@halempa
|
"Daha dün sıcaktan yanıyorduk ya bu ne!" Kız kollarını ovalayarak topuklarının üstünde zıplıyordu. Arkadaşı da ondan farksızdı ancak ona bir bakış attıktan sonra burnudan alaycı bir ses çıktı. "Cidden yazlık formayla mı geldin, bir de hırkan yok?" Kız arkadaşına ters bir bakış attı, "Asıl sen hangi kafayla kışlık forma giyip geliyorsun? Eylül ayındayız, bir zahmet giy yani. Gerçi şu an soğuk ama... Off sabahın köründe okula mı gelinir şimdi, bu okul neden daha erken çağırıyor? Diğer liselerde böyle değil!" Okulun bahçesinde henüz tek tük öğrenci vardı. O ve arkadaşı da küçük bir plan hatası yüzünden okula erken gelen kerizlere dahildi, neredeyse sabahın yedisinden beri bahçedeydiler ve yarım saattir sabah ayazından gem vuruyorlardı. Arkadaşı bir konuda haklı olabilirdi, ne yapacağı belli olmayan Eylül ayındalarken yanına bir hırka alması fena olmazdı sanırsa. Arkadaşı omuz silkti. "Bir şey var sanırım... Yani bu gün." "Senin bir şeyden haberin yoktur." "Hayır ya, kayıt yaptırmaya geldiğim gün duymuştum sanki. Yanımdaki bir veli konuşuyordu." Kız düz bir bakış atarak dudaklarını gerdi. "Ee? Neymiş o şey? Şey olarak anlamayı mı bekleyeyim, söylesene kızım?" Arkadaşı bir süre düşündükten sonra olumsuz anlamda dudağının kenarını büktü ve "Unuttum." dedi. "Off ya gerizekalı Meryem, balık mısın nesin?" Arkadan bir kıkırtı geldi, kız heyecan aramaya meraklı gözlerini sesin geldiği yere çevirdiğinde onları gördü: demir parmaklıklı büyük bahçe kapısından içeri beş kız giriyordu, aralarından birinin görüntüsü daha ilk saniyede dikkatini çekti ve ağzı kocaman açıldı. "Oha şunun boyuna bak." Diye hayretle fısıldadı. Arkadaşı da vakit kaybetmeden dönüp baktı ve aynı tepkiyi verirken "Ay saçları bayağı güzel ama." dedi. Kız, arkadaşının aksine başka bir detaya takılmıştı, ötekinin koluna dirsek atarken alaycı bir sesle "Ağzına baksana şunun, çuval gibi." dedi. Arkadaşı bir an temkinli bir bakış attı ama yanındakinin kıkırdamasına eşlik etmekten kendini alamadı. Kızlar birbirlerine yapışarak gülüşürken arkadan bir bağırma sesi geldi. Az önce dalga geçtiği kızın zehir saçan gözlerle ona baktığını görünce olduğu yerde sindi. Kafasını bir baykuş gibi omuzlarının arasına gömerek önüne döndü. "Eyvah bittik. Şimdiden düşmanımız var." Arkadaşı endişeli bir sesle "Başka tarafa geçsek mi? Bunlar dördüncü sınıftır kesin, gözlerinin önünde durmayalım."dedi. Aklına yatmıştı, başını sallayıp gözüne kestirdiği uzak bir ağaçlığa doğru işaret etti. İki kız fareler gibi oradan kaçıştı. Okul binasının dar bir köşesine sindiklerinde kızların olduğu yerden bayağı uzaklaşmışlardı ama seslerini hala yanı başlarındaymış gibi duyabiliyorlardı. Beş kızın çıkardığı yaygarayı duymamak mümkün değildi. Ağızları açık bırakan bir edepsizlikle bağıra bağıra küfürler ediyor, el kol hareketleriyle kendilerini okulun belalı tipleri olarak tanıtıyorlardı ve bundan memnun olsalar gerek, herkesi rahatsız etmişlerdi. Bir süre sonra bahçe kalabalıklaşmış, öğretmen arabaları kapıya birikmeye başlamıştı. İki kız gelen geçeni süzüyor, kimin kaçıncı sınnıftan olabileceğine dair tahminler yürütüyorlardı. Öte yandan uzaktaki diğer beş kız onların aksine tanıdık tanımadık herkesle sesli bir şekilde dalga geçecek kadar cesurdu, ama kimse onlara bakıp da bir tepkide bulunmuyordu. Meraklı kız gözlerini kısarak onlara bakarken sızlandı. "Of şunlar dördüncü sınıf olsun lütfen, lise bitene kadar çekilmezler." Öteki baş salladı ve "Bence şu uzun olan dördüncü sınıf, sadece o gitse bile olur." dedi. "Ya çok fena baktı bana, inşallah çabuk unutur." "Geçmiş olsun sınıfta pineklersin." "Niye kimse ses çıkarmıyor ki, mafya mı bunlar?" Kapıdan bir gürültü geldi ve kızların gözleri aynı anda ses yumağının kaynağına döndü. Demir kapıdan geçen kişiyi gördükleri an kız diğerinin koluna asılarak "Oha! Demiştim sana buradaymış!" diye bağırdı. Diğer kız da hem şaşkınlık hem de sevinçle kısık sesli bir çığlık atarken "Çok yakışıklı!" dedi. Diğer kız hemen bir hayal kırıklığına uğrayıp elini beline taktı ve üzgün üzgün uzaktaki oğlanı izledi. "Evet, malesef. Tam da bizlik olamayan türden." dedi. Yanındaki kıkırdıyordu. "D'imi ya." Okul kalabalığı sanki oğlanın gelmesini beklemişçesine dakikalar içerisinde bahçeyi doldurmuştu. Müdür sonunda binadan çıkmış ve görünüşe göre programını hazırlayacaktı. Öğrenciler uğultuya dönüşen sesler eşliğinde bahçede toplaşıp sıra kuruyordu, birinci sınıflar hariç herkes organize olmuştu. Bir öğretmen gelip dördüncü sınıfların dizildiği sıranın yanı başında sesli bir şekilde isimler saymaya başlayınca kızlar oraya yöneldi. Karma bir sıra oluşturulmuş, birbirlerini tanımayan birinci sınıflar meraklı gözler eşliğinde ne olacağını bekliyorlardı. İki kız yapışık ikizler gibi bir kez olsun ayrılmaksızın yanyanalardı. Ve büyük bir şans eseri yan sırada belalı beşli de vardı. Olay tamamen müdürün boş hevesleri sonucu hikaye anlatmak istemiş olmasıydı; müdür çatık kaşları ve pancar gibi suratıyla kendisi için fazlasıyla metaforik bir hikaye anlatırken öğrenciler tren izler gibi onu seyrediyordu. Beş dakikada biter diye düşünülen hikaye neredeyse yirmi dakika sonra bittiğinde öğrenciler daha ilk günden okuldan bezmişti ve normalde sınıftan çıkmayı dört gözle bekleyen bu çocuklar metaforcu müdür yüzünden sınıflara kaçmak istiyordu. Müdürün hikaye eziyeti bitince durumu daha da absürtleştiren tören müziği eşliğinde birinci sınıfların okula girişi alkışlandı, meğer ki müdür ilk sınıfları teşfik etme adı altında ilk gün travması yaşatmaya heves etmişti. Tabiki de bunun farkında olmadan sadece iyimser bir fikirle yapmıştı, ama durum öyle saçma bir hal almıştı ki birinci sınıflar kendilerine gülüyorlardı. İki kız hoparlörden yükselen kalitesiz sese kulaklarını kapayarak kıs kıs gülüşüyordu, diğer öğrencilerde de durum bundan farksızdı. O günki dersler boştu, neredeyse yirmi dakika sonra kızlar sınıftan çıkıp tekrar