@halempa
|
Utanç verici bir acı söz konusuydu...
Bir çocuk toprağın üzerinde saçlarını yere sererek ağlıyordu. Koca dünyanın ona makul gördüğü küçücük ailesi ölmüş, sırtına küçük dünyasının yükü çökmüştü. O narin sırt kaldıramayacağı acının ağırlığından kambur olmuştu, güzel yüzü artık dünyaya bakmak istemez gibi örtülmüştü. Ve can yakıcı bir ağlama sesi geliyordu. Öyle ki oradaki herkese kaderin adaletini sorgulatacak kadar etkiliydi.
Yaşamın bütün adaletsizliklerini tek başına sırtlanmış zavallı birt sırt acıdan titriyordu. Genç kız, gül hendeğinin yanına yığılmış cesedin başındaydı. Yürek parçalayıcı, hatta camları bile inleten küçük çığlıkların hepsi ona aitti. Güçlü hıçkırık ve nefes sesleri, bizzat kendi ciğerlerini boğuyordu; ağlıyor, duruyor ve bu düzene ulaşmış acılı tepki sonu belli olmadan sürüyordu. Kız garip bir şekilde onu ağlatan cesede hiç dokunmuyordu, yüzünü sanki o ölü etin bir parçasına dokunsa alev patlamasına kapılıp yanacakmış gibi elleriyle saklıyordu. İnsanların kalbine dokunmuştu, neredeyse kimse yerdeki ölü beden için üzülmeyecek haldeydi. Çünkü o iç parçalıyıcı hıçkırık ve çığlıklar, yaşayanlar için çok daha etkiliydi.
Rabia onu ancak cenazede, uzaktan görebilmişti. O zamandan beri annesi ve babası, inatla onun Sırma'ya yaklaşmamasını sağlıyordu. Rabia sebebi bulamamıştı, açıkçası ailesinin Asuman neneye gösterdiği hor görücü tavrı bu sefer de Sırma'ya mı yönelttiklerini düşünüp sinirlenmişti. Ancak bir kere Sırma'ya yaklaşmak istediğinde gerçeğin ne olduğunu görmüş, ailesinin onu neyden korumak için uğraştığını anlamıştı: karşısındaki acıya bakmak bile yetiyordu. Rabia, Sırma'nın yüzündeki o bitik ifadeyi gördüğü gün cesaretini kaybetmişti. İlk defa Sırma'dan çekinmişti, belki de bilinçsiz bir şekilde onun acısını anlayamadığını fark ettiği içindi. Günler korkulu rüyası olmuş bir vicdan azabıyla bomboş geçmiş ve Rabia o cesareti bir türlü kendinde bulamamıştı. Bahçesindeki taşları ezbere bildiği o eve gitmek artık eskisi kadar kolay değildi, orada Rabia'nın aşamayacağı kadar büyük bir acı deposu vardı ve Rabia arkadaşının en zor gününde bile yanında olamadığını hatırladıkça kısır bir döngüye doğru saplanmıştı.
Çözümü babası bulmuştu: Asuman nenenin ölümü üzerinden iki hafta geçtikten sonra Rabia'ya erkenden İstanbul'a gitmesini söylemişti. Sebep herkesin unuttuğu ciddi bir sorundu: Sırma'nın üniversitesi başlamıştı. Ancak Sırma evden bile çıkamaz haldeyken üniversiteye gidebilmesi mümkün değildi. Rabia kendi derslerinin başlamasına daha bir hafta olduğu halde sessizce bu durumu kabullenmişti, bir kez olsun Sırma'nın karşısına çıkamadığı için yaşadığı vicdan azabını yüklenmiş ve gitmişti. Belki de o an Sırma için yapabileceği en iyi, ya da tek şey onun okulunu dondurmaktı. Ve bu şekilde Rabia Düzce'den ayrılmıştı.
Hayatı baştan aşağı bir kum saati gibi tersine çevrilmiş hissi veriyordu, olayın üzerinden neredeyse bir ay geçtikten sonra amfiden çıkıp yurda gittiği bir gün telefonda Begüm ile konuşurken duraklamıştı. Gözüne ilk takılan bir futbol sahasının, ana yoldan aşağıda kalan açık tribününe inmiş ve plastik bir yer sandalyesine oturup dalgın gözlerini aşağıdaki maça dikmişti. Begüm'ün ileriki gün İngiltere'ye gidecek olmasını konuşuyorlardı, bir noktada konu Sırma'ya gelmişti. İki kız günlerdir olduğu gibi bir kez daha vicdan azabının sessizliğine bürünmüştü. İkisi de Sırma'nın perişan haline rağmen onu aramaya sormaya güç bulamıyordu ve bunu sözlü olarak ifade eden olmasına rağmen ikisi de biliyordu ki Sırma'ya görünmez bir hayalet muamelesi yaptıklarını düşünerek kendilerini suçluyorlardı. Ağır acıların böyle bir etkisi vardı, insan hele ki genç olunca onu aşan büyük bir acıyla karşılaştığında kaçmak ya da görmezden gelmek istiyordu. Ve bunu Rabia da Begüm de yapmıştı.
Rabia gözlerini diktiği maçı boş boş izlerken telefona konuşuyordu: "Babamla konuştum, Sırma'ya araba sürmeyi öğretiyormuş bu aralar. Çocukken bizi pikniğe götürdüğü bir restoran çiftliği vardı, hafta sonları oraya gidiyorlarmış. İyi fikir aslında, babam cenazeden beri evden dışarı çıkmadığını söylüyordu. Sırma sürücülükle uğraşırken kafa dağıtır en azından, evde kaldıkça kafayı yiyecekti çünkü. Bari onu hatırlamayacağı bir yerlere gidebilsin. Ayrıca çiftiğin havası da iyi gelecektir, oranın manzarası, havası filan çok güzel."
"Çok sevindim, babanın Sırma'yı yalnız bırakmaması çok iyi olmuş." Begüm'ün yankılı sesinde rahatlık ifadesi vardı, sanki üzerinden bir yük kalkmış gibi iç çekerek konuşmuştu. Ama çok geçmeden gücenmiş olsa gerek boğuk bir sesle "Baban bizim yapamadığımızı yapabiliyor." dedi.
Rabia önündeki maça gergin bir yüzle bakıyordu. Kuru, kendini tutmak için gayret eden zoraki bir bir sesle "Evet, ben de babamdan bu kadarını beklemezdim." dedi. Ardından aklına gelen düşünceyle doğrulup, "Bir de üstüne eski Clio'sunu Sırma'ya vermiş biliyor musun?" dedi.
"Anlamadım... Kendi arabasını mı?"
Rabia baş salladı ve aklına gelen düşünceyle doğruldu. "Ya babamın satmamak için inat ettiği eski bir Clio'su vardı, garajda yer kaplamaktan başka bir işe yaramıyordu. Arabayı Sırma'gilin evine götürüp onda kalsın diye bir bahane uydurmuş. Niye bu kadar ileri gitti bilmiyorum gerçi ama en azından araba bir işe yaradı, hatta çok işe yaradı diyebilirim. Şimdi Sırma o arabayı kullanıyor, bayağı bayağı onun arabası oldu yani! Yıllardır o yer süpürgesi yüzünden annemle babam kavga ediyorlardı zaten. Neyse! Bu günleri bekliyormuş baksana. Sırma'nın işine yarıyor bu sayede."
Hattın öbür tarafından morali düşük bir kıkırdama geldi. "Aslında çok güzel olmuş ama Sırma'nın ehliyeti yok ki? Başına bir iş gelmesin?"
"Onunla ilgili bir sıkıntı olacağını sanmıyorum, orası gözetimden uzak bir yer, başlarına bir iş gelmez. Babam da çiftlik dışında başka bir yerde sürdürmüyormuş. Hem eninde sonunda Sırma da ehliyet alır zaten, şimdilik kafa dağıtsın diye sadece köy yollarında sürüyor."
Düşünceli bir hmm, sesi geldi. "Her gün daha da kendimden utanıyorum." Dedi Begüm, sesinde hüzün vardı.
"Bir tek sen değilsin ki. İkimiz de ona yardımcı olamayız, zamanla hallolmasını beklemekten başka yolumuz yok."
"Zamanla mı? Bana hiç öyle gelmiyor... Daha onu görmeye bile gidemedim."
Rabia bir yanıt vermedi, kendi de bu konuda pişmandı. Her ne olursa olsun en azından Sırma'ya kendi varlığını hissettirip yalnızlığına biraz merhem olabilirdi. Ama yapamamıştı.
Begüm tereddütlü bir sesle "Ben bu gün evine gitmeyi düşünüyorum." diye itiraf etti. "Sence yanımda ne götüreyim dersin? Ne ihtiyacı vardır?"
Rabia duyduklarından rahatsız olmuş bir ifadeyle kaşlarını çattı. "Begüm emin misin? Gitsen ne yapacaksın ki? Kimseyle konuşmuyor, bütün gün salondaki kanepede oturup camı izliyor." Bir an duraksadı ve Sırma'yı son kez gördüğü gün garipsemesine sebep olan o an ile ilgili bir şey fark etti: Sırma boş yere bahçeye izlemiyordu, camın olduğu cephe güllerin tarafına bakıyordu ve Rabia, Asuman nenenin tam o noktada ölü bulunduğunu duymuştu. Sırma her gün oraya bakıyordu. İnatla. Korkunç bir dürtüyle.
"Kaçmak daha mı iyi peki? Üstelik yaklaşmadıkça Sırma'ya onu vebalı gibi gördüğümüzü düşündürmüyor muyuz? Sırma sadece acı çekiyor Rabia, hakikaten asıl anormal olan biziz. Sırf acı çekiyor diye ona yaklaşmıyoruz, iyileştiğini düşündüğümüz zaman nasıl karşısına çıkacağız o zaman? Bunun bir sonu yok, artık bir şey yapmak istiyorum."
Rabia sıkıntılı bir iç çekti, bunların hepsini kendi de düşünüyordu ancak gözünde Sırma canlandığı zaman hevesi kaçıyor ve bütün düşünceleri unutup başa dönüyordu. Begüm'ün henüz Sırma'yı gömemiş olması iyiydi, en azından motivasyonu vardı. Rabia içten içe onun gidip bu çekinceyi kırmasını ve kendine de yol açmasını, Sırma'nın konuşmaya müsait duruma geldiğine dair bir umut yakalamasını istedi. "İki gün sonra gidiyorsun değil mi?" Diye sordu.
"Evet, bir kez olsun Sırma'yı görmeden gidersem beni sileceğine de eminim. Üstelik o böyle bir haldeyken düşünmesi işten değil. Belki son son bir şeyler yapabiliriz. En iyi arkadaşım sonuçta, hiçbir şey demeden gitmek istemiyorum."
