Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2 | çıkmaz

@halempa

Mehmet ile Asuman arasındaki soğukluk Türkan'ın da bu duruma ortak olmasıyla evde Asuman'a karşı sessiz bir ittifak oluşturmuş ve Mehmet aile içinde bir kördüğüme dönüşen bu acı çıkmaz için çözümü farklı bir yolda bulmuştu. Asuman boşanma davası açıldığını daha duymadan ailesi ile paylaştığını sandığı eve birkaç sayfalık bir dosya geldiği gün öğrenmişti. Mehmet hiçbir açıklama yapmadan Türkan'ı yanına almıştı.

 

Yaşadığı ev bir zamanlar en samimi dostlarından en uzak tanıdıklarına kadar herkesin imrenerek baktığı, kendi elleriyle inşa ettiğini sandığı ailesinin ortak zeminlere bastığı yuvaydı. Çok fazla yanıldığını ağır bir yalnızlık ile öğrenmişti: o rengarenk vitray süslemelerle detaylandırılmış pencerelerin ardında artık tek kişiydi. Kocaman duvarlarıyla misafirlere caka sattığı odalarda korkunç bir yalnızlıkla başbaşa kalmıştı. Delirmek üzereydi, mahkemede kızının kendi rızasıyla baba tarafına geçmek istemesi ve insanların önünde Asuman'a hasta kadın demesi ipi koparmıştı. Sessiz birkaç günün ardından daha sessiz bir günde bu tekinsizliği Asuman sağlamıştı: ilaçlarına öfkeyle sarılmış ve boşandıktan sonra intihar etmeye kalkmıştı.

 

Türkan on yedi yaşındaydı, bu olayda annesini kaybetme korkusuyla erken tanışmıştı. Annesinin yine bencilce davranarak kolaya kaçtığını düşünmüştü ama onu kaybetme korkusu dökmek istediği sitemlerin üzerini tehtitle dalgalanan karanlık bir su gibi örtmüştü. Mehmet'in onayıyla konağa geri dönen Türkan bir daha annesini terk etmek bir yana dursun, artık ona arkasını dönmekten bile çekiniyordu.

 

Mehmet hala öfkeliydi, ancak bir gün düzelebilir umuduyla Asuman ile arasını kökünden kesmemişti. Asuman'ı seviyor denemezdi, ama çok sevdiğini iyi hatırlıyordu. Ve birbirlerinin gözlerine bakıp aile huzuru bulmak isteyen çaresizlikleri yüzünden boşanma garip bir kördüğüm olmuştu; Mehmet bazen eve gidip Asuman'ın duygu durumu elverdiği geceler kalıyordu. Asuman kızının ve eski eşinin öfkesini hala biliyordu, ama ağzını sıkı bir toprak gibi örtmüştü. Bazen taşma hissi geliyor ve kavga çıkar korkusundan yalnız kalabileceği bir köşeye gidiyordu. Bu garip hastalık yüzünden yalnız kalmak hem ihtiyacı hem düşmanıydı. Çünkü ruh hali farklı şekilde tepki koyabiliyordu ve bazen ailesiyle beraber olması öylesine ters etki yaratabiliyordu ki, Asuman kendinden korkuyordu. Ancak ölümüne çabalıyordu. Mehmet'ten umudu kesmişti, ama kızını kaybetmek istemiyordu.

 

Ancak yine de olacak olanı kimse durduramadı.

 

Türkan annesine en fazla iki yıl katlanabilmişti, çareyi tanımadığı bir adamda bulup kör bir yanılgıya düşmüştü. On dokuz yaşındaydı, Asuman buna şiddetle karşı çıkmıştı. Ancak annesinin sert muhalefeti Türkan'ı daha çok kızdırmış, kırılan bir aynada görüntünün kör noktaya sabitlenmesi gibi ters tepkiye sebep olmuştu. Türkan annesinin toy kararlarını daha radikal biçimde uygulayabileceğini ortaya koymuştu: Annesi bir konuda kesin kararlıysa kesinlikle tam tersi doğru olur diyordu, kızının Asuman hakkındaki fikirleri yozlaşmış vaziyetteydi.

 

Asuman son kez, evlenirse bir daha yüzüne bakmayacağı tehtidini savurmuştu. Türkan yine annesinin bir fikri kesinlikle savunuyorsa tersini yapması gerektiğini düşünmüştü. Babası annesi kadar olmasa da Türkan'ın evliliğini durdurmak için uğraşmıştı, ancak yetersizdi. Türkan iki beceriksiz ebeveyninin, onun iyi bir aile kurmasına engel olmaya çabalamalarını izlerken acınası bulmuştu. Doğru kararı kendinin aldığına inanıyordu.

 

Evlendiği adamın ismi Emir'di. Emir ona bir yandan babasını hatırlatıyordu; uzun boylu, yakışıklı ve gözlerine sevecenliğin isi sinikti. Ama yine de Emir göründüğü kadar sakin bir adam değildi; ekstrem spor tutkunuydu. Türkan'a ondan başka hiçbir kadınla evlenemeyeceği üzerine yeminler etmiş ve onu içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmayı teklif etmişti. Emir, annesi ve babasının aksine dramatik, karamsar ve felaket dolu bir insan değildi. Gerçekten de Türkan'ı mutlu edebilirdi. Asuman ise o adamı gördüğü an benden daha kaotik biri bulmuşsun, demişti. Türkan yine aksinin doğru olduğuna inanmıştı. Türkan, sınıf arkadaşlarının üniversite kazanma haberlerini alırken onlara evleneceği haberini veren, yaşıtlarından ayrı ve daha deli dolu bir yola girmişti. Ancak eninde sonunda her kadının yapacağı şeyi erkenden tecrübe ettiğine inanıyordu, ona göre kendi arkadaşlarından daha önde bir adım atıyordu sadece.

 

Evlendikten sonra Gölcük'e yerleştiler.