bahçeye gittiklerinde belalı beşliyi sabahki yerlerinde buldular. Bahçeye çıkıp hemen bir köşeye sindiklerinde ne onlar belalı gruba bakıyor ne de grup onları umursuyordu. Çok geçmeden koştura koştura bir kız demir kapıdan içeri dalmıştı, kız onu ifadesizlikle seyrederken geç kalan bir birinci sınıf olduğunu çoktan anlamıştı. Ancak kızın yüzündeki simli far ve her ne kadar göze batmasın diye hafifçe sürülmüş gibi dursa da yanaklarındaki allık, süsü püsü yüzünden geciktiğini açıklıyordu. Geç kalan kız çantasını toparlamak için durduğunda, önüne düşmüş saçları kulaklarının arkasına itti ve yüzü apaçık ortaya çıktı. O an izleyen kızın içine kavurucu bir kıskançlık tohumu düştü. Kız iri iri açılmış gözlerini ondan ayıramazken arkadaşını dürttü, öteki de kızı görünce "Vaov." dedi. "Çok güzel... Ama simli makyaj mı o? Çok saçma." diyip gülmüştü de. Kız da onunla birlikte gülüyordu ama aklı çoktan geleceğe yönelik tehlikeleri düşünmeye başlamıştı. Bu kızın olduğu yerde bırak o ünlü oğlan, normal bir başka oğlan bile üdiğer seçeneklere bakmazdı. Vu bu durum izleyen kız için büyük bir nefret sebebiydi. "Sanki dikkat çekmeye çok ihtiyacı varmış gibi, haspam." Diye mırıldandı, yanındaki kız kıkırdayınca bunu sesli söylediğini ancak fark etti ve saflaştığı için kendine şaşırdı. Makyajlı kız birkaç metre ötesindeki beşli belanın ona baktığını ya da nispeten uzaktaki iki kızın kendi hakkındaki laflarını fark etmemişti, adeta kendi dünyasından dışarı çıkmayı tenezzül etmeyecek kadar vurdumduymazdı ve çantasını omzuna takıp okulun içinde kaybolurken bir kez olsun etrafına bakmamıştı. Zil çalmış, bazı öğrenciler içeri girip çıkmış ve bahçe bir süreliğine kalabalıklaşmıştı. Tekrar ders zili çaldığında bahçede yine iki grup dışında kimse yoktu. Ortalık sessizdi, beşli bela bile eskisi gibi yüksek sesle konuşmuyordu. Derken aralarındaki uzun boylu olan kalkıp iki kıza doğru yürüdü. Kızlardan daha ürkek olanı gözlerini fal taşı gibi açarak korku içinde bakakalırken öteki bir anda tepesinde onu bulmuştu. Neredeyse yarım metre yukarısından ona bakan siyah gözler sözsüz bir şekilde kızı ezip geçiyordu. Katlı perdeler gibi dalga dalga aşağı akan upuzun koyu saçları karanlık bir gölge olmuş, güneşi kapatıyordu. Yakından bakınca bir şeyden emin olmuştu: bu kız çirkin değil ürkütücüydü. Yüzünü bir uçtan diğerine bağlamaya çalışırcasına büyük ağzı haricinde gayet normal bir görünüşü vardı, ama gözlerindeki ifade onun tümden korkunç gözükmesine sebep oluyordu. Dişi bostan korkuluğu o koca ağzını araladı ve "Siz o kızı tanıyor musunuz?" diye sordu. Kız basit bir ses tonuyla konuşmasına rağmen karşısındaki birinci sınıflar buz kesmişti. Konuşmaya daha meyilli ve ötekine nazaran daha az korkak olan donuk bir sesle "Hayır." dedi. Niye sordun ki, diye sormak istiyordu ama bu kız ile konuşma ihtimalini azaltmak en iyisi olurdu. Bostan korkuluğu uzun ve süpürge sapını andıran cılız kolunu kaldırdı, elini beline koydu ve ağırlığını bir ayağına verdi. "Nasıl bilmezsin ya, aynı okuldan filan gelmiyor musunuz? Az önce ona bakıp güldünüz ya?" Kızların yüzü önce sarardı sonra kızardı. Konuşabilen kız telaşla bir buklesini kulağının arkasına kıstırdı ve "Hayır... Ne alaka, biz onu tanımıyoruz. Az önce gördük sadece." diyebildi. Konuşma yetisinde bir azalma hissediyordu, halbuki doğruyu söylemişti. Kara korkuluk, omuzlarını hareketlendiren alaycı bir homurtu attı. "Hakkıda bildiğiniz var mı peki?" Kızlar senkronize bir tedirginlikle başlarını iki yana salladılar. Korkuluk dudaklarını kıvırıp son bir bakış attı ve sinirle arkasını dönüp grubuna yöneldi. Yanındaki kız sonunda dil hakimiyetini kazandı ve "Üzüldüm şimdi, kızın başı yandı." dedi. Diğeri gözlerini önüne dikip bir süre içinde birikmiş gerilimi yok etmekle uğraştı, kendine geldiğinde "İnşallah bu manyak dördüncü sınıftır." dedi.
Sırma'nın ilk okulda yeni bir çevre edinip normal çocuklar gibi bir standart yakalamasının peşi sıra Asuman içindeki vicdan azabını dindirmişesine bir huzur ile tanışmıştı. Depresyona girdiğinde sebebini bilmeden çektiği kas ağrıları gibi bu huzurun da nereden geldiğini bilmiyordu. Açıkçası ruh hali bozuk bir terazi gibiydi ve yaşadığı hiçbir duygu durumun temel bir kaynağı yoktu, hastalığın neticesi kendi eseriydi sonuçta. Yine de Asuman bu ani dönüşümün pozitif getirilerine rağmen içinde bir kuşku seziyordu; yılların ona verdiği tecrübe, sebepsizce mutlu olduğu süreçlerin ardından felaket bir depresyonun üzerine yıkılacağını öğretmişti ve Asuman da bu kanıdaydı. Günleri huzurlu ve tatlı geçiyordu ama işte bu yüzden ama aklının bir tarafı huzursuzdu. Sebep ne olursa olsun Asuman pozitif yönlü bir değişim geçirmişti. Ve bu durumdan en mutlu olan kişi Sırma'ydı. Çocuk yıllarca ananesinin hastalığından başka bir halini görmemişti. O da başta ananesi gibi tedirgindi ve gün içinde sürekli ananesinin yüzüne dik dik bakıp kontrol ediyordu. Çocuk sanki bir rüyada olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ama ananesini hala sağlıklı olduğunu görünce rahatlıyordu. Asuman da çocuğun hevesini kırmamak için ona endişelerinden bahsetmiyordu. Bu durumu tam olarak ne kadar zaman sonra bitecekti emin değildi ama en azından şimdilik ellerine verilmiş huzurun keyfini sürmeye karar vermişti. Ancak zaman ilerledikçe çok daha garip bir durum kendini göstermiş ve Asuman uzun süredir iyi olmasına rağmen depresyon evresine girmemişti. Endişesi de azalıyor ve belki de tamamen düzeldiğine inanıyordu. Son depresyonun üzerinden neredeyse iki yıl geçirmişti ve Asuman gayet iyi duruyordu. İşte o zaman içine gerçek bir huzur düşmüş ve iyileşmeye doğru yol aldığına inanmıştı. Üstelik artık ilaç kullanmaya bile gerek duymuyordu. Cesaretini tümden kazandığı sıra doktorunun tüm itirazlarına rağmen onları bırakmıştı. Bu durum gerçek bir mucizeydi; annesinin ölümünden sonra ters düz olan hayatı, sanki annesinin ölümünden önceki zamana doğru bükülmüştü, Asuman