Bir sessizlik oldu, Rabia diyecek bir şey bulamamış halde ayaklarının arasında kalmış çatlak betonu izliyordu. Derken Begüm konuştu: "Hepimizden çok çalıştı, hak ettiği hayat bu olmamalıydı."
Rabia derin bir nefes alıp gözlerini yumdu, duygularını bastırmaktan yüzünün katılaştığını hissedebiliyordu. "Evet, çok uğraşmıştı. Onca emek, masrafın sonucu bu olmamalıydı. Sırf Sırma değil, ananesi de her şeyini o okusun iyi bir yerlere gelsin diye harcamıştı. Şimdi Sırma düşündüğünden bile berbat durumda. Ama bu kadar yıkılmışken gidip üniversite okuyamayacağını anlayabiliyorum. Keşke böyle olmasaydı... Kızın bütün hayatı başına yıkıldı."
Hattın öbür tarafından bi iç çekme sesi geldi, kısa bir sessizliğin ardından Begüm "Aa şey, Oğuz geldi. Yine konuşuruz olur mu?" dedi.
Rabia da dakikalardır umursamadığı maça gözünü dikmekten kendini alıp doğruldu ve sandalyeden kalktı. Sandalyelerin aralarındaki dar boşluklara basarak yukarı çıkarken "Tamam, sonra konuşuruz. Ama İngiltere'ye gitmeden önce mutlaka arayacaksın tamam mı?" dedi.
"Söylemene bile gerek yok."
Rabia telefonu kapatıp tribünden kaldırıma çıktı ve yurdun yolunu tuttu. Sırma'nın Begüm'ü nasıl karşılayacağını merak ediyordu.
Aynı gün Düzce'de dışarı çıkmaya uygun bir hava vardı.
Sırma ölü gözlerini toprak yolu görmeksizin önüne dikerek arabadan indi ve kapıyı arkasında bırakırken bir el hareketiyle itti. Konfordan hallice eski arabanın kapısı büyük bir metalik ses eşliğinde arkasından kapanırken kız ellerini eşofman hırkasının ceplerine sokup yola koyuldu. Zihninde bir umut ağaçlara bakıp içini rahatlatmak vardı, ancak manzaranın önünden geçip giderken hiçbir şeye bakacak hevesi olmadığını henüz anlamıştı. Kendini bir şeye bakmaya zorlamak bile onun için elzemdi, ancak hala bu gücün içinde olmadığını fark etti.
İlk defa tek başınayken buraya geliyordu ve ilk defa arabayı Ercan amcanın histerik düzeyde temkinli direktifleri olmadan bir başına sürmüştü. Yolda yaptığının doğruluğunu sorgulamasa bile direksiyonu tutan ellerinin titrediğini fark etmişti, ancak kendini o kadar umursamamıştı ki titreyen ellerine omuz silkmişti. Sonunda beklediğinden daha iyi bir şekilde arabayı idare ederek köy yolundan geçmiş ve patikanın başına kadar gelmişti. Henüz o dar ve engebeli küçük patikanın içine girmeye cesaret edemiyordu, ama zaten gerekli değildi. Yolun bir kısmını yürüse daha iyi olacaktı, ki öyle yapıyordu. Beş metre kadar uzaklaştıktan sonra aklına düşen fikirle durup arabaya döndü. Kilitlemeyi unutmuştu. Zaten arabayı da patikanın önünü kapatacak halde bırakmıştı. Henüz Doğan'a giden bu ıssız yolun güncel olarak kullanılıp kullanılmadığından emin olmasa da, en azından arabayı kilitlemeliydi.
Zihni yoğundu, o kadar yoğundu ki ne düşündüğünü çok sonradan fark ediyordu. Uzunca yürüdü. Bir süre sonra bayağı yol aldığını fark ederek zihnini acıdan kavuran düşünceden kopardı ve nerede olduğuna baktı. Çoktan balık restoranını geçtiğini gördü: Yanındaki ağaçlardan biri üzerindeki tanıdık, anlamsız bıçak darbelerini gördü; burayı daha önce de görüp tecrübe etmişti ve şöyle bir etrafına bakınca restoranın ilerisindeki düz patikaya yaklaştığını anladı. Sorun değildi, nefes alıp verdiği bu acılı süreç boyunca ona yaşadığını hissettiren tek şey yürümek gibi geliyordu. Hatta patikaya vardığında önündeki tabanın aslında koşmak için çok uygun olduğunu gördü ve günlerdir amaçsızca dolandığı yolda ilk kez koşmaya başladı. Bu sefer koşmanın yürümekten bile daha iyi geldiğini fark etti.
Ciğerlerindeki eski küfleri dışarı püskürüyordu sanki, derin nefesler alıp verdikçe nereden geldiğini anlayamadığı bir sıhhat hissetti. Koşmaktan aklı öyle meşguldu ki, ucu bucağı görünmez gibi duran uzun patikanın sonuna yaklaşmıştı. Bu patika zamanında ne amaçla açıldığını kimsenin bilmediği, el işçiliği gibi durması bir yana dağdaki en düz mekan olabilirdi. İnsanların böyle bir yeri unutma sebebini düşünmeden edemedi. Ya da burayı kendi dışında bilen birinin kalıp kalmadığını.
Koşarken sol tarafındaki ağaçların ilerisinde bir parıltı görüp ürktü ve bacakları istemsizce kasılıp durmasına sebep oldu. Birikmiş yorgunluğun ağırlığıyla derin nefesler alıp verirken bir de üstüne korkudan sebep işi zorlaştı. Birkaç saniye daha dikkatli bakınca o parıltının soluk mavi ve yeşil arası ve suyu andıran dalgalı bir parıltısı olduğunu gördü. İleride bir göl olmalıydı.
Merakına, ya da daha doğrusu kendi kendinden kaçma umuduna yenik düşerek hiç düşünmeden ormana girdi ve parıltıyı gözünü kırpmadan takip etti. Göl olduğunu düşündüğü kaynak sandığından daha uzaktaydı, Sırma yürüdükçe yürürken o gölün daha ne kadar uzakta olabileceğini düşünerek şaşırdı. Neredeyse yüz metre geçmişti, bir noktada ağaçlar keskin bir sınıra takılmış gibi sıklıkları azalmaksızın sonlandı ve önünde ilginç renkli göl belirdi. Gördüğü şeyin daha ilk andan normal bir göl olmadığını anlamıştı: suyun yüzeyinde baloncuklar şişip patlıyordu. Çok fazla değillerdi ve hatta dakikada birkaç baloncuk ya patlıyor ya patlamıyordu. Üstelik suyun rengi de garipti, yeşil gibi ama değildi, çok farklı ve yine de ihtişamlı bir çürümüşlük havası veriyordu.
Gölün çekiciliğine kapılıp gözlerini o yüzeye dikmiş bir şekilde yürüyordu ki ayağının altındaki yumuşaklığı fark etti, gözlerini ayaklarına indirdiğinde kara bir kumun sakız gibi öne kaydığını gördü. Ve o an oranın bir bataklık seti olduğunu anladı. Şans eseri, içinde bulunduğu kaygan toprakta kendi gibi saplanma noktasına yakın bir kamış ağacı vardı. Hiç düşünmeden, panikle ağacın cılız dalına tutundu ve kendini çekti. Setten kurtulduğunda arkasına bakmadan oradan uzaklaştı ve bir daha göle yaklaşmamaya karar verdi.
Hayatı öyle unutmuştu ki, ananesinden kalma emektar telefonu yanına almadan arabadan indiğini geri döndüğünde anladı. Çiftliğe vardığından beri ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu, arabanın kapısını açtığı esnada çalan telefonu gördü ve eline alıp ekrandaki isme baktı. Ercan amca arıyordu. Cansız gözlerle çağrının durmasını bekledi ve ekran sönünce arka plandaki bildirimlere girdi, çoktan yedi tane cevapsız çağrı birikmişti. Sebebini tahmin edebiliyordu, muhtemelen Ercan amca, Sırma'nın arabayı sormadan alıp gitmesi üzerine paniğe kapılmıştı. Ancak birbirinin aynısı bildirimlerin arasında başka bir çağrı da buldu: Begüm. İçine düşen o zavallı acıyı sorgulamak istemiyordu, bildiği bir şey varsa ona yolunda giden hayatlar olduğunu hatırlatacak, kendi acısının tam tersi hayatlar yaşayan kimseler olduğunu yüzüne vuracak bir karşılaşma istemiyordu.
Ya da çocuksu bir korkuyla normal insanlardan kaçıyordu.
Eve dönüşte arabayı olduğu gibi konağın bahçesine park etmeye karar verdi, hala içinden atamadığı geniş bir ağırlık vardı ve yerinde sayıyordu. Bu halde bir de Ercan amcanın evine gidip dırdırına mağruz kalmak istemiyordu. Araba zaten Sırma'nın olmuştu ve onu sürekli Ercan amcanın dar garajına sokmaya uğraşmak yerine kendi bahçesinde barındırabilirdi. Alaycı bir tavırla burnundan bir nefes verdi, sonuçta ehilyetim yokken köy dışında bir yere gidip gelemem ya, diye düşündü. Bu konuda en azından bir kez daha Ercan amcaya müteşekkirdi, çünkü Sırma araba sürmeyi öğrenirken aynı zamanda Ercan amcadan mobese kameralarına yakalanmadan eve kadar varabileceği yolları da öğrenmişti. Bir sorun olmadığı sürece istediği kadar böyle geçinmeyi düşünüyordu. Ehliyet meselesi ise henüz olasılıksız bir mevzuydu, Sırma'nın şu durumda belirli bir geçim kaynağı kalmamıştı.
Böyle bir durumun içindeyken açlıktan ölmeyi bile umursamıyordu açıkçası, Sırma para ile ilgili hiçbir şeye kafa ağrıtacak durumda değildi. O meseleyle Ercan amca ilgileniyordu, ama ilgilenmese de Sırma gerekli tepkiyi verecek gücü içinde bulamayacağından emindi. Akrabaları arasında onu vefasıyla alt üst edecek kadar şaşırtan tek kişi, sebebini hala anlayamadığı şekilde Ercan amcaydı. O, Sırma'nın hiç beklemediği belirsizlik ışığı olmuştu ve kızın sorunlarını halletmek için nereden geldiği belirsiz bir azimle sürekli gayret ediyordu. Sırma ondan öğrendikleri sayesinde ormanları gezebiliyordu ve üstelik adam bir yandan, ananesinden kalan emekli maaşını Sırma'ya bağlamak için de uğraşıyordu. Bu işe girişmeden önce Sırma'ya başta fazla umutlanmamasını tembih etmiş olsa da kendisi müthiş bir azimle yine de çabalıyordu. Sırma'nın bu beklenmedik akraba mütevazılığı karşısında açıkçası pek fazla bir mahcubiyeti yoktu, hatta Ercan amcaya fedakarlıklarının karşılığını bir gün ödeme hayalleri de kurmuyordu. Her gün yaşama mücadelesi vererek vakit öldüren bir ucubeye dönüşmüşken hayaller gözüne amaçsız geliyordu.
