@halempa
|
Dalgın bir halde orada öylece duruyordu. Yerdeki geçici kimliği almak için uzandı. Buğulu gözleri kağıda bakıyordu ama zihni yazılara değil, geçmiş anılara dalmıştı.
Hayal kırıklığının ağırlığıyla omuzları çökmüştü. Beklediği bu olmamalıydı. Ama yaşadığı buydu.
Hiçbir kabusta karşısına çıkamayacak kadar korkunç ve yobaz bir tavır, basitlik ve de aşağılanma hissi. Beklediği kesinlikle böylesine iğrenç bir kişilik değildi...
Sabah Deniz’in korkunç muamelesiyle uykusundan zorla koparılmıştı, uyanadığında gördüğü ilk şey asık bir surattı. Deniz, çatık kaşları ve tüm öfkesini zehirli oklar gibi ona yönelttiği kocaman açılmış gözleriyle adeta lanet yağdırıyordu.
Sırma karşılaştığı öfke dolu yüzü gördüğü an kendisi de kaşlarını çatmıştı. Uykudan yeni uyandığının belirtisi çatlak sesiyle “Ne oluyor ya?” diye mızmızlanmıştı.
Omuzundaki elin sandığından sert sıktığını fark edince silkip kurtulmaya çalıştı. Ancak Deniz açık kalması gereken bir kapıyı itiyormuş gibi inatla Sırma’nın omzunu tutuyor, bir taraftan kelepçe hissi veren parmaklarıyla etini sıkıştırıyordu. Sırma bir kez daha omzunu silkip “Ne oluyor ya!” diye bağırdı. Sesi ilk seferin aksine daha az çatlamış ama bağırma denemeyecek kadar da alçak çıkmıştı.
Deniz yavaşça gözlerini yumup açtı ve garip bir şekilde yüzündeki öfke bir anda kayboldu. Ya da gerçek ifadesinin önünü sakinlik perdesiyle örtüp saklamış ve başka bir zaman kullanmak üzere zihninin gerisine atmıştı. “Kahvaltı.” Sesi de bir o kadar perdeliydi ancak altındaki sinir kendini hissettiriyordu.
Sırma’nın kaşları iyice çatıldı, anlamadığını belli eden bir ses çıkardı. Deniz ısrarla “Kahvaltı.” dedi. Sinirini dişlerinin arasında tutmaya çalışırcasına tıslayarak “Nerede?” dedi.
“Kahvaltı mı... Hani?” Ne olduğunu tam olarak anlamamıştı ama ortada bir kahvaltı olduğunu ve masada onu beklediğini sanıp görmek için başını kaldırmıştı. Sonra ne olduğunu anladı ve “Ah,” diye inledi. “Kahvaltı yokmuş...”
Deniz “Hadi ya!” dedi. “Dalga mı geçiyorsun kızım? Kahvaltım nerede sana soruyorum?”
Sırma kulağının dibindeki yüksek sesten kurtulmayı dileyerek omuzlarını içe çekmişti. O sırada sırtındaki tüm kaslarının kaskatı olduğunu fark etti. Üzerine atacak hiçbir şey olmadan sadece kıyafetleriyle yattığını hatırladı ve zihninde arsız bir kıvılcım çaktı.
Dün gece uykuya dalmak üzereyken Deniz’in ona kahvaltı hazırlama emri verdiğini ve üzerindeki tüm uykusuzluğa rağmen gecenin geri kalanında öfkeden zar zor uykuya dalabildiğini hatırladı. Uyumadan önce son kez ne olursa olsun, dediğini hatırladı. Deniz’in ona yaptığı hizmetçi muamelesine inat kahvaltı meselesini hiç olmamış gibi kafasında kapatmaya ve sabah masayı boş görünce Deniz’in kendi kahvaltısını hazırlamak zorunda kalacağına karar vermişti. Ve şimdi Deniz muhtemelen açlığının hıncını çıkarmaya çalışıyordu.
Uyku sanrısı yaşıyormuş gibi davranmaya karar verdi. O kahvaltıyı hazırlamayacaktı. Deniz’e bir nebze dahi olsa yönetilmeye açık, zayıf karakterli biri imajı veremezdi; bu adam sandığından fazla art niyetliydi. Eline düşen kozu dibine kadar kullanmadan bırakmayan bir huyu olduğu ortadaydı.
Başını tekrar hamağın filesine gömüp uykuyla homurdandı. “Bilmem... Nerede?..”
“Numara yapıyorsun değil mi?”
