@halempa
|
Sonrasında kader en büyük ikinci şakasını Sırma'ya yapmıştı. Talihsizlikler sonucu yaşam istencini kendi elleriyle ezmiş ama kemiklerine kadar sinmiş umutsuzluğa rağmen bu halinden nefret etmişti. Nefret, ona bu halden kurtulmayı istetmişti. Bir umut kurtulmak için tüm yaşanmışlığı geride bırakarak memleketinden ayrılmış, belki de en doğru terimiyle kaçmıştı. Ancak daha sonra, hiç ummadığı kadar kısa bir süre sonra, uzun hissettirmesi gereken bir yılın ardından Düzce'ye geri dönmüştü. Hem de hiç tahmin edemeyeceği kadar ümitsiz, hiç tahmin edemeyeceği kadar kötü bir durumda. Düzce'ye dönüş ile birlikte yaşam ve zaman birbirlerinin ölü ikizleri olmuştu. Sırma ikisinin de canılık vermesi gereken sıcağını hissedemeden günleri harcamıştı. Ve öylesine kopuklaşmıştı ki iki yıl onun gözünde sadece bomboş, beyaz gibi gözükmese de puslu bir şerit olmuştu. Günler gibi hayatı da bu puslu şeritti işte. Ancak hayat berbat gözükse de tesadüfler yine beklenmedikti. Yine bir gün hiç beklemediği bir tesadüf yaşmış, hiç beklemediği biriyle tanışmıştı. Hayat acımasız bir sihirbaz, güldürmek yerine ürküten bir soytarıydı. Kaderin belki de en büyük şakası buydu işte: Sırma Kaşif ile tanışmıştı. O yıl yirmi dört yaşındaydı, artık ne yaşadığını bilmeden hayatın geçip gidişini izleyen şuursuz bir izleyiciydi sadece. Akan puslu şeritte sadece birkaç değişiklik olmuştu, Kaşif'in evinde kalıyordu. Onun evine nasıl yerleştiğini, tam olarak ne gibi bir sebeple buna karar verdiğini, o günlerde tam olarak ne hissettiğini hatta yaşamak için hala bir sebebi kalıp kalmadığını bile düşünemez haldeydi; bu haldeyken Kaşif'in evine nasıl yerleştiğini hatırlamak istese bile bunu yapamayabilirdi. Hayat puslu bir şerit gibi kayıyordu... Ama çok da büyük bir önemi yoktu, zaten hatırlamak zorunda kalacağı bir gün gelecekti... Başlarda ne için orada olduğunu bilmiyordu. Birlikte eğlenirlerdi, bol bol kahkaha atıp tembellik yaparlardı. Görünüşe rağmen duygular hoştu. Görüntüye rağmen. Kadın bir afetti. İnce beli gerçeklik algısını bozacak düzeyde narin ve kıskanılası, saçları kuzguni siyah, öylesine içine dalıp kaybolunası ve ihtişamlı, kalçalarına dek uzanan ipekler gibi tane tane ve ışıltılı... Uzun ince bacakları yontulmuş roma mermerleri gibi, bir o kadar beyaz ve pürüzsüz. Kolları her hareket edişinde tüm gözleri istemsizce ona çevirir, çünkü dans eden kumaşlar gibi ahenkli ve de zariftir. Yüzü, vücudunun zarafetine nazaran bazen sıradan gelebilir . Bazısı yüzüne bakınca "Daha güzel olacağını umardım." diyebilir, ama bu bir yanılgı da olabilir. Gözleri iriliğin etkileyiciliğine değil de ince olmanın gizemine sahiptir. İçlerindeki detaylar kimse tarafından fark edilmez, aksine onu yakından tanıyan çok az kimse soluk yeşil irislerinin ve içlerindeki çamur izi gibi çillerin varlığını bilir. Çünkü bedeninin gösterişli büyüklüğünden ortaya çıkan belirgin zarafeti öyle yer kaplar, öyle manipüle eder. Dudakları ince gözlerinin aksine kalın ve taşkındır. Kendiliğinden gelen kırmızılığı onu yüzünün en güzel parçası yapar. En çok da dudaklarına gelir iltifatlar. O denli dillere destan. Küçük ve sivri burnu hafifçe, yanakları ise belirgin şekilde çillidir. Ama o yine de kusurlarından oluşan bir güzelliğe sahiptir. Kimin yanında dursa mest eder, aklı olanı derde düşürür, dokunduğu kimseyi aç