Hiçbir niyeti yoktu, insanlara karşı bir his ya da empati besleyecek gücü kalmamıştı ve kendini bu konuda suçlayacak hali de yoktu. Sırma zaten olabileceği kadar batmışken bir de başkalarının halini düşünmek istemiyordu.
Konağa vardığında her zaman olduğu gibi gözlerini yere dikme umuduyla önündeki ilk nesneye, direksiyona bakarak arabayı durdurdu ve motor sakinleşirken el frenini sertçe çekip kapıyı açtı. Gıcırdayan menteşelerden gelen ağlama seslerini umursamadan arabadan inip kapıyı kapadı ve konağın ahşap platformlu girişine yürüdü. Kapıya vardığında anahtarı cebinden çıkarıp kilide soktu ve o an yine arabayı kilitlemediğini hatırladı, bezgin bir iç çekip arabaya gitti ve bu sefer arabayı kilitledikten sonra eve döndü.
Arabaya geri dönerkenki basit arzusunun bir zırnığı dahi o konağa girerken yoktu.
Olaydan sonra hayata karşı bir tiksintiyle dolmuş ve bu yüzden haftalarca evden dışarı çıkamamıştı. Ancak Ercan amca ona araba sürmeyi öğreteceğini söylediği gün bomboş bir ruh ile peşine takılıp ormana gidince, bu sefer de kalmayı istediği tek yer o orman olmuştu. Bir gün bunu cidden deneyebilirdi, artık koca dünyada en son bulunmak istediği yer bu evdi, küçük zalim hayatının ona sunabildiği tek yuva.
Mutfağın yanından geçip merdivenlere yürüdü, merdivenin başında bir an gözü dar koridorun en dibindeki açık kapıya değince içerideki kuru gül rengi halıya saçılmış kağıt destelerini gördü. Gözlerini hemen o manzaradan ayırdı ve kendi odasına çıktı. Ölülere ait hiçbir mekanda bulunmak istemediği günden beri rahmetli dedesinin odasına da giremiyordu.
Üstündekileri çabucak çıkarıp yatağına sızdı. Battaniyesini kafasına kadar çekti ve bir gün daha kendini karanlığa gömerek kaybolmayı umut etti. Tek umudu gündüz koşmanın etkisiyle yorulmuş bedenini huzur içinde uyutmaktı.
Gece kabuslarla uyandı. Başta elbette ki korkmuş ve paniklemiş, ancak çok geçmeden şaşırmıştı: ananesinin ölümünden bu yana ilk defa bir kabus görmüştü. Geceleri zaten uykusu tam bir düzende olmazdı, sürekli uykuyla uyanıklık arasında gidip gelmeye alışmıştı ve haftalarca rüya görmemişti. O gün ise uyuyabilecek kadar yorgun olduğunu düşünmüş ve gerçekten bir süre boyu kesintisiz uyumuştu, ama şimdi bakıyordu da güzel bir uyku bile onu hakir görüyor olmalıydı. Ellerini terli saç diplerine bastırarak geriye itti ve sırtı kamburlaşarak yatakta oturur vaziyete geçerken derin bir nefes aldı. Bu tepki bir nebze yaşadığını hatırlatacak kadar ferahtı, neredeyse rahatlayabilirdi ama yine yapamıyordu. Sebep kabus değildi, uyanınca zihnine geri dolan geçmişti. Kendi kendine sinirlenerek dişlerini sıktı ve hışımla yataktan kalktı, şimdi de içinde sebepsiz bir sinir peyda olmuş ve onu yatakta durdurmuyordu. Terli boynunu, yüzünü ovalayarak koridorda savsak savsak dolandı, yapabileceği hiçbir şey yoktu ve sinir iyice basmıştı. Huysuzca homurdanarak odasına geri döndü ve yerden gündüz giydiği eşofman takımını alıp giydi. Kıyafetleri üstüne geçirdikten sonra dış kapıya giderken zihni bir şey hariç hiçbir şey düşünmemeye and içmişti: hemen dışarı çıkmalıydı ve yürümeliydi, ancak saatin kaç olduğunu bilmiyordu ve hava soğuk mıydu bunu hiç düşünmemişti.
Dışarı çıtkığında verdiği ilk tepki bedenine ağır bir tokat gibi çarpan rüzgara karşı ürpermek oldu, dişlerini sıkarak başını omuzlarının arasına çekti ve eşofmanının kapüşonunu başına geçirip kapıyı arkasından kapadı. Bahçedeki ölü bir dev karaltısını andıran arabanın yanından hızla geçti ve bahçeden çıktı, ruhsuz sokakta kendi nefes alıp verişini duydu. Sandığından daha geç bir vakitte dışarıda olduğunu o an anladı, ancak tehlikeleri düşünemeyecek kadar kendiyle kavgalıydı.
Tanıdık evlerin arasından çabucak geçip gitmek ve daha geniş, içine ferahlık katmasını umduğu bir cadde yoluna çıkmak için acele ediyordu. Mahallenin alt tabaka bir sokağına girip oradan dondurmacı dükkanlarıyla dolu bir caddeye çıktı ve hızını kesmeden ilerledi. Yollar karanlıktı ve her seferinde tahminini aşarak ıssızlaşıyordu. Karanlık resmen tekinsizlik taşıyordu ancak içten içe bu yalnızlığın içinde kendi nefesini dinlerken bir nebze ormanda gibi hissedebiliyor ve bundan keyif alıyordu. Yıkık bir ruhta keyif bulabildiği kadar elbette.
Geniş bir dondurmacı dükkanının zincirlerle örtülü oturma mekanını geçiyordu ki bir kıkırtı sesi duydu. Umursamadan devam etti, ancak sağ tarafındaki başka bir dükkanın önünden yüksek ve keskin bir "Hop!" sesi geldi. Sırma şaşkınlıkla olduğu yerde kaldı ve genişçe açılmış gözlerini sesin geldiği tarafa çevirdi. Dükkanın önünde sokak lambasının ışığından nasibini almamış uzun bir karaltı vardı, başta gözlerini kısıp gereksiz bir çabayla öne eğilerek onu görmeye çalıştı ancak oradaki her neyse üzerine düşen o karanlıkta seçilmesi imkansızdı. Sırma yaşının etkisiyle bu karaltıyı öcüye benzetip korkudan çığlıklar içinde kalabilirdi, ancak yaşam enerjisinin bir buhardan hallice olduğunu bu sayede anlamak mümkündü: o an düşündüğü tek şey oradaki müsibetin ne istediğiydi. Ancak yanlış bir fikre kapılmış olabileceği fikri aklına geç geldi ve belki de üzerime alındım diye düşünerek yürümeye koyuldu. Aslında o yerde kendi ve müsibetten başka bir canlı yoktu.
"Ne gidiyorsun kızım?" Diye sinirli bir ses geldi. Sırma yine durup ona baktı ve "Bana mı diyorsun?" dedi.
"Senden başka angut mu var orada?"
Sırma bir yandan karşılaştığı tepkiye şaşırsa da gözlerini kısarak karaltıya baktı. "Ne istiyorsun kardeşim, bela mısın nesin?"
"Kardeş ha? Sen de iyice saf olmuşsun be. Ne oldu, hala tanıyamadın mı beni?"
Sırma bir an duraksadı, böyle bir gecede böyle bir mekanda ne idü belirsiz bir kişiden aldığı sorunun garipliğine takıldı. Orada kim vardı da Sırma'ya kendini tanıyıp tanımadığını soruyordu ki? "Nereden bileyim kim olduğunu, aklını mı şaşırdın? Bir de karanlığın içinde duruyorsun, nasıl bileyim?"
"Hanımefendinin gözleri kibarmış, bak sen canım ya!" Karanlığın içindeki silüet hareketlendi ve yola vuran gri ve beyaz arası ışığa yaklaşırken Sırma'nın kasları gerildi. Oradaki her kimse niyetinden bela kokuları alıyordu. O an orada bomboş bir niyetle dikilmeye devam ettiği için kendine kızdı, niye yoluna devam etmiyordu ki? Bundan iyi bir şey çıkmayacak, diye düşünüp tekrar yola koyuldu ve hızla dondurmacı dükkanlarının arasından çıktı, doksan derece dönen bir yola girip oradan geniş caddeye çıkarken arkasından yine o keskin küp gibi sinirli ses geldi: "Lan kaçmasana! Korkak, yaptıkların yanına kaldı diye hiçbir şey olmamış sanıyorsun öyle değil mi! Kaçma lan! Hesap vereceksin!"
Sırma kafasında oluşan sorularla arkasına kısa ve endişeli bir bakış attı, hala arkasından gelen kişinin kim olduğunu bilmiyordu ve bahsettiği konuyla alakalı aklında bir fikir bile oluşmamıştı. Koşar adımlarla devam ederken "Ne diyorsun ya? Git başımdan! Beni başkasıyla karıştırdın!" diye bağırdı. Ancak aralarındaki mesafeye rağmen inatla onu takip eden ses yine öfkeyle bağırdı: "Senin yüzünü aklıma kazıdım kızım ben mi karıştıracakmışım? Asıl sen birazdan benim kim olduğumu hatırlayacaksın. Müjde orospu! Okuldan attırdığın kız geri döndü bak!" Ve sesin sahibi bir anda koşmaya başladı.
Sırma sesi duyduğunda arkasına bakıp ne olduğunu teftiş etmesine gerek bile yoktu, içindeki panikle hemen koşmaya başladı. "Seni tanımıyorum! Uzak dur benden! Başkasıyla karıştırıyorsun!"
"Ben seni tanıyorum hala!" Diye ölümcül bir haykırış yükseldi. "Senin yüzünden okuldan atıldım, babam beni taa memlekete kadar yolladı! Bir yıl kalmışken liseyi senin yüzünden bitiremedim orospu! Mahvedeceğim seni anladın mı! Bu sefer kaçışın yok!"
"Yok öyle bir şey ya! Manyak mısın nesin ruh hastası şey! Ben kimseye öyle bir şey yapmadım!" Diye bağırdı Sırma.
Arkasından alaycı bir kahkaha geldi. "Diyene bak! Asıl deli sensin lan! Ananen de sen de mahallenin delisisiniz bir kere, bir tek siz bilmiyorsunuz aptallar!"
Sırma bu seferki şaşkınlığını atlatamadı ve durup arkasına döndü, ona doğru koşan uzun boylu, cılız kızı gördü. Kendinden ancak bir iki yaş büyük olabilirdi. Öfkeyle gerilmiş gözlerini onda dikerek "Kimsin lan sen?" diye hırladı.