Panik yapmadan tavrını korumayı sürdürdü. Homurdanarak omuzlarını iyice içe çekip yüzünü gün ışığından saklamaya çalıştı. “Uykum var git başımdan.” Diye mırıldandı.
“Off...” Deniz çömelme pozisyonundan kalkarken öyle küfürler mırıldandı ki Sırma tavrını bozmamak için büyük çaba harcadı. Adamın kullandığı kelimeler ağza alınmayacak cinstendi. Yüzünü saçlarının altında saklıyor olmasa böyle kolay ekşitemezdi. Deniz’in onu görmemesi iyiydi, yoksa o küfürlerin etkisiyle uykudan tamamen uyandığını anlayabilirdi.
Merdivenlerden inen ayak seslerini duymadan önce Deniz’in belli belirsiz “Geç kaldım.” diyip tekrar küfür ettiğini duymuştu. Demir kapı korkunç bir gümbürtüyle kapanıp evin tüm duvarları saniyelerce titredikten sonra Sırma gözlerini hızla açıp olduğu yerde doğrulmuştu. Yüzü mezar taşına benziyordu.
Dehşet içinde kalmıştı.
Şimdi kendini suçlama noktasındaydı. Ancak suçlunun ya da yanlışın tam olarak ne olduğuna karar veremiyordu.
Bir rüyadan uyanmıştı sanki; kendi elleriyle oluşturduğunu çok iyi bildiği gerçek dışı, kocaman bir rüya balonu patlamıştı. Şimdi Sırma’nın teni gerçekliğin batıcı iğneleri tarafından saldırıya uğruyordu. Öylesine bir gerilim hissediyordu ki bir an her şeyden kaçarak kurtulmak istedi.
Deniz böyle biri olamazdı... Ama öyle görünüyordu; korkunç, pis ağızlı, kuduz köpek içgüdüsüyle her an her duruma saldıran bir yobaz gibiydi. Böyle olmaması lazımdı ancak Sırma onunla birlikte geçirdiği tüm vakit boyunca başka bir halini görmemişti. Ruhu yine bir mahkeme salonunda sağdakiler ve soldakiler olarak ikiye ayrılmıştı. Mantıklı tarafı romantik tarafını saçma bir hayalperestlikle, romantik tarafı ise mantıklı tarafını bunların olacağını bildiği ve şimdi ne yapacağını kestirememesiyle suçluyordu. Ancak iki tarafın da kesin emin olduğu bir şey vardı ki o da Sırma’ya acı veriyordu: Deniz korkunç biriydi.
Hala ona aşıktı, öfkeliyken de nefret ederken de Deniz ona ne ifadeyle bakarsa baksın, kalbindeki hastalıklı azmi her daim hissediyordu. Ancak şu son iki gün Deniz’in kirli ve gerçek yüzüyle karşılaştığına öyle pişmandı ki hiç tanışmadığı, onu sadece uzaktan sevdiği günler gözüne çok daha kutsal ve güzel geliyordu. Deniz’i uzaktan severken yüreğinde gerçek bir sanat abidesi vardı: Dünyanın en güzel, en muhteşem tablosundan daha yüce, kutsallık atfedip sadece onun varlığıyla doyarak mutlu olabileceği kadar güzel bir şaheser. Şimdi pişmandı. Çünkü Deniz’in iğrenç karakteri o güzel tablonun ortasına çamur atmıştı, mahvetmişti. Artık tehlikeli bir planı başarıyla tamamladığına sevinemiyor, kader tarafından aşık olmakla cezalandırıldığı düşünüyordu. Mahkum bırakıldığı adamın gerçek çirkinliğiyle tanışmak Sırma’nın yüreğini acıyla kanatıyordu.
Alt dudağını hınçla ısırdı. Kendinden nefret etti, belki de Deniz’in edebileceğinden bile çok.
Kaşif haklıydı. Daha normal bir yoldan Deniz ile tanışıp güzel bir ilişki kurabilirdi ancak bunu yapmak yerine daha agresif bir yolu tercih etmiş ve belki de bu yüzden Deniz'in saldırgan tarafını tetiklemişti. Belki de Deniz’i ürkütmüş ve da aralarındaki ihtimali asla ilerleme fırsatı olmayacak bir çıkmaza sokmuştu.
Ama ya Kaşif de haksız çıktıysa?