gözlü, sahip olma takıntılı birine çevirir. Güzellik denen şey böyle hasta eder ama o, bunu bilhassa kendi faydası için kullanmayı bilir. Adam ise bir değişik haldedir. Onu kadın ile yan yana gören şaşırıp kalır. Boyu kısadır, boynu içe çekiktir, kafasından kapkara yay gibi saç telleri çıkar. Bodurluğu bir yana asıl derdi şişmanlıktır. Önde davul gibi göbeği, boşluklarında kat kat olmuş yağları, tombullaşmış kolları, hem kısa hem hantal bacakları, kalınlaşmış ensesi ile adam görünüşte bir bütün yuvarlaktır. Genişlikten diyaframı iyi açılmıştır ve ömrünün kıyında tok sesli kahkahaları olmuştur. Birbirlerinden hiçbir beklentileri yoktu, başından beri. O yüzden kadın, bu yaşlı hantal adamın harabe evine yerleşince dert etmemişti. Adam ona yapabileceğinden daha fazlası hakkında hiç soru sormuyordu, ne de daha çoğunu vermeyi düşünmüyordu. Sadece her an, o anın getirdiği minik güzellikleri fark etmek için yaşadılar. Sadece adam, arada sırada aklına lanet perileri üşüşünce küçük odasına çekilip bir şeyler yazıyordu. O durum hariç diğer tüm zaman keyif içindi. Ama kadın için bu keyfin bittiği an gelecekti. Kadın böyle bir anın elbet geleceğine olan inancı yüzünden belki de o an geldi. Önceki gece geç saatlere kadar blöf oynayıp kahkahalara boğulmuşlardı. Kadın öğle vakti geç vakitlerde güve kokan divanda uyanıp mutfağa giderken adamın bir ara küçük odaya gidip yine bir şeyler yazdığını, sonra da orada uyuyakaldığını gördü. Yine her zamanki gibi onu kendi haline bırakmak en iyisiydi. Kahve yapmaya koyuldu. Normal nezakette biri olsa ellili yaşlardaki bir adamın beli tutulmasın diye onu yığıldığı masada uyandırmaya çalışırdı. Ama Sırma bulunduğu evde bu tür sosyal eğilimlerin ortamın havasını bozacağını biliyordu. Eğer Kaşif'i uyandırırsa bir öfke krizi ile karşılaşacağını eve girdiği ilk günlerde bir kaza ile öğrenmişti. Kaşif, sağlığı değil keyfini tercih ederdi. Güve ve loş ışık kokulu evde huzuru bozan tek şey Kaşif'in yazdığı ya da yazıp uyuyakaldığı zaman dilimiydi. Her daim vurdumduymaz ve keyfine düşkün olan adam sadece yazmak "gerek olduğu" zamanlarda takıntılı ve kuralcı olurdu. Sırma içindeki arsıza rağmen bu zorunlu duruma olabildiğince anlayışlı olmaya çalışır ve çaba gösterirdi. Yılların yorgunluğuyla termal demiri paslanmış eski ısıtıcıya su koyup çalıştırdı. Isındıkça paslı demirinden ince çığlıklar yükseldi. Sırma, lavabodaki can çekişen alete sırtını dönmüştü ve ince uzun parmakları masada ritim tutarken dalgın gözleri pencereden içeri süzülen ışığı izliyordu. Sarı ışığın içinde, evin birikmiş bütün tozu dans ediyordu. Isıtıcı her seferinde olduğu gibi bu sefer de kendi kendine şalterini indiremeyecek kadar kızıştı ve sonunda çıldırmaya başladı. Sırma, yüzünde hiçbir ifade olmaksızın, her zamanki işini yaparcasına bilgiç bir bezmişlik ile tezgaha döndü ve makinenin fişini eski prizden söktü. Makine bu gün de patlamaktan kurtulmuştu, çığlıklarını azaltmaya başlamıştı. Orta boy bir fincana üç büyük kaşık kahve koydu, sapına kadar ısıdan kavrulmuş ısıtıcıyı el beziyle tutarak yavaş yavaş fincana döktü. Isıtıcıdaki su azalıp fincandaki kahve çoğalırken Sırma'nın yüzü, buram buram tenine vuran kahve kokusuyla buluştu. Tezgahın yanından ayrılıp pencereye gitti. Kahvesini yavaşça yudumlarken bir süre perdenin boşluğundan görebildiği kadarıyla dışarıyı izledi. Ardından