 

Türkan neredeyse annesinin o burun kıvırıp beğenmediği hayatın aynısını yaşadı, ancak hamileyken bile Emir onu gezdiriyordu. Kendi fikrine göre, dünyanın en güzel bebeğini, gerçek pamuk prensesi bir karavanda, Muğla'daki bir koyun uzak bir köşesinde doğurmuştu. Dünyanın en mutlu kadınıydı ve çok güzel bir kızı vardı. Daha yeni doğmuş haliyle bir tırnak boyu uzunluğundaki saçları göze batan düzeyde kendine has, kuzguni bir siyahtı. İtiraf etmek istemese de güzelliğini Türkan'dan değil, onun annesinden almıştı. Ancak Emir'e de benziyordu ve Türkan'ın en beğendiği yönü de buydu. Doğumdan sonra bitkin düşmüş bedeni karavanın minik yatağına uzanmışken, Emir kucağındaki bebeğe eğilip bakmış ve "Bu ne! Sırma gibi saçları var bildiğin!" demişti. Türkan yorgun bir gülümsemeyle "Güzel isim." demişti. Bebek iki yaşına gelene kadar hiç düşünmeden gezmişlerdi, küçük Sırma durumdan oldukça memnundu; özellikle de ormanlarda pineklemeyi çok seviyor, tepesinden beri ona gözdağı veren ağaçlara korkuyla bakmak bir kenara dursun, minik kollarını çırparak kıkırdıyordu. Türkan'ın anladığına göre bebeğin en sevdiği şey ağaçlardı. Hem de dağ sütunu gibi uzun ağaçlar. Sevimliliği dayanılacak türden değildi; Türkan, bebeğin parlak saçlarını büyük bir mutlulukla okşarken her gün onu doğurduğuna şükrediyordu. Annesinin evinde geçirdiği mutsuzluk ve dram akan hayatını hatırlayınca, meğerse çektiği acılara değecek bir hediyenin yıllar sonra onu bulmak için beklediğini anlamıştı. Karşı görüşlere rağmen, Türkan hayal bile edemeyeceği o kusursuz hayatı elde etmişti.

 

İki yılın sonunda Türkan bebeği hem Emir'in hem kendinin ailelerine göstermek için Düzce'ye geri dönmüşlerdi, bebeği babası ve annesine gösterdikten sonra oradan Gölcük'e geçip tekrar seyahate döneceklerdi. Evlenmek için son kararını verdiğinde annesinin ettiği yemini hatırlıyordu, ama Türkan bir umut, belki bebeğini görünce yüreği yumuşar düşüncesine tutunmuştu.

 

Hayalet ipinin yumağından acı çatlaklar çalmış eski yuvasına gittiğinde annesi suratına bile bakmamıştı. Asuman yeminini bozmamıştı. Bunun üzerine Türkan yıllar önce unuttuğunu sandığı tanıdık öfkeyi bir kez daha hissetmişti; annesi şaşırtmıyordu, Türkan'ı sinirlendirecek her imkana sahipti ve geçen üç yılda insanları kendinden soğutan dengesiz tavırları bir nebze düzelmemişti. Asuman onunla kapıda kısa bir konuşma yaptıktan sonra kapıyı üzerlerine kapamış, bir kez olsun çocuğun yüzüne bakmamıştı. O günden sonra Türkan'ın annesine dair son umut kırıntıları kendi kendilerini tutuşturmuştu, üzgün ateş bitmek istemez gibi ağır ağır yanıyordu ama Türkan o ateşin çabucak kendini bile küle çevirmesini diliyordu. Artık annesi olduğu için ona istemsizce beslediği sevgi yüzünden kendine kızıyordu. Bu Asuman'ın ve Türkan'ın birbirlerini son görüşüydü.

 

Türkan Emir'in yanına döndüğünde "Gidelim buradan." demişti. Memleketinin havası onun son sesini acı bir kurulukla kayıt etmişti. Küçük Sırma kucağındaydı, kırmızı dudakları şaşkınlıkla aralanmış bir şekilde annesinin ilk defa gördüğü asık suratını izliyordu. Yaz ayının en sıcak günleriydi, Gölcük'e, uzun zamandır boş bıraktıkları evlerine dönmüşlerdi ancak Emir eve geldiği an pişman olmuştu. "Burası kaynıyor resmen, keşke Artvin'de kalsaydık!" Diye hayıflanıyordu.

 

Türkan da pişman olduğunu açıkça söylemişti, havanın bir anda bu kadar kızdıracağını tahmin etmemişlerdi. Ancak en azından bir hafta evde kalmak için Emir'i ikna etti, en azından evi temizlerim, demişti. Böyle bir sıcağın altında karavanla yolculuk ederlerse bebeğe bir zarar geleceğini açıklayınca Emir'in yumuşak karnına dokundurmayı başarmıştı, Emir kızının hastalanması ihtimalindense sessizce oturmayı kabul etmişti. Ancak sıcaklık öyle bir seviyedeydi ki evde kalma fikri boşa çıkmıştı. Bebek bile halinden memnun değildi. Geceleri sıcaktan uyuyamıyor, Türkan'ı ve Emre'yi çıldırtacak düzeyde feci çığlıklar atıyordu. Evlendiklerinden beri ilk defa mutlu değillerdi, ikisi de bu duruma alışık olmadıklarından bazen göz göze geldiklerinde sebepsizce gülüşüyorlardı. Sırma'nın huysuzluğu gün geçtikçe yükseldi ve bir akşam Emir "Yetti artık, yarın gidiyoruz. Bebek bile burada kafayı yiyecek!" demişti, Türkan da hemfikir olmuştu.