Belki de Deniz başından beri böyleydi, Sırma’nın asla var olmayacak hayali karşısındaki gerçekti ve tam da Sırma’nın gördüğü gibi tamamen kötülük ve çirkinlikten ibaret bir karakterdi. Öyleyse yanık teninin altında parıldayan yumuşak görünümlü yüz bir aldatmaydı ve Deniz’in ruhu gerçekte Caligula’ydı. Sırma da bir sanrıya kapılıp onu beklentilerini karşılayacak prens sanmıştı.
Eğer gerçek Deniz bu kötü, çirkinlik ve nefret dolu varlıktan ibaret ise ne yapacaktı? İtina ile kurduğu yalan düzenini terk edip tüm bu yaşanmışlığı geride bırakarak gitmeli miydi? Doğru olan, onu hiç tanımamış gibi her şeyi öylece bırakıp terk etmek miydi...
Yapamıyordu. İçgüdüleri ona yapması gereken en doğru şeyi fısıldamasına, başına sandığından daha beter bir şeyin gelmek üzere olduğunu ve çok geçmeden bu uğursuz evi terk etmesini haykırmasına rağmen ayakları yerinden kıpırdamıyordu.
Girdiği yolun tehlikeli olduğunu görmesine rağmen boş salonda öylece dikilmeye devam etti...
Evde, normal zaman içerisinde onu huzur ve keyifle dolduran bulunması zor, nadide bir sessizlik vardı. Mutfak malzemeleriyle uğraşan kendi elleri hariç ses çıkarabilecek başka bir şey olmaması bir yana sokakta bile ses yoktu. Her şey durmuş gibiydi, zaman bile Sırma’nın karar vermesini bekliyordu ve sanki o kararını verdiği an tüm şehrin gürültüsü kulaklarına boca edilecek ve zaman yeniden akacaktı.
Pilav yapmak için aldığı malzemelerden geriye kalmış tavuk butlarını olabildiğince yararak küçük et dilimlerine çevirmeye çalıştı. Elinden gelenin en iyisini yaptığına karar verince etleri koymak için bir süre uygun kap bulmakla uğraştı. Zihninin bir köşesine bu eve kendi ihtiyaçları için tabak çanak alması gerekli mi diye sorguluyordu. Eskisi kadar bu evde yaşamak istediğine karar verememenin sebep olduğu boşluk yüzünden eksikleri daha net görmeye başlamıştı. Değip değmeyeceğini bilmiyordu, üstelik içinde koşarak uzaklaşma arzusu her an damla damla çoğalırken buraya bir kap alma fikri bile zarar gibi görünüyordu.
Parça etleri plastik bir kaba yerleştirdikten sonra evde pekmez ve un arama maratonu başladı. Badem ile soya sosu mevzusuna girmeyi aklından geçirmedi bile. Çünkü kıldan yağ çıkaracak kadar pinti bir adamın evinde o malzemelerin bulunmayacağı kesindi. Tek büyük korkusu undu. Artık pekmez bulmaktan bile vaz geçmişti. Butları doğramak için uğraşmış olmasa bu kıtlığın içinde çoktan pes etmişti.
“Öf be Deniz! sadece un ve şeker olsa da olurdu!” Buranın varlık içinde yoklukla işkence eden lanetli bir ev olduğuna inanmak saçma bir fikir olmazdı herhalde.
Beklenmedik bir şekilde buzdolabının sebzelik kutusunda un buldu. İstemeden de olsa Deniz’in zekasına hayret etti, aşçılıkla alakası olmayan bir erkek olmasına rağmen unu sıcak havada güvelenmesin diye buzluğa koymuştu. Kıkırdayarak unu aldı ve bir tabağa yeterince boşaltıp yerine geri koydu. Lavabo mermerinde kahvenin yanında şeker kavanozu olduğunu çoktan biliyordu. Ancak pekmezden ümidi kesti. Hayatının en sıkıntılı ve muhtemelen en anlamsız tatlı-tuzlu tavuk kızartmasını yapmıştı.
Bu serüveni ona bir şey öğretmişti ki, evde bir nane bile yoktu. Gerçek anlamda.
Baharat bile yoktu.
Gözleri arada bir, sebebini bilmediği bir merakla masanın ucuna koyduğu geçici kimlik kağıdına kayarken tavuğunu yedi. Elleri yapış yapış oldukça yalayıp temizliyordu ama sos denemeyecek bir mamuldü bu.
Yerken zihni durmuyordu. Düşünmemek için ne kadar uğraşsa da artık bu evde kalmanın gerekliliğini sorguluyordu. İçinde gerçek anlamda amansız bir kuruntu başlamıştı; Deniz’in açgözlülüğünden ötürü başına daha fena şeylerin gelmesinden korkuyordu.
