da insanların olduğu yere geldiğimizde nihayet bizimkilere de ulaşmış olduk.
"Hoş geldiniz müdürüm!"
"Müdürüm hoş geldiniz."
Emre ile Onur hemen gelip sağlı sollu yanımda durduklarında başımla onayladım. Spor ayakkabı giydiğim için çamur olan yollarda ayaklarım batmaya başlamıştı.
"Yollar niye ıslak?"
Sorumu ellerini arkasında bağlamış bir şekilde bana doğru gelen Şirin cevapladı.
"Zannımca ayak izlerini yok etmek için bilinçli olarak ıslatmışlar. Nedense sadece tarla yolu girişinde ve köy yolu girişinde ıslaklık var. Ya da başka bir şekilde bir mucize oldu ve sadece iki bulut gelip bu yerlerin üstüne yağdı." Şirin imalı bakışlarla muhtara bakarken neyden şüphelendiğini anlamaya çalıştım. Mutlaka bir şeyden nem kapmıştı. Yoksa asla böyle davranmazdı.
"Çiftçilerle görüştünüz mü peki?"
"Görüştük. Verdikleri şekillere göre tarlaların hasat edilmediğinden takınıyorlar. Ama bilin bakalım asıl sorun kimde?"
Şirin bana bakarak sorduğunda emniyet şeridini kaldırıp altından geçtim.
"Biçercilerde."
"Nasıl bildiniz?"
Diğerleri de peşime takılıp beni takipe başladılar.
Uçsuz bıçaksız mısır tarlasına bakarken gözlerimi kıstım. Kaybolanları bulmak için tarlanın içine girmekten başka bir şansımız yoktu. Zira ne üstten ne de başka bir yerden çıkışa varılamazdı. Sorun şu ki tarlanın içine girenlerden neden hiç ses gelmiyordu? Dışarı çıkmayı başaramamışlarsa orada ne yapıyorlardı?
"Ekipleri hazırlayın tarlalara gireceğiz."
"Ama müdürüm... Bu çok tehlikeli." Şirin neden engel olmak istiyordu çok iyi biliyordum ama şu an için yapabileceğimiz başka bir şey yoktu. Ülkenin polisi de kendini korumak için çözümden kaçarsa halkı kim kurtaracaktı?
“Toplamda dört tarla var. Bölünüp ekiplerle birlikte girelim ve aramaya başlayalım. Profesyonel ekip de geldi mi?”
“Geldi müdürüm,” dedi Berfin. “Hepsi dağcı ve mağaralarda ustalaşmış yer kişi. İpleri ve iz sürücü aletleri ile tarlaların girişinde bizi bekliyorlar.”
“Peki o halde. Şirin sen dışarıda…”
“Böyle bir davada geride bırakılmaktan hüzün duyarım.”
“Peki madem Emre ve Berfin ikiniz en sağdaki tarlaya. Onur ve Süleyman abi siz ikinci tarlaya. Üzeyir ve Şirin üçüncü tarlaya. Ben de son tarlaya gireceğim. Profesyonel ekibi bu dört grup arasında dağıtacağız. Kimse yalnız girmeyecek tarlaya. Herhangi aksi bir durumda telsizler ve telefonlar aktif olacak. Bir de şunları da yanlarınıza alın,” dedim hepsine kırmızı ışık saçarak havaya uçan patlayıcıyı vererek. “Acil bir durum olursa bunu kullanacağız. Herkes beraberinde mutlaka bir bulundursun. Hadi bakalım Allah yardımcımız olsun.”
“Sizin de müdürüm!”
Yüksek bir sesle karşılık aldığımda dağıtıma uyarak herkes kendi grubunun yanına geçti. Ben de kendi grubumla hazırlandım. Bellerimize ip bağlattık. Kibrit, çakmak ve parlatıcılarımızı alıp, telefonla sinyal kesici olması ihtimaline karşı telsizlerimizi hazırladık. Tam teşekkülü bir şekilde aynı anda tarlalara adım attığımızda artık bambaşka bir dünyada gibiydik. Gökyüzünden muhafaza tutulmuş, havası ve ısısı kesilmiş birer buz dolabı gibiydi ve neredeyse loştu tamamen. Yerden yükselen sis ise işleri tamamen karmaşık bir hale getirmişti.
🎭
2 ay önce / Hacer Gazel emniyet müdürü olduğu gün
Haris Çelik
"Yeni atanan Konya emniyet müdürü Hacer Gazel hakkında en bilinen davalardan biri gelinlik davası olarak..."