 

O gece Sırma hiç susmadı, uyuyabilmek için birinin mutlaka bebeği kucağına alması gerekiyordu ve ikisi de iştimadaydı. Türkan kucağında bebeği sallarken "Hiç böyle değildin kızım." diye mırıldanıyordu, Sırma yorgunluktan sayıklıyor ama bir türlü uyumuyordu. Bunalmaktan yüzündeki kızarıklık solmuyordu. Sürekli yumruklarını sıkıyor, annesini babasını tırmalıyordu. Emir bir noktadan sonra kendini tembelliğe verip kanepede uzanmış ve uyuyakalmıştı. Uykusuzluk ve stres ile sızlayan gözleri kocasından kayıp arkasındaki duvar saatine baktığında saatin üç olduğunu görmüştü. Sırma'nın bu saate kadar uyumadığını hiç bilmezdi ve bu durum içindeki öfke taşına sinsi bir kibrit sürtmüştü. İç çekip Sırma'yı salonda kurdukları salıcağa bıraktı, kendine gelmek istiyordu. Mutfağa gidip bir kahve yapacaktı.

 

Titreşimi hissettiğinde başta gaflete düşüp uykusuzluğundan halüsinasyon gördüğünü sanmıştı, Sırma'nın çığlık çığlığa ağlamaya başlamasıyla kahvenin altını kapatıp salona ilerledi, ancak titreşimin uykusuzluk yüzünden sallanan zihninden değil de zeminden geldiğini fark ettiği an vücudunu koca bir gerilim tuttu.

 

Beyni durmuştu, algısı ve mantığı birbirlerine girmiş olmalıydı. Ya da sadece hiç yaşamadığı bir şeyin paniğiyle ne yapacağını bilememişti. Belki de sarsıntının azalıp geçeceğini düşünmüştü. Ancak başta hissettiği küçük titreşim saniyeler içinde evi beşik gibi sağa sola sallayınca Türkan korkudan çığlık attı. Emir sesi duyup uyanmış, etrafına bakmak için doğruluyordu. Tam o sırada Türkan bebeğe doğru koşarken "Emir kalk!" diye bağırdı. Ancak beşiğe ulaşamadan bir çatırtı duydu ve her şey karanlığa büründü. Kızının acı dolu çığlıkları duyduğu son sesti. Çatı ortasından içeriye doğru göçüp, ağır bir enkaz Türkan'ın kafasına düşmüştü. O an ölmüştü. Emir ise belki daha bahtsız, belki daha bahtlıydı; Sırma'yı kucağına almayı ve üzerine kapanmayı çatı çökerken başarabilmişti. Ancak sonra ayaklarının altındaki zemin ile birlikte her şey aşağı indi. Düşmenin etkisiyle Emir'in iki dizi kırılmış, bir gün boyunca zulüm dolu bir acı ile yaşamıştı. Öldükten sonra, kalça kemiğinin de kırılmış olduğu tespit edilmişti. Acıyla sonlanan zor bir ölümdü, kucağında ağlayan bebek gibi o da ağlamış ve tükenmişti. Aralarında belki de en bahtlı ya da en bahtsızı küçük Sırma'ydı. İki gün ağlamış, yorulup uyumuş, sonra ölüm dolu karanlığa gözlerini açınca yine korkuyla ağlamıştı.

 

Yalnızlığı ve onun eseri çöl gibi acıyı çok erken öğrenmişti.

 

Bebeğin baba tarafındaki akrabalar Gölcük'te ağır kayıplar vermişti. Bu yüzden yetim kalmış bebeği kimse kabul etmedi. Doğrusu kabul etseler de faydası olmazdı; insanlar evlerinde kalamıyordu, ayakta durabilenler sevdiklerini, ailelerini kaybetmişti, mal varlıkları kül olmuştu. Can kaybı olmayanların mal kaybı vardı, ölmeyenlerin yaşayacak acıları birikiyordu ve kimsenin bebek bakacak ruh hali ya da gücü yoktu. Mehmet kızının enkazına ulaşabilmek için günleri saymıştı, aradaki ortalama mesafeye rağmen yollar kaoslu ve yıpratıcıydı, evi bulsa da o ulaşana kadar merhumlar defnedilmişti, ölüm haberini sindiremeden mezar aramaya koyulmuş ve çorba gibi birbirine girmiş sistemin içinde kızının ölü bedenine ulaşmak onu zamanından önce tüketmişti. Bütün bu çabası kızının mezarını bulmak olsa da aklı bir tek hedefe ulaşmaya çalışabiliyordu, başka hiçbir şey düşünemeyecek haldeydi. Tahmin edilemez, ağır bir acıydı; günlerce yol arşınlaması ve kaynayan bir kazanda savrularak dalgaya karşı yüzmesinin mükafatı olarak karşısında ölüm ve peşpeşe mezarlar vardı. Ancak yine acısını süremeden yola çıkması gerekmişti, kızından geriye kalan bebek sahipsiz halde bir hastanede bekletiliyordu.

 

Onu bulduğunda kararını vermişti, bebeği Düzce'ye getirdi. Eski evine vardığında acı haberleri bile es geçecek kadar acil bir mücadele onu bekliyordu: Bakma sorumluluğunun Asuman'a ait olduğunu, almazsa kendisi bakmak zorunda kalacağını söylemişti. Asuman bebeğe bakınca "Sence ben iyi bir çocuk bakıcısı mıyım? Türkan bile seninle kalmak istemişti." demiş ve bir daha aynı hatayı yapmayacağını söyleyerek bebeği reddetmişti.

 

Mehmet bebeği çaresizce yanına almak zorunda kalmıştı. Ancak tek başına bu yükün altından kalkamayacağını iyi biliyordu. Bunun için çareler aramış ancak eli kolu bağlanmıştı, bakıcı bulamıyor, yeğenlerini ikna edemiyordu. Öte yandan gözlerinden korku ve acı akan bebeğe baktığında onu hakettiği gibi seven bir anneye ihtiyacı olduğu şiddetle yüzüne vuruyordu. Tekrar Asuman'a gitmiş ve bu sefer kararlı davranmıştı, "Şu bebeğin gözlerine bak Asuman!" demişti. Öfkeli sesi duyduğu an bebek ürkmüş ve gözleri dolmuştu, yaşadığı travma yüzünden en küçük seste ağlıyordu. Bebek, bir öfke kırıntısına katlanamayacak kadar hassastı. O zaman Asuman bebeğin gözlerine bakmış ve Mehmet'in geliş sebebini görmüştü.