Korktuğu durum kişiselden öte hukuksal sorunlardı. Dün sebepsiz yere Deniz’in ona ad, soy ad sorgusu yapmasını ve kimlik kağıdını fazlaca bir dikkatle incelemesi Sırma'yı işkillendirmişti. Bu adam bankacıydı, kesinlikle hukuksal alanda da bilgisi olmalıydı. Daha fenası, artık Deniz’in onu evden kovmaktan öte sırf üzerinden para kazanmak için dava açmayı göze alabilecek zaafları olduğunu biliyordu. Manevi tazminat ya da haneye tecavüz gibi suçlamalarla Sırma’ya dava açmasının yolu var mıydı? Aslında hukuksuzluğu başta Deniz yapmıştı, ev apart olmamasına rağmen apart gibi oda halinde kiralamış ve Raziye’ye tüm eve karşılık iki oda kirası vermişti. Asıl o Raziye'yi dolandırılıyordu. Belki bu yüzden cesaret edemeyebilir diye düşündü ve bir nebze rahatladı.
Başını geriye atıp hurda tavanın tahta döşemelerine bakarak iç çekti. Sırma’nın Deniz’e olan bakış açısı git gide temkinli ve paranoyak bir hal alıyordu, buna aşk demeye şahit lazımdı. Artık ona karşı hissettiği duygulara olağanüstü diyemiyordu; hisleri tanınmayacak hale gelene kadar darbe üstüne darbe yiyordu.
Deniz’in bu işin peşini bırakmayacağını hissediyordu. Dün gece uykuya dalmadan önce fark ettiği şeyi bir kez daha anımsadı: buraya bir haftalık zorlu sürecin sonunda yerleşmiş olmasına rağmen kendini kazanmış hissedemiyordu... Bir terslik vardı.
Ellerini yıkamak için ayağa kalkmışken musluktan gelen su sesinde farklı başka bir ses daha olduğunu fark edip suyu kapattı. Diğer odadan gelen cılız ama tanıdık sesi duyunca hızla ellerini üzerine silip küçük odaya koştu. Yerdeki çantaya çömelip, açık fermuarın içindeki ışık saçarak yerini belli eden telefonu kaptı ve ekrandaki yazıyı gördüğü an açtı. “Rabia?”
“Selam.”
Dün sabah olanları hatırlayınca Rabia’ya bir açıklama yapması gerektiğini düşündü.
“Sana bu gün beni almaya gel demiştim değil mi?”
“Evet, nedir şu tantana onu da henüz açıklamadın.”
Sırma homurdanarak kalkıp mutfağa gitti. “Sana daha sonra açıklarım ama o işe şimdilik gerek yok, boşuna arabanı buraya yorma.”
“Araba nasıl yoruluyor, o ne garip laf ya. Ayrıca gerek yok ne demek? Dün ağlıyordun.”
Sırma ağlayarak Rabia’ya gelip kendini almasını istediği o berbat anı hatırladı ve kendinden utandı. Bir anlığına niye kendini bu kadar alçalttığına anlam veremiyordu. “Şimdilik gerek yok, acelesi yok yani.” Dedi. Henüz karar vermemiş olsa da Rabia’ya gelme, o iş çoktan halloldu, dememekte kâr olur diye düşündü.
“Dün sesin hiç iyi gelmiyordu, emin misin?”
“Eminim, şimdilik bir sıkıntı yok. O anlık... Hezeyan işte. Adet başım yaklaşıyor yine mal gibi davranıyorum, anlarsın.” Gerçi öyle bir şey yoktu.
“Ha.” Anladığını ima etse de Rabia’nın sesi inanmış gibi gelmiyordu. “Olayın ne olduğunu anlatacak mısın peki?”
“Onu da sonra konuşuruz. Şimdi hiç kafam yok.”
“Yine ne oluyor anlamadım ama sen bilirsin. Kararını verince beni ara.”
Sırma masadan kağıdı alırken dalgınlıkla mırıldandı: “Tamam, sağ ol.”
“Görüşürüz o zaman.”
“By.” Telefonu kapatırken kağıdı da alıp küçük odaya gitti ve çantasını karıştırırken kağıdı koyacak daha görünür bir yer bulmaya çalıştı. Gerçek kimliği çantanın astarında saklanırken kağıdı daha bariz duracağı bir köşeye koydu.
Öğlene doğru evde vakit geçirmesini sağlayacak bir şeyler gerektiğini fark etmişti, can sıkıntısından içi çatlarken yapabildiği tek şey bir ayağını aşağı uzatıp ileri geri hamakta sallanmaktı.