Kız, dağınık koyu samanlar gibi dalgalı saçları arasından ölümcül bir gülümsemeyle ona doğru atıldı ve "Hala öğrenemediysen gel öğreteyim orospu!" diye bağırdı.
Sırma'nın artık kaçacak imkanı yoktu, bu hataya düşmüştü bir kere ve zihninde uçuşan soruların bedelini ödemek zorunda kalacaktı. Düşünmeden safi bir öfkeyle kafasına uzanan pençelerden geriye kaçmaya çalışırtı ve "Adını söyle! Ananemle beni nereden tanıyorsun?" diye bağırdı.
Aralarında halkayı andıran bir mücadele yöntemi başlamıştı, Sırma uzun ve koşuya alışık bacaklarıyla kızdan kaçınırken kız bir bakışta güç ile dolu elleriyle onu kapmaya çalışarak peşinden kovalıyordu. O kaçışma esnasında Sırma, kızın fazlasıyla yabani davrandığını gördü ve hareketlerinin insanı andırmadığını fark etti. Korkusu basstırılamayacak bir hale geldi. Kabusla başlayan gecenin kendisi de uğursuz, cinlerin kol gezdiği bir geceye dönüşmüştü. Kız elini hınçla ona uzatıp boşluğa denk getirince savrulan o dağınık saçları arasından bir an yüzü göründü ve Sırma, ona bakan kıpkırmızı gözleri görünce dehşete düştü. Korkudan bacakları yere saplandı ve beyazı olmayan kanlı gözlerden gözlerini ayıramadı.
Yaptığı en büyük hatası korkusunun sonucu olmuştu: kız aç bir kahkaha atarak tırnaklarını Sırma'nın saçlarına geçirdi ve "Yakaladım kaltak!" diye bağırarak onu çekiştirmeye başladı. Sırma acının etkisiyle çığlık atarak kafasındaki elleri bileklerinden tuttu ve kendini kurtarmaya çalıştı. Daha o an gözleri yaşlarla dolmuştu. Tepesinden "Öldüreceğim lan seni!" diye korkunç bir hırlama geldi, Sırma artık acı ve korkuyu bir arada yaşıyordu. Şükürler olsun ki boyun eğmez tabiatı kızın içgüdülerinden bile daha sağlamdı ve hiç düşünmeksizin ayağını önündeki ayağın üzerine indirdi. Kendi hırıltıları arasında bir küfür ve yine hayvani, hırıltılı bir çığlık duydu, saç diplerindeki parmakların gevşediğini hissettiği an bunu fırsat bilip gömülmüş parmakları geri çekti ve korkunç kızın pençeleri arasından kurtuldu. Kendini geriye atarak gözlerini önündeki yaratığa dikerken derin nefesler aldı. Kız da onun gibi acıdan hırlıyordu ancak Sırma'nın korku dolu gözlerinin aksine onun kırmızı gözleri korkunçluğuna öfkeyle katarak daha bir vahşetle bakıyordu.
Sırma boş bir çabayla "Kim olduğunu söyle!" diye bağırdı.
Kız ellerini kendi saçlarına götürürerek geriye attı ve kırmızı gözlerini daha belirgin bir şekilde ona dikti. Sırma başka bir şey fark etti: kızın elleri titriyordu. Bu kız hasta olmalıydı. Ya da içmişti. Ya da başka bir şey... Sırma o an kızın hayvanı andıran davranışlarıyla kırmızı gözleri arasında bir bağlantı kurdu ve gerçeği fark etti. Karşısındaki bu insanlığını yitirmiş aşırı hareketli ve paranoyak yaratığın tek bir açıklaması olmalıydı. Kız madde kullanmış olmalıydı. Durumun ciddiyeti daha vahim bir hal alıyordu ama Sırma en azından bir korku filminin içinde olduğu kuruntusundan kurtulmuştu.
Kız titreyen bir gülüşle öne doğru kamburlaştı. Bu haliyle tam bir sırtlanı andırıyordu. "Timsal. Hatırladın mı?" Dedi o korkunç sesiyle.
Hatırlamıştı. Kanlı gözlerini onu parçalamak isteyen bir yarasa gibi üzerine dikmiş kızın karşısında dalgınlaştı ve biraz önce korkudan damarlarını inleten o enerji bir gelgit dalgası gibi geriye çekildi. Bir anda dinçliğini kaybetmişti ve kendini orada ne halt ettiğini sorgularken bulmuştu: geçmişte unutlup gitmiş olması gereken bir anı şimdi durduk yere niye karşısında belirmişti? Sırma'nın kendine fazla gelen acıları bir yana bir de bu saplantılı kız ile uğraşacak hali yoktu. Ama kader ya da bu zalim dünyanın özü her neyse, yine en olmadık zamanda karşısında gereksiz bir sorun çıkarmıştı. Bıkkın bir nefes verdi ve bozulan siniriyle istemsizce güldü, "Manyak mısın kızım sen? Gecenin bu vakti benden ne istiyorsun? İntikam filan alacaksan da ne işe yarayacak? Eninde sonunda herkesin hayatı boklaşıyor zaten, senin derdinin ne önemi var ki!" diye bağırdı.
Timsal cılız kollarını ürkütücü bir hızla havada çırparak "Sus lan!" diye bağırdı, sesi olması gerektiği gibi hissettirmiyordu, çok tizdi. "Boş laflarına ihtiyacım yok! Yıllarca o peynir suratını düşündükçe sinirden kendimi yiyip durdum! Öyle hiçbir şey yapmamış gibi yoluna devam..."
Sırma, Timsal'in hararetli bir nutuğa dalmasını fırsat bilerek koşmaya başladı. Bacaklarını var gücüyle ileri iterek uzaklaşırken karanlıkta adeta uçan bir kedi kadar hızlı hissediyordı. Tepkinin gecikmeyeceğini tahmin etmişti ve öyle de oldu: Timsal çığrından çıkarak "Kaçma lan pislik!" diye haykırdı ve peşinden koşmaya başladı.
Sırma düzenli solukları arasında kısa bir an arkasına dönüp durumu kontrol etti. Aralarına çoktan aşılması zor bşr mesafe koymuştu, bunu görünce yüzünde haylaz bir gülümseme oluştu. Kendine yetecek kadar derdi vardı sonuçta, bir de gecenin körü bu madde bağımlısı deli ile uğraşmak istemiyordu. Planı belliydi, bu hızla koşmaya devam edecek ve az önce geçtiği dondurmacılar caddesiyle aynı güzergahtaki bir sokağa girip oradan kendi mahallesine varacaktı.
Timsal'in karga dövüşünü andıran kulak tırmalayıcı sesini umursamadan koşmaya devam etti. Kız aklını kaybetmiş gibi küfürle karışık çığlıklar atıyordu ama şaşırtıcı bir inatla, azimle peşinden koşmaya devam ediyordu. Bir süre sonra aralarındaki mesafeyi bir türlü Timsal'in onu görmeyeceği kadar kapatamadığını fark etti ve aklına gelen fikirle önündeki bir dar sokağa sapmaya karar verdi. İçinde bulunduğu semtin her noktasını iyi biliyordu, seyrek sokak lambalarından sebep yanıltıcı karanlığa rağmen dönemeçli küçük sokağı uzaktan görünce tanımıştı ve düşünmeden içine daldı. Bir kez daha arkasına baktı ve bu sefer Timsal'i atlattığını gördü. Ritmini bozacak olmasa şu an rahat bir nefes alabilirdi, ama temposunu bozmadı. Sokaktan çıkıp tanıdık bir mahalleye giriyordu ki yolun ucunda birkaç kişi görüp panikledi: yolun ilerisinde elini kolunu sallayarak sigara tüttüren adamlar vardı.
Sırma Timsal'den korkmuyordu ama o adamları görünce korkuya kapıldı, hızla başka bir yöne saptı ve evinin aksi bir güzergaha girdiği için içinden lanet etti. Ama arkasından ayarsız kahkahalar yükseliyordu, istemese de bunu yapmak zorunda kalmıştı. Şu an tek güvencesi arkasından gelen bir koşma sesi olmamasıydı. Ancak yakından bir yerden Timsal'in tanıdık bağırtılarını duydu. Ve önündeki bir sokaktan pat diye bir silüet çıktı. Sırma dişlerini sıkarak lanet okurken tekrar karanlığın içine daldı, Timsal bir an koşmaktan vazgeçti ve deli gözlerini etrafa çevirerek bir canlılık aradı. Sırma o anın el verdiği çabuklukla hemen bir evin içe gömük demir kapısına yaslandı ve karanlıkta gizlendi. Ancak Timsal ayak seslerini duymuş olmalıydı, avını arayan yabani bir hayvan gibi öne doğru kamburlaşarak o tarafa yürümeye başladı, Sırma'nın orada olduğundan şüphelenmiş olsa gerek sessizleşmişti ve Sırma da bunun farkındaydı.
Timsal yolun ortasında sessizce yürüyerek etrafına bakınırken tam da Sırma'nın hizasına geldi, Sırma sinirle dişlerini sıkıyordu. Tek istediği ve işe yarayacağını umduğu şey Timsal'in önünden geçip gitmesi ve yalnız kaldığı an hemen koşarak oradan uzaklaşmaktı. Şükürler olsun ki karanlık koyu ve kesifti, Timsal onun olduğu tarafa bakığı halde Sırma'yı göremeden geçip gitti ve yolun sonuna geldi, Sırma gözlerini ona dikmiş halde gitmesini bekliyordu. Ancak tesadüfler sanki o anı beklemişti, şimdi de uzaktan erkek sesleri geliyordu. Bütün aksilikler randevulaşmış gibi sokağa doluşuyordu. Timsal de durumdan rahatsız olacak ki durup tam da önündeki açıklığa bakarak bir küfür mırıldandı ve hızla geri döndü.
Sırma şimdi paniği hissediyordu, adamlar bulundukları yere geliyordu. Timsalin önünden geçip gitmesini beklerse adamlara yakalanacaktı ve hangi taşın daha ağır olduğunu sorgulamaya gerek yoktu. Timsal henüz geri dönmüştü ki Sırma bir anda karanlıktan fırlayıp koşmaya başladı, ancak beklemediği bir şey oldu: Timsal karanlıkta birden önünde beliren varlığı görünce tam da korku filmlerinden fırlamış bir yüz ifadesiyle bakakaldı.
