@halempa
|
Ellerinin altında bir kabusun sanrılarıyla titremekte olan güzel bir kadın vardı; o güzellik hem tanıdık hem de bir o kadar farklıydı. Sırma, Kaşif'in dizlerinin üstüne uzanmış titriyordu; henüz bir kabustan uyanmıştı ve korkusunu yenemiyordu. Gözlerini, adeta o kötü görüntüleri unutmak istercesine sımsıkı yummuş, ellerini de yumruk yapıp bir cenin gibi bedenini içe bükerek yan yatmışken çenesinin altına koymuştu. Vücudu anımsamak istemediği anıları teriyle atmaya çalışır gibi bir çaba içerisindeydi. Kaşif sakindi, her zaman olduğu gibi. Kırışık, etli elleri kızın uzun saçlarını okşuyor, metanetli gözleri onu izliyordu. Yatıştırıcı bir söz söyleme ihtiyacı duymuyordu, onlar sessiz konuşmaya alışıktı ve birbirlerinin ruhlarını tanıyorlardı. Harabe, ev demeye şahit isteyen dört duvar küçük bir mekandı; içeride sessizlik vardı ve duvarlar bu duruma alışıktı. Sırma sessizliği dinledikçe sakinleşti. Bir süre sonra titremeyi bıraktı ve göz pınarlarına uzanmış kirpiklerinin arasında uykulu yaşlar belirdi. Uyuyacak gibiydi. Kaşif için sorun değildi; Sırma'nın uyuyakalmasını bekliyordu ve kendi de uykusu gelene kadar dizlerinin üstüne uzanmış bu güzel kadını izleyerek vakit geçirecekti. Sessiz duvarları gecenin monotonluğunda huysuzlandıran ince, boğuk bir fısıltı yükseldi: "Birini öldürdüm." Kaşif'in eli keskin bir sınıra çarpmış gibi durdu, Sırma'nın saçları üzerinde kaldı. Kaşları çatıldı ve dudakları gergin bir ip şeklini aldı. "Kimi?" diye sordu. Sırma'nın uykulu yüzünde bir göz yaşı belirdi; Kaşif onun uykusu geldiği için gözlerinin sulandığını sanmış olsa da, belki de sebep bu değildi. "Tanımıyorsun. Onu hiçkimse bulamaz." Diye mırıldandı Sırma. Kaşif, Sırma'nın yüzüne düşen uzun bir saç tutamını geriye itip öne eğildi. "Ne zaman oldu bu? Nasıl olduğunu anlat hemen." diye fısıldadı. Onları duyacak kimse yoktu aslında; ikisi de okyanusun ortasındaki adalar kadar yalnız ve unutulmuş insanlardı. Onları kimsenin hatırlamayacağı kadar uzak ve izbe bir mekandalardı ve dışarıdan bakınca içinde insan bulunacağını kimsenin düşünmediği böylesine harabe bir evde iki dilsiz gibi yaşarlarken bulunmaları da bir o kadar güçtü. Kendi yalnızlıklarında hapsolmuş iki hayatsız bedenlerdi; amaçsızca yata yuvarlana yaşayan, yaşamdan hiçbir medet ummayan iki suskun hayattılar. Ancak onların açısından suskunluk sebepsiz gelen bir ihtiyaç değildi; ikisinin de bu hayatı seçmelerine sebep olan trajedileri vardı. Sırma duvarların duymasından korkar gibi usul usul anlatırken Kaşif de saklı bir şarkıyı duymak için gayret edercesine kulağını ona vermişti. Bir göl vardı, sadece Sırma biliyordu; ancak şimdi Kaşif de öğrenmişti. Kaşif, Sırma'yı dinledikten sonra bir şey söylemedi ve ikisi de bu konu hakkında bir daha konuşmamaya sessizlikle karar kıldı. Sırma sonunda uyumuştu. Kaşif ise huzursuzdu, hala kadının anlattıklarıyla meşguldü. Öte yandan bir başka rahatsızlığı daha vardı. Sırma'nın huzurla gevşemiş güzel yüzünün altına yavaşça elini koydu ve kadını itinayla kanepeye bırakıp oradan kalktı. Sokaktan yine o sinirini bozan tanıdık, tıkırtı sesinin geldiğini duymuştu. Çıplak adımları pencere kenarına vardığında parmağının ucuyla hafifçe perdeyi araladı ve dışarıda ne olduğunu gördü; yanılmamıştı, uğursuz şeytan yine kapısında dolanıyordu. Kısa bir an omzundan geriye bakıp Sırma'nın uyuyan yüzünü kontrol etti. Ardından sessiz adımlarla odasına gidip, kağıt yığınları arasında boğulmuş telefonunu buldu. Salonda Sırma'nın uyuduğu kanepenin yanından geçip aynı cephedeki diğer bir yatak odasına girdi ve telefonu kulağına götürüp aramaya koyuldu. Sırma'nın uyumak için kullandığı bir yatak ve komodinden ibaret, yine evin eskiliğine uyan harap bir yatak odasındaydı. Odadaki tek pencerenin baş ucuna geçti ve dışarıdaki adamı şeytan görmüş gibi bir yüz ifadesiyle izlerken telefonun çalmasını dinledi. Sonunda laçka ve kaba bir erkek sesi "Kaşif abim buyur?" dedi. Kaşif alçak bir sesle "Reşat, yine o adam geldi. Dediğimi yapıyoruz." dedi. Telefonun ardından keyifli bir ses yükseldi. "Oo abi sonunda sen de anladın yani! Tamam, bizimkileri hemen ayarlıyorum. On dakikaya oradayız." Kaşif çatılmış kaşlarını iyice indirerek "O zamana gider bu şerefsiz. Acele et." dedi. "Abim sen bana bırak, gitse bile bulurum onu. Elimden kimse kaçmaz benim." "İyi çok laf etme de yola koyul hadi!" Diye sinirle fısıldadı Kaşif. "Tamamdır abim, hemen." Kaşif evde gergin bir bekleyiş içerisine girdi. Siniri bedenini hoplatıyor, oturtmuyordu. Ve tahmin ettiği şey daha beş dakika geçmeden gerçek oldu: pencerinin kıyında hala o adamın savsak dolanmalarını izliyordu ki adam sonunda sokaktan uzaklaşmaya başladı. Bir süre sonra Reşat'ın siyah arabası sokağın önünde belirdi ve araba motoru durmadan kapıda beklemeye başladı. Kaşif acele adımlarla aşağı indi, üstüne bir ceket bile almadan öylece ev kıyafetleriyleydi. Arabaya bindiğinde ön tarafta iki kişi buldu, dikiz aynasından ona bakan Reşat ile göz göze gelince "Geç kaldın haysiyetsiz herif, adam gitti!" dedi. Reşat arabayı sürerken