yaşamaya geri dönmüştü. Sırma da mutluydu. Evi sakin, okulu heyecanlıydı; hayatındaki ufak aksilikler dışında derdi, eski melankonik günlerini hatırlamaya sebebi yoktu. Yeni ve baştan yaratılmış bir hayatın ona armağan edildiğine inanıyordu ve bu keyfi hunharca sürüyordu. Ananesinin de düzelmesiyle birlikte küçük hayatında kendince yapay bir kusursuzluk yararmıştı. Bu düzende puanları da arkadaşlıkları da ne olağanüstü ne felaket, sadece yeterli ama sembolikti. Ortalama bir başarıyla Lise'ye geçiş sınavını tamamladığında, bu sefer ananesinin istekleri doğrultusunda değil kendi isteğiyle bir okula girmişti. Bulunduğu her ortamı kendi eliyle yoğurmaya öyle alışıktı ki eski okulundaki kızlar koyun sürüleri gibi birbirlerinden ayrılmamalarının derdini sürerken Sırma'nın umrunda değildi. Ve içinde bulunduğu sürünün çobanı olduğunu, başka bir okula gittiğinde eski dostluklarının da kolayca dağıldığını görerek anlamıştı. Yeni okulundaki hayatı da gayet ortalama ve bu düzeyde bir ortamla devam edecekti; böyle umuyordu. Sırma alışık olduğu iri gözleri ve açık ağazları burada da görecek ve şaşırmayacaktı. Ancak durum pek öyle olmamıştı. Lise ile ilgili daha ilk günden havaya sinmiş geniş bir hurafe sisi kulağına çarpmıştı, görünüşe göre üst sınıfların lise birlere yönelik bir kompleksi vardı. Buna kendi gözüyle şahit oldu: İlk günün adetiyle boş geçen bir dersten çıkmıştı, sabah gördüğü güz güllerini daha yakından inceleme hevesiyle bahçeye geçecekti. O sıra okuldaki kimseyi tanımadığından insanlara bakmıyordu. Yanından geçen uzun boylu bir kızın burnundan alaycı bir ses çıkardığını ve "Çömezler," dediğini duymuştu, Sırma bir anda afallayarak durmuştu. Şaşkınlıkla başını kaldırmış ve uzun boylu kızın sırtına dökülen koyu saçlara bakmıştı. Kızın sırtı ona dönüktü ama Sırma emindi, o laf kendine söylenmişti. Anında içini bir sinir doldurmuştu. Sadece çiçekleri görmek için bahçeye inecekti ve o ana kadar keyfi yerindeydi, durduk yere yaftalanacak ne davranışta bulunmuştu? Ancak kafasının zehir gibi kesif bakışlarla delindiğinden habersiz kız, kalabalığın arasında kayboldu ve Sırma koridorun ortasında kalakaldı. Bir süre sonra bayağıdır orada dikildiğini fark etti, sakinleşir ve bu durumu unuturum umuduyla önüne dönüp yoluna devam edecekti. Derken bu sefer de daha uzun boylu ve öteki hadsize ek olarak cüsseli bir bedene çarptı ve sindirmeye çalıştığı öfke bir utanç patlaması eşliğinde yanaklarına aktı. Yüzünü ekşiterek elini alnına götürdü ve özür mahiyetinde bir şeyler geveledi. Tipik, henüz olgunlaşmamış erkeksi bir ses "Özür dilemene gerek yok." demiş ve Sırma alnını örten parmakların arasından sesin sahibine bakmıştı. Yüzünde alaycı bir gülümsemeyle onu seyreden bir erkek ile karşılaştı. Sırma elini yavaşça yanına indirirken erkek, suratına sabitlenmiş gibi duran çarpık gülümsemesiyle "Bilerek çarptım." dedi. Sırma hemen kaşlarını çattı, belli ki okulda aklı başında bir insan olmadığı için bu koridordan kavga etmeden ayrılamayacaktı. Yine o kızın aynısı boş bir kompleksle sırf çömez olduğu için zorbalandığını düşünmüş ve öfke kusmak için ağzını açtı. Ancak oğlan tatlı bir kahkaha atıp "Vay be elini çekince daha iyi ortaya çıktı." diyince Sırma afalladı. "Ne?" Diye boğuk bir sesle sordu. Oğlan ellerini ceplerine atarken bir an arkasına dönüp manidar bir bakış attı, Sırma nereye baktığını ve daha önemlisi ne peşinde olduğunu anlayamadan oğlan ona döndü ve aynı gülümsemeyle "Okuldaki herkes seni konuşuyor." dedi. Olayı çözmek için henüz erken olsa da Sırma tanıdık kokuyu almıştı, sıkıntılı bir iç çekti ve tekrar alnını ovalarken "Ne diyorsun sen?" diye sitem etti. Oğlan kısa bir an Sırma'yı baştan aşağı süzdü. "Anlarsın işte, güzelsin." Sırma bohem bir bakış atıp omuzlarını düşürdü, "Bu mu?" dedi düz bir sesle. Oğlanın gözlerinde eğlendiğinin işareti pırıltılar çakarken yine keyifli bir kahkaha attı. "Oo bakıyoruz da bu durumlara alışığız ha?" Dedi yüksek sesle. Ardından biraz evvel o manidar bakışı attığı yere döndü ve tekrar Sırma'nın yüzüne baktığında omuz silkti. "Peki madem." Sırma oğlanın bu manasız konuşmasını tek kaşını kaldırıp "yani?" bakışıyla seyrediyordu. Oğlan "Meşhur kızı bir göreyim dedim sadece, hepsi bu." dedi ve Sırma'yı şaşkınlıktan afallatacak bir şey yaptı. Yanından geçerken rahat bir tavırla elini omzuna koydu ve gülümsedi. "Haberin olsun derim böyle boş dolaşırsan başından dert eksik olmaz." Sırma bu fütursuz yaklaşımın etkisini daha süremeden oğlanın sözleri karşısında ürperdi, ne ima ettiğini bilmiyordu ancak oğlan gayet ciddiydi. Koridorda yine tek başına kalırken onun kantin kapısında kayboluşunu izledi, zihnine gerilim tozları düşmüştü. Ciğerinde sıkışıp kaldığını fark ettiği bayat bir nefesi dudaklarından üfledi ve bahçeye çıkmak için okulun arka kapısına yöneldi. O an göz ucuyla, koridorun dibindeki kolona yaslanmış bir kızın hışımla doğrulup gittiğini görmüş ama bunu umursamamıştı. Saçma bir cümleden ibaret gibi dursa da Sırma yabancının tenkitini çoktan beynine not etmişti, bir süre okulda temkinli gözlerle o oğlanı arayarak dolanıyordu. Kendini güzel bilirdi ve bu yönüyle ilgi çekmeye alışık olduğundan genellikle okul ortamında ya kıskançlıkla ya da hayranlıkla karşılanmaya alışıktı, ancak yeni okulunda anladığı kadarıyla durumlar o kadar basit olmayacaktı. Rabia Sırma'dan daha yüksek puanlı bir anadolu lisesinde, muhtemelen saf duygularla kolayca gruplaşmıştı ancak Sırma yeni okul ortamına hala alışamamıştı. Bir gariplik vardı. Ve bu yüzden yabancının sözüne bir yönden hak veriyordu: başka bir gün kibar bir gülümsemeyle sınıftan biriyle tanışmayı denerken karşısındaki kız ona dik dik bakmış ve soğuk yapmıştı. Sırma o zaman iyice anlamıştı,bu okulda bir garip karşılanıyordu. Herhangi bir okul olmalıydı, içindekiler de sadece öğrencilerdi, ancak Sırma sorunu kendine yamamakta hiçbir mantık da bulamamasına rağmen sürekli soğuk