 

Mehmet'e söz hakkı vermeden yüzünü pencereye çevirip "Baksam ne olur ki?" diye fısıldamıştı, sesi kahrediciydi. Bebek onun acılı sesini duyunca hıçkırarak ağlamaya başladı.

 

"Asuman yapma! Senin kompleksin bu çocuğun perişan halinden daha mı büyük? Onu senden başka kimse bakamaz!"

 

Asuman, bebeğin ağlama sesini duydukça dudaklarını dişlemişti, o ses Mehmet'in dediği gibi kendi korkusundan daha perişandı. Mehmet'in bayat sözlerle bebeği susturmaya çalışması canını daha çok sıkmış ve sonunda bebeği kucağından almıştı. Ağlayan bebek Asuman'ın kucağına geçince ıslak gözlerini ona dikmiş ve bir teselli istercesine inlemeye başlamıştı. Asuman bu görüntü karşısında kahrolmuştu, gözleri doldu. "Benim yüzümden bunlar oldu ya? Niye çocuğu bana bırakıyorsun, aklını mı kaçırdın?" diye sordu.

 

"Madem Türkan'a anne olamadın, bari bu çocuğa anne olmaya çalış."

 

Asuman yüzünü buruşturarak Mehmet'e baktı. "Canımın isteğinden mi kendi kızımı harcadığımı sanıyorsun? Hastayım ben Mehmet hastayım! Kimseye anlatamadım yıllarca, sana bile! Bana geçici deli muamelesi yapıyorsunuz, ama göründüğü gibi değilim! Düzelemediğim için kızımı bakamadım ben, iyileşmenin yolunu bilseydim sence ona rezil bir hayat yaşatır mıydım?"

 

"Benim de başka çarem kalmadı! Bebeği bir yabancıya teslim etmeye gönlüm el vermiyor. Çaresizim! Özür dilerim ama senden başka yolum kalmadı."

 

Tartışma bir noktada kilitlenmiş ve ikisi de kıyaslanamaz hallerde olduklarının farkına varmıştı. Aradaki kavga sürerken bebek korkup ağlıyordu, ama en azından küçük elleri Asuman'ın yakasına sımsıkı tutunup yüzünü ona bastırırken ondan güç aldığı ve çoktan benimsediği belli olmuştu. İkisi de bebeğe baktıklarında söyleyecek bir şey olmadığını anladılar. Asuman yine kendi lanetini sindirmek zorunda kalmıştı.

 

Garip bir detay vardı, beyaz bir camın ortasına doğmuş gri bir çakıl kadar yer yordam bilmez bir gariplik. Asuman, depremden sonra anormal bir sakinliğe bürünmüştü. Kızıyla son anı bile onun kahrından delirmesine sebep olabilecekken Asuman bir damla göz yaşı dökmemiş, yas tutmamış, acı ya da pişmanlıktan bahsetmemişti. Türkan'ın bakılmaya muhtaç bir çocukken ihtiyaç duyduğu dirayeti şimdi, kaderin acımasız cilvesi sonucu ağlamaya en ihtiyaç duyduğu zamanda, Türkan öldükten sonra peyda olmuştu. Deli gözüyle bakan ve çoktan onun normale döneceğinden umudu kesmiş tanıdıkları bu sefer de Asuman'ı kalpsizlikle suçluyordu, Mehmet en azından bunun da hastalık yüzünden olabileceğini düşünüp önyargıyı kesmişti. Ancak kimse bilmiyordu ki Asuman kendini ağlamaya zorladığı halde bunu başaramıyordu.

 

Geceleri uyumadan önce kendini ağlamak için zorladığını kimse bilmiyordu. Asuman ölüm haberini aldığında ve sonra kızının alel acele gömülüşüne yetişemediğinde yüzünde bir kas bile kıpırdamamıştı. Mezarını bulup başında dikilirken bomboş gözlerle izlemiş, ama daha kötüsü şu ki ruhunda bir kıpırtı bile hissetmemişti. Türkan onun yüzünden gencecik yaşta evlenip kendi düzenini kurmak zorunda kalmıştı, hamile kaldığında ve çocuğunu doğurduğunda Asuman annesi olarak yanında olmamıştı. Onu son gördüğünde, kızı kendi mütevazılığını kullanarak ayağına kadar gelmişken bile aptal inadı yüzünden yüzüne bakmamıştı, son anında çocuğuna resmen tiksinç muamelesi yapmıştı, kızının onu son görüşünde bile rezil bir anne olarak yarasına tuz basmıştı. Türkan daha gencecikti ve yaşlı olan, beceriksiz olan, kimsenin muhtaç olmadığı kişi Asuman olmasına rağmen ölüm bedelini bile Türkan ödemişti, çocuğu yetim ve öksüz kalmıştı, kokusunu doyasıya içine çekememişti, Asuman'dan kaçsa bile Asuman hep onun hayatını mahvetmeyi başarmıştı! Tüm bunlara rağmen Asuman yine, dehşet verici bir sakinlikle bu acıyı hakkınca yaşayamıyordu. Leş kargası gibi hissiz duygu durumu, kızına bir ağıtı bile çok görüyordu, ama yine de tüm bunları bilmesine rağmen Asuman ağlamayı da başaramamıştı.