rahat bir tavırla "Buluruz abim, celallenme bu kadar!" dedi. Kaşif deri koltuğa sinerek bir of çekti ve geçtiği karanlık köşelerde bir canlılık arayarak pencereden dışarı izlemeye koyuldu. Endişesine gerek kalmadan onu buldular; daha mahalleden dışarı çıkmamışlardı ki Reşat "Şuradaki herif olmasın?" diye sordu ve Kaşif'in gergin bakışları ön cama çevrildi. Loş ışıkta bile kendini belli eden kızıl saçları görünce "Evet, arabayı yavaşlat." dedi. Reşat dediğine sessizce uyup arabayı yavaşlattı ve önde yürüyen serseri silüeti takip etmeye başladılar. Kızıl saçlı adam arkasına kısa bir bakış attı, rahatsız olmuş ve başına bir şey geleceğini anlamış olmalıydı. Adımlarını hızlandırdı ve kendini kaybettirme umuduyla sapa bir araya girdi; akıllıca davranmış ve arabanın giremeyeceği dar bir alanı seçmişti. Kaşif çenesiyle orayı işaret ederken "Getirin şunu." dedi. Reşat arabayı durdururken yanındaki adama göz işareti yaptı ve birlikte arabadan indiler. İkisi, adamın peşinden araya girdi ve Kaşif gözlerini oraya dikmiş bir şekilde beklemeye başladı. Bir hengame sesi geldi, ardından üç adam kol kola debelenerek dışarı çıktı. Reşat ve diğer adam, kızıl saçlıyı yakalamıştı. Kızıl saçlı adam yaka paça kıstırılmış haliden kurtulmaya çalışıyor, iki adamı yalvar yakar ikna etmeye uğraşıyordu. Kaşif parmağıyla işaret ederek "Buraya getirin!" diye seslendi. Kızıl saçlı adam "Abi sizi tanımıyorum! Ne istiyorsunuz benden?" diye devam ediyordu. Reşat ve diğer adam, kızıl saçlıyı arka kapıdan içeri soktu ve vakit kaybetmeden arabaya bindiler. Kızıl kafalı adam daha arabaya bindirildiği an kapıyı açıp fırlamaya koyulmuştu, ancak Kaşif ondan hızlı davrandı ve adamın cılız kolundan yakalayarak hırladı. "Daha fazla konuşma ve adam gibi otur şuraya." Adamın panik çığlıkları atan iri gözleri ona çevrildi, o an Kaşif kör edici mavi bir ışığa yakalanmış gibi afallayıverdi; ömründe böyle parlak bir mavi renk görmemişti. Şaşkınlığını o an sürdüremezdi, ketum ifadesini bozmadan Reşat'ın arabaya binip kapıları kilitlemesini bekledi. Kapılardan peş peşe sesler gelince Kaşif de geriye yaslandı ve arabanın bulundukları mevkiden uzaklaşmasını bekledi. Kızıl saçlı adam hala panikle etrafına bakıp duruyor, "Abi benden ne istiyorsunuz? Kimsiniz?" diye soru yağmuruna tutuyordu. Reşat'ın iğneleyici gözleri yukarı kalktı, dikiz aynasından adama bakarak "Mal istiyoruz, var mı birader?" dedi. Kaşif bir anlık şaşkınlıkla Reşat'a baktı, Reşat da ona baktı ve "Abim ben bu pezevengin kim olduğunu biliyorum." dedi. Kaşif'in incelen gözleri kızıl saçlıya döndü, o sıra Reşat'ın yanında oturan adam konuştu: "Torbacı bu, buralarda çok bilinir hem de. Kafasından tanıdım. Yıkıntı sokağında mal satıyor bu şerefsiz." Adam ne tepki vermesi gerektiğine karar verememiş olsa gerek bir an gergin bir kahkaha attı. "Ne diyorsunuz abi, ne torbacısı? Yok öyle bir şey, yanlış anladınız!" Kaşif yan yan onu izlerken çoktan bir şey fark etmişti, dile getirmekten çekinmedi ve düz bir sesle "Demek o yüzden keltenkele kuyruğu gibi kıvranıp duruyorsun. Çekiyorsun değil mi?" dedi. Daha ilk bakışta adamın hal ve hareketlerinde anormal bir durum olduğunu sezmişti. Adamın elleri ve bacakları bir türlü yerinde durmuyordu, koltukta oturamıyor ve kapının kilitli olduğunu unutmuş gibi sürekli kalkıp gitmeye çalışıyordu. Safir mavisi ile kırmızı kılcal damarların insanlıktan çıkardığı iri gözler telaşla ona döndü. "Yok abi! Kullanmıyorum, ben hep böyleyimdir!" Kaşif adamı bir anda yakasından tutup kendine çekti. "Niye benim kapıma gidip geliyorsun ha?" diye hırladı. "Abi beni başkasıyla karıştırıyorsunuz bak kesin! Yemin ederim bir şeyden haberim yok!" "Başlatma lan yeminine!" Diye bağırdı Kaşif. "Bana kör muamelesi mi yapıyorsun ulan? Her gece kapımın önüne gelip dikiliyorsun! Evimin önünde ne işin var?" Adam anlamsız bir şeyler geveledi ancak cevap vermedi, bomboş gözlerle öylece bakıyordu. Öyle safa yatmayı beceriyordu ki Kaşif'e cevabı kendinin bilmesi gerekiyormuş gibi hissettiriyordu; ancak Kaşif bunun bir numaradan ibaret olduğunu biliyordu. Reşat dikiz aynasından arkaya bakarak bağırdı, "Alo! Cevap vermezsen bacaklarını demir sopayla kıracağız bak haberin olsun, bagajda haydar seni bekliyor!" Adam kekeleyerek "Bilmiyorum. Yemin ederim... Ben öyle bir şey yapmadım..." dedi. Kaşif'in içine fenalık gelmişti, derin bir iç çekerek adamı yakasından itti. Adam arkasındaki cama tosladı ve iri gözlerini karşısındaki öfke küpünden ayırmadan olduğu yere sindi. Kaşif "Birini mi takip ediyorsun cevap ver." dedi. "Sabrımı zorlama oğlum, hazır sağlam vücut duruyorken anlat." "Okuldan... arkadaştık." "Kimle?" Adam yüzünü başka bir tarafa çevirdi ve yuktundu. "O kızla." "Ya?" Sessizlik. Kaşif ellerini bacaklarına koyup "Demek o kızla tanışıyorsunuz öyle mi?" diye sordu. Yine sessizlik. Kaşif içindeki öfke patlamasıyla aniden "Öyle mi lan?" diye bağırdı. Adam panikle sıçradı ve koltukta iyice köşeye çekildi. "Evet abi." Kaşif elini sertçe adamın köprücük kemiğine koydu. "Tanışmayacaksın oğlum. Senin insanlarla tanışma