Sırma, Timsal'in onu takip etmek yerine dilini yutmuş gibi kokruyla arkasından bakakaldığını görünce şaşırdı ancak kendinden başka birini düşünecek vakti yoktu. Hızla gördüğü ilk araya saptı ve beklemediği bir manzarayla karşılaştı. Önünde beliren eski, yıkık binaları görünce canı içinden çekilecek gibi oldu, binaların oyuk gözleri andıran karanlık odalarla dolu, yıkık enkaz parçalarını çaresiz bakışlarla izledi. Buraya gelmiş olamam, diye içinden çığlık atıyordu. Kurtulacağını sandığı yerde en dibe düşmüştü.
Arkasından koşma sesleri gelince endişeli gözlerini o tarafa çevirdi, ipsiz sapsız adamlardan kaçmak için cankilerin ortamına düştüğü yetmezmiş gibi bir de Timsal peşinden geliyordu. Timsal enkazlı meydana girdiğinde ilk olarak Sırma'yla gözgöze geldi ve hedefini bulmanın sevinciyle yüzünde vahşeti çağıran bir gülümseme oldu. Genizden gelen bir kıkırdamayla omuzları titredi ve "Şimdi işini bitireceğim işte!" diye hırladı. Sırma içinden lanet ederek kaçacağı bir yol aradı, Timsal'in olduğu yer hariç meydanın öte tarafındaki tek giriş çıkış yolu tümüyle oraya yıkılmış bir bina ile örtülmüştü. Buradan kaçış yoktu.
Üstelik o erkek seslerini tekrar duyuyordu ve başına en çok iş açacak kız ile başbaşa kalmış bir halde çare aramak zorundaydı. Öfkeyle hırlayarak Timsal'e doğru koştu ve bunu yaptığı için binbir pişman olacağını bildiği halde kızın üzerine atıldı. Timsal de şevkle pençelerini ona kaldırmış, dalacaktı ki Sırma birden üzerine zıplayıp Timsali saçının tepesinden yakaladı. Uzun yumak gibi saçların bir tutamını kaptı ve Timsal'in şimdiden etine gömülmüş tırnaklarına ve tavuk gibi ciyaklamasına rağmen elindeki kozu sımsıkı tutarak arkasına geçti. Saçlarını Timsal'in boynuna dolayarak kızın sırtını kendine doğru yasladı ve dudaklarının araından bir şşt, sesi çıkardı. Ancak Timsal kudurmuştu, boynunu sıkan saçlara rağmen arkaya dönüp ona saldırmaya çalışıyordu.
Sırma çaresizce kızın boynuna kolunu dolayıp bastırdı ve kendiyle birlikte yıkık binaya sürükledi. Timsal hakikaten de aklını kaybetmiş bir tavuktan farksızdı, ellerini havaya savuruyor, tekmeler atmaya çalışıyor ve ısrarla arkasına dönüp Sırma'ya saldırmak için gayret ediyordu. Vakit kaybettikçe Sırma'nın sabrı yontuluyordu, öfkesinden güç alarak kolları arasındaki deli divaneyi sürüklemek için kendini paralıyordu.
Timsal güçlüydü, ancak en azından Sırma akıllı davranıp onu nefessiz bırakmış ve gücünü kullanamayacağı bir noktadan yakalamıştı. O havaya tekmeler savurup ağzından köpükler saçsa da sürüklenmeye karşı bir direnci olamazdı, resmen sırt geri ilerlemek zorunda kalıyordu. Sırma nefes nefese kalarak son bir gayret Timsal'i en yakınındaki binadan içeri soktu ve kalan son gücüyle Timsal'i orada olduklarını belli etmesin diye bastırmaya çalıştı. Başına gelebilecek felaketi düşünmek bile istemiyordu. O yüzden ayak sesleri ve gevşek kahkahalar yaklaşırken Timsal'in kulağına eğildi ve "Eğer gıkını çıkarırsan seni şunlara yem ederim!" diye tısladı. Kaybedecek bir hayatı yoktu ancak taciz korkusu ölü bir kadını bile diriltebilirdi, Sırma o an bunu fark etmişti.
Ve dakikalardır koşup bir nefes bile almaya vakit kalmasa bile, Timsal'in hunharca saldırılarını bastırıp onu buraya kadar çekebilecek enerjiyi kendinde bulduğu için şaşırmıştı. Hakikaten bazı durumlarda insanın içinde yedekli bir enerji açığa çıkıyor olmalıydı. Ne olursa olsun, Sırma bu durumdan hemen kurtulmalıydı. Timsal'i ne kadar bastırabilirdi bilmiyordu. Timsal az önce aldığı tehtidi hiç duymamış gibi kıvranmaya çalışıyordu, Sırma bir noktadan sonra kızın artık nefes almak için uğraştığını fark etti ama yine de hareketlerinin fazla göze battığını düşünüp panikledi. Kollarının altında cılız bir şekilde titreyen boynu hınçla bastırdı.
O soğuk, insana uğursuzlukları bela eden gecede güzel bir kızı takip eden aklı karışık bir oğlan vardı; kızı daha bahçeli bir evden çıkıp sokakta kafasını boynuna çekerek yürüdüğü ilk an görmüştü. Ve kız sokak lambasının altından geçerken henüz kapüşonu başına örtmediği esnada bir anlığına yüzü meydana çıkmış, oğlan onu görmüştü. O yüzü gördüğü an bir daha bakabilmekten başka hiçbir şey düşünmemişti. Kızı yürüdükçe uzaktan takip etmişti, öyle uzak mesafedeydi ki birkaç kez onu göz önünden kaybetmesine sebep olmuştu. Azim ve şans eseri defalarca kez bulmayı başarmıştı. En sonunda kızı, dondurmacı dükkanlarının olduğu meydanda bir kız ile kavga ederken bulmuştu. Ancak ondan sonra takibin en zor süreci başlamıştı: kız hiç beklemediği kadar hızlı ve atikti, onu defalarca kez yine kaybetmişti. En sonunda sesleri takip etmekten başka çaresi kalmamıştı. Hayatında görebileceği en mucizevi gece yaratığını bir kez daha görebilmek istiyordu, gerekirse çekincesinden kurtulacak ve karşısına çıkacaktı.
Çoğu düz liseli kız ve erkeklerin gündüz vakti yiyişmek için en çok tercih ettiği yıkıntı sokağına varmıştı, burası gece çökünce cankilerin en ucuz uyuşturucuları tüketip bazen komaya girip sabaha ölü bulundukları mekandı. Oğlan o mekanı biliyordu ve daha önce de bulunmuştu ama o yaşıtları gibi gündüz yiyişmek için değil, geceleri uyuşmak için giderdi. Zaten gecenin köründe sokaklara inmesinin asıl sebebi de buydu, ihtiyacını giderecek bir şeyler arıyordu ama durduk yere bağımlılık krizini bile unutturan daha güzel bir varlığa toslamıştı. Açıkçası böylesi de iyiydi, kızın henüz ortalıkta görünmese de en son yıkıntı sokağına girdiğini biliyordu ve mutlaka gecenin köründe bu sokağa oğlanın ihtiyacını karşılamak için bir torbacı inerdi. Oğlan ilk önce hangisiyle mutlu olacağını görmek için sabırsızlanıyordu. Yüzünde hülyalı bir gülümsemeyle yıkık bir binanın önünde dolaşmaya başlamıştı, kızı arıyordu. Ancak sokağın girişinden yoğun erkek sesleri gelince gözlerini o tarafa çevirdi. Tanımadığı birkaç adam birbirlerine sataşarak, bel altı küfürler savurarak sokağa giriyordu. Aralarından biriyle göz göze gelince küheylan poslu adam kibirle çenesini havaya kaldırdı ve "Lan velet, ne dikiliyorsun burada?" diye sordu.
Oğlan ona yan bir bakış atıp alaycı bir homurtu attı. "Bak bilmiyorsundur diye söyleyeceğim, Mahmut abi buradan müşteri kovduğunu bir duyarsa senin amına koyar haberin olsun." Dedi.
Adam bir anda omuzlarını indirip diğerlerine döndü ve aralarında jeton düştüğünü belli eden homurdanmalar başladı, bir başka adam "Müşteriymiş lan." dedi. Küheylan poslu adam da "Tamam öyleysen sorun yok. Yerini bil de bize yeter." dedi. Oğlan bir kez daha alaycı bir ses çıkardı ve dolanmaya devam etti. Adamlardan biri "Mahmut buraya mı gelecek abi, benim onunla sıkıntım var." diye mızmızlanmaya başladı, dört başıbozuktan bir başkası da "Oğlum gidelim, o herif şimdi kafayı çekip gelecektir ha." dedi. Küheylan herif oflayıp pufladı ve "Kızları bulalım lan önce! Buraya kadar boşuna mı geldik?" diye çemkirdi. Adamlar ha, hı, sesleri çıkararak ona ayak uydurdu. Oğlanın burnuna pis kokular geliyordu, bu adamlar düpedüz kızı yakalamak için gelmişti. Adamların etrafa dağılıp aramalarına fırsat vermeden "Az önceki iki kızı arıyorsanız onlar öteki sokağa girdi." dedi. Adamlar bir an dönüp ona baktılar. Uzaktaki bir sokak lambasının cılız ışığına başını dönmüş bir adam "Hangi sokağa?" diye sordu. Oğlan tavrını hiç bozmadan arkasını işaret etti ve "O deli gibi koşan kız diğerini kolundan tutup şu arkadaki araya soktu, orası mahalleye çıkıyor." dedi.
Küheylan herif arıza çıkarmaya müsaitti, göğsünü gererek "Emin misin lan?" diye sordu.
Oğlan ifadesiz gözlerini bir an kırpmadı. "Gördüğümü diyorum ya işte." dedi. Ancak adamın gitmeye hiç niyeti yoktu, oğlana da inanmadığı belliydi. Ellerini bellerine takmıştı, emir bekleyen yancılarından birine döndü ve "Sen oraya git bakalım, kızları harbiden bulursan hemen bizi ara." dedi. Adam öfleye pöfleye o tarafa gitti ancak oğlanın içindeki huzursuzluk bir nebze azalmadı, avına avcıların musallat olması kötü bir kokuya sebep olmuştu.
elaların biri gitmiş üçü kalmıştı ve çoktan tilki gibi meydanı dolaşıp aramaya başlamışlardı. İçinden bir küfür mırıldandı. Belli etmeden telefonunu cebinden çıkardı. Bu işi kendi başına halletmekten başka çaresi kalmamıştı.