 

En rezil anne kendisiydi. Kendine baktıkça, en azından kızının kendi gibi rezil bir anne olmadığını görmek, üstüne çok iyi bir anne olarak son ana dek uğraşmış olmasını bilmek Asuman'ın tek tesellisiydi. Türkan, hayatını mahveden annesini örnek almak yerine gerçekten muhteşem bir anne olmayı başarabilmişti. Ancak yine Türkan'ın talihsizliği annesinden kaynaklı olmuştu; belki de üzerine titrediği evladı bu dünyada kala kala en istemediği insana muhtaç kalmıştı.

 

İkinci deprem kimsenin tahmin edemeyeceği kadar hızlı ve önceki kadar yıkıcı bir biçimde geldiğinde Asuman hayatının bir lanet üzerine kurulu olduğuna emin oldu; Mehmet ölmüştü. Mehmet yıkık evliliğinden kurtulmak için yerleştiği apartmanda enkaz altında kalarak ölürken, geride itinayla kurduğu temiz vefanın eserini bırakmıştı; evlendikleri sene Asuman'a hediye olarak tapusunu verdiği ev, boşanmamın ardından resmiyette Asuman'a kalmıştı. Mehmet'in en büyük hediyesi sayesinde Asuman ve malesef son hediyesi olan Sırma bebek yaşıyordu. Ancak yine fedakar olan bedeli ödeyerek aldatanın yaşamasını sağlamıştı. Asuman kocasının da bedelsiz iyiliğini sırtlanarak yaşıyordu. Tüm bu şansın ya da kendine biçilmiş kaderin bebeğe bağlandığına inanmış ve ona tutunmuştu. Bir şekilde hatalarının bedelini ödemeden bu dünyadan ayrılamayacağına karar vermişti.

 

Hayatını Sırma'ya adadı, Türkan'ı büyütürken yaptığı hataların bir daha olmaması için kendini ilaca boğuyordu. İntihar girişiminin ardından tamamen boşluğa düşmenin etkisiyle umudu kestiği doktorlara geri dönmüştü. Çaresizce çare aradığı bir dönem oldukça pahalı bir doktora görünmüş ve bu sefer farklı bir teşhis almıştı. Ancak yeni doktorunun verdiği ilaçlar çok daha farklı ve keskin olmasının sebebiyle Asuman'ın şirazesini kaydırmıştı. Asuman ilaçların etkisine rağmen pes etmemeye ve çocukla ilgilenmeye gayret ediyordu. Sebepsiz yere öfkeden çıldırırken dudaklarını kanatana kadar sıkıyor, doktordan aldığı tavsiyeyle kendini en çaresiz hissettiği anlarda karanlık bir köşeye çekilip sakinleşmeye çalışıyordu, hatta derdini kusabilmek için kendiyle konuşuyordu. Asuman farkında olmasa da kendine rağmen yaptığı bu çabalar onun en büyük fedakarlığı olmuştu; Sırma neredeyse kusursuz bir çocuktu.

 

Sessiz ve hatta yaşına göre oldukça metanetliydi. Dikkatli, zeki bakışlarıyla etrafını analiz etmeyi iyi biliyor, bazen ananesinin histeri atakları geçirdiğini soru sormadan anlayıp gerekli ihtiyacı sergileyecek kadar akıllıca kararlar alıyordu. Denge sanatına sahip, övülesi bir zekası vardı ve bunu çok küçük yaşlardan itibaren iyi kullanıyordu. Okula başlamasına bir yıl kalmışken okuma yazmayı öğrenmişti, Asuman henüz zamanı gelmemiş olmasına rağmen çocuğun ısrarı üzerine biraz öğretmeye çalışmakta sorun görmemişti. Ancak Sırma kadını şoka sokarak kısa sürede okumayı sökmüştü. Çocuk, dedesinden kalan kitaplığı hayran hayran izlemek için sürekli Mehmet'in ayrılıktan sonra durağanlaşmış odasına girip çıkıyordu, sonradan Asuman Sırma'nın bu yüzden okumakta ısrar ettiğini çözmüştü. Sırma'nın iştahla o kitapları kurcalamasını, anlamadığı halde ısrarla sayfaları tekrar tekrar okumaya çalışmasını gördükçe, Asuman bu çocuğun bir lütuf olduğunu düşünmüştü. Sırma'nın bir diğer kolaylığı aslında Asuman ile arasındaki bağı güçlendiren en önemli sebepti; Türkan'ın aksine Sırma, ananesinin hasta olduğunu biliyordu. Hastalığın ne demek olduğunu ananesi sayesinde öğrenmiş olması ve bazen endişeli gözlerle izlemesi Sırma'ya ders olmuştu; öte yandan Türkan, annesi intihara kalkıştıktan sonra bile onun sadece bencil olduğuna inanmıştı. Yine de Asuman son ana kadar en büyük hataları kendinin yaptığını bildiğinden hiçbir zaman kızını suçlamadı.

 

Sırma ilkokula girdiğinde zekası ve kişiliği öğretmenleri tarafından bolca methediliyordu, Asuman torununun gelecekte çok başarılı olacağını düşününce önündeki sınavı atlattığına inandı. Tek sorun, Sırma'nın sınıf arkadaşlarıyla iletişim kuramamasıydı, öğretmenleri yine bu konuda Asuman'a olumlu telkinler vermiş, Sırma'nın sınıftaki gürültüden hoşlanmadığı için çekiniyor olabileceğini söylemişlerdi. Cevap Asuman'ın aklına yatmıştı, çocuk o zamana kadar yaşlı bir kadınla yaşamanın getirisi yüzünden sadece sessizliği biliyordu; gürültüyü değil. Evde bile yaramazlık yapmadan sessizce kitap okuyor, bazen bahçedeki çiçekleri gezerken kısık sesle şarkı söylüyordu. Sırma'nın alışık olduğu hayat okulda uyum sağlamasını zorlaştırmış olmalıydı. Bu kadar uslu bir çocuğun, bağıra çağıra oyun oynayan yaşıtlarına alışması elbette bir anda mümkün değildi. Asuman bu sorunun da sebebini kendinde bulmuştu; ağır depresyonda bir kadındı ve yaşlanmanın da etkisiyle sosyalliğini yitirmişti. Zorunlulukları dışında evden çıkmazdı, Sırma'yı sadece alışveriş yapması gerektiğinde gezdirebilmişti, o yüzden çocuğun sosyal hayatı yaşlı kadınınkinden farksızdı.