ışığı niye kendinden mahrum bıraktığına kızarak ince parmağıyla perdeyi biraz geriye çekti. Eli o an keskin bir sınıra çarpmış gibi durdu. Sırma'nın gözleri sabitlenmiş, büyük bir dikkat içerisinde oraya bakıyordu. Dar sokakta, tam karşısındaki evden biri çıkıyordu. Hiç tanımadığı, hiç görmediği herhangi biri. Dikkat çekici bir biçimde beyaz gömleğinde bin bir çeşit leke ve kırışıklık olan öylesine biri. Uzun boylu, yanık esmer tenli, gür kaşları gibi kalın, koyu kahve kıvırcık buklelerle dolu dağınık saçlı, dağınık tipli bir adam. Gençti. Teni yanmış haline rağmen gençliğin verdiği canlılık ile parlıyordu. Yakasının açıkta bıraktığı uzun boynu, dirseklerine kadar manşetleri katlı açık kolları canlılıkla doluydu. Tenine rağmen canlılığa zıt düşen tek şey gözlerindeki sönüklüktü. O parlak, capcanlı tenine öyle zıt düşen bir surat ifadesi vardı ki şaşılırdı. Ama nedense Sırma'nın en hoşuna giden de bu olmuştu. Sırma, adamın yüzüne bakmaya doyamamıştı sanki, bir an bile gözünü kırpmadan onun sokakta giderek uzaklaşmasını seyrediyordu. Damarlarımdaki kana farklı bir sıvı karışmış gibi, diye düşündü; O sıvı adeta damarlarını uyuştururcasına tatlı ve sıcaktı. Adam sokağın sonuna yaklaştıkça Sırma'nın içindeki huzursuzluk artmaya başladı. Ve dayanamadı, huzursuzluk onu öyle doldurdu ki bilinçsiz bir şekilde eli cama uzandı. Kahveyi bir kenara koyup hızla kapıya koştu ve saniyeler içerisinde merdivenleri inip aşağıya ulaştı. Çıplak ayaklarla dışarı fırladı, yoldaki tenine batarak acı veren her ne varsa aldırmaksızın adamın peşinden koştu. Adam sokağın sonundaki çift yola varmak üzereydi, aralarındaki mesafeyi aşamayacağına karar verince önce çekingen ince bir sesle, sonra da adamın duymayışından panikleyerek bir anda patlayan bir sesle "Hey!" diye bağırdı. Adamın omuzları hopladı, sesi duymasıyla arkasına döndü ve donuk yüzünde belli belirsiz bir şaşkınlık ifadesiyle Sırma'ya baktı. Az önce uzaktaki bir pencerenin kirli camından seyrettiği yüz, şimdi alabildiğine canlı ve net bir biçimde Sırma'nın önünde duruyordu. Yakından görünce tenindeki o parlaklığın boşuna olmadığı ortaya çıktı; Sırma yüzüne akan canlı bir sıcaklık hissetti. Sanki asık suratına rağmen onu kendine davet eden misafirperver güzellik o tatlı renkli tene aitti. Sırma bu canlılık karşısında tutulmuş kalmıştı. Adamın ona garip bir şey görmüşçesine bakan gözlerine karşı bir anda tepki veremez hale gelmişti. Konuşamadı ve utandı, yanakları alevlendi. O sıra hala yürüdüğünü farketti ve neredeyse tökezleyerek durdu. Adama ulaşmak istercesine öne uzanmış eli aralarında bir metre mesafe kala aşağı indi. "Şey..." Beyni ona sorular yağdırıyordu. Ne oldu şimdi? Ya da bunu sormanın da bir önemi var mı? Çoktan yapmak istediğini yapmıştı bile. Doğru ya, sadece yapmak istediğini yapmıştı o kadar... Neden yapmıştı? Adam sabırla bekliyordu; gözleri Sırma'ya bir şey söylemesi için davette bulunmuş ama hala cevabın gelmesini bekleyen bir ifadeyle bakıyordu. Ne söylemem lazım? Mantıklı bir şey olması gerekiyor mu ki? Herhangi bir şey. Şu an herhangi bir şey söylemem lazım. Aklı durmuştu. Her zaman anı kurtaran hazırcevaplığı ile şaşırtmayı başaran yapısına rağmen o an aklına kelime gelmez oldu. "Seni tanıyor muyum?" Klasik olsa da en azından durumu kurtaracak bir soru. Aslında asıl sorunun konuşmayı unutmak