yöntemin buysa hiç tanışmayacaksın lan." diye fısıldadı. "Ulan pezevenk. O kız kim biliyor musun o kız?" Baş parmağını temas ettiği omzun çöküntü kısmına doğru bastırdı, adam yüzünü acıyla buruşturarak omuzlarını içe çekmeye çalışırken Kaşif tekrar sordu: "O kız kim biliyor musun oğlum?" "O kız benim ailem. Ailem. Aileme bulaşmayacaksın!" Adam acıyle inleyerek öne büküldü ve omzundaki eli tutup itmek istedi, Kaşif diğer elinin tersiyle önündeki ele bir tokat attı ve "Debelenme hıyar." diye hırladı. "Usul usul dinleyeceksin. Ailemden uzak dur. Bir daha o kızın peşine takıldığını görmeyeceğim yoksa senin kasabın olurum. Anladın mı? O yürüyen bacaklarını satırla keserim." Adamın acıyla kasılmış yüzünde ter damlaları birikmişti, dişlerini sıkarak acıya katlanmaya çalışırken onay mahiyetinde bir ses çıkardı ve "Bir daha gelmeyeceğim abi söz!" dedi. En azından bu sefer uyduruk bir yemin etmeden söylemişti, Kaşif'in içi hala rahat değildi ama bu durumdan artık sıkılmıştı. Ve şu an daha fazla yapabileceği bir şeyi yoktu. Geriye çekilip önüne döndü. "Reşat, şimdi bunu karakola götürüyorsun. Hap sattığını ihbar etmeden de polise bırakmıyorsun." Adam anında çocuklaşan bir sesle yalvarmaya başladı. "Abi yapmayacağım söz veriyorum, bir daha sokağınıza adım atmayacağım! Beni polise vermeyin, biterim!" Kaşif de dahil kimse onun yakarışlarını umursamıyordu, Reşat'ın gözleri aynada ona çevrildi. "Niye polise veriyoruz abi? Bu ibnenin hesabını kendimiz görelim işte, polise versek ne olur? Bir iki aya serbest kalır yine." Tehtit saçan lafları işitince kızıl saçlının enerjisi bir anda kesilmiş ve hareketsizleşmişti. İri iri açılmış gözleri önündeki şöföre bakıyordu. Kaşif pencereden dışarı bakarak "Başımıza bunu dert etmeyelim. Sicili yeterince kabarıktır, biraz hapiste yatsın da akıllansın. Böylesi daha iyi." dedi. "Abim hapçı bu, bunun hiçbir tarafı akıllanmaz! Başımıza bela olmadan halledelim, tertemiz!" "Hayvan mıyız oğlum biz? Canımızın istediğini kesip biçemeyiz, böyle olur olmadık yerlerde ipsiz gibi konuşma! Hala akıllanamamışsın! Bırak şu pezevengi polise, gerisi hallolur!" Reşat'ın maçoluk taslayan tavrı omuzları gibi indi ve önüne dönerken "Tamam abi, sen bilirsin." dedi. "Şimdi beni de karakola götürtme, önce beni sokağın başına bırak sonra halledersiniz." Ardından kızıl saçlı adama döndü. "Kırmızı biber, kimliğini bir çıkart bakayım." Adam Kaşif'e bön bön baktı. Kaşif elini öne uzattı ve kirpiklerinin altından ona bakarak "Kimliğini ver." dedi. Öndeki yolcu koltuğunda oturan adam arkasına döndü ve "Şşt lan! Duymuyor musun? Adamı geciktirme de ver istediğini!" diye bağırdı. Kızıl saçlı çaresizce arka cebine uzandı ve kimlik kartını Kaşif'e uzattı. Kaşif kartı alınca bir kez üstün körü isim ve soyisme baktı, fotoğraftaki kişinin o olduğundan emin olmak için önündeki ecel terleri döken adama baktı ve kartı şoför koltuğuna uzattı. "Şunun arkalı önlü fotoğrafını çekin. Fotoğraf sizde kalacak, eğer bu şerefsizin Sırma' ma bir zarar verdiğini görürsem o zaman defterini dürersiniz." Ardından kızıl saçlıya döndü ve "Sen de anladın mı?" dedi. "Eğer o kıza bir zarar vermişsen ya da verirsen, seni yine buluruz. Ama bu sefer yaşatmam anladın mı?" Adam çenesini aşağı eğmiş önüne bakıyordu, beyaz tenine rağmen yüzü kireçten beter bir renge dönmüştü. Kaşif, bir onay almasına gerek kalmadığını düşündü, adam aklının alacağından fazla korkmuş olmalıydı. Araba evinin sokağı önünde durduğunda son kez Reşat'a döndü. "Reşat, o fotoğraflardan ikinizde de olsun. Birinize ulaşamayınca diğerinize ulaşırım en azından." "Tamam abi, o iş bizde." Kaşif'in tehtit saçan gözleri yanındaki ruhu sönmüş adama döndü ve usulca konuştu. "Sen de anlarsan iyi olur. Serbest bırakılırsan diye söylüyorum: bu abilerin gözü hep üzerinde olacak, seni istediğimiz zaman arar buluruz. O sefer de acımayız anladın mı?" Reşat da dikiz aynasından bakarak "Lan! Polise varınca bizi ispiyonlamayacaksın tamam mı? Uslu uslu nezaretine girip yatacaksın!" diye bağırdı. Adamdan hiçbir tepki çıkmıyordu, rengi bozardıkça bozarıyordu, şimdiden mezara gömülmeye hazır hale gelmişti. Kaşif kapıyı açıp arabadan indi ve son kez kızıl saçlıya baktıktan sonra kapıyı kapadı. Reşat özünde haklıydı, onca tehtit ve tedbiri uygulamış olsa da Kaşif'in içi hala rahat değildi. Ancak Reşat'ların dünyasındaki alışkanlıklara ayak uydurmak istememişti, belki içinde bulunduğu durumun tehlikesine yetemeyecek bir vicdani karar almıştı. Ama sonucu zaman gösterecekti. Eve vardığında Sırma'yı kanepede bıraktığı halde buldu. Yüzünde yorgun bir gülümseme oluştu ve sessizce yanına gitti. Sırma'nın üzerine eğildi ve güzel hazinesinin pembe yanağını hafifçe okşadı. Usulca fısıldadı: "Benim güzel Asuman'ım..." Birkaç gün sonra, şafak sökerken sokağa ambulans geldiği bir gün, başka bir sokakta suni uyuşturucudan zehirlenip ölmüş yalnız bir adam bulundu. Ölümü koca bir talihsizlik gibi duruyordu ancak talihsizlik gibi duran bu olayın üstü nedense örtülmüştü...