Sırma çaresizliğin derin çukurunda çırpınıyordu. Timsal var gücüyle boynundaki saçlarını yolup atmayı başarmış ve kalan son dirençten de kurtulma hevesiyle Sırma'nın kolunu lime lime ediyordu. Sırma öfke ve acıyı içine bastırırken bacaklarını önünde tepinen bacaklara dolamış ve Timsali neredeyse kucağına almıştı, içinde bulundukları boğucu karanlıkta ikisi de dişlerini sıkarak ölümcül bir kavgaya girişmişlerdi. Timsal karnını adeta yay gibi bükerek yukarı kaldırdı ve üstündeki bacaklardan kendini kurtarmak istedi, Sırma inatla onu tutmak için uğraşıyordu ama gücü bitmek üzereydi. Bacakları Timsal'in tepinmelerine yetmiyordu ve ne zamandan beri onu tutup çenesini kapamak için uğraşıyordu bilmiyordu. Dışarıda erkek seslerinin kol gezdiğini kulakları çok iyi duyuyordu, ancak dibinden yükselen boğuk iniltileri duymamak için kendini kandırabilmek isterdi. Bütün çabasına rağmen Timsal bir türlü çığlık atma hevesinden vazgeçmiyordu, artık nefessizlikten yorgun düşmüş olması lazımdı; Sırma bile bu güç maratonunda yorulmuş, tükenme noktasına gelmişti, ama Timsal bana mısın demiyordu bile, enerjisi bir türlü azalmıyordu.
Dışarıdan abartılı kükreyişler eşliğinde boğuk bir araba motoru sesi geldi ve Timsal umudun çağrısını duymuş gibi daha bir şevkle debelenmeye başladı. Sırma birkaç adamdan kurtulmak için uğraşırken şimdi bir de kalabalığın içine düşmüş olmanın umutsuzluğuna kapıldı ve daha çok panikledi. Burada kısılıp kalmıştı. Timsal'in boynunu sıkan kolunun parmakları son bir güçle kızın ense kökündeki saçları yakaladı ve yerde hafifçe yana devrilerek üzerine çıkmaya çalışırken "Sus! Sus!" diye fısıldadı. Timsal aklının son kırıntısını da kaybetmiş olmalıydı ve birden bire başını sallamaya başladı, Sırma panikle onu durdurmak için iki eliyle kızın kafasını sabitlemek için uğraştı. Ancak bu basınç cılız bir boyuna aykırı geldi.
Boğucu karanlıkta bir et çuvalının içindeki kütürdeme sesini andıran küçük bir ses yükseldi.
Araba yıkıntı sokağına girdiği an içinden sopalı üç adam fırladı. Adamlar, küheylan ile yancılarını gördükleri an akıllarını unutmuş gibi kükreyerek koşmaya başladılar. Şoför koltuğundaki kişi de açık bırakılan kapıları umursamadan gaza kökledi. Tüm bu karmaşa esnasında diğer üçlünün cesaretleri buhar olmuş, hepsi de topukları yağlamaya koyulmuştu. Adamlar kuyruğuna basılmış kertenkeleler gibi birbirlerini unutarak başka taraflara dağıldılar ve çok geçmeden geldikleri yoldan geri kaçarak oradan ayrıldılar. Sopalı adamlar rakiplerinden kurtulunca kollarını indirip sakinleştiler, o sıra arabadan Mahmut indi. Bütün olayı yüzünde sinsi bir gülümsemeyle izleyen oğlan oradaydı, gülümsemesini bozmadan yüzünü Mahmut'a çevirdi ve "İyi ki buralardaydın abi, şerefsizler yarım saate kendi elemanlarını toplarlardı." dedi.
Mahmut kasıla kasıla arabanın anahtarını cebine attı ve oğlanın yanına gelirken "Sen merak etme abini, istedikleri kadar adam çağırsın bu şebekler, bir kibrit bile yakamazlar." dedi. Oğlanın yanına varınca kürek gibi elini oğlanın cılız omzuna koydu. "Yalnız sen yine de burada yabancı biri görürsen bizi çağır tabi. Ne olur ne olmaz anladı mı? Bu seferkini iyi akıl etmişsin Allah'tan. Herkes gelip burada kendi malını satarsa iş karışıyor sonra."
Oğlan tepesinden aşağı ona bakan adamı görebilmek için çenesini kaldırmıştı ama yüzündeki o oyunbaz ifade bir nebze bozulmamıştı, "Biliyorum tabi abi. O herifler de mal satmak için gelmişti zaten, başka ne dertleri olacak!" dedi yapmacık bir ilgi tonuyla. Mahmut şişkin göğsünü hoplatan keyifli bir ses çıkardı. "Oğlum Yalım, bir iki yıla kalmaz bak, çok kıyak adam olacaksın ha. Şunca tanıdıklarım arasında en çok senden umutluyum yemin ediyorum."
"Sağol abi. Senin yerin ayrı buralarda." Yalım tüm oyunculuğunu sergileyerek rahatlık taslıyordu ancak aklının bir köşesinde ipler hala gergindi. Gözlerini bir an karanlık yuvası binalarda dolaştırınca kızların hala bir yerden çıkmadığını hatırlayıp gerildi. Şimdi de araba sesini duyup bir köşeye kaçmış olmalılar, diye düşündü. Şu sokakta bir yalnız kalamıyordu, bir fırsatını bulsa kızı bulacaktı. Gerçi onca tantana koptuktan sonra kızın artık burada olup olmadığından da emin olamıyordu.
Mahmut'un "Yalım, sen Timsal'i hiç buralarda gördün mü?" dediğini duyunca başını kaldırıp adama baktı. Yalanı hazırdı, soğukkanlı bir tavırla başını iki yana salladı ve "Yoo abi, ben bayağıdır buradayım. O adamlar dışında gelen giden olmadı." dedi. Aklına gelmiş gibi yaparak şaşkın bir ses çıkardı ve "Hani şu yengemiz olan değil mi? Onu görsem kesin tanırım zaten, gelmedi." dedi.
Mahmut sıkıntılı bir iç çekip etrafa bakındı ve "Lan yine bir yerde çekip bayıldı bu kesin!" diye yakındı. Arabaya gidip ışıklarını söndürdükten sonra motoru durdurdu ve tekrar oğlanın yanına gitti. "Yalım, araba burada biliyorsun, yine sana emanet. Biz gidip şu kızı bir arayacağız. Gelmezsek de sorun etme, araba hep burada duruyor zaten biliyorsun."
Oğlan içindeki rahatlamayla başını salladı ve hiçbir itraza kalkışmadan "Tamam abi, sıkıntı yok." dedi. Adamlar sonunda sokaktan çıktı ve tekinsiz işlerinin peşinden gittiler. Yalım sonunda yalnız kalmanın sevincini sürebilecekti, hemen oturduğu beton parçasından fırladı ve binalara ilerledi.
Sesler durmuştu ve harabe binanın içine doğru akan araba ışığı da kesilmişti. Sokakta yine bir sessizlik oluştuğu kesindi ve Sırma birkaç gür sesli adamın uzaklaşarak kaybolan sesinden oradan ayrıldıklarını tahmin etmişti. Çıkabilirdi, artık sorun kalmamış olmalıydı. Ancak yukarı doğru açılmış avuçlarının üstündeki boş bakışlı yüzden kendini ayıramıyordu.
Başta Timsal'in bir an ferinin kesilip pes ettiğini sanarak rahatlamıştı, ancak sokaktan uzaklaşan sesleri dinlerken ellerinin üstündeki başın fazla gevşediğini hissedip Timsal'e bakmıştı. Ve bir an olsun kırpılmayan gözlerini ondan ayıramadan seyrediyordu. Ne olduğunu anlamak için elini hafifçe Timsal'in başından çektiği zaman korkunç bir tepkisizlikle karşılaştı: Timsal'in kafası boynuna uymayan bir akışkanlıkla yere indi ve kızın kafası bükülmüş şekilde yerin üstünde öylece kaldı. Sırma ağzını kocaman açarak çığlık niyetine derin, dehşet dolu bir nefes aldı ancak o nefesi veremedi. Gördüğü şeyin iyi olmadığına emindi, ölüm olduğunu biliyordu. Biliyordu tabi...
Ananesinin yanı başında dakikalarca kendinden geçerek ağlarken de bunu görmüştü. Aynısı olmasa da, o boynunu terk edip gitmiş gibi duran kafanın duruşunu ve gözlerdeki ifadesizliği iyi tanıyordu.
Ancak kabul etmek istemedi. Timsal'in ölmediğini düşündü, mutlaka bayılmış olmalıydı, ya da Sırma'nın bilmediği bir hastalık yüzünden bu halde görünüyor olabilirdi; Sırma bunun gibi aklında bir sürü bahane üretti. O an kısacık gibi gelse de, nerredeyse on dakika boyunca Timsal'in ölü gözleriyle bakışarak durumu kabullenmeme yollarını arayıp durdu. Ancak zihni ne bahane üretirse üretsin gözlerinin gördüğü bir türlü değişmiyordu. En sonunda bunu kendinin yapmış olamayacağına kanaat getirdi, ben hiçbir şey yapmadım, diye düşündü. Yapmadığına emindi. Çünkü Timsal'in neden öldüğünü hala bulamamıştı. Timsal nerredeyse dakikalarca onun üzerinde fil gibi tepinip durmuşken asıl ölüm tehlikesiyle karşılaşmış kişi Sırma'nın kendi olmalıydı, öyle olmalıydı, diye düşündü. Ve Timsal ne olduğunu çözemeden bir anda kolları arasında yığılıp kalmıştı, ben bir şey yapmadım ki sadece tutuyordum, diye düşündü. Tuttuğum için ölmüş olamaz, hatta belki ölmemiştir ki, doğru ya, kim başkası sarılınca ölür ki, başka bir şey olmalı... Ölmemiştir... Ya da başka bir sebep olmalı...
Derken çok geçmeden zihninde bir şimşek çaktı: eğer cidden öldüyse suçlu Sırma sayılmaz mıydı?
İşte o an asıl korkuyla başbaşa kaldı. "Hayır, hayır, hayır!" Diye fısıldayarak ayağa kalktı ve karanlıkta panikle ileri geri yürümeye başladı. Sırma suçlanacağı, hatta hapse atılacağı ihtimalini şimdi düşünüyordu da asıl bu konu hakkında yapacağı hiçbir şey yoktu! Bedeni rüzgarda kıpır kıpır yaprak sallayan bir kavak ağacı gibi titriyordu, ellerine bir soğukluk inmişti, yanakları buz gibi olmuş, dudaklarındaki ıslaklık çekilmişti. Titreyen ellerini yüzüne götürerek sessiz bir çığlık attı, boğuk iniltiyi neredeyse kendinden başka kimsenin duyma şansı yoktu. Yürümekten bir çare bulamadı, zihni kaynıyordu, Sırma sakinleşemiyordu. Sığ ve kesintisiz nefesler alıp verir olmuştu, bastırmaya çalıştığı hıçkırıklar eşliğinde başını iki elinin arasına alarak yere çömeldi ve gerilmiş gözlerini önündeki karanlığa dikerek bir çare aradı.