Zilin sesiyle yerinden fırlayıp aşağı inmişti ve kargocuların yatağı içeri sokabilmesi için geriye çekilip bekliyordu. O sıra karşıdaki evin penceresinden sarkmış onu seyreden Kaşif ile göz göze geldiler ve dudaklarını birbirine bastırarak kafasında bir cevap aradı. Eliyle onu arayacağını ima eden bir işaret yaptı. Kaşif anlamadığını belli eden bir ifadeyle kaşlarını çattı ama bir şey demedi.
Servis görevlileri yatağı küçük odaya taşırken onları yönlendirdi. Bir yandan gözü pencereye gidip geliyordu. Normal görünmeye çalışarak servisçileri kapıya kadar geçirdi, kapattığı anda yukarı fırladı ve çantadan telefonunu alıp Kaşif’i aradı. Telefon üçüncü kez çalarken kısa bir anlığına küçük odadan çıkıp pencereye baktı, Kaşif çoktan içeri geçmişti. Sıkıntılı bir iç çekerek tekrar odaya girdi, gözleri düzensizlik içerisindeki odaya uyan bir oturma planı düşünerek her noktayı inceliyordu.
“Alo?”
“Telefonu ancak bulabildin sanırım.”
Kaşif homurdandı. “Bu evde ihtiyacın olmayan şeyleri bulmak zor.”
“En son ne zaman kullandın kim bilir.”
Kaşif’in gülme sesi kulağına aktı. Sırma da keyiflenmek istiyordu ama Kaşif’in ondan bir açıklama beklediğinin bilinciyle gergindi. “Özür dilerim. Sana bir açıklama bile yapmadım... O gece.”
“Bir şeyler olduğunu anlamıştım.”
Sıkıntıyla alnını ovuşturdu. “Ne kadar çok tahmin yapıp, plan kursam da ipin ucu eninde sonunda kaçıyormuş.”
Kaşif anladığını belli eden bir ses çıkardı. Sırma’nın devam etmesini beklemek için suskunlaşmıştı.
Sırma telefonu omzuna kıstırıp yatağın plastik kılıfını açarken devam etti. “Deniz ne senin ne benim tahmin ettiğim gibi çıkmadı.”
Kaşif ses çıkarmasa da büyük bir dikkatle dinlediğini biliyordu. Yatağın sert plastiğini dikişli tarafından kopararak açmaya başladı. “Agresif ve çok düşünüyor. Bana nefes aldırmayacağını az çok tahmin ediyordum ama bu... nasıl desem, farklı bir bakış açısıyla bakıyor gibi. Tehlikeli yönden hem de.”
“Paranoya yapmasına sözüm yok, bir yönden doğru bir düşünce. Ama sana zorbalık yapıyor gibi ifade ettin. Yanlış anlamış olabilir miyim?”
“Hayır, aksine doğru. Dedim ya, Deniz senin de tahmin ettiğin gibi çıkmadı. Basit, klişe kötülükler düşünen birisi olduğunu sanmıyorum, aklından sanki bir şeyler geçiyor.”
“Aklından bir şeyler mi geçiyor?” Kaşif’in istifini bozmayan pes sesine rağmen şaşkınlığı net duyuluyordu.
Sırma yatağı duvara dikledi ve kılıfı tamamen çıkardı. Şimdi bu yatağın altına serecek bir çarşafa ihtiyacı vardı ancak bu mümkün değildi. Şu anlık sahip olduğu sadece yatakla beraber getirilmiş yeni havalı battaniyesi ve yastıktı. Bu eve çok şey lazımdı, elinden daha çok para çıkacaktı ve Sırma git gide bu konudan sıkılmaya başlamıştı. Eksiklerini Raziye teyzeden istemeye karar verdi ve yatağı öylece bıraktı. Aslında Raziye teyzeden başka şeyler istemeyi de düşünüyordu.
“Hmm, öyle. Bana dün geceden beri neler yaptığına inanamazsın. Gerçi örnek versem kalanını açıklamaya da gerek kalmaz.”
“Sırma seni haklı bulmamı bekleme. Adamın anormallik olduğunu fark edecek zekası olduğuna göre sana iyilik elçisi gibi davranmaz herhalde. Seni kovdu ve inatla orada kalıyorsun değil mi?”
“Değil. Daha farklı bir durum var.”
“Taciz ediyorsa söyle hemen.”