Hangi aydı? Hangi mevsimdi? Ya da saat şu an kaçtı? Bu tür soruların cevabını veremediğine göre yine kendini kaybettiğine emin oldu. Yine ipin ucunu kaçırmış ve keder dolu bir çukurun içinde debelenerek kendini kaybetmişti. Karanlığın içinde beyaz bir çukur vardı; çukurun tepesinde obsidyenden bir sarkıt ve ucunda beyaz, süte benzer bir damla vardı. Çukurun içine damlalar düşmeye başlayınca, Sırma'nın zihninde de anılar belirmeye başladı. Baştan sona ne yaptığını hatırlarken sona varmak için gayret etti, şimdi kim bilir neredeydi ve bu bitkinliğinin sebebini bulmaya çalışıyordu. Kapalı gözlerinin oluşturduğu zihinsel karanlıkta Deniz'in yüzü belirdi; omuzlarından bileklerine tatlı bir serinlik aktı ancak o his çabuk geçti. Bir şeyleri sindirmeye başladığının kanıtıydı bu çabukluk; belli ki o adama beslediği hisler dibi çekiyordu. O hissin tamamen yok olacağına dair bir inancı yoktu, içinden bir ses o hissin bir daha coşmamak üzere azaldığını söylese de anısını yaşatmak için daima bir damla geride kalacağını söylüyordu. Acı bir kahvenin üzerine gülmek gibiydi, Deniz'i de böyle hatırlayacağına emindi. Zihninde eski western filmlerinin cılız, eski püskü evlerini andıran bir mahalle belirdi; tozlu yolları ve sessiz havayı hatırladı. Her gün o sessizlikte acınası bir umutla Deniz'e yemek hazırlayan zavallı, bitik kendini gördü. Kendi gibi bitik ve eksikle dolu bir mutfakta Deniz'in ağzına girecek diye üzerine titreyerek yaptığı yemekleri gördü. Kulaklarını uğuldatan o sessizlik, anılarını Kaşif'in evine çekti; Kaşif'i hatırladı. Ancak onu gördüğü an göğsünde sivri uçlu bir acı oluştu ve ürpererek gözlerini açtı. Hastanedeydi. Daha önce yatırıldığı servis odalarının çok iyi bildiği tavanını görünce bunu anında anladı. Gözlerini biraz çevirince odadaki sessizlik yüzünden ummadığı bir şaşkınlık yaşadı: Rabia suskunluk yemini etmiş bir rahip gibi sessizce onu izliyordu. Kollarını göğsüne bağlamış, bacaklarını üst üste atmış ve dudaklarını aşağı bükerek asık bir suratla oturuyordu. Rabia'yı görünce şaşkınlıkla gözlerini kırptı. Tam konuşmak için ağzını açmıştı ki boğazındaki kuruluğu hissetti, ağzından sadece anlamsız bir ses çıktı. Yutkundu ve tekrar konuşmak için dudaklarını araladı. "Hiç bir şey anlatma canım." Rabia'nın sitemkar sesi eşyasız duvarlarda yankılandı, Sırma karşılaştığı tavır karşısında afalladı, kaşları hafifçe çatıldı ve Rabia'ya soru dolu bakışlar attı. Rabia yanındaki komodinden bir telefon alarak ayağa kalktı ve Sırma'nın baş ucuna dikildi. "Artık senin boş laflarını dinlemek istemiyorum. Sonunda gerçek olmadığını öğrenmekten bıktım." Telefonu Sırma'ya uzattı. "Madem akıllanmak istemiyorsun, bundan sonra kendi dertlerini kendin çözersin. Benden bu kadar." Sırma şaşkın gözlerini önündeki telefona çevirdi ve avuçlarını yatağa bastırarak doğruldu. İlk harekette kafasının arkasında vurucu bir sancı hissetti ve yüzünü buruşturdu. Ancak acısı tek seferlik gibiydi, Sırma kendini kaldırana kadar hızla yok oldu ve sırtını yatak başlığına koyup oturduğunda kendini eski haline dönmüş hissetti. Rabia'ya kısa bir bakış daha attı ve telefonu elinden aldı. Kendi telefonuydu, o an aklına gelen soruyla "Telefonumu nereden buldun?" diye sordu. Onu en son Raziye teyzeye bırakıp gittiğini hatırlıyordu. Rabia gözlerini kısarak "Seni bulmaya çalışırken eşyalarının bir kadında olduğunu öğrendim." dedi. "Gidip hepsini aldım. Ne yaptığını biliyorum, kadın her şeyi anlattı. O bütün yalanlarını... Yalan üstüne yalan, bir de... Ne yapmışsın sen Sırma?" Son cümlede sesi şok ve utancın bir arada bulunduğu bir hikayeden düşmüş gibiydi. Pek de yanlış sayılmazdı ve haklıydı. Duyduklarının onda tam olarak şok ve utanç yarattığını Sırma tahmin etmişti. Sırma telefonun açılmasını beklerken cansız gözlerini ekrana dikti, Rabia'ya baksa nasıl bir ifadeyle karşılaşacağını iyi biliyordu. Ona bakacak yüzü yoktu, öğrenmemesini isterdi. Ki olay Rabia'nın öğrenmesine kalmadan hallolacak sanmıştı. Çatallaşan bir sesle "Ben... Buraya nasıl geldim?" Diye sordu. "Polis buldu. Hakkında arama başlatmıştık. Bir dükkana girip uyuyakalmışsın! Dükkan sahibi insaflı çıkmasaydı seni bulamazdık!" Rabia'nın öfke yağdıran sesi üzerine Sırma ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette gözlerini kısarak ona baktı ve "Uyuya mı kaldım?" dedi. Aklından geçeni açıkça dışa vurdu ve "Hiçbir şey hatırlamıyorum." diye mırıldandı. Rabia öfkeyle soluyup bir an başka bir yere baktı ve Sırma'ya döndüğünde kıvılcım atan gözlerini gererek "İnsomniak atak geçirmişsin. İki gündür uyuyorsun!" dedi. Şaşkınlıkla dudakları aralandı ve elini başının arkasına götürdü; bu sancı ve boğazındaki kuruluk demek bu yüzdendi. Vücudunu zar zor hareket ettirebiliyordu, çok bitkindi ve bunun sebebi de günlerdir aç olmasıydı. Garip bir şekilde hala açlık hissetmiyordu, ancak karnının içe çöktüğünü görebiliyordu. "Nasıl oldu bu... Hiçbir şey hatırlamıyorum..." "Sana artık güvenmiyorum biliyor musun? Sen gerçekten zıvanadak çıkmışsın! Ev basmalar, tanımadığın bir herifin yanında kalmalar, birden basıp gitmeler filan! Ananen öldükten sonra, senin değiştiğini