karşılanıyordu. Dersleri aklı havada bir şekilde geçiriyor, sürekli omuzlarında soğukluk oluşturan bu kendine yönelik fenomenin ne olduğunu sorguluyordu. Dönemin ilk sınav haftasını felaket bir performans ile geçirmiş ve durduk yere sırtındaki yüke baraj altı kalmış dersler eklemişti. Sırma lanet etmeye başladığı okuluyla başı dertteyken bir de üstüne dersleri kötü gidiyordu, üstelik başka bir okula transfer olmayı ciddi ciddi düşünürken şu an yüksek puanlara ihtiyacı vardı. Her yönden kıstırılmış bir abluka gibi, hiç tahmin etmediği bir dönem geçiriyordu. Okuldaki tek aktivitesi, arka bahçedeki alçak kaldırıma oturup, güz mevsimi kışa sardıkça kelleşen gülleri düşünceli gözler eşliğinde izlemekti, insanların yüzüne bakmıyordu ve bu yalnızlığı tanıyordu. İkinci dalga dediği şey, yani dönemin Sırma için son kozu olan sınav haftası geldiğinde Sırma bu sefer sarsılmamaya kararlıydı, yeni okulun etkisi yüzünden aklı havada değil, ciddi bir şekilde sınavlara hazırlanmıştı. Her gün ayakları geri geri gitmek isterken kendini zorla içine attığı bu okuldan kurtulmak için tek umudu yüksek puanlar ve transferdi, o yüzden son bir umut çabalamıştı. İçini huzurlandıran tek fikir buradan kurtulmaktı. Sonuçların açıklandığı gün okul panosuna gitmişti. Listede kendi ismini ararken bir an arkasından imalı bir kıkırdama gelmiş ancak kendiyle alakalı olmadığını düşünüp bakmamıştı. Kıkırtılar abartılı bir düzeye evrilince kendini rahatsız hissetmiş ve kaşlarını çatarak arkasına bakmıştı. O gün o kız bile isteye Sırma'ya kendini göstermiş olmasa, muhtemelen Sırma içinde bulunduğu fenomenin sebebini anlayamadan sürünmeye devam edecekti. Kaşlarını çatarak sinirle arkasına döndüğünde, elini ağzına kapamış bir şekilde ona bakarak gülen bir kız gördü. Sırma başta çocuksu bir içgüdüyle elini eteğine götürüp kontrol etmişti çünkü kız öyle bir bakış atıyordu ki bir an eteğinin açık olduğunu sanmıştı. Halbuki çok saçma bir endişeydi, böyle bir şey olsa (ki olsaydı bir daha okula dönmemek üzere orayı terk ederdi) koridorda fark edecek tek kişi önündeki malum kız olmazdı. Sırma saf bir niyetle yine ne olur ne olmaz diye düşünüp üstünü incelemiş, ancak bir sorun bulmamıştı. Sonra kaşlarının arasındaki çukur iyice derinleşmiş, çenesini kaldırıp hızla kıza doğru yürümüştü, aralarında birkaç adım mesafe kala kızın önünde durunca bacaklarını meydan okur gibi önünü kapatacak şekilde araladı. İki yana sarkan elleri o bile fark etmeden yumruklara dönüşmüştü. Kıza yaklaştığında fark ettiği ilk şey uzun, dalgalı saçlar ve Sırma'nın muhteşem genleri sayesinde uzun boyuna rağmen kendini bile aşan boyu olmuştu. Sırma o an siniriri yüzünden bunu umursamamıştı, çenesi dik bir şekilde kendinden uzun kıza bakmıştı. Dişlerinin arasından "Sen neye gülüyorsun ya?" diye sordu. Kız sonunda elini indirip geniş ağzını meydana çıkardı. "Sana ne ya? Öylesine gülüyorum." Sırma'nın küçük, tatlı gözleri kısılıp bir japon iblisi gibi ince çizgiden gözlere dönüştü. "Öyle mi? Canım senin gözlerin mi şaşı acaba? Nereye baktığını bilmiyorsun da." Kızın yüzünde zaten çirkin bir görüntüye sebep olan kocaman ağzı gülümseyince iyice ürkütücü bir görüntüye sebep oldu. Sırma o an fark ediyordu da, kız nispet olsun diye her lafın ardından abartılı bir şekilde gülüyordu. "Yok, şaşı değilim emin ol. Ama senin canın dayak çekmiş olabilir, bi' fazla güven var üstünde. Başın yanar yani." Yabancının sözlerini ne kadar da andırıyordu. Sırma içindekini istemsizce taşırdı ve aniden yükselen bir sesle "Ya sizin derdiniz ne?" diye bağırdı. "Hepiniz arıza mısınız kardeşim, niye durduk yere bana sataşıyorsunuz?" Kızın yüz ifadesi bir anda değişti ve kaşlarını çatarak "Off deli misin nesin, git başımdan!" diye bağırdı. Sırma afallayarak bakakalırken kız bir anda göğsünü itip Sırma'nın önünden çıktı. Sırma iyice çileden çıkmıştı, kızı gitmek üzereyken bileğinden yakaladı ve "Hasta mısın kızım, niye bana bakarak gülüyorsun?" diye bağırdı. Sırma'nın tiz sesi koca ağızlı kıza nazaran daha belirgindi ve duvarları etkilemişti, koridordaki öğrenciler bir anda ona bakıp homurdanmaya başladı. Sırma'nın arkasından "Hey!" diye bir ses gelince sırtında bir ürperti oluştu ve hemen kızın elini bıraktı. Arkasına dönüp baktığında edebiyat öğretmeninin yargı saçan gözleriyle çarpıştı ve hemen pişman olup başını indirdi. Edebiyatçı gür sesiyle "Kendinize gelin, ne bu haller?" diye bağırırken Sırma ve diğer kız sinekler gibi ayrı taraflara dağıldılar. Sırma sınıfına giderken son kez omzundan geriye bakmıştı. Kızı son kez gördüğünde yumağımsı uzun saçların arasında sinsi bir gülümseme yakalamıştı. O gülümseme günün geri kalanında Sırma'nın içinde bitmek tükenmez bir ateş yakmıştı. Okul bitene kadar öfkedendişlerini sıkmış ve çıkış saatini beklemişti. Hesap sormak istiyordu. Aslında hesap sorması gerektiğini düşüyordu, kız ile karşılaştıktan sonra bundan emin olmuştu. Son zil çalınca öğretmenin konuşması bile bitmemişken hızla eşyalarını çantasına tıkıştırıp toparlanmaya başlamıştı. Öğretmen iğneleyici gözlerini bir an ona dikmiş ama Sırma çoktan öfkesinin yüzüne vurduğunun ve öğretmenin de bunu görüp şaşırdığının farkındaydı. Sınıf ayaklanıp boşalırken etrafındaki et kalabalığını ite kaka geçmiş ve arkasından gelen homurtuları umursamadan ana kapıya koşmuştu. Sırma öfkeliydi ama aynı anda şaşkınlığı da tadıyordu; Bu zamana kadar hiç kimseden hor gören bir tavırla karşılanmamıştı. O güzel kız olarak yanına sırnaşılmaya, en fazla hasetli gözlerle iğnelenmeye alışıktı. Olması gerekenin de bu olduğunu düşünüyordu çünkü bildiği kadarıyla kimseye kırıcı bir söz söylemez, insanları hor görmezdi. O sadece güzeldi ve zaten güzelliğiyle etrafı tarafından el üstünde tutularak şımartılmış bir kızdı. Aksi bir tavrı hak edecek hiç bir yönü olmadığını düşünüyordu. Ancak şimdi ömründe hiç hissetmediği bir öfke bağrını zehirliyordu; Sırma ilk defa bu kadar sinirliydi ve bir yandan kendine şaşkındı. Bu