Çare yoktu elbet. Sırma o an tamamen umutsuz olduğunu anladı. Aklından bir tek kaçmak geçiyordu ve görünüşe göre polisler onu bulana kadar fare gibi böyle karanlıklarda saklanmaktan başka yolu olmayacaktı. Kime gidecekti, nerede saklanacaktı ki? Kimsesi yoktu, Ercan amcalar bile olsa onu garip karşılarladı, üstelik onların yanı da saklanmak içi uygun değildi. Yetersizdi. Bütün fikirler yetersiz geliyordu.
İstediği şeye uydu ve hızla kalkıp binanın kapı boşluğuna ilerledi. Hala dehşetin etkisiyle gerilmiş gözlerini kırpamıyordu ve yüzü kaskatıydı, dışarı yaklaştıkça sırtı gerildi, yumrukları sıkıldı. Binanın önündeki basamak gibi üst üste yığılı beton parçalarına geldiğinde karşısında gördüğü manzaraya karşı vücudu panikle kasıldı ve donup kaldı. Karşısında bir araba ve çabuk çabuk etrafı kolaçan eden biri vardı, Sırma yabancıyla gözgöze geldiği an hızla başını indirdi ve alt dudağını ısırarak yeri izledi. Yakalanmıştı ve bu sefer suçun ağırlığını komple bedeninde hissediyordu. Kaçmanın bir yolu yok muydu...
Zihninde beklemediği bir ışık huzmesi belirdi ve aklında hızlı bir yalan rüzgarı başladı. Sırma o an küçük bir umut olabileceğini hissetti. Bu durumdan kurtulabilirdi...
Korku dolu gözlerini kaldırıp loş ışıkta belli belirsiz yüzü görünen oğlana baktı ve çaresizliğini bir yalanla dışa vurdu: "Ben... şey..." Ancak konuşmak sandığı kadar kolay olmadı ve toparlanmak için derin bir nefes aldı. Endişesini dışa vurmakta bir sorun yoktu ama zaman kaybetmek ona iyi gelmiyordu. Binanın içini işaret ederek yana çekildi ve "İçeride arkadaşım bayıldı, onu hastaneye götürmem lazım." dedi.
Oğlanın belirsiz yüzündeki kaşları çatılır gibi oldu, Sırma'ya doğru birkaç adım atarken "Bayıldı mı?" dedi. Ardından aklına bir şey gelmiş gibi baş sallayarak "Ha, ot çekip sızdı değil mi? Olur öyle." dedi.
Sırma bu rahatlıktan hiç hoşlanmadı, panikten başını iki yana sallayarak durumu düzeltmeye çalıştı."Hayır onu hastaneye götürmem lazım! Arabanı alabilir miyim lütfen? Şu an çok ihtiyacım var! Arkadaşım cidden kötü durumda!"
Oğlan duraksadı ve arabaya bir bakış attı. Sırma ne olduğunu anlayamadı ancak oğlan bir şeyler mırıldandı. Sonra Sırma'ya döndü ve "İlla götürecek misin? İstersen ben sizi bırakayım?" dedi.
Sırma bundan da memnun olmadı. Yine başını iki yana salladı ve hızla beton yığınlarından aşağı inip oğlana yaklaştı. Yürürken bileğindeki gümüş bilekliği çıkardı ve biraz mesafe kala oğlanın önünde durduğunda "Sana bilekliğimi veririm, istersen telefon numaramı da veririm, söz veriyorum arkadaşımı hastaneye bırakıp arabanı geri getireceğim!" dedi.
Oğlan ona uzatılmış bilekliğe doğru memnuniyetsiz bir tavırla çenesini kaldırmış olsa da numara lafını duyunca niyeyse duruşunda bir değişiklik oldu. Aralarında neredeyse yarım metre mesafe vardı ancak Sırma önündeki yüzü hala net seçemiyordu, sadece anormal tonda parlayan saçları olduğuna emin olabildi. Ve sesinden anladığı kadarıyla bu kişi akranı biri olmalıydı, henüz o erkeksi kalınlığa sahip değildi, gençti. Oğlan keyifli bir sesle "Numaranı versen yeter." dedi. Sırma ilk başta sesteki bu yersiz keyfe şaşırsa da ısrarla karşılaşmadığı için içi rahatladı. Omuzlarını düşürerek geniş bir nefes aldı ve bilekliğini cebine attı. "Tamam söyleyeceğim."
Oğlan hızla başını sallayıp cebinden telefonunu çıkardı ve Sırma'nın söylediği numarayı yazdı. Sırma anlaşmanın hallolduğunu düşünerek binaya doğru dönüp gidiyordu ki oğlan durduk yere "Dur bir saniye, seni arayıp bir kontrol edelim." dedi. Sırma çaresizlikle ona döndü. "Telefonum yanımda değil ki." Gündüz Doğan'a giderken arabanın ön camına attığı ananesinin telefonunu o saatten bu yana bir daha hiç yanına almamıştı, telefon hala bahçedeki arabadaydı.
Oğlan ellerini kaldırıp "Oho! Numaranı verip vermediğini nasıl anlayacağım o zaman?" dedi, sesinde hoşnutsuzluk ve sinir vardı.
"Bilmiyorum. Yemin ederim telefonum yanımda değil." Tekrar cebindeki bilekliği çıkarıp oğlana yaklaştı ve bu sefer bir onay beklemeden bilekliği oğlanın cebine soktu. "Bak bu sende kalsın, şu an verebileceğim tek şey bu. Acelem var, arkadaşımı götürmem lazım!" Sanki bir cüzamlıya yaklaşmaktan çekinir gibi çekine çekine bilekliği oğlanın cebine koymuştu, sonra bir cevap beklemeden binaya koştu. O an oğlanın bu teklifini kabul edip etmediğini düşünecek hali yoktu, zihninde sadece Timsal'in ürkünç ve ağır bedenini taşımanın zorluğuyla boğuşmaktaydı. Ancak içini kaynaksız bir panik doldurmuştu ve o an en nefret ettiği şey zaman kaybetmekti. Planının yeterince işlediğini düşünerek kendine güveniyordu; ortam karanlıktı ve oğlanın yüzünü bile göremeyeceği kadar az ışık olduğunu tespit etmişti, Timsal'i arabaya taşırken bir anormallik sezilmeyecek düzeyde yeterli bir atmosfer vardı. Ve böyle devam edebilirse hiçbir sorun yaşamadan cesedi götürebilirdi. Zihninde zehir gibi kesif çarklar dönmeye başlamıştı ve istemsizce içine biriken korku olmasa o an hissettiği tek şey sabırsızlığı olabilirdi.
Timsal'in yanına vardığında artık onun başkalaşmış, canlılığını yitirip gitmiş bedenine bakarak düşüncelerle dövünmüyordu, cesedin cansız kollarından birini basit bir torba alıp götürür gibi kaldırdı ve omzuna koydu, yerde kalmak için inat eden ağırlıkla cebelleşirken ilk seferde neredeyse cesetle birlikte yere devriliyordu. Ancak sonunda onu yarı yarıya sırtına almayı başardı ve kollarından tutmayı bırakmadan yürümeye başladı. Arkasından sürünen ayak seslerini duymuyordu bile, Sırma adeta görev bilinciyle hareket eden bir robota dönüşmüştü. Cesedi binadan çıkarıp arabaya kadar sürükledi. Arabanın yakınındaki bir silüetin içinde bulunduğu durumdan hiç hoşlanmadığını belli eden homurdanmasını duydu, ama oğlan ses çıkarmadan arabanın kilidini açtı ve hatta arka kapılardan birini açıp Sırma'nın ölü bedeni koltuğa bırakmasına müsade etti. Sırma elini yüzüne bulaştırdığını hissediyordu çünkü tanımadığı birinin gözü önünde bir cesedi taşıyordu. Durumun belli olmaması için güvendiği tek yardımcı oluşum karanlıktı, hava biraz daha aydınlık olsa muhtemelen o cesedi binadan çıkarıp bir yabancıya göstere göstere arabaya taşıyamazdı.
"Anahtarı arabaya bıraktım, dediğin gibi yapıp gelsen iyi olur. Çok beklemem haberin olsun." Dedi oğlan. Sırma yüzüne düşen bir saçı kulağının ardına atarak baş salladı, "O kadar uzun sürmeyecek, en fazla bir saat. Bir saate buraya getiririm." dedi ve yabancının yüzüne bakmadan şoför kapısına yöneldi.
Arabaya binip hızlıca motoru çalıştırdığında o anın paniğiyle ışıkları yakmayı unuttu ve arabayı öylece sürerek yıkıntı sokağından çıkardı. Ve sürerken ışıkları yakmamasının daha iyi olduğunu kendi kendine idrak etti, olabildiğince göze batmadan şehirden ayrılmalıydı. Bu yüzden arabayı adeta bir kaplumbağa gibi yavaşça sürerek gece karanlığında sokak lambalarından imkan bulduğu kadarıyla aklındaki güzergahta devam etti. Karayollarından uzun köy yoluna çıkıp, yanında sadece uzun ağaç silüetleri görmeye başladığında ışıkları rahatça yakabildi ve hızla sürmeye başladı. Güvenebileceği bir plan bulmayı başarmıştı ama hala panikliydi ve gecenin köründe yolun bomboş olduğuna güvenip hiç sürmediği viteste gidiyordu; ancak gittiği yol, karşısına yabani hayvan çıkma olasılığı en yüksek yerdi. Ve karar verme kabiliyeti sıfıra inmişken bunu düşünemiyordu, yolda bir fare görse bile panikle ters bir karar verip kaza yapabilirdi. Ancak şükürler olsun ki o an aklına gelmeyen bütün tehlikeli ihtimaller gerçekleşmedi ve sorunsuz bir şekilde patikaya vardı. Bu sefer ilk kez arabayı patikaya sokacaktı, daha önce Ercan amcayla bile bunu denememişti ancak yapmaktan başka çaresi yoktu. Önündeki bir kilometre boyunca patikadan ve uzun yürüyüş yolundan geçmeliydi. Patikadan geçerken arabayı yavaşlattı ve durmaksızın yolu izledi. Gözleri sadece uzaktaki hedefi görmek istiyordu, yolun zorluğuyla o an ilgilenmemişti.
Gündüz gördüğü çizikli ağaç gövdesi farın ışığında belli olduğunda rahat bir nefes verdi ve az kaldığını anladı. Biraz daha devam edecekti ve her şey sonlanacaktı...