sanmıştım aslında. İçten içe senin başkalaştığını biliyordum. Haklıymışım meğer! Keşke kendime inansaymışım. Sen benim tanıdığım Sırma değilsin, kendini mahvetmişsin! Artık seni tanıyamıyorum!" Sırma öne kamburlaşıp elini saçlarına soktu ve sessizce göz yumdu. Rabia'ya söyleyecek bir şeyi yoktu, o haklıydı. Ancak azarlanmanın utancı dayanılır bir şey değildi ve kabuğunu terk edip oradan kaçmak isteyen bir tırtıl gibi sıkışmıştı. Çaresizce "Şu an dinleyecek halim yok Rabia. Kendimi iyi hissetmiyorum." diyebildi. Rabia sinirle sesini yükselterek "Söylüyorum çünkü bundan sonra yanında ben olmayacağım!" dedi. Sırma kirpiklerinin altından perişan bakışlar attı, duyduklarına inanamadı. Rabia başını salladı. "Evet, safın tekiyim ben var ya. Şu halde bile, son son sana bir iyiliğim dokunsun diye çabalıyorum!" Konuşurkenki yapmacık alaycılığını bozdu ve yerini sinirli hali aldı. "Gidiyorum. Artık işime döneceğim. İyileşmen için elimden geleni yaptım ama sana yetmiyormuş demek ki. Sen iyileşmek istemiyorsun, çabama değmiyor bunu fark ettim. Artık kendin kendini iyi yap. Ya da istediğin gibi hayatını iyice mahvet. Benden bu kadar." "Gidiyor musun?" "Hala anlayamadın mı?" Diye hışımla sordu Rabia. Sırma başını iki yana sallayıp "Onu değil." dedi. "Samsun'a mı dönüyorsun? Eski işine mi yani?" Rabia gözlerini kısarak "Nereden çıktı şimdi bu?" dedi. "İstanbul'a dönüyorum tabi ki de, önümüz yıl patronum dükkanı bana devredecek bunu sana anlatmıştım ya? Ha. Unutmuşsundur tabi neyse." dedi, yatağın yanındaki tekli koltuktan pardösüsü ve çantasını alırken "Aklından ne geçtiği belli değil ki!" diye mırıldandı. Sırma telefonundan bildirim sesi yükselince gözlerini beyaz ekrana çevirdi ve bir mesaj gördü. Kaşlarını çatarak mesaja girdi ve sessizce okudu. Rabia o sıra tepesinde belirdi. "Okudun mu?" Sırma bir cevap vermedi, dudakları gergin bir şekilde iki yana gerildi. "Aferin sana Sırma." Dedi Rabia, sesi bu sefer öfkesini alçaktan yansıtıyordu; neredeyse boğuk bir sesle bunu söylemişti. "Hayatını mahvettiğin için mutlusundur sanırım. Çünkü bunu bile yaptıysan, kesinlikle kasıtlı bir şekilde hayatını mahvetmek istemiş olmalısındır." Sırma onun çoktan haberdar olduğunu anlamıştı, Rabia muhtemelen telefonunu karıştırmıştı. Marmara üniversitesinden bir mail gelmişti: kaydı düşmüştü. Sırma kaydının düştüğünü çoktandır biliyordu ancak bunca sene sonra üniversiteden mail gelmesinde hiçbir mana bulamamıştı. Aradan zaten üç yıl geçmişti, hala neden bildirim gelmiş olabilirdi ki? Hiçbir sebep bulamadı, üniversitenin vasat senkronizasyonuyla alakalı olduğunu düşündü. "Niye bu kadar zaman sonra mail atmışlar ki?" Diye mırıldandı. "Onlar sana mail atmadı canım, maill adresine bakarsan kimin attığını görürsün!" Sırma kaşlarını çatarak mail'e döndü ve adresi okurken şaşkınlığı ikiye katlandı. Bezgin bir nefes verip "Sen mi atmışsın? Niye böyle bir şey yaptın ki şimdi?" dedi. "Sorduğumda inkar edeceğini biliyordum da ondan." Sırma cansız gözlerinde belli belirsiz bir utanç ifadesiyle ona baktı. "Allah bilir telefonun elime geçmeseydi üniversiteyi yarıda bıraktığından haberim dahi olmayacaktı! Senin mezun olduğunu sanıyorum ben, yıllardır saf gibi!" "Söyleyecektim, bir türlü fırsatım olmadı." "Hadi oradan ya. Kaçıp gittiğinde bir umut bir şey bulurum diye telefonunu kurcalarken gördüm bu maili. Niye bunu yaptın diye soramıyorum arrtık biliyor musun? Sorma hevesim bile yok, çünkü her işin ters! İnatla bir şey deniyorsun ama ne olduğuyla ilgili hiçbir fikrim yok! O bölümü kazanabilmek için bütün lise deli gibi çalışıp uğraşmış Sırma olamazsın sen! Emek verdiğin her şeyi harcamışsın!" Sırma yorgun bir iç çekti. "Rabia çok kötüydüm yemin ediyorum. Daha fazla devam edemedim, eve geri dönmek zorunda kaldım." "Hiç tedavi olmayı denedin mi peki?" Sırma sessizleşti, cevap netti. Rabia elini alnına vurarak başka tarafa döndü ve yok artık, der gibi bir nefes verdi. "Ya şaşırıyorum ama asıl kendime şaşırmam lazım. Sen zaten buna dönüşmüşsün ki!" Kollarını iki yana indirip Sırma'ya baktı ve "Neyse ne ya." dedi. "Neyse ne! Bundan sonra çareni kendin bulmak zorundasın!" Rabia koltuktan çantası ve pardösüsünü alıp kapıya yöneldi ve son belli oldu. Sırma bir cevap verecek yeterliliği kelimelerde bulamadı, Rabia'ya diyecek hiçbir şeyi yoktu. Sadece usulca "Araşır mıyız?" diye sordu. Rabia kapıya vardığında durup baktı ve "Hayır, anlamıyor musun?" dedi. "Aynı Begüm'e yaptığın gibi düşün. Ben hiç yokmuşum say yani. Hoşçakal." Sırma hiçten var olan bir enerjiyle yatakta doğruldu, "Rabia hastayım diyorum. Sen de gidersen hiçkimsem kalmayacak! Bir tek sen yardım ediyordun, bu halde ne yapacağım?" "Bilmiyorum Sırma! Seni anlamıyorum, gittikçe kendini batırıyorsun!" Sırma dizlerinin üstüne çıkmış, yatağın ortasında öylece duruyordu. Elleri çaresizce iki yanına sarkarken, avuçları da bomboş niyetleriyle öne dönmüştü. Avuçlarında tutunabileceği hiçbir şey kalmamış olması canını yakıyordu. Gözlerine yaşlar birikmişti, ağzı bir şey söylemek ister gibi açılmış ama öylece