Haberleri izlerken Meriç'in aradığını gördüm. Uzun zamandan beri beni aramamıştı. Önemli bir mesele olmasa da asla aramazdı. Telefonu beklemeden açtım.
"Emniyete gelemeyecek kadar meşgulüm memur bey."
Ben böyle söyleyince gülümsediğini fark ettim.
"Vaktin varsa birer şalgam suyu içelim."
Ahizeye üfleyerek gülümsedim. Eski dostların samimiyeti asla kaybolmuyordu. Bir şalgam suyuna hayır diyemeyeceğimi de ancak Meriç bilebilirdi. Cevap vermedim, o zaten beni tanıyordu.
"Konum gönderiyorum. On beş dakika yeter."
Aracı konuma doğru direkt sürdüğümde iki şişe şalgam suyu ile beni bekliyordu. Doğrusu tanıdık bir yüzle görüşmek kalbime iyi gelmişti ama ona yakın davranmak her yönden şüpheye neden olurdu.
Aracı su kenarına çektiğimde birer şalgam suyu içip Heyzır için yardım etmemi istedi. Olağanüstü bir şey değildi bu isteği. Sıkışmış olmalıydı ve bana gelene dek herkesten yardım istiyor olmalıydı. Lakin benim nasıl bir durumda olduğumu bilmiyordu. Görüşme bitip de Meriç'in yanından ayrıldığımda ona olumsuz yanıt vermemin dışında gerçekte durumun ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Heyzır emniyet müdürü olmuştu. Daha fazla yetki ve daha fazla gücü olacaktı ancak Meriç hâlâ daha onun için endişeleniyordu.
"İyi de ben ona nasıl yardım edebilirim ki? Şöyle bir durumda her şekilde her adımım takip edilirken ona nasıl el uzatabilirim ki?"
Direksiyonu sıkıp aracı kullanmaya devam ederken telefonumdan sesler gelmeye başladı. Şüphelendiğim kişilerin üstüne böcek yerleştirmiştim ve hepsi de bilgi topladığı anda bana bildirim geliyordu. Yeni bir bilgi akışı olmuş olmalıydı. Trafikteyken kulaklığı taktım ve bildirimleri açtım.
"A0091 nolu dosya servise hazırdır. Sıradaki plan devreye konulacaktır. Pireler çiçekleri yemeden güneş bir kere daha doğmayacaktır."
Kaşlarımı çatarak söylenen şeyi dinlerken neden bahsettiklerini anlamamıştım. Devamı yoktu. Diğer bildirimi açtım hemen.
"Çok tuvaletim geldi. Sen önce git ben de geleceğim."
İşe yaramaz konuşmalardan biriydi. Başka bir bildirim açtım.
Sadece uğurlu vardı. Kayda değer bir şey yine yoktu. Bildirimler bittiğinde böcekler de kendini imha ediyordu.
"A0091 de neyin nesi şimdi? Pireler neymiş? Pireler çiçekleri yemeden güneş açmayacak mı? Doğmayacak mı? Ne demek istiyorlar?"
Araç şirketin önünde durduğunda böcekleri kime taktığımı kontrol ettim. İlk bildirim Aslan denen adama takılıydı.
"Aslan Merdaneli... O adamda düşündüğümden daha fazlası olduğunu biliyordum."
Vakit kaybetmeden onu takibe başladığımda ufak bir toplantı yaptıklarını gördüm. Ve ellerinde taşıdıkları gizli dosyaları... Dosyaları flaş belleklere aktarmışlar bilgisayar üzerinden görüşüyorlardı. Bilişim üzerinden işlerini halletmelerinin tek bir nedeni vardı; o da gizlenmek...
Kendi daireme geçip laptobumu açtım ve Aslan'ın mail adresini hackleyip flaşta kaydedilen dosyaları kendime aktardım. Böcek yerleştirmemiş olsam Aslan'ın ne Gmail adresini ne de şifrelerine ulaşım sağlayamazdım. Ama onlar insanlarla uğraşan şeytanların sadece kendileri olduğunu sanıyorlardı.
Dosyayı kendi bilgisayarıma indirdiğimde yüzlerce dosya ile karşılaştım. İç içe geçen tüm bu dosyalar arasında A0091'i bulduğumda hızla tıkladım. Başlığı okumamla gözlerimin şaşkınlıkla açılması bir oldu.
"Hacer Gazel..."
Başımı hafif yana eğdiğimde onunla ne işleri olduğunu az biraz tahmin etsem de böylesi bir dosya oluşturacak kadar durum neydi?