olmadığını biliyordu, Sırma neden bu adamla konuşmak istediğini bilmiyordu ve başlangıçtaki asıl niyetini kendi de bilmediği için ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Her zaman herkes ile belirli bir amaç için tanışmak, iletişim kurmak gerektiğini düşünen sabit fikirli yapısına rağmen şu an anlaşılması zor bir durum oluşturmuştu. Adam mağrur bir ifadeyle kaşlarını büzdü ve biraz daha Sırma'ya döndü. "Tanıyor musun? Pek sanmıyorum." Sesi ne kadar da toktu... Beklediğinden daha temiz ve biraz da kalındı. Ve beklediğinden daha çok hoşuna gitmişti. Aşk bu. Bu kesinlikle aşk hissi, diye düşündü. "Hayır." Dedi birden. "Öyle mi?" Ortamın havası birden garipleşti, Sırma o anın garipliğinden doğan gerilimi omuzlarında hissetti ve bir anda eski huylarından kalan refleks ile yüzünde sıcakkanlı bir gülümseme oluştu. Tatlı bir homurdanma ile kaskatı kesilmiş vücudu gevşedi ve omuzları öne doğru düştü. "Ah, pardon! Şimdi birdenbire böyle karşına çıkıp sormam garip oldu tabi." Sesi sahip olabileceği en cana yakın haline bürünmüşken bilinçli ve kontrollü bir tonda onu ustaca kullanıyordu. Elini beline koyarak saçını hafifçe savurdu ve "Şaşırman doğal tabi, uzun zaman oldu. Sanırım... Öyle değil mi?" dedi. Ardından kahkaha attı. Ama kahkahanın asıl sebebi adamın hala şüpheyle ona bakıp durmasıydı. Sırma defalarca kez kovulduğu işine tekrar girmek için eski patronu ikna eden bir işçi çabasıyla durumu kurtarma operasyonuna girişti; yıllar önce zorlu beden eğitiminden edindiği tecrübeyi harcayacaktı. Öncelik gösterişli adımlardı. Dans eder adımlarla yavaşça yanına yaklaştı ve kolunu bir kumaş gibi ahenkle ona uzattı. "Ben Sırma, daha evvel tanışma fırsatımız olmadı ama birkaç kez karşılaşmıştık." "Öyle mi?" Sırma o an başka bir bildiği cümle yok mu, diye düşündü.
Adam'ın yüz ifadesi biraz gevşese de inanmadığını belli eden çekingen bir tavırla Sırma'nın elini sıktı. "Nerede? Lisede? Üniversite de? Üniversite okudun mu peki, öyle bir durum var mıydı ki? Tatilde? Başka bir semtte? Daha evvel nerede yaşamıştı ki? Ah kahretsin, çok içi boş bir bahane oldu, diye hayıflandı. Sorunun ucu elbette buraya dayanacaktı. Sırma bu sefer bayağı acemi davrandığını kabullendi ve o an içinde sebepsizce doğup büyümüş umutları tükendi. Sonra birden kadınsı zekası bir mucize yarattı ve "Hatırlamıyorum." Dedi. O an önemli olan mantıklı bir şeyler üretmek değil olabildiğince bu saçma durumu ilerletip atlatabilmek diye düşündü. Tabi ki ortaya çözülme riski olan bir yalan atamazdı! "Ama seni daha evvel gördüğüme eminim..." Ve beynini zorlamaktan vazgeçip sadece kadınsı içgüdülerine ya da altıncı hissine ya da o garip hissin verdiği ilhama her ne denirse ona göre hareket etmeye karar verdi. Mantıkla bu saçma durumu yürütemiyordu. "Hani... Ömründe hiç görmediğin birisini rüyanda görüp de o kişiyle sonradan karşılaşmak ya da deja vu hissi gibi düşünebilirsin bunu." Acınası yalan zincirini sürdürmeye çalışırken adamın onu seyreden yüz ifadesi de giderek acınası bir hal alıyordu. "Şu anki durumun deviniminden bahsetmiyorum, sadece bu kendi görüşüm. Yani tam olarak..." Her ne kadar sezgilerine göre hareket etse de hala tam olarak hislerini açıklamakta tereddüt ediyordu. "Açıklayamasam da seni tanıdığımı bilmeni istedim. O kadar. Üzgünüm, galiba rahatsızlık verdim, ay verdim kesin değil mi? Çok