duruyordu. Yapabildiği tek şey yine bu açıklaması olmayan kendini açıklayacak bir mantıklı sebep bulamayıp, ıslak gözlerini Rabia'ya dikmekti. "Yapabilecceğim her şeyi yaptım zaten, elimden bir şey gelmiyor. Sen de beni anla! Daha fazla peşinden koşamam. Sen gittikçe tutulmaz olyorsun, benim de artık çarem kalmadı." Rabia'nın yüzünde söylediklerinin acısını yaşayan ama başka çaresi de kalmadığını belli eden bir çaresizlik vardı, kapıyı çekip koridora çıkarken son kez "Benden bu kadar. Hoşçakal." dedi. Eşya yoksunu odada kapının kapanma sesi yankılandı, Sırma bacaklarındaki gücün bir anda kesilmesiyle yatağa çöktü ve beyaz çarşafın üstüne inen bir damla gözyaşını seyretmekten başka hiçbir şey yapamadı. Yapabileceği hiçbir şeyi yoktu. Yaşamın içinde kaybolmuş ve dalgalara kulaç atmaktan vaz geçmişti, şimdi kendi elleriyle inşa ettiği hiçliğin içinde ne yapacağını bulamıyordu... Tam bir umutsuzluğa düşmüştü. Artık o kapıdan içeri hiçkimsenin gireceğine, bir dostu ya da tanıdığı kalmadığına inanıyordu. Yatağın sağındaki büyük pencere camından kendi yansımasını gördü, dakikalarca kendi ağlayışını seyretti. Dışarıdan tanımadığı, bilmediği insan sesleri gelip gidiyordu; kapının ardında bir hayat vardı. Sırma ise dört duvar ile başbaşa, yapayalnızdı. Bu duruma her seferinde düşmeyi başarıyordu. Yeterince çabalamadığı içindi belki, Rabia tabi ki de haklıydı. Her seferinde kendi hayatını mahvettiği için bu dört duvar arasında kalıyordu. Şimdi emindi; çaresiz kaldığı zaman arayıp yardım isteyebileceği bir insan bile kalmadığına göre, Artık gerçek anlamda yalnızdı. Yatak ucundan baldırlarını sarkıtmış, ileri geri sallanan ayaklarını bomboş gözlerle izlemekteydi. Kapının ardından kalın ve farklı bir ses geldi. Farklıydı. Sırma o sesi duyduğu an gözlerine inanamamış bir ifadeyle sesin geldiği yöne döndü ve tüyleri köküne kadar ürperirken bu sesin nasıl hem bu kadar tanıdık, hem de böylesine farklı olduğunu sorguladı. Sesi tanıdığına emindi ancak emin olamadığı farklı bir tınısı olduğu için o sesi sahibine yakıştıramıyordu. Derken kapı açıldı ve karşısında uzun boylu, siyahlar içinde bir adam belirdi. Sırma şaşkın gözlerini adamdan ayırmadan seyrediyordu, adam da bir an sadece Sırma'yla bakıştı. Simsiyah saçları, bembeyaz bir teni vardı. Ekim ayının esintisinden olsa gerek, boğazına kadar yükselen balıkçı yaka bir siyah kazak giymişti; vücudu da aynı renkte kıyafetlerle kaplıydı. Bu yüzden teni olduğundan daha çok öne çıkıyordu. Yeşilimsi gözleri vardı ama pek emin olamıyordu; o gözlere bakınca Sırma neredeyse kendinin erkek haliyle bakıştığını sanacaktı ancak bir fark vardı ki adamın gözleri çilsiz ve mat bir tondu. Adam hafifçe baş salladı ve tereddütlü bir şekilde kapıyı kapatıp içeri girdi. Sırma şaşkınlığını henüz üzerinden atamadan kaşlarını çattı ve oturduğu yerde hafifçe döndü. "Kimsiniz?" Yine o tanıdık ve bir o kadar farklı ses "Sırma Akçalı sensin değil mi?" dedi. Sırma ismini duyunca kaşlarını iyice çattı ve "Evet?" dedi. Adam gerginliğini ip gibi çözen bir nefes verdi ve biraz daha rahat bir tavırla ellerini ceketinin ceplerine soktu. "Ben İlker Demirci, Kaşif Demirci'nin oğluyum." Sırma'nın gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu, pörtlemiş gözlerini adamın üstünde gezdirerek "Ne?" diye ciyakladı, sesi alçaktı ancak tepkisine mani olamamıştı. Kaşif hiçbir zaman bir oğlu olduğundan bahsetmemişti. Hayır, Kaşif ona bir ailesi olduğundan bile bahsetmemişti. O Kaşif'ti sadece, Sırma ona geçmişiyle ilgili hiçbir şey sormamıştı ancak birlikte yaşadıkları günler boyu onun sadece hayata karşı tepkisiz, amacını kaybetmiş, yalnız bir adamdan ibaret olduğunu sanmıştı. Bir çocuğu olduğunu kendi ağzından duymadığı sürece inanması mümkün değildi. Hemen şüpheyle gözlerini kıstı ve "Beyefendi buraya ne için geldiniz? Siz kimsiniz?" diye sordu tekrar. Adam artniyetsiz bir yüz ifadesiyle "Kim olduğumu söyledim. Kaşif benim babam." dedi. "Onu tanıdığını biliyorum, hakkında biraz bilgim var. Senden bir şey öğrenmem lazım." Sırma parmaklarını çarşafa geçirirken gerginliğini göstermemek için sakin görünmeye çalıştı. "Ne istiyorsun?" Adam'ın mat irislerinde kesif bir donukluk oluştu ve bir an sessizce Sırma'yı izledi. "Önce bir yere gitmemiz lazım. Büyük mezarlığa gitmek için doktorundan izin alabilir misin?" "Mezarlığa niye gidiyoruz ki?" "Sormasan? Şimdi burada anlatacağım hiçbir şeyin bir anlam ifade edeceğini sanmıyorum." Şüpheyle kısılmış gözleri adamın üzerine dikildi. Başta anlık bir panikle tanıdığı birinin öldüğünden şüphelendi, ancak böyle bir durum söz konusu olsaydı Rabia onu mutlaka haberdar ederdi. Şüpheleri, karşısındaki adama döndü ve huzursuz bakışlar eşliğinde kaşları sertçe çatıldı. Adamın gergin dudakları ve soğuk bakışları tavrını hiç bozmuyordu, kısa bir an sessizce Sırma'ya bakmayı sürdürdü. Ardından can sıkıntısı yüklü bir nefes verdi. "Geçmişten kalmış bir mevzu. Benim için çok önemli. Sadece gelemez misin?" Sırma önüne düşen saçları geriye atarak sağ tarafındaki pencereye döndü ve sinirle homurdandı. Kendi sorunlarıyla