“Öyle bir şey olursa merak etme, daha hormonlarım yüzünden beynim çürümüş değil, sana söylemeye bile kalmadan buradan çekip giderim. Deniz evde kalmama zor da olsa razı geldiğini söyledi ama aklından öyle geçmediğine eminim. Aklından bu durumu lehine çevirecek bir şeyler geçiyor gibime geldi. Ne olduğunu bilmiyorum, zihnim resmen tıkandı.”
“Çık oradan. Daha ne bekliyorsun, o korktuğun şüphenin gerçekleşmesini mi?”
Sırma susup gözlerini döşemeye dikti. Belki de on on beş saniye sonra tekrar konuşabildi. “Aceleci olmak istemiyorum. En azından bu yaptıklarımın altını toparlamam lazım, hiçbir şey olmamış gibi gitmek içime sinmiyor. Sanki işi daha kötü edecek.”
“Ama ne yapacağını da bilmiyorsun değil mi?”
Başını geriye atıp gözlerini yumdu. “Evet... Kendimi bu kadar zor duruma düşürdüğüme inanamıyorum. Sanki Deniz evde kalmama tamam dediği an bütün yaratıcılığım kayboldu. Başardığımı sanırken Deniz’in gerçek yüzünü yeni algılayabildim.”
“Bu adam tahmininden ne anlamda farklı çıktı?”
“Onu ilk gördüğüm gün tembel, umursamaz biri sanmıştım. Ama zihni tam tersi. Zehir gibi bir kafası var, çok iyi ayrıt ediyor, bir şey fark etse bile onu demiyor. Sonradan koza çevirmek için saklıyor gibi.”
“Sen onu nasıl tuzakla kandırdıysan o da sana tuzak kuruyor.”
Başını salladı. “Ama onunkisi gerilla.”
Bir süre daha konuşmaya devam ettiler ve Sırma bir yandan eşyaları odada öteye beriye çekiştirip düzen kurmakla uğraştı. Yatağı küçük odada pencerenin karşısındaki duvara çekip tekrar yasladı ve altına bir şey serene kadar öyle kalmasına karar kıldı.
“Tekrar özür dilerim.” Dedi veda ederken. “Seni yüzüstü bırakmış gibi hissediyorum.”
“Bunu kendin için düşünmeni tavsiye ederim. Çok tehlikeli bir oyundasın. Ama en azından erken fark etmen iyi; seni o gece o halde görünce bir daha asla eskiye dönemeyeceğine inanmıştım. Sen akıllı bir kızsın Sırma. Bu zekayı kendini harcamak için kullanma.”
“Teşekkürler.” Kulakları bu lafları duymak istemiyordu çünkü hem kendini giderek suçlu hissettiriyor hem de yoruyordu. Zeki olmak ömrü boyunca neye yaramıştı ki? Kaşif’e bu zamana kadar hep kaybetmişken ne anlamı var, demek istese de diyemedi. Boğazının gerisindeki ağrı, ona hala geçmişin sindirilmemiş parçaları olduğunu haber veriyordu. “Sana yine haber veririm, benim için endişelenme.”
Kaşif sessizleşmişti. Bir süre cevap vermedi. Konuşmaya başladığında sesinde Sırma’nın kaşlarını çatmasına sebep olacak bir farklılık vardı. “Aklında mantıklı bir fikir olduğunu bilsem bunu yapardım.”
“Benim için canını sıkma lütfen.”
Kaşif’in cevap vermesi yine uzun sürdü: “Kendini değersizleştirmen canımı sıkıyor elbet. En yakın zamanda görüşürüz.”
“Görüşürüz.” Telefonu kapatıp yeni düzen kurduğu odayı seyretti. Kaşif'le konuştuktan sonra azalmasını beklediği sıkıntılı his niyeyse artmıştı.
Günün geri kalanında Raziye teyzeye gidip ondan aldığı eşyalarla odada yeni düzen kurdu. Yüzünde nispet bir gülümsemeyle kafasında Raziye teyzenin cömertliği ve Deniz’in pintiliğini kıyaslayarak odadaki sorunları hallediyordu. Eğer eve çökmek deyimine uyan biri varsa o kişi Sırma değil kesinlikle Deniz olmalıydı; ama adamın bunu fark edecek alçak gönüllülüğe sahip olmadığına emindi. Sırma, Raziye ne fiyat istediyse vermişti, asıl Deniz aylardır bu evi beleşten sömürüyordu.
İkindi vakti alışveriş yapmak için dışarı çıktı. Sabah yaşadığı hezimetten sonra evde bir baharat bile olmadığını tecrübe etmek korkunçtu. İki gün önceki Sırma olsaydı evi baştan aşağı yenilemeye kalkışabilirdi ancak şimdilik sadece günlük ne ihtiyacı varsa onu almakla yetinmeye karar vermişti.