okul bozuk zihinlerle doluydu, insanlar aptaldı ve o hor görülmeyi değil, bu okula gelene kadar olduğu gibi el üstünde tutulmayı hak eden bir kızdı. Ona göre hor görmeye kalkan kimse ancak hadsizin teki olabilirdi. Böyle düşünüyordu. Kollarını göğsünde birleştirip gelen geçen herkese gözdağı veriyordu, ara sıra üst sınıflardan bazı öğrenciler ters bakışlar atsa da görünüşe göre Sırma'yı denk almaya değer görmeyip geçip gidiyorlardı. Sırma neredeyse yirmi dakika boyunca beklemişti, ama kızın geçtiğini görmemişti. Dudaklarını kanatacak kadar şiddetle dişleyerek arka kapıya koşmuş ve orayı da boş bulmuştu. Tam olarak emin değildi ama kızın arka kapıdan çoktan geçip gittiğini tahmin etmişti. Sonraki gün arka kapıda beklemiş, bu sefer de kızı bulamayınca tepesi iyice atmıştı. Artık kızın onu uzaktan dikizleyip kapı seçtiğini düşünmeye başlamıştı. Ya da kız okula hiç gelmemiş de olabilirdi. Anladığı bir şey varsa Sırma'yı deli etmeye çalışan tek kişinin o kız olmadığıydı; bir seferinde kantinden bir şey alırken uzaktan bir kıkırtı duymuş ve başka bir kız görmüştü. Bir seferinde de elindeki kola kutusunu bükecek kadar sinirlenmiş ve yine tanımadığı bir kız kıkırdayarak gülerken yanına gitmemek için kendini zor tutmuştu. Ancak kız Sırma'dan sebep gülmüyor da olabilirdi. Sebepleri bir türlü bulamamıştı. Sırma gitgide bir paranoyaklık batağına doğru çekiliyordu, iyice kısır bir döngünün içine hapsolmuş, kendi kendine dolanıp duruyordu; etrafındaki insanların gülüşünü bile kendine bağlayacak kadar tetiklenmişti artık. Ve sebebini bilmiyordu, sınıfındaki çocukların niye soğuk olduğunu, tanımadığı etmediği insanların niye onu zorbalamaya çalıştığını çözemiyordu. İyice lanetli bir okula geldiğini düşünmeye başlamıştı. Bunları hak edecek ne yapmıştı ki? Başka bir gün, ders esnasında öğretmenin eline tutuşturduğu bir dosyayı başka bir sınıfa götürmek için çıkmıştı. Öğretmenlerin öğrenciye iş bağlama huyundan nefret etmesine rağmen bu seferki öğretmenin ipi iğneye sokan keskin bakışlarına yakalanmış ve cezasını çekmek zorunda kalmıştı: homurdana homurdana tarif edilen sınıfa gidiyordu. Sınıfa vardığında asık bir suratla kapıyı tıklattı ve içeriden ses duymayı beklemeden kapıyı savurdu. Şaşkın gözler ve bonus olarak asık suratlı öğretmenin ters bakışları bir anda ona döndü, Sırma içten içe bu ilgi çekme kompleksine sahip olduğunu bilirdi ama asla inanmazdı. Kabul etmek gerekirse bunu yapmak hoşuna gidiyordu. Belki de hayalet muamelesi gördüğü şu okuldan küçük bir intikam almak istemişti. Çocukça bir tavırdı ama biraz olsun onu keyiflendirmişti. Öğretmen dişlerinin arasından cıklayıp Sırma'ya küçük bir nutuk çekmeye hazırlanırken arka sıradan bir ıslık sesi gelmiş ve kıkırtılar başlamıştı. Sırma'nın dudak kenarı intikamın küçük numunesiyle bir nebze kıvrıldı. Öğretmen ona hazırladığı nutuğu arka taraftaki ıslığın sahibine postalamaya başlayınca Sırma dosyayı hızla masaya bırakıp kapıya döndü. Tam kapıya elini uzatıyordu ki arka taraftan cevap veren tanıdık bir ses duydu ve sınıfa girdiğinden beri ilk kez çenesini kaldırıp baktı. Sınıfın en arka sıralarından birinde oturmuş zevzek zevzek sırıtan kişiyi görünce şaşkınlıkla gözleri açıldı. Koridorda Sırma'ya imalı laflar eden yabancıydı bu. O sıra Sırma'nın kendine baktığını fark edip ona dönmüş ve bu sefer de Sırma'ya ima ile gülümsemişti. Sırma bileklerine soğuk sular aktığını hissediyordu, ilk defa bu hissi yaşadığından ne olduğunu bilmiyordu. Ama içinde sebebini bilmediği bir utanç belirmişti, fazla düşünmeden başını öne eğmiş ve sınıftan çıkmıştı. Koridora kadar giden alaycı seslerin üzerine kapıyı kapadığında dalgın gözlerle duvarlara bakmıştı. Bu küçük olay hemen yayıldı. Sırma'nın bunu duyuşu, sınıftaki bir kızın öğle arasında yanına gelip baklayı ıslatması sayesinde gelişti; Sırma sınıftaki kimseyle bir bağ kuramamış olmasına rağmen derslerde öğretmenin seslenip durması sayesinde isimleri az çok biliyordu, sımsıkı topuzundan kıvrık bukleler taşan kızın adı Melike'ydi. Melike elektriklenmiş buklesini kulağına sıkıştırarak sınıfa giriş yaptığında suratında heyecanlı bir ifade vardı. Sırma görmezden gelinmeye öyle alışmıştı ki Melike onun adını seslenince ilk başta ilgilenmedi, ancak kız ona doğru gelince kısa bir şok geçirdi. Afallamış halde Melike'ye bakarak "Ne oldu?" diye sordu. Melike heyecandan jenaratör ışığı gibi parıltılar saçan fındıki gözlerini üzerine dikerek "Geçen gün ne olmuş öyle!" diye bağırdı. Sırma bu ani yükselişten ürküp bir an geri çekildi, gergin bir gülümsemeyle "Ne olmuş?" diye sordu. Bu Melike'yi çözemiyordu, kızın sebepsiz bir enerjisi vardı ve muhtemelen basit bir konu olmasına rağmen kızın normal tepkisi böyle olmalıydı. Sınıftaki en anormal tipi başına bela edecek ne yapmıştı bilmiyordu. Melike yine elektrikli buklesini kulağının arkasına iterken "Ay ikinci sınıflara sataşmışsın!" diyince bir şok daha geçirerek "Ne?" diye bağırdı. "Yok öyle bir şey!" Melike gözlerini çipil çipil kırptı. "Hadi hadiii," diyip gülmeye başladı, o sıra öğle arasında sınıfta kalan diğer kızlar da Sırma'nın başına toplanmış, "Ne olmuş?" diye diye etrafına birikiyorlardı. Ve Melike açtı ağzını yumdu gözünü moduna geçmişti: "Bu geçende ikincilerin A'ya gitmiş ders sırasında, pat diye kapıyı açıp içeri dalmış!" Kızlar eee, sesi eşliğinde yaygara koparırken Sırma dümdüz bakışlarla Melike'nin karıncayı deveye çevirme büyüsünü izliyordu. "Hani Fahri var ya?" "Hangi Fahri?" Diye sordu bir kız, Gizem. Sırma'nın sol tarafından masaya doğru elini uzatan başka bir kız heyecanla "Ay Fahrettin!" diye bağırınca tiz çığlıklar koptu. Sırma gözleri yuvalarından fırlayarak onları izliyordu, resmen dili tutulmuştu. Kızlar çıldırmışçasına birbirlerine sarılarak bağırışıyordu. Sırma o sırada iki şeyin farkına varmıştı. Biri, oğlanın isminin Fahrettin olduğu, öteki ise bayağı meşhur olduğuydu. Selin isimli kız resmen Sırma'nın üzerine atlayarak