 

Asuman durumun böyle devam edemeyeceğini anlayıp çocuğu dışarı daha sık çıkarmaya ve parklarda gezdirmeye başlamıştı. Sırf çocuğun bir beceri kazanabilmesi için saatlerce parkta oturup bekliyordu, vücudu miskince yatakta uzanmak istediğini söylese de Asuman çocuk için bedeninin çığlıklarını boğuyordu; onu gezdiriyor, parklara götürüyordu. Sırma her zaman olduğu gibi ananesini alttan bakışlarla dikizleyip, onun bütün bunları zorlanarak yaptığını görüyor ve onu daha fazla yormamak adına sessizce eşlik ediyordu. Sırma parktaki çouklarla da bu şekildeydi, sanki onlarla eğlenirse ananesi yine yorulurmuş gibi onların da yanlarında sessizce dikiliyordu. Asuman bir süre sonra sorunun yine kendinden kaynaklı olduğunu görmüş ve Sırma'nın kendinden uzaklaşmadığı sürece farklı davranamayacağını düşünmüştü.

 

Uzun yıllar önce akrabalarla bayramlaşma adetini bırakmıştı, kuzenlerinin yüzünü dahi unutmuştu.

 

Yılın ilk bayramı, Sırma'yı güzelce giydirip dışarı çıkardı. Ilık bir bahar sabahıydı, sabah çiğiyle nemlenmiş çimenler havaya taze kokular saçıyor, guguk kuşları ötüşüyordu. Göğsündeki kara bulutlara anımsayamadığı tatlı bir hissin ağırlığı düştü. Niyeyse aklına Kaşif geldi. Yürüdüğü esnada duruverdi. Bir anda gözlerinden yaşlar boşaldı, Sırma endişelenip "Ne oldu anane?" diye sordu. Asuman bilseydi ne olduğunu söylerdi, ancak göğsündeki kara bulutların üzerine düşen bu yeni his çok yoğundu ve uzun yıllar sonra sebepsiz yere Kaşif'i hatırlamıştı. Sakinleşmek için uğraşsa da aklından geçen anıları durduramıyordu. Yolun kıyındaki kaldırıma oturup ellerini yüzüne kapattı. Panikleyen çocuğa "Bir şey yok," diyordu ancak bunları hıçkırıkları arasında söylüyordu.

 

O gün Sırma'ya iyi bir gün yaşatmak istemişti, ancak kuzeninin evine vardıklarında çocuk yaşananlar yüzünden çok mutsuzdu.

 

Verandada bir çocuk vardı. Rabia evin antresindeydi, tanımadık insanların bahçeden içeri girdiğini görünce meraklanmıştı. Yaşlı ama çok güzel yüzlü bir kadın geliyordu, yanında da eteğine asılıp duran tam kendi yaşına göre bir kız vardı. Kız, yaşlı kadına benziyordu ama çok, çok daha güzeldi. Yaşlı kadının saçları sarı ve gri arası bulamaç gibi çirkin bir renkken, kızın saçları simsiyah ve çok, çok daha güzeldi. Kadın ve çocuk antreye çıkınca Rabia patavatsız cesaretiyle parmağını kadına doğrultup "Gözlerin niye kırmızı?" diye sormuştu. Kadın önce bozulup yüzünün rengi atmış, sonra gergin bir gülümsemeyle farkında olmadığını söylemişti. Rabia'nın ilgisi hemen kıza dönmüştü ve yaşlı kadını tanımamasına rağmen ona "O kim?" diye sormuştu. Yaşlı kadın bu seferki sorudan memnun görünmüştü, daha rahat bir gülümsemeyle kızı yanına çekmiş ve "Sırma hadi tanışın kızım." demişti. Sırma ürkek bakışlarını ayaklarından kaldırıp Rabia'ya baktığında ıslaklık göz pınarları güneş ışığında parıldamıştı, Rabia onun üzgün yüzünü görünce şaşırmıştı.

 

Asuman iç geçirip Sırma'nın gözlerini kibarca sildikten sonra çocuğu kısık bir dille teselli etti, misafirliğe geldikleri evde şimdiden kendi duygusal sorunlarını belli ediyorlardı. Sırma'nın morali altüsttü ve o gün kimsenin yanına yaklaşmak istemiyordu. Asuman tam bir çıkmaza girdiğini düşündüğü sıra Rabia'nın babası dışarı çıkıp onu selamladı, yeğeni tarafından beklemediği bir sıcakkanlılıkla karşılaşınca yaşlı kadın şaşkınlıkla gülümsedi.

 

Yeğeni alelacele onu içeri davet etmişti, oldukça canayakın biri olduğu halinden taşıyordu. Asuman çaresizce Sırma'yı elinden tutup içeri gireceği sıra adam Rabia'ya döndü ve "Kızım yeni arkadaşına bahçemizi gezdirsene?" diye tatlı bir sitemde bulundu, Rabia'nın boş bakışları hemen Sırma'ya dönmüştü. Asuman bu sefer ısrar etmenin gerekli olduğunu anladı ve Sırma'nın elini zorla elinden çekti, tatlı bir sesle "Biraz bahçede gezin olur mu? Sonra yanıma gelirsin." dedi. Sırma insanların önünde konuşmaktan çekinirdi, o an reddetmekten utanmıştı ve gözlerinden istemediği belli olsa da sessizce baş salladı.