İç içe geçmiş yüzlerce dosya burada da vardı. Yıllara göre isimlendirilmiş dosyalardan ortalarda bir yerlerde olanı açtığımda Heyzır'ın lise yıllarına ait olan çeşitli fotoğrafları ile karşılaştım. Neredeyse her adımı kayda alınmıştı. Yemek yediği, arkadaşlarıyla gezdiği, okula gittiği her an. Annesi ve kardeşi de dahil ailesi de kayıttaydı. Fotoğraflar binlerceydi.
Diğer başka bir yıla tıkladığımda polis olma töreni vardı. Sağa baktığı, sola baktığı her ne hareketi varsa hepsi fotoğrafa alınmıştı.
Daha eskiye gittim çocukluğu. Daha eski annesinin kucağındayken. Biraz ileri ilkokul dönemi. Biraz daha ileri stajyer olduğu zamanlar. Ben bile vardım tüm bu kayıtlarda.
Gergince yutkunurken fotoğraflardan çıkıp belgelere girdim. Dosyalar yazıya dönüştü bu sefer de. Lakin kayıt aynıydı. Hepsinin ana temasında Hacer Gazel vardı.
Gelinlik davası...
Daha eski.
Okulda şiddet...
Daha eski.
Çocukken kaçırılma olayı...
Daha ileri.
Ruhsal kimlik bozukluğu olan Mevlüt Karaca, OKB Yağız ve kara para aklamada görevli Cihanşah Aliyev'in ekibe katılması...
Daha ileri.
Ölü yiyenler davası...
"Tüm bunlar ne anlama geliyor Allah aşkına? Bunları neden kayıt etmişler?"
Tek tek okuduğum sayfalar son bir cümle ile anlam buldu.
Hacer Gazel'i ortadan kaldırma senaryosu A0091...
Dehşetle yutkundum. Bunların hepsi Heyzır'ı öldürmek için bilinçli olarak tasarlanmıştı. Hepsinde de hayatta kaldığı için denemeye devam edeceklerdi. O ölene kadar durmayacaklardı. Neden bu şirkete gönderildiğimi şimdi daha iyi anlıyordum. Meriç'in neden benden yardım istediğini şimdi çok daha iyi anlıyordum. Durum tahmin ettiğimden de ciddiydi. Peki ya şimdiki planları neydi? Ne zamandı?
A0091
Önümde duran son dosyaya tıkladığımda Heyzır için 91. ölüm senaryosu gibiydi. Fotoğraflarla detaylandırılmış bu senaryoda uçsuz bucaksız ama çok da güzel şekillendirilmiş bir mısır tarlası vardı.
"Mısır tarlası mı?"
Fazla bir ince ayrıntı verilmeden sadece fotoğraflarla detaylandırılmış dosyaya bakarken nefesimi tutmuştum. Demek ki sıradaki planları buydu. Ne yapacaklardı?
"Heyzır'ı böyle bir tarlaya nasıl götürebilirler ki? Neden gelsin? Neden girsin?"
Önümde açık olan fotoğrafa bakmaya devam ederken zihnimde binlerce soru cevaplanmak için sırasını bekliyordu.
Merhabalar… Yeni bölüm Cuma günü. En sevdiğim sahnelerden biri bir sonraki bölümde olacak ve üç tane daha var. Her defasında bu da en sevdiğim sahneydi diyeceğim size… Şöyle ki kitabı yazmaya başlamadan gözümün önüne bazı sahneler geliyor. Birden beliriyor yani ve onları yazmak için heyecandan ölüp bitiyorum. O sahneler gelene dek de bir an önce diğer yerleri yazmak istiyorum. Bir sonraki bölümde en sevdiğim sahnelerden biri var işte. Bir tanesi finalde, bir tanesi de birkaç bölüm sonra. Ay çok heyecanlıyım. Keşke ben anlatsam da biri benim yerime yazsa. Bazen kelime kullanmakta zorlanıyorum adgajak
5. Kitap bitmeden burada da güzel vakit geçirdiğinizden emin olacağım. 6. yani son kitaba geçmeden tüm seriyi baştan okumam gerekecek. Benimle birlikte bir fırt Profeysonel maratonu yaparsınız değil mi? Toplamda bir sene sürüyormuş agshdk
Sürmez ya dimi?
Cuma günü görüşmek üzere ve tabii ki bol bol yorumla. Beni bu konuda darlayabilirsiniz. Asla rahatsız olmuyorum. Sevgilerimle Haku ❤️
🌻🌻🌻 🌻🌻🌻🌻
🌻🌻🌻 🌻 🌻🌻🌻🌻🌻🌻 |
0% |