elini omzuna atarken "Sen Fahrettin ile konuşuyor musun?" diye sordu, cevap vermesine kalmadan Melike araya girdi ve "Yook! Ay, ya da bilmiyorum." dedi. Bir anda soru çılgını meraklı gözler Sırma'ya döndü ve bir sessizlik oldu. Sırma yüzünü rahatsız bir ifadeyle buruşturarak omzundaki eli üzerinden çekti ve kollarını göğsünde birleştirip bir mesafe oluşturdu. Bu yoğun ve patlayan ilgi onun için hiç hayra alamet değildi, üstelik kızların sırf Fahrettin mevzusu yüzünden ona sırnaştıklarını anlamak için kör olmaya ihtiyacı yoktu. Düz bir sesle "Hayır ben onu tanımıyorum, ismini şimdi duydum." dedi. Selin inanmamış bir ifadeyle kaşlarını kaldırırken "E olay ne peki, ben hiç bir şey anlamadım." dedi. Sırma omuz silkti. "Durduk yere sınıfta ıslık çaldı, ben o sıra sınıfa girdiğim için yanlış anlaşıldı sadece." Kızları inandırmak için bir çabada bulunmuyordu, içten içe bu zamana kadar onu görmezden geldikleri için ters yapıyordu. Melike dudaklarını büzüp abartılı bir homurtu attı, ikna olmamıştı. "Niye ıslık çalmış peki?" O an Sırma çakmağa dönüşen gözlerini kirpik altından Melike'ye dikip sana ne, diyebilirdi ancak bu kadar hıncın ağır kaçacağını düşünüp kendini frenledi. Umursamaz bir ifade takınıp omuz silkti ve "Hepsi bu. Başka bir bildiğim yok." dedi. Kızlar hayal kırıklığını fazla sürdürmeden sohbete başladılar, Sırma'nın tahmin ettiği gibi konu kapanınca ilgi bir anda ondan çekilmişti. Ancak hiç memnun değildi. Selin ve neredeyse kendi boyuna yakın boydaki Meryem onun yanından sıvışırken Melike asık dudaklarıyla kendi sırasına yönelmişti. Sırma dudaklarını dişleyerek önündeki kitabı izliyordu. Dayanamadı ve "Melike?" diye seslendi. Melike meraklı gözlerini ona çevirdi. "Feridun niye bu kadar ünlü?" Melike bir anda yanaklarını şişirip garip bir ses çıkardı ve ardı sıra püskürürcesine bir kahkaha attı. Kızlar da kahkahalarla gülmeye başladı. Sırma hiç bozuntuya vermeden "Ha, Fahrettin'di değil mi?" diye sesini duyurmaya çalışmış ama kızlar bağıra bağıra gülüyordu. Melike canlı bir sesle "Ne oldu? Niye merak ettin Feridun'u?" dedi. Selin oturduğu sıradan yüksek bir kahkaha atınca Sırma kısa bir bakış atıp Melike'ye döndü. "Dalga geçme. Niye bu kadar heyecanlandığınızı merak ettim." "Ya sen bilmiyor musun?" Diye seslendi Meryem. "İşte onu bilmiyorum, söylerseniz bileceğim." Dedi alaycı bir sesle. "Fahri'nin soy adı ne biliyor musun?" Diye sordu Melike. Sırma bezgin bir iç çekerek gözlerini devirdi. "Bilmiyorum işte, anlasana." "Bayiç." Sırma kaşlarını çatıp "Bayiç?" diye sormuş, ee ne var bunda diyecekken zihninde bir şimşek çakmıştı. Melike zehir gibi sinsi ve bir o kadar heyecanlı bir gülümsemeyle "Yaa! Anladın mı şimdi kim olduğunu?" diye sordu. Sırma sırasında dikleşerek elini ağzına kapadı ve "Bir dakika, Arda Bayiç'in nesi oluyor?" diye sordu, kalbi gümbürdüyordu. "Kuzeni, kuzeni!" Diye bağırdı Melike, Sırma kendini tutamadan "Ne!" diye bağırdı. "Şaka yapıyorsan bak..." Arkadan "Değil kızım uyan, herkes biliyor." diye bir ses geldi. Meryem'di. Melike dedikodunun kokusunu almış gibi yeniden Sırma'ya yöneldi, yanına gelip sırasına oturduğunda Sırma alçak sesle "Hani şu Cannes ödülü alan?" diye sordu. Melike dişlerini dudaklarına bastırarak başını salladı, Sırma şaşkınlıkla elini ağzına kapadı ve histerik bir kahkaha attı. Daha o yılın geçmiş mayıs ayında Arda Bayiç Cannes ödülü almıştı. Sırma o oyuncuya öylesine hayrandı ki, televizyonun dibinde bir gün ekrandaki adamla mucizevi bir tanışma sonrası destansı bir aşk yaşayacaklarına dair hayallere dalarak kendinden geçerdi, öyle ki izlemeyi unuttuğu sahnelerin haddi hesabı yoktu. En beklemediği şey, bu tanrıvari adamın kuzeninin sıradan bir okulda okuyor olmasıydı. Ve o kişi Fahri'ydi. Garipliklerin bir arada bulunduğu bir okula düştüğüne emindi, ancak Arda Bayiç'in kuzeniyle aynıokulda okuduğunu öğrendikten sonra Sırma'nın okuldan ayrılma hevesi azalmaya başamıştı. Öyle ki bir süre sonra okuldan ayrılmayı eskisi kadar düşünmemeye başlamıştı. Zihninde ilginç hayaller türemeye başlamıştı ve Sırma bu hayallerin etkisine istemsizce kapılıyordu. Bu olay sayesinde Melike ile suni bir arkadaşlıkları olmuştu, Sırma Melike'den Fahri ile ilgili yeni haberler alıyor, Melike de kızın etrafında yusufçuk gibi dönüp duruyordu. Melike'nin asıl derdini anlamak kolaydı, Sırma ile Fahri arasında bir kez daha iletişim olduğunu kendi gözleriyle görmek istiyordu ve Sırma da bunun farkındaydı. Ama kendi de bu konuda en az onun kadar hevesliydi; okulda her gün Melike ile kol kola dolaşıyor, gözleri sürekli Fahri'yi arıyordu. Onunla minik de olsa bir konuşma fırsatı bulmak için can atıyordu, bekleyen soruları vardı; Arda Bayiç'in kuzeniyken nasıl bir hayata sahip olduğunu, ailesinin de ünlülere benzer bir hayat yaşayıp yaşamadığını merak ediyordu. Bir gün Melike'yi koluna takarak okulun ikinci katına çıktılar, kendi sınıfı zemin katta ana kapıya biraz uzaklıktaydı, Fahri ise bir kat yukarıdaydı. Ve ders aralarında onu bir türlü zemin katta bulamıyordu, canına tak edince çocuğun sınıftan hiç çıkmadığını düşünmüş ve Melike'nin gülmekten bükülmesine sebep olan rezil planına rağmen üst kata çıkmışlardı. Görüntüde yalnızca katları dolanan iki çömez olduklarına inandıracaklardı, hepsi buydu. Ama kamuflaj olsun diye yanına aldığı kız daha ilk aşamada Sırma'yı zora sokmuştu, Melike katıla katıla gülüyordu ve Sırma onu çeke çeke merdivenden yukarı sürüklemek zorunda kalmıştı. Melike kıkırtılarını bastırmaya çalışıyor, karnının kasılmasından nefes nefese kalmış bir halde "İnanamıyorum sana!" diyip duruyordu. Sonunda onun bu rehaveti yüzünden Sırma'nın tepesi attı ve dişlerinin arasından "Kes şunu beni rezil edeceksin!" diye hırladı. Melike'nin bunu sırf olay olsun diye bilerek mi yaptığına emin olamıyordu, bu kıza hala kanı kaynayamamıştı. Ancak el mahkum, şimdilik işini görmeliydi. Sınıfa geldiklerinde Melike kapıya birden kasılmış, az önceki