Tüm gün yüzünden düşmeyen bir dalgınlık hakimdi. Akşama doğru mutfakta yemek yapmakla uğraştı, evde bir tek mutfağın ışığı yanıyordu ve hava gittikçe kararıyordu.
Kulaklarına sinmiş yoğun sessizliği bozan tek pürüz fırın sesi ve ocakta pişen tencereden gelen fokurdamalardı, anlık rutini içinde sessizce uğraşırken kapıdan gelen sesi duydu. Henüz bir şey olmamıştı, ama kaşları şimdiden çatılmıştı. Bu akşam neler olacağı düşüncesiyle gerginleşmişti.
“Ne pişiriyorsun?”
Homurdanmamak için kendini zor tuttu, erkekti işte, Sırma onu zihninde ne kadar yücelterek kendini kandırsa da o da her erkek gibi önceliklerinin başında yemek olan bir bağnazdı.
Tencerenin kapağını açıp kabakları hafifçe karıştırdı. “Fırında makarna, kabak tatlısı.”
Deniz salona girmişken bir an yere saplanmış gibi olduğu yerde kaldı. Konuşmadan önce yüzünde gizemli bir tereddüt belirmişti ve Sırma bunu kaçırmamıştı. “Sen kabak yemeği seviyor musun?”
Gözlerini yemekten kaldırıp ona baktı, bunu istemsizce yapmıştı çünkü beklediği soru beğenilerinin sorgulanması değil muhtemelen beceriksiz olup olmadığıydı. “Evet. Kabağın tam mevsimi hem de, neden olmasın.”
Deniz bir şey demese de imalı bir bakış atıp odasına gitti.
Sırma, o odada giyinirken daha fazla mızmızlığa maruz kalmamanın iyi olacağına karar verip sofra kurmaya başladı.
Deniz’in o bakışını görünce kabak merakı olduğunu anlamıştı, halbuki gündüz pazarda gezinirken Deniz’in ne sevdiğini bilmediğinden endişeleniyordu. Bundan sebep bile kavga çıkarabileceğinden korkmuştu. Ancak ters köşe bir tepkiyle karşılaşmak onu rahatlattı. Bu iyiydi. Belki aralarındaki siniri arındırmak için bir başlangıç olabilirdi.
Masayı kuruyordu, o sıra kulağına gelen hafif sesle başını pencerelerden içeri akan tanıdık sese çevirdi. “Yağmur...” diye fısıldadı.
Perdeler, rüzgarın canlılığıyla dalgalanırken hayalet gibi görünüyordu, hevesle pencereye gitti. Dışarı bakmak için avuçlarını iç pervaza dayayıp öne eğildi, burnuna buram buram toprak ve çimen kokusu aktı. Yeni başlamış yağmur yavaş ve temkinli bir şekilde aşağıdaki betonu yıkamaya başlamışken saçlarına da birkaç damla aktığını hissetti. Gözlerini yumup keyifli bir gülümsemeyle biraz öyle kaldı ve yağmuru dinledi. O an sokaktaki tüm gün istikrarını bozmayan sessizliğin ne kadar da uzun sürdüğünü fark etti; bu semtte evler yıpranık ve eskiydi. Muhtemelen çoğu ev sahibi mahalleyi terk etmişti, çünkü gün boyu süren sessizlikten çoğu evin boş olduğu anlaşılıyordu.
Sırma, yaşadığı hüsrandan sebep burayı yanlış değerlendirdiğini şimdi anlıyordu; burası kötü bir yer değildi, hatta ananesinin bahçelerle çevrili geniş evinden bile daha sakindi. Sırma, Deniz yüzünden yaşadığı bulantı hissinin suçlusu olarak istemeden bu evi ve bu semti suçlamıştı, ama yağmurlu sokağı dinlerken bunun böyle olmadığını anladı.
Arkasındaki kapının açılıp kapanma sesini duydu ve yüzündeki keyifli ifade o an soluklaştı, gözlerini açtı. Böyle hissetmemesi lazımdı. Burayı sevdiren asıl varlığın, uğruna taşındığı adam olması lazımdı ama şimdi onun varlığı gerilmesine sebep oluyordu.
“Ne yapıyorsun?”
Sırma düz bir sesle “Yağmur yağıyor.” dedi dalgınlıkla.
“Birini mi bekliyorsun demek istedim.”