yüzleşmeye bile gücü kalmamış, zavallı biri olduğunu söylemek isterdi. Ancak sızlayan vücudunun tüm hücrelerine kadar bezmişlik doluyken bile meraklanmıştı. Sızlayan, ağlayan, mızmızlık yaparak beyin duvarlarını inleten basit Sırma'nın olduğu küçük kutuda, orada bir yerde gözle görülmeyecek kadar küçük ama sinir bozucu bir merak peydalanmıştı. O anlık, hiçbir fikri olmaksızın adama itaat etmeye karar kıldı ve yatağın dibindeki terlikleri giyip kapıya yürüdü. Kapıyı açıp çıkacakken aklına gelen fikirle adama döndü ve "Yanımda şu an hiç param yok, taksi ücretini sen ödersin haberin olsun." dedi. Adam ölü yosunları andıran gözlerini kırpmadan "Arabam var." dedi. Sırma omuz silkip koridora çıktı ve servisin ortasındaki hemşire masasına gitti. Bir süre doktorun aranması ve ikna etmeye çalışmakla uğraştı, sonunda mezarlıkta bir yakınını ziyaret etmesi gerektiğini ve akrabasıyla gideceğini söylemek aklına geldi ve bu şekilde doktoru ikna edebildi. Söylediğinin gerçek olup olmadığına açıkçası kendi bile emin değildi, ancak öyle bunalmıştı ki sebep ne olursa olsun dışarıya çıkmak istiyordu. Adamın derdini bilmiyordu, istediği şeyin ne olduğunu da. Ama yapacak hiçbir şeyi yokken tüm hevessizliğine rağmen zihnini dağıtmak fena olmaz diye düşünmüştü. Adam koridorda beklerken Sırma da Rabia'nın tekli koltuğa bıraktığı çantasından eline gelen bir eşofman takımını giydi. Yakasını çekiştirerek düzeltirken odadan çıktı ve adamla kısa bir an bakıştı. O an şüphelendiği için kendini salak hissetti ve bocalamasının asıl sebebini buldu: karşısında Kaşif'in gencecik bir formu duruyordu. Yavaş yavaş aklı yatınca sesinin de bir o kadar Kaşif'e benzemesini anormal bulmadı. İçindeki garipsemeye rağmen onun Kaşif'in oğlu olduğunu kabul etti. Servisten çıkıp asansöre bindiler ve sessizliklerine devam ettiler. İkisinin de konuşacak bir hevesi yoktu, Sırma zaten yüzünü onun olmadığı tarafa çevirmişti ancak bu sefer de karşısındaki asansör aynasında, kapkara bir kuzgun yuvasında hapsolmuş gibi duran adamın görüntüsüyle karşılaştı. Bir yabancıyla konuşmamak için kendini zorlamanın can sıkıcılığını yaşadı. Hastanenin arka tarafındaki geniş parkta siyah bir Audi vardı, adam bir teklifte bulunmadan şoför koltuğuna geçti ve Sırma da sessizce ön taraftaki yolcu kotluğuna oturdu. Yol boyu cebindeki telefonu döndürüp camdan dışarıyı izledi. Ama yine camdaki yansımada adam ile karşılaştı. Bir ara "Adın ne demiştin?" diye sordu. Adam ruhsuz ifadesini bozmadan "İlker." dedi. "Kaşif bana çocuğu olduğunu söylememişti." İlker keyifsiz bir homurtunun ardından "Sana kendini başka biri olarak mı tanıtmıştı?" dedi. Sırma şaşkınlıkla sol tarafına döndü ve adamın asabi yüzüyle karşılaştı. İlker gözünü yola dikmişti, ancak Sırma ön camın yansımasında kendine doğrultulmuş ve sinsice tepkisini inceleyen gözleri fark etti. Kaşlarını çatarak "Başka birisi mi?" dedi. İlker'in gergin ifadesi bir anda yok oldu ve rahat bir tavırla "Sana kendini nasıl biri olarak anlattı?" dedi. Sırma gittikçe şüphelenmeye başlamıştı. "Kendiyle ilgili konuşmazdı." İlker alaycı bir homurtu attı. "En azından yalan söylememiş." Sırma bu senaryoyu tanıyordu, ancak sessizliğini korudu. İlker sanki Sırma'ya Sırma'dan bahsediyor ama kişileri karıştırıyordu, durum bu kadar garibine gitmişti. "Daha önce yaptı mı yani?" İlker bir an soğuk bakışlarını ona çevirdi ve yola döndüğünde "Babamı tanıdığını sanmıştım ama pek bir şeyden haberin yokmuş." dedi. Sırma iyice kaşlarını çattı ve bu herifin derdi ne, diye düşündü. "Beni nereden biliyorsun? Baban mı anlatmıştı?" İlker diline acı biber değmiş gibi gözlerini kısarak "Hayır." dedi. "Son kaldığı evin komşusuyla konuştum. Kadın seni anlattı." Sırma'nın aklına anında Raziye teyze düştü ve dudakları sinirle gerildi. Görünüşe göre saf ve sadakatli sandığı kadın hakkında büyük yanılmıştı; Raziye teyzenin onu anaç bir niyetle korumak için sırlarına ortak olmasında bir sorun görmediği zamanlar yanıldığını anladı. Raziye teyze, hakkında bildiği ne varsa Rabia'ya da İlker'e de bir güzel anlatmıştı. Sinirini bastırmaya çalışarak "Ne anlattı?" diye sordu. "Birlikte kaldığınızı söyledi, seni bulmamın bir sebebi buydu." Sırma'nın gözleri direksiyonu gergin bir şekilde sıkan parmaklara kaydı. "Babanı hep böyle kovalayıp duruyor musun?" Diye sordu merakla. İlker kaşlarını çatarak "Kovalamak mı?" diye sordu. "Öyle bir şey yok. Sadece öğrenmem gereken bir şey var." Sırma umursamaz bir tavırla "Ee? Sor işte. Anlamadım yani, illa beklememiz mi gerekiyor?" dedi. İlker sessizleşti ve Sırma gözlerini bayarak önüne döndü. Adamın bu kasıntı halinden şimdiden fenalık gelmişti. Mezarlığa vardıklarında İlker arabayı kemerin kıyına park etti ve Sırma sessizce arabadan çıktı. İlker'in de arabadan çıktığını sanarak yürüyordu ki, soru soran bakışlarını arabanın ön camına çevirdi; İlker arka koltuktan deri kılıflı bir kutuyu alıp arabadan indi. El genişliğinde dikdörtgen şekilli kahverengi bir kutuydu, Sırma o kutunun da Kaşif ile alakalı olduğunu sezmişti. Ancak bir şey söylemedi ve