dalağı gevşek tavrı buhar olmuştu. "Ya... Sırma ben yapmasam?" diye sorarken Melike gözlerini bir kapıya bir Sırma'ya çeviriyordu. Sırma'nın gözleri bir anda çizgi şeklini aldı ve ellerini beline takıp "Ne oldu şimdi?" dedi, sesi iğneleyici ve haklıydı da. Bir dakika öncesine kadar Fahri'yi bulalım hadi, diye Sırma'yı cesaretlendiren Melike'ye o an bir haller inmiş, deli dolu kız bir anda masum ceylana dönmüştü. "Günlerdir Fahri'yle buluşursak şöyle iyi böyle müthiş diyordun şimdi önümüzde ya? Girelim, konuşalım işte." Melike deyim yerindeyse sinirden küplere binerek "Kızım ben böyle mi yapalım dedim!" diye bağırdı. "Hem benim meselem değil ki, Fahri'yi görmeyi sen istiyorsun, sen içeri gir o zaman! Üst sınıflar çok fena bakıyor kızım, ayrıca ben konuşamam gerildim şu an. Gerçekten şu an geldi yani!" Bunları söylerken bir yandan da parmaklarını alnına götürüp yalandan titretiyordu. Sırma bu dramatik şov karşısında gözünü bile kırpmamıştı. Hızlı bir nefes verip ellerini belinden indirdi ve sırtını dikleştirerek kendine dik bir görüntü oluştururken "Peki madem." dedi. "Sen sınıfa in, artık ihtiyacım kalmadı." Şu an sesinin kibirli olmasından ayrı bir keyif duyabilirdi çünkü Melike'nin ikiyüzlü tavrından sonra ona daha çok sinir olmuştu. İsterse Melike de onunla konuşmasındı, artık bu dengesiz kızı umursamıyordu. Sırma bu okulda Fahri dışında hiçbir şeye umursamıyordu, sınıftaki yalnızlığını bir süre daha sürdürebilirdi. Yanına Fahri'yi aldıktan sonra hiçbir şeye ihtiyacı olmayacaktı. "Ha?" Melike'nin beklenmedik düzeyde kaba sesi duvarlara vurdu, Sırma da onun bu ani yükselişiyle gözlerini şaşkınca çevirdi ve Melike'nin bela saçan gözleriyle karşılaştı. "Sen benimle ne biçim konuşuyorsun kızım?" "Of Melike arıza yapacaksan sonra yap tamam mı? Şimdi sırası değil." Melike'nin gözleri kırpılmadan ona meydan okumaya devam edince ağırlığını bir ayağından diğerine verdi ve gözlerini devirdi, anlaşılan doğru dürüst bir bahane bulmadan bu kızı sınıfın önünden postalayamayacaktı. "Niye sinirlendin ki şimdi? İki dakikaya zil çalacak zaten, Fahri'yle bir iki kelime konuşup dönerim. Kapıda boşuna bekleme diye söylüyorum!" Melike kısık gözleri ve sinirden çarpılmış suratını bozmadan "Gerçekten çok sinir bozucusun." dedi. Gerileyerek koridorun bir ucuna yönelirken "Zaten ne halt olduğun başından belliydi." dedi. Sırma avuçlarını kaldırarak "Ne dedim ki şimdi?" diye seslendi. Melike bir an hızla ona dönüp "Kes ya salak!" diye bağırınca Sırma donakaldı. Havadaki avuçları hızla yanına bir çift yumruk olarak düştü, dişlerinin arasından bir ses çıkardı ve önündeki duvarı izleyerek sakinleşmeye çalıştı. Şu an o ikiyüzlü kız yüzünden Fahri'nin sınıfı önünde çıldıramazdı, o yüzden derin bir nefes aldı, sırtını dikleştirdi ve aralık kapıyı önünden itip içeriye bir adım attı. Kapı önünden çekildiğinde önünde uğultulu bir kalabalık belirdi. Sırma hengamenin arasında tanıdık bir yüz arayarak gözlerini gezdirdi. Çok uğraşmadan onu pencere tarafındaki bir sırada bulmuştu. Sırtı yarı yarıya kapıya dönüktü ama yüzünü az çok seçmişti, Sırma onun kestane kahvesi gür saçlarını ve arkasında kalan o tanıdık gülümsemeyi hemen bulmuştu. Fahri'nin yanında bir kız vardı. Kız kapıya dönük oturuyordu ve buğday rengi teni, karma tipli koyu saçları arkasındaki pencereden gelen ışıkla parlıyordu. Onu görünce Sırma ilk bakışta güzel bir kız olduğunu anlamıştı. Baygın iri gözleri Fahri'ye fazlasıyla sıkılmış bakışlar atıyordu, vazelinle parlatılmış dudağının bir kenarı memnuniyetsiz bir şekilde gerilmişti. Üst üste attığı bacaklarından biri huzursuzca sallanıyordu, pencere kenarına çekilmiş sandalyesinde otururken kollarını göğsünde bağlayarak neredeyse sandalyeye gömülmüş haldeydi. Memnuniyetsizliği her halinden belliydi. Oysa ki Fahri kızın tam aksi bir keyifle ona doğru yanlayarak konuşmaya devam ediyordu. Fahri'nin geniş omuzları Sırma'nın görebildiği manzarayı az çok kapatsa da bir kolunu kızın omzuna atmak için yanındaki sandalyenin sırtında tuttuğunu görmüştü. Fazla irdelemeye gerek duymadan kız soğuk yaptığı için Fahri'nin o kolu omzuna atamayıp yarım kalmış bir hevesle sandalyede bıraktığını anlayabilirdi. Sırma kızın huysuz haline fazla takıldığını fark edip gözlerini ondan kopardı ve Fahri'ye döndü. Onu görünce içinde hiç tahmin etmediği bir ferahlık oluştu, şimdi alıcı gözüyle bakıyordu da; Fahri bayağı yakışıklıydı. Sadece görüntüsü bile okuldaki diğer tüm erkeklerden ayrı bir konumdaydı ama tek farkı bu değildi. Etrafına garip bir enerji yaydığını ve Sırma bunu bulunduğu yerden bile hissettiğini söyleyebilirdi. İlk defa dağınık olmasına rağmen havalı duran bir saç şekli görüyordu; göz alıcı kestane rengi teller bir sanatçı tarafından çizilmiş aşırı karizmatik bir portreden çalınmış gibiydi, ya da fön çekilmişti. Henüz tam olgunlaşmamış dursa da Fahri'nin yüz hatları sivri, teni pürüzsüz ve kavruktu, bu yüzden ilk bakışta sütlü kahveyi andırıyordu. Boyu uzun, omuzları geniş ama görüntüsü asla enlemesine değil, uzunlamasına bir dengeye sahipti. Badem şekilli gözleri bir erkeğe ait olamayacak kadar da güzeldi. Ancak onu izlerken Sırma Fahri'de aktör kuzenine benzeyen bir ifade bulamamıştı, kesinlikle benzemesini ummuyordu ama en azından beklemişti. Belki de Fahri'ye dizileri izlerken kurduğu hayallere yaklaşmak istemişti. Yine de Fahri, Arda Bayiç'e benzememesine rağmen en az onun kadar yakışıklı ve kendine has bir auraya sahipti. Sırma ona bakarken etkilenmek için illa yüzüne bakmaya gerek duymayabilirdi, onda bu etkiyi hissedebiliyordu. Hevesle içeriye doğru bir adım atmıştı ki zil sesi duvarları inletti, Sırma dişlerini sıkıp içinden lanet okudu. Çoktan tenefüs bitmişti. Sesi duymasıyla pencere kenarındaki kızın gözleri kapıya döndü ve o an Sırma'yı gördü. Sırma çaresiz bir yüz ifadesiyle gideceği yeri kestirememiş halde olduğu yerde kalmıştı ve o sıra kızın gözlerini üzerinde hissedip ona dönmüştü. İşte