Gündüz o bataklıktan kaçarken yol kıyında gördüğü büyük taşı aradı, taşı gördüğünde arabayı durdurdu ve el frenini çekip indi. Arka kapıyı açtı ve bu sefer cesedi onu taşımaya alışmış gibi bir tavırla sırtlandı, farların ışığından faydalanarak birkaç metre ormanın içinde ilerledi ve iyice karanlığa yaklaştığında cesedi olduğu yerde bırakma kararı aldı. Gecenin köründe ancak bu kadar devam edebilirdi, kalanını yarın halletmeye karar verdi. Ancak yine düşünmemişti ki cesedi orada bırakırken endişelenmesi gereken tek şey onu bulma ihtimali olan insanlar olmayabilirdi, o an yine panikle düşünememişti ki dağlarda dolaşan çakallar cesedi bulup parçalayabilirdi. Sırma yine anın paniğiyle yaptığının yeterli olduğunu düşünüp arabaya gitti ve bir süre de dar patikada arabayı geri geri götürerek bir riske bulaşmak zorunda kaldı, ancak yine şanslı çıktı ve arabayı kazasız şekilde patikadan köy yoluna çıkarmayı başardı. Kalan yolu hızla aştı ve gittiğinden daha hızlı döndü.
Şehre vardığında yine iç sesine uyarak farları kapadı ve loş sokak lambası ışıkları altında o yıkıntı sokağını arayarak sokaklardan geçti. Tahminleri birkaç sokakta yanılmasına sebep olsa da orayı buldu ve arabayı yavaşça enkazların ortasındaki boşluğa soktu. Arabayı durdurduğunda önce gözlerini meydanda dolaştırdı ve yalnız olduğunu görünce hızla dışarı fırladı. Anahtarı arabada bırakmış, el fenini çekmeye bile zaman ayırmamıştı; o an yalnızlığı bir nimet gibi görmüş ve bu nimetten çabucak istifade ederek sokaktan uzaklaşmıştı. Bilekliğini bıraktığı oğlanı bir daha görmediği için çok daha şanslı olduğunu düşünmüştü.
Eve döndüğünde neredeyse sabah olmuştu, artık hava yeterince karanlık değildi ve gökte alacakaranlık vardı. Koşar adımlarla bahçedeki Clio'ya vardı ve soğuktan yanan ellerini ceplerinden çıkarıp arabanın kilidini açtı, hızla arabaya bindi ve kendisini kozasına saklayan bir tırtıl gibi kapıyı üzerine örtüp öne kıvrıldı. Alnını direksiyona dayadı ve bir süre derin nefesler alıp verdi, yorgunluğunu atmak için kendine kısa bir süre mühlet verdi. Ardından ön camın kıyındaki telefonunu aldı ve titreyen parmaklarıyla bildirimlere baktı. İki saat önce yabancı bir numara onu aramıştı. Sırma numaranın üzerine parmağını götürdü ancak her denemesinde son anda vazgeçti. Yabancıyı ararsa numarası doğrulanacak ve onda bir delil niyetine kalacaktı. Sırma geriye istemediği ikinci bir iz bırakmış olacaktı, ilk iz zaten onu sırtında ceset taşırken görmüş olan oğlandı. Sırma oğlanın daha fazla şey bilmesinden korktu, ya da onu polise ihbar etmesinden. Öte yandan aramazsa Sırma'nın onu kandırdığını düşünüp kinlenecekti ve bu sefer de sinir olsun diye gidip polise de ihbar edebilirdi. Oğlanın varlığı resmen iki ucu keskin bir bıçağa dönüşmüştü. Sırma bir kez daha ne yapması gerektiğine karar verememişti. Sonunda pes ederek ciğerlerinde tuttuğu nefesi saldı ve telefonu yan koltuğa atıp geriye yaslandı. Sakinleşmek için yumduğu gözlerini kaldırıp camdan yukarı baktı ve aydınlanan gökyüzünü izledi.
Gün ayana kadar beklemeye karar verdi.
Soğuk bir karanlığın içinde uyuyakalmış gibiydi, sanki yorganı tekinsizlikti ve o soğuk omuzlarını ürpertip uyumasını zorlaştırırken garip bir şekilde bir yandan da uykuyu yoğunlaştırıyordu. Ancak bu durumdan daha garip bir his ile uyandı. Birinin onu sırtından ittiğini hissederek irkildi ve başını direksiyondan kaldırdı. Şok geçiren bir yüz ifadesiyle panikle etrafına bakındı ve o an uyuyakaldığını fark etti; çoktan sabah olmuştu.
Anlamsız bir şeyler mırıldandı, kendine gelmek için yanaklarını tokatladı. Ne ara uyuyakaldığını hiç hatırlamıyordu, üstelik hala uykusu vardı. Bedeninin oracıkta uzanıp sonsuza dek uyumak istediğini derinden hissediyordu ama beyninin uyuşturulmuş gibi haline rağmen içgüdüleri ona kesinlikle bunu yapamayacağını söylüyordu. İstemese de durumun farkındaydı. Galiba unutsa bile ne yaptığını hep bilecekti.
Sinirle kendine gelmeye çabaladı. Gözlerini sertçe yumup açtı ve sızlanan vücudunu dinlemeyip kontağı çevirdi. Arabayı çalıştırdığında yola koyuldu.
Her gün arşınladığı tali yollardan geçti, şehirden çıkıp köye ulaştı. Patikayı yine arabayla geçti ve uykusuzluktan seğiren gözlerini inatla yolda bir taş bulmayı umarak kıya dikti. Taşı bulduğunda el çabukluğuyla arabayı durdurdu ve dışarı atladı. Ancak ormanın atmosferini hissettiği o an yanına yardımcı olacak bir şeyler almadığı için pişman oldu; açıkçası aklından geçeni yaparken işini kolaylaştıracak neye ihtiyacı olabilirdi düşünemedi ancak yine de hazırlıksız geldiği için işinin zora düştüğü kesindi. Düzensiz nefesler eşliğinde ağaçları ve yosunlu taşları geçti, birkaç metre ötede korktuğu şey vardı: ceset bütün ölü gerçekliğiyle etrafındaki kayalar gibi tepkisiz vaziyetiyle orada yatıyordu.
Üzerinde fazla düşünürse ne olacağını biliyordu. İnatla görmezden gelmeye çalışmak, ya da becerebilirse bir nebze umursamazlık belki onu olduğundan daha iyi hissettirebilirdi. Ama elinden ancak yumruklarını sıkıp gözlerini ayak uçlarına dikmek gelebildi. Birkaç dakika sadece cesedi sırtına almakla uğraştı ve engebeli toprakta düşmemeye çalışarak ilerledi. Sırtındaki ağırlık ve ayağının altında kayıp duran çakıllar yüzünden yüzü tere boğuldu, nefesleri öyle bir hal aldı ki kulaklarını doldurdu. O uzun ve bitmek bilmez yolu gözlüyordu ve görüntüsü hiç değişmeyen göle bakarak ilerlerken yoldan bu kadar uzak olduğu için lanetler ediyordu. Ayağının altındaki bir taş hareketlenince küçük bir çığlık atarak geriye doğru sendeledi ve ceset ile birlikte bir ağacın gövdesine yaslandı. Arkasındaki et yığınını hiç olmadığı kadar net hissetti ve o zaman onu uykusundan uyandıran soğuğun kendi hayal ürünü olmadığını anladı. Gözlerini sımsıkı yumarken ağlamamak için dişlerini sıktı. Toparlanmaya çalıştı, cesedi bir daha sırtına aldı ve önünü bulandıran gözyaşlarına rağmen ilerledi.
Sonunda göle varmıştı. Son bir gayretle önündeki yumuşak toprağa temkinli adımlarla dalmaya başladı. Gözü bir yandan setin bir noktasındaki kamış ağacını gözlüyordu. Ağacın yanına vardığında önceki günün aksine bu sefer dizlerine kadar toprağa batmıştı. Ya da üstündeki ağırlık yüzünden iyice göle doğru çekilmiş olmalıydı. Sırma topraktan bir gölün içinde gibiydi, oluşturduğu hareket yüzünden gölün dibindeki kumun kalktığını ve cilimli yeşile kahverenginin karıştığını görebiliyordu.
Artık kendini güçlü olduğuna ikna edecek bir inancı kalmamıştı, umutlarının sonuna geldiğinde galiba sandığından daha çok sarsılmıştı. Bilmiyordu, ama sırtındaki ağırlığı tutmaktan pes edercesine parmaklarını gevşetirken o parmakları hiç olmadığı kadar güçsüz hissetti.
Ceset yavaşça aşağı kaydı. Timsal'in bedeni sandığından daha sessizdi. Ama Sırma'nın derdi bitmemişti, asıl şimdi zorlukla mücadele edecekti. Bundan sonrası en zor ve de Sırma'nın hayatı boyunca delirme sınırına en çok yaklaştığı an oldu: toprağa uzanmış cesetten birkaç adım uzaklaşıp kamış ağacının yanına gitti ve ağacın neredeyse iki bilek kalınlığındaki gövdesine tutunarak bir ayağını topraktan çıkardı. Önünde amansızca hareketsiz bir yığın vardı, ayağıyla onu ileri itmeye başladı. Gözleriyle gördükleri hiç kolay değildi, birkaç saat önce yaşamış gencecik bir kızın bedenini bir çöp gibi muamele ederek göle doğru itiyordu. Böyle bir durumdayken vicdanıyla ruhunu paramparça etmesi an meselesiydi. Ona daha fazla bakmaya dayanamadı, son anlarını görmek istemedi. Gözlerini sımsıkı yumdu ve bedenini de kasarak var gücüyle itti. İki elini ağacın gövdesine tutup sırtını da ona yaslamıştı, artık ağacın varlığından cesaret alarak o yumuşak toprağın içinde kendini aşağı çekme pahasına cesedi itiyordu.
Cesedin ayağından uzaklaştığını hissedince gözlerini açtı, bir göz yaşı damlası yanağından aşağı yuvarlanırken karşısındaki trajediye baktı: Timsal gökyüzüne son kez bakıyordu.
Ceset gözle görülür bir hızda olmasa da gölün azmiyle yavaş yavaş aşağı çekiliyordu. Bir gün dibe batacaktı elbet ve Sırma bunu biliyordu. Ona daha fazla bakmaya tahammül edemedi ve daha Timsal'in bedeni gölün üstündeyken hızla arkasına dönüp oradan kurtulmaya koyuldu. Var gücüyle ağaca tutunup kendini cilimli topraktan çıkardı ve bir daha arkasına bakmadan koşmaya başladı.
Yüzünde bir ifade bile yokken gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Bedeni soğuyordu sanki. Sırma içinde bambaşka biri doğup onun beceremediği hisleri sinsice dışarı taşırdığını hissetti. Ağaçların arasından fırlayarak, taşları ve toprağı ezip geçerek koşarken hızla aştığı dalların ve gökyüzüne uzanan sararık yaprakların arasından mavi bir gökyüzü gördü. Dudaklarının arasından "Anane..." diye bir kelime çıktı ve bunu söylediği için kendine şaşırdı. "Birisi..." Dedi yine ve iyice kendinden koptuğunu fark etti.
"Yardım etsin... lütfen..." |
0% |