üzgünüm! İşe mi gidiyordun?" Adamın kafa karışıklığının giderek arttığı her halinden belliydi. Ellerini kırışık pantolonunun cebine sokup derin bir nefes aldı. Vücut dili yüzde yüz bu andan kurtulup kaçmak istediğini ifade ediyordu. "Evet, işe yetişmem gerek." Koyu kahverengi gözlerini kadının gözlerine dikti ve sert bir ifadeyle " Az evvel yetişmek üzereydim." dedi. Sırma bu belirgin uzak durmak isteyen tavır karşısında olağan patavatsızlığıyla gülerek kendini görünmez bir savunma hattına aldı. "Arabam olsaydı yardımcı olmak isterdim ama şu an o imkana sahip değilim. İşsizim de, hehehe..." Sırma'nın şen şakrak gülüşünün ardından yükselen derin bir sessizlik. Sanırım yorumu buydu, diye düşündü. Ellerini önünde birleştirip parmak boğumlarıyla uğraşmaya başladı ve "Pekala," dedi. Şimdi sesi yetişkin insan ölçüsünde olgundu. "Daha fazla tutmayayım. Sana iyi işler dilesem... iyi olur. Tekrar pardon. Aaa... Ve iyi günler." Adam hızla durgunluğundan silkelenip başını salladı ve "İyi günler." diyerek gitmeye koyuldu. O an Sırma aralarındaki mesafeyi kapattı ve adamın şaşkın bakışlarına fırsat vermeden yakasına uzandı. "Şunu alayım." deyip yakasındaki kısa, kıvırcık formlu saç telini kaptı. Ardından küçücük bir an da olsa yakasını düzeltirmiş gibi yaptı. Nefesini dudaklarında hissedecek kadar ona yakındı. Bilerek bunu yapmıştı. Ya da daha doğrusu sadece istediği için. Bir saniye evvel aralarındaki mesafeyi kapatırkenki çabukluğunun tam aksine şimdi o toz kadar mesafenin tadını çıkararak dudaklarının karşısında duruyordu. Adamın nefes alış verişini dinledi, sahip olabildiği o anın tümü boyunca boynunu, dudaklarını seyretti. Elini yavaşça yakasından göğsüne, biraz da karnının üst kısmına değdirerek aşağı indirdi ve saçı yere düşürdü. Ağırbaşlı bir tavırla başını kaldırıp adama baktı ve sonra bir adım geriledi. "Saç vardı." Dedi. Ve istemeyerek de olsa birkaç adım daha geriledi. Arkasını dönüp gitmeden evvel onun için küçük bir zafer diyebileceği minik bir detay gördü: yüzünde artık hiçbir şaşkınlık olmadan, sanki bir şeye hazırmışçasına, ya da evvelinden beri Sırma'nın ona dokunmasına alışkınmışçasına sakin ve hatta yumuşak denebilecek gözlerle o adam Sırma'ya bakıyordu. Sırma o anlık bu kadar yeterli olması gerektiğini düşündü ve içindeki merak fırtınasına rağmen arkasını dönüp eve gitti. Nasıl olsa artık komşusu olduğunu biliyordu. Evin arka tarafında muhtemelen etrafına tuğlalar dizilip bir bahçe yapılmasına karar verildiği günden beri kazma vurulmamış, yıllarca üst üste çoğalıp kurumuş yumak gibi otlarla dolu bakımsız bir bahçe vardı. Bazı günler enkaz halindeki bahçeye bakan küçük balkona çıkar, karşılıklı kitap okurlardı. Sırma, içinde gençlik ateşi taşıyan henüz olgunlaşmamış bir meyve olmasına rağmen kitap okurken Kaşif'in sükunetinden eksik kalmazdı. Gözleri durgunlaşır, sadece sayfalara odaklanır ve kitabın içine dalardı. Bu zamanlarda dinginliği ve ağır başlılığıyla örnek olan Kaşif bile, arada sırada yorulan gözlerini dinlendirmek için başını kaldırdığı zaman büyük bir dikkatle kitap okuyan Sırma'yı görür, onun hülyalı haline hayran olurdu. Bugün ise Sırma ile aynı balkonda kitap okumak işkenceye dönüşmüş vaziyetteydi. Parmakları durmadan bir şeyleri tıkırdatıyordu. Romatizma hastası yaşlı bir kadının dizleri gibi yerinde durmayan ince uzun parmaklar ortadaki