o an kızın yüzündeki acımasız gülümsemeyi görmüş ve neye uğradığını şaşaırmıştı. Sırma daha önce karşılaşmadığı kadar öfkeli gözlerin dehşeti ve şaşkınlığıyla olduğu yerde dururken Fahri kıza ne olduğunu sorup kapıya dönmüştü. Sınıfın girişinde ağa takılmış kurban gibi duran Sırma'yı görünce yüzünde çocuksu bir gülümseme oluşmuş ve kahkaha atmıştı. "Naber?" Diye seslenmişti Fahri. Yanındaki kız ölümcül gözlerini bu kez Fahri'ye çevirmişti, Sırma ise iyice afallamıştı. Hem rezil olmuş hem de şok içindeydi. Birincisi, bu okulda ne oluyordu da herkesten ilk tepkisi bir terslik oluyordu buna şaşkındı, ikincisi ise Fahri'nin gözü önünden kaçarcasına oradan sıvışırsa utancından öleceğini düşünüyordu. Ama pek fazla seçeneği yoktu, hemen toparlanıp sınıfa inmesi lazımdı. Bunu kitlenmiş bedenine de kabul ettirmesi lazımdı çünkü oğlanın karşısında tutulmuştu. Ancak sonra koridordan öğretmenin geldiğini gördü ve hiç düşünmeden kapıdan sıvıştı. Onu son kez gördüğünde Fahri'nin eli havada kalmış, yüzüne hayal kırıklığı düşmüştü. İfadesi kafasına yazılmıştı bile, Sırma Fahri'nin ona bakışını hatırladıkça merdiven basamaklarını tekmeleyerek sınıfına inmişti. Bitmek bilmez bir talihsizliği olduğu kesindi. Sonrasında Sırma Melike ile atışmıştı. Kızın ona son anda bozuk atması yüzünden kinlenmişti ancak sınıfta bir patırtı çıkarmayı istemediği için dersin sonuna kadar tekinsiz bir sessizlikle beklemişti. Fırsatını bulduğu bir an Melike'yi kolundan tutup arka bahçeye, kış gelene kadar bir süre yanlızlığını yaşadığı küçük mekanına götürdü. Melike debelenerek homurtular atıyor, "Nereye gidiyoruz?" diye soruyordu ancak Sırma bu kızın sesini duydukça içini basan öfke yüzünden gittikçe suskunlaşıyordu. Sabredip kızı sonunda bahçeye indirmeyi başardığında sımsıkı tuttuğu kolu bir anda kendine çekti ve "Bir de arkamdan mı konuşuyorsun? Ya sen ne yüzsüz birisin be!" dedi. Aslında o an bağırsa yeriydi ama okulun arkası olsa bile burası bağırmaya müsait bir yer değildi, o yüzden sesini tutuyordu. Melike ise patavatsızca sesini yükselterek bağırdı. "Çek elini! İstediğimi yaparım, sana hesap mı verecek mişim?" Sırma'nın öfkesi iyice harlanıyordu, ikinci sınıftaki kızın attığı bakış, Melike'nin iki ders boyu fısıldaşa fısıldaşa arkasından konuşması, bunların hepsi Sırma'yı sinir küpüne çevirmişti. Öfkesinin ne seviyede olduğunun farkında olmadan Melike'nin kolunu sıktı ve kız bir anda acıyla öne bükülüp Sırma'nın elini çekmeye çalıştı. Sırma çığlığı duyunca kendine geldi, galiba kızın kolunu incitmişti. İçindeki ses çok ileri gittiğini söylüyordu. Sinirli bir homurtu atarak Melike'den elini çekti ve "Bana bak aptal!" dedi, sonunda sesinin ayarını da kaçırmış ve bağırmıştı. "İstediğim zaman bu okuldan giderim, benim atılma derdim yok tamam mı?" Melike acı kalıntıları taşıyan öfkeli bir bakış attı ve "Yürü git be!" diyerek Sırma'yı göğsünden itti. Sırma birkaç adım geriye giderken Melike de kolunu tutarak arkasındaki duvara sindi. "Bana ne senin aptal hayatından!" Sırma bir büyük adımda aralarındaki mesafeyi aştı ve bir elini önündeki minyon kızın yanı başına koydu. Tehtitkar bir tonda başladı: "Bana bak bücür... Ben yalan söylemeyi senden daha iyi biliyorum, canımı sıkmaya devam edersen bir iftira atarım ve buradan koşarak kaçmak zorunda kalırsın anladın mı? Gerçeğin ortaya çıkacağını da sanmıyorum, sonuçta ben senin kadar aptal değilim. Ama oldu belki? En fazla okuldan atılırım. Ha üzülmem gerçi; burası umurumda değil çünkü." Melike korkusunu çabuk sindirdi ve alaycı bir sesle homurdandı. "Nasıl yapacakmışsın onu? Beni mi korkutmaya çalışıyorsun kızım sen? O mal tehtitlerini git çocuklara anlat, istesen de bir şey yapamazsın. Bana iftira atarsan asıl iftiranın büyüğünü ben sana atarım be!" "Tamam gidelim o zaman hocaya." Melike'nin yüzü bir anda soldu. "Ne?" "Ben senin üçüncü sınıflarla birinci sınıfların kızlarını ayarttığını anlatacağım. Sen ne anlatacaksın?" Melike "Ne diyorsun ya sen?" diye patladı, aniden Sırma'ya dikleşmişti ancak Sırma kendini geri çekip arka kapıya yürümeye başladı. "Sırma! Saçmalama yok öyle bir şey! Yapma! Yemin ediyorum seni mahvederim!" Sırma yarı yolda dönüp "Yalan mı?" diye bağırdı. "Zaten bunu yapıyorsun, adın çıksa ne yazar? Sadece hocalar da öğrenmiş olacak o kadar!" Melike'nin yüzüne kan sıçramıştı, kıpkırmızı bir suratla olduğu yerde çırpınmaya başladı: "Ya ne diyorsun, yok öyle bir şey yalancı! Sırf beni korkutmak için yapıyorsun! Ben hiçkimseye öyle bir şey yapmadım! Hem niye bana sataşıyorsun ki, sana hiçbir kötülük yapmadım!" Sırma Melike'nin bu hararetli savunması karşısında şüphelendi, insanlar hakkında henüz yeterince sarraflık bilgisine sahip olduğunu iddia edemezdi ancak bildiği bir şey varsa o da sır saklayan insanların foyaları belli olunca aniden paniklemeleriydi. Belli ki Melike'nin kara kutuları vardı ve Sırma bunları yanlışlıkla açığa çıkarabilirdi. Burnundan bir nefes verip kısa bir an toprağı izledi ve yalvaran gözlerle ona bakan Melike'ye döndüğünde "Niye bana garip davranıyorsunuz?" diye sordu. Melike'nin yüz ifadesi şekilden şekile girmişti, afallayarak "Bunu nereden çıkardın?" diye sordu. Sırma kaşlarını çatarak konuştu. "Burayı sevmiyorum demiştim, geldiğim günden beri herkes bana bir soğuk yapıyor, kötü kötü bakıyor. Asıl ben kimseye bir kötülük yapmadım ama sen dahil herkes bana bu muameleyi yapıyor işte!" "Sorun ne?" Diye bağırdı sonunda. "Benim bilmediğim ne var? Yoksa yine sen mi arkamdan bir yalan attın?" Melike kaşlarını büzerek "Hayır! Benim o şeyle bir alakam yok!" diye fısıldadı, sesi paniklemişti ve bu durum Sırma'nın fikirlerine etki etti. Sırma gözlerini iyice kısarak Melike'ye dikerken Melike kendini savunmaya başladı: "Benim o olayla bir alakam yok." Sırma'nın yüzü bir anda şaşkınlığa evrildi ve "Ne olayı?" diye sordu. Ne olayı? Kendinin haberi olmadığı ne olaya sebep olmuş olabilirdi? Melike ona her şeyi anlattı. |
0% |