sessizce başını öne eğip İlker'i takip etti. Soğuk bir sabah rüzgarı vardı; şimdiden kulaklarını yakıyordu. Havanın bu kadar soğuduğunu kestiremeyip üstüne yazlık bir eşofman giydiği için kendine kızdı. Dünyayla ilişiğini kestiğinin basit bir kanıtıydı bu; artık mevsimlerin yansıttığı zorunlulukları bile unutacak vaziyete düşmüştü. Omuzlarını içe çekip kendini soğuktan uzaklaştırabilecek bir düşünce bulmaya çalıştı; başını geriye atıp yüksek ağaçları izledi ve daha bir yıl önce böyle ağaçlarla dolu bir parkta Kaşif ile gezdiğini hatırladı. O zamanlar kendini aciz görüp duruyordu ancak kıyas yapınca, şimdiki halinden çok daha iyi durumda olduğunu anlayabildi. Öyleydi çünkü artık kendini acındırabileceği hiç kimsesi kalmamıştı, Kaşif'i de bir daha yanına yaklaşamayacağı kadar kızdırmış olmalıydı. Muhtemelen ona yaşattıkları yüzünden bir daha asla Sırma'yı affetmeyecekti. Şimdi neyi kalmıştı? Derdini dökeceği bir insanı bile yoktu. İnsanı olmayınca geriye neyi kalabilirdi ki? Yaşadığını hissettiren şey sonuçta ilgi görmek, ya da saf tabiriyle sevilmekti. Ağaçlara bakmakta da bir fayda görmedi, onlar bile Sırma'ya yalnızlığını hatırlatıyordu. Çenesini aşağı indirip adımlarını izledi ve en azından günün birinde öleceğini hatırlatan mezar taşlarına bakmaktan kaçınabildi. İlker önünde durduğunda bakışlarını yerden kaldırıp ona baktı. Bir aile mezarlığının alçak kapısı önündelerdi. Ve Sırma kapıyı gördüğü an donup kaldı, hızla başını kaldırıp ileriye baktı: ananesinin mezarını gördü. Başta şaşırdı, yıllar önce bıraktığı halinden farklı bir görüntüsü vardı; mezarın üstü vahşi otlar tarafından istila edilmişti ve mezar taşındaki yazının önü kapanmıştı. Sırma yazıyı görmese de onun ananesinin mezarı olduğuna emindi. Çünkü biliyordu, otlar her yeri istila edip tanınmaz hale getirmiş olsa bile mezarlığın etrafındaki yamalı gibi birbirinden farklı haldeki sıralı taşlar ve demir kapı oranın ananesine ait olduğunu hatırlatıyordu. Ancak otların yanı sıra ilgisini çeken bir fark daha gördü: ananesinin tam yanı başında, yakın zamanda gömüldüğü halinden belli başka bir mezar vardı. Sırma soru saçan gözlerini şaibeli mezar tahtasına dikerken "Burası ananemin mezarlığı. Sen burayı nereden biliyorsun?" diye sordu. İlker ona şaşkın bir bakış attıktan sonra kapıyı itip mezarlığa girdi. Sırma hala sorularla doluydu ve İlker'in ona bön bön bakmakla kalması gittikçe bir gariplik olduğunu hissetmesine sebep oldu. İlker önünden çekilip yeni mezarın yanındaki bir taşa oturdu ve Sırma uzun otlarla debelenerek içeri girdi. Sonra yeni mezarın baş ucundaki tahtayı ve onun üzerindeki yazıyı gördü. Yazıyı görünce gözleri yanmaya başladı. Dudaklarını birbirine bastırdı ve sonra kendini tutabilme umuduyla eşofmanının ceplerindeki ellerini karnına bastırdı. Hayatı başına yıkıldı diyemezdi, ancak her gün hayatın ona sunduğu bu beklenmediklik yüzünden artık acıya şaşıramıyordu. Sadece acının şiddetiyle sarsıldı. Kaşları bükülüp, bulanıklaşan gözlerini kapattı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ellerini yüzüne götürdü, bir noktadan sonra ne kadar sessiz kalıp dirayet göstermeye çalışsa da bu şoku asla atlatamayacağını kavradı. Ve titreyen ellerini yüzüne kapatırken sendelediğini fark etti, neredeyse geriye düşmek üzereydi. Sırtında bir el hissetti ve ona doğuştan alışıkmış gibi itaat edip geri geri yürüdü. Aile mezarlığının sınırlarını oluşturan beton taşlardan birinin üzerine oturdu. Boğazını düğümleyen ağlayışı esnasında nefessiz kalan ciğerleri için bir nefes aldı ve "Nasıl ya!" diye isyan etti. İlker başında dikilirken ellerini ceplerine soktu ve haline pek de şaşırmamış gibi duran bir yüz ifadesiyle "Bilmediğinden şüphelenmiştim." dedi. "Çok normal davranıyordun." Sırma titreyen ellerini gözlerinden çekerek ıslak yaşları yanaklarına yaydı ve "Ne zaman öldü?" diye sordu, sesi titriyordu. İlker burnundan okkalı bir nefes verip mezara döndü. "İki gün önce. Kalp krizi geçirdi." Sırma öne doğru büküldü ve ince bir sesle inledi. Artık sesli bir şekilde ağlıyordu. İlker "Sana sormam gereken bir şey var." dedi. Sırma gözlerini acıyla yummuş, ileri geri sallanıyordu. "Aranızda nasıl bir yakınlık olduğunu bilmiyorum. Acına saygılıyım. Ama bilmem gereken bir şey var." Sırma ıslak gözlerini kaldırıp ona baktı, bulanıklaşan görüntüsünde İlker'in ölüme karşı bir tepki duymayan gamsız ama bir nebze gergin ifadesi vardı. "Bu kadın... Senin ananen olmalı. Asuman Akçalı. Babamla bu kadın arasında ne vardı?" Sırma başını aşağı indirip karşısındaki manzaraya baktı ve durumu anlarken gözünden iri bir damla daha yuvarlandı. "Onlar aşıktı." dedi. İlker'in kirli sakallı çenesinde bir kas seğirdi. Bir an gözlerini yumdu, sakinleşmek ister gibi bir hali vardı. Kelimeleri birbirine katarak bir lanet okudu ve öfkeli gözlerini mezardan ayırmaksızın sessizleşti. Sırma ise kendi derdindeydi, hüznünde boğuluyordu. Elini ağzına kapatıp o sinir bozucu hıçkırıklarını bastırmak ve kendini unutarak tatmin edici bir acı yaşamak istiyordu. Gözleri görüyor, beyni reddetmeye çalışıyordu