masada ritim tutuyor, sonra balkonun demirlerine aynı şeyi yapıyor, defalarca kez saçlarının içinden tarak gibi geçirip duruyor, kısacası hiç durmuyordu. Dertli iç geçirmelerinin ardından elindeki kitabı bir anda okumaktan vazgeçiyor, huzursuzca etrafı seyrediyor ve sonra yeniden kitap okumaya başlıyordu. Bu dengesiz kısır döngüye bir süre katlanan Kaşif, kadının bir karar verip sakinleşmesini bekledi ama tecrübeli iç sesi ona, kadının içindeki huzursuzluğun dinmeye niyeti olmadığını söylüyordu. Bozulan dikkati yüzünden defalarca kez okuyup anlayamadığı cümleden gözlerini ayırmayarak "Çok büyük bir problemim var." dedi. Genç kadının fıldır fıldır dönen gözleri bir anda ona döndü. "Nedir?" Kaşif anlamak için hala çaba gösterdiği sayfadan başını kaldırmadan "Huzursuz bir kadın." dedi. Sırma'nın kıpırdanmaları durdu ve yüzünde bir sitem ifadesi oluştu. "Kitabın içine giremedim sanırım, odaklanamıyorum." "Dünyada çok dert var ama en büyüklerinin altında hep huzursuz bir kadın keşfetmişimdir." Dedi Kaşif. "Abartıyorsun." Dedi Sırma. Kaşif kirpiklerinin altından Sırma'ya baktı. "Hangisini?" Dedi. "Huzursuz olduğunu mu yoksa huzursuz kadınları mı?" Sırma'nın dudakları ince bir çizgi halini aldı, sebebi belli olmayan bir saldırıya savunmasız yakalanmış gibi tetikteydi. Aslında Kaşif'in onun ağzını yokladığını biliyordu. "Şu son görüşünün abartılı olduğunu kastettim." Diye yalan söyleyerek huzursuz olduğu kısmını geçiştirdi. "Bu gün dikkatin bozuk olmasına rağmen sözlerimi iyi analiz edip kendi lehine çeviriyorsun." "Her zamanki gibiyim. Senin hüsnükuruntundur." Dedi ve balkon demirine yaslanarak çirkin evleri seyretmeye başladı. "Her zamanki sen kitap okumayı, dökük binaları seyretmeye tercih ettiğini söylerdin. Eskiden öyle söylediğini hatırlıyorum." Sırma kaşlarını çattı. "Huzursuzluğunu bile inkar edecek kadar huzursuzsun. Sorunun ne olduğunu sorsam cevap vermeyeceksin, cevap vermekten kaçmaya çalışarak boşuna efor harcayacağını da biliyorum. O yüzden kendine uyan bir şeyler yap derim. Bu gün bana eşlik etmeyi bırakabilirsin." Sırma sessizlik içindeydi. Cevap vermek istemediği ya da ne cevap vereceğini bilmediği için aralarındaki sessizlik devam etti. Sonra omzunun üstünden evin içine dönüp baktı. Kaşif göz ucuyla onu izlerken sanki bir şeyi beklediğini ya da karar vermesini sağlayacak bir işaret bulmaya çalıştığını farketti. Sırma ayağa kalktı ve düz bir sesle "Ananemin evine gidiyorum." dedi. İşte Kaşif buna şaşırmıştı. Soru işaretleri dolu gözlerini ona çevirdiğinde Sırma "Birkaç güne dönerim." diye ekledi. Sırma'nın gitmekten kaçındığı yerin adını birdenbire duymak Kaşif'in aklına bir sürü soru oluşmasına sebep oldu. Bu, Sırma'nın yapmasını beklediği en son şeydi: Kendi isteğiyle, istemediği o eve geri dönecek olması. Aniden ortaya çıkan bu radikal kararın altındaki sebebi merak etti. Fakat endişesini belli etmeksizin usulca baş salladı ve başka bir harekette bulunmadı. Elbet anlatacağına güvendi. Sırma balkondan çıktı. Ayak seslerinden; dış kapıya doğru gidip vestiyerden sadece çantasını almak için durduğunu ve sonra evden çıkışını duydu. O gittikten sonra ev tam bir sessizliğe büründü. Şimdi kitap okumak için istediği tüm dikkati toparlayacak ortama hakimdi. Sadece zihnindeki merakı dindirmek için bir süre daha beklemek zorunda kalacaktı. 09.2022 |
0% |