Oervaza dayanmış pozisyondan doğrulurken iç çekti. “ Burada kimi bekleyebilirim ki? Yemek hazır.”
Arkasına hiç dönmemişti ama Deniz’in homurdanarak mutfağa doğru ilerlediğini duydu. Pencereden ayrılmadan önce Kaşif’in ışıklarının yanmadığını fark etti. Kaşlarını çatarak orada durmuş seyrederken Deniz seslendi: “Sen yemeği kuru kuru mu yersin?”
Pencereden ayrıldı. “Yine semaver meselesi mi? Çok seviyorsun galiba.”
Deniz ellerini beline koymuş şekilde masayı incelerken dişlerinin arasından bir cık sesi çıkardı. “O dündü. Canım başka bir şey istiyor.”
Sırma sandalye çekerek masaya otururken “Sadece yemeklik malzeme aldım. İçecek bir şey olduğunu sanmıyorum.” dedi.
“Kendi işimi kendim görmekle iyi yapmışım o zaman.”
Deniz salona giderken merakla onu seyretti. Sonra elinde şarapla döndüğünü görünce yüz ifadesini düz tutmaya çalıştı.
“Akşam yemeğinde şarap mı içeceksin?”
Deniz küçümseyici bir ifadeyle gözlerini kıstı. “Beyaz şarap bu, yemekten önce biraz içerisin sonra miden berrak olur.”
“İlk defa duyuyorum.”
“Benden başka bilen yoktur zaten.”
Sırma meraklı gözlerle Deniz’in raftan iki bardak almasını ve masaya gelip şişeyi açarak boşaltmasını seyretti. Üstündeki garip rahatlık hoşuna gitmedi. Bu ruh halinin altında başka bir niyet olmalıydı. Ayrıca dün akşam dolabını bile paylaşmayan bir adamın durduk yere ona alkol ikram edesi tutmuştu, belki de boşuna huzursuzlanmamıştı.
Deniz ince gövdeli bardağı ona doğru sürükledi ve karşısına geçip oturdu. Sırma tabağının yanındaki bardağa emin olmayan bakışlar atıyordu. Bakışlarını kaldırıp baktığında Deniz’in çoktan bardağı diklediğini gördü. Zihninde yine kötü kokulu çarklar dönüyordu. Bardağı öne itti ve “Sağol, ben belki yemekten sonra içerim.” dedi.
Deniz yine anormal bir sakinlikle ona bakıyordu. İri, kahverengi bakışları gayet doğal ve hatta hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu. Yüzünde içine kurt düşmesine sebep olacak hiçbir art niyet yoktu, ama Sırma git gide daha da şüpheleniyordu. Daha yeni, bu adam onu hırsızlıkla suçlamıştı. Şimdi bu misafirperverlik neyin nesiydi?
“Sen bilirsin.”
“Herkeste işe yaradığına emin misin?”
“Birkaç arkadaşımla denerdik, işe yarıyordu.”
“İlginçmiş.”
Deniz ilginç bir şekilde onu sorgu yağmuruna tutmuyordu, yüzünde konuşma iştahı olmadığı, sadece lezzetli bir yemeği keyifle yemek istediği görülüyordu. Sırma başını önüne eğmiş, makarnasıyla uğraşırken arada bir durum kontrolü yapmak için kirpiklerinin altından onu süzüyor ama yine bir gariplik bulamıyordu.
Fazla sakin, diye düşündü. Her şeyin bir anda yolunda ilerlemeye başlaması onu huzursuz etmişti.
Zilin çalma sesiyle bileklerinde uğursuz bir karıncalanma hissedip irkildi. Deniz ile birbirlerine aynı soru işareti dolu gözlerle baktılar. İkisinin de misafir beklemediği belliydi. Sırma “Arkadaşın mı geldi?” diye sorup ayağa kalktı, Deniz şarabı belki de bu yüzden almış olmalıydı.
Deniz’in bakışları sertleşti. “Yoo, kimseyi çağırmadım.”
“O zaman kim?”
“Sen yoksa hakikaten birini mi bekliyordun?”
“Benim burada tanıdığım kimse yok ki. Kaşif dışında tabi, ama o gelemez.” Deniz yine onu sınıyordu. “Neyse, ben bakayım.”
Aşağı inip demir kapıya gitti ve bileklerindeki uğursuz karıncalanma çoğaldı. Buzlu camın ardındaki tanıdık silueti gördüğü an bunu görmemiş olmayı diledi. Kapıyı açtı ve korku dolu gözleri Kaşif’in donuk gözleriyle buluştu. |
0% |