 

Çocukların anlaşabilmelerini umut ediyordu, öte yandan Asuman ile uzun yıllardır aralarına hasımlık rüzgarı girmiş kuzeni arasındaki muhabbet iç açmıyordu. Kuzeni bildiği gibiydi, suratından meymenet parçası sunmayan huysuz adamda akrabalık namına bir umut yoktu. Asuman zoraki sohbetten nasibini almıştı, bir iki dakika geçmeden aralarındaki gayri ihtiyari sessizliği kabullenmiş ve çağrazındaki bir koltukta oturan kuru erik misali yaşlı adam gibi o da yüzünü bir tarafa dönüp öylece oturmuştu. Bir süre sonra holde patırtılar eşliğinde gülüşen çocuk sesleri belirdi, Sırma yüzünde gülücükler saçarak Rabia'nın peşinden koşuyordu. Asuman çocuğun yüzünde o zamana dek görmediği bir sevinçle karşılaşınca hem şaşırmış hem de zarı tuttuğu için içi rahatlamıştı. Sonunda çocuk için doğru bir şey yapabilmişti, onun mutluluğu bir nebze de kendi içine damlamıştı.

 

O hissi tarif edemiyordu, ilk defa yetiştirdiği bir çocuk için kendini başarılı hissetmişti. Asuman sonunda çocuğun çekingenlik ipini çözen bir mil yakalamışken bu fırsatı oluruna bırakıp tekrar eline yüzüne batırmak istemiyordu; çocukların sonradan birbirlerinden kopmamalarını sağlamalıydı ve bunun için gerekeni yapacaktı. Misafirlikten ayrılmadan önce Rabia'nın annesine çocuğunun hangi okula gittiğini sormuştu, anne kısa bir şaşkınlık yaşasa da okulun adını söylemişti.

 

Elinden geldiğince Sırma'nın hayatını iyileştirmek için uğraşıyordu, çok geçmeden doğru karar aldığını mükafatıyla gördü; yeni okulunda Rabia ile birlikteyken Sırma'nın çenesi açılmış ve yüzünden bir türlü düşmeyen melankolik ifadesi kaybolmuştu. Küçük yaşın getirisi olsa gerek hemen sosyalleşmişti, okuldaki arkadaşlarını görebilmek için sabahları iple çekiyordu. Sırma'nın çekingenliği Asuman'ın tahmininden bile hızlı çözülmüştü ve çocuğun gülümsemesine yansıyan değişimi görünce hayret ediyordu. Görüldüğü kadarıyla bu sorunu da çözmüştü.

 

Ancak yine bir şeyler oluyordu. Bir süre sonra Sırma abartılı hikayeler anlatmaya başladı, Asuman çocuğun yalan söylediğini erken anlamıştı çünkü hikayelerin absürtlüğü kulağına tanıdık gelmişti. Yıllar önce Kaşif'in de aynı anormal hikayeleri anlattığını, daha sonra bu hikayelerin yalan olduğunu tecrübe etmişti. Sırma'ya yalanlar hakkında azarlayan bir dille öğüt çektikten sonra çocuk dili bıçakla kesilmiş gibi hemen bu huyu bırakmıştı. Sırma akıllı bir çocuktu ve Asuman onun bir daha yalan söylemeyeceğine güveniyordu, uysallığı sayesinde lafı bir seferde anlar ve Asuman'ı bir daha uyarmak zorunda bırakmazdı.

 

Ancak Sırma'nın okulda yaptıklarını bilmiyordu.

 

Sırma ilgi görmeye alışık olmayan soluk benlikli bir çocuktu, ancak yeni düzeninde hayallerini aşan bir sevgi çeşidiyle tanışmıştı: ilgi. Rabia onu kendi ortamına soktuğu gün kızlar ona ağızları açık bakakalmıştı. Meraklı yabancıların taşkın soruları üzerine çullanınca bir anda ürkütücü bir ilgi ablukasıyla sarılmıştı, bu ilkti. Sürekli Sırma'nın çok güzel olduğunu söylüyorlardı, Sırma anlayamamıştı. Güzel olduğunu bilmiyordu çünkü güzelliğin asla elde edilemez bir şey olduğunu sanardı. Çiçekleri güzel olduğu için sever ama kendini onlara kıyasla çirkin bulurdu; ancak Rabia'nın arkadaşları ona sandığı güzellik algısını bile aşan bir hayranlıkla bakıyorlardı.

 

Çok geçmeden Rabia öz arkadaşlarını Sırma'ya kaptırmıştı, kızlar Sırma'nın güzellinden pay koparır gibi sürekli onu gruplarına katıyor, yakasından ayrılmıyorlardı. Rabia da bu yola girmekten başka çaresi kalmayınca sessizce peşlerine takılmıştı, ancak arkadaşlarını kaptı diye Sırma'ya kinliydi. Yine de Sırma, etrafı kör edici bir ilgi ablukasıyla sarılmış olmasına rağmen gözü açıktı; bu tanımadığı aşırı sevecen insanlar iyi niyetli davranıyor ama attıkları bakışlar çocuğun derinlerindeki bir şüpheyi ürkütüyordu. Kızların tavırlarında yırtıcı bir şeyler vardı. Sırma o bakışlara sürekli maruz kalıyordu, çok geçmeden en iyi arkadaşının yanında soluğu almıştı. Böylece Sırma diğer kızlardan daha çok ilgi görse de ilk tercihi her zaman Rabia olarak kalmıştı.

 

Hızlı bir değişim geçiriyordu ve zihnindeki okulun anlamı değişmişti; daha bir ilkokul öğrencisi olmasına rağmen okul eğitim yuvası olmaktan çıkmış, Sırma'nın şımarıklıklarını sergileyebileceği boş bir ortama dönüşmüştü. İçine düştüğü gafletle notları hızla düşmüştü, öğretmenlerin örnek öğrencisi olmaktan çıkmıştı. Artık o da diğerleri gibi kağıtta normal bir öğrenciydi, öğretmenler onun "deha çocuk" olup olmadığından şüphelenmiyordu. Ancak küçük gözleri hala alçaktan kurnaz bakışlar atıyordu, Sırma aklını derslere yormak yerine ilgi malzemesi olarak kullandığı yalanlara çevirmişti. Yüzü sayesinde okuldaki çocuklar onu sıradan görmüyordu, öteki çocukların gözünden nasıl bir imajı olduğunu merak ediyor ama bilmiyordu. Bir çocuk ona nasıl bir evde oturduğunu sormuştu, o da hiç düşünmeden ananesinin ezberlettiği adresi tarif etmişti. Ancak ilk defa o gün, birisi ona hayal kırıklığıyla surat asmıştı. Sırma, çocuğun yüzündeki ifadeyi görünce ne olduğunu sormuş ve çocuk daha da şaşırtan bir cevapla "Senin sarayda yaşadığını sanmıştım." demişti.

 

Sırma o zamandan sonra hayatıyla ilgili bir cevap verdiğinde çocukların aynı ifadeyle baktığını görmüş ve çok geçmeden onların kendi hakkındaki düşlerini çözmüştü. Artık onları inanmak istedikleri bir prenses olduğu konusunda kandırıyordu, hatta bir hikayeden sıkılınca yalanın ucunu çeviriyor ve çocukları her seferinde ağızlarını daha çok açık bırakan yeni hikayelerle eğlendiriyordu. Rabia bile onun yalanlarına kanmıştı, ancak Sırma Rabia'nın ısrarlarına rağmen evine gelmemesi için bahaneler üretiyordu. Yaşadığı evi birinin görmesi ihtimali, Sırma'nın en büyük korkusu olmuştu.

 

Sırma gittikçe ilgi bağımlısı olmuştu ve eskisi gibi sadece güzelliği yüzünden iltifat alması ona yetmiyordu; olmadık anılar türetiyor, kendinin bilinmeyen maharetleri olduğundan böbürleniyordu. Yalanların bir sınırı yoktu, çocuk kafasıyla ipin ucunu iyice kaçırmıştı ve küçük eğlencesi yüzünden adının çıkacağını hesap edememişti.

 

Başta ananesi çözmüş ve kuru bir tenkit etmişti, Sırma ananesini kandırmanın kolay olmadığını keşfedince kendince meziyet olarak gördüğü bu huyu evden uzak tutmuştu. Okulda yoluna devam edebileceğini sanıyordu, ama bir süre sonra arkadaşları hikayelerini dinlemekten sıkılmıştı. Sırma hikayeleri yine şişirmiş ancak çocuklar da onun yalancı olduğunu bir şekilde anlamıştı. Arkadaşları bile onu dinlemek istemiyor, ağzından bir laf çıksa yalancı yaftası yiyordu. Yalanlı eğlecesini böylece sonlandırmıştı. Sırma bu sürede hayal kırıklığına uğramış ve usul usul eski yalnızlığına geri dönmüştü, alışıktı çünkü. Yine de eski kuru yalnızlığından farklı olarak, hayatına az çok renk katan bir arkadaşı vardı: Rabia hala onunlaydı.

 

Ancak ne Sırma'nın yalnızlığı sandığı gibi devam etmiş, ne de etrafındaki insanların ona bakış açısı eskisi gibi yalancı olduğuyla kalmıştı. Yıl geçip Sırma'ın güzelliği yükseliyordu ve Sırma aklı erdikçe insanları kandırmanın yeni yollarını keşfedecekti.

 

Göğsünde dinmeyen bir boşluk vardı, ilgi iştahının sebebi buydu. Ve boşluk sinsice bütün benliğini fethederken Sırma da sinsileşmiş, daha temkinli adımlarla insanları fethetmeyi öğrenmişti.

 

Yıllar geçmiş, genç kız gökyüzünde usulca yükselen gümüş lekeli bir ay gibi büyümüştü.

 

Sırma. Kaderi bilinmez ama güzelliği ananesinin imzası olmuştu, aynı zamanda onu yetiştirebilmek uğruna hayatını baştan aşağı imar etmiş yaşlı kadın ile aralarındaki en büyük benzerlikti.

 

Siyah, uzun saç telleri lacivert haleler eşliğinde parıldayarak kalçalarına dek iniyordu; bakımlı bir atın düz püsküllerine benziyor, yürürken derin okyanus dalgaları gibi dalgalanıyordu. Mermer gibi beyaz parmakları, saçlarını düzeltmek için hareket ettiği zaman yaptığı o basit hareket bile varlığını ışıldatıyordu. Kalp şeklindeki narin yüzü, hem soluk hem parlak teni, yüzü gibi küçük ama etkileyici yosun rengi gözleri, etli ve aşağı sarkan tatlı kırmızı dudakları ile Hera'nın taş heykelini öfkeden diriltecek bir görsel bütünlüğe sahipti. Kolları basit bir harekette bile beyaz satenler gibi zarifçe süzülüp, gören gözleri estetik bir yanılgıya düşürüyordu. Uzun oval hatlı bacakları dans eder gibi adım atıyor, insanları balerin olduğu yanılgısına düşürüyordu. Uzun boyunu uçarı babasından, uzun düz kirpikleri altından meydan okuyan bakışlarını annesinden almıştı.

 

Ancak fazlasıyla bahtlı mı yoksa bir yanılgı yüzünden fazlasıyla bahtsız mı olduğu anlaşılamayacak kadar sarkastik kaderi, yine en büyük şakasını Asuman'a yapmıştı; avuçlarında endişenin boğucu kabusları eşliğinde hayatını üfleyerek yetiştirdiği bu çocuk, annesi ve babasından aldığı küçük detaylar bir kenara koyulduğunda, üzerine hoyratça güzellik katılmış yeni bir Asuman'dı. Tesadüfler bununla yetmemiş olsa gerek, Sırma on sekiz yaşına bastığıda Kaşif gökten yere düşercesine nerede olduğu bilinmediği diyardan çıkmış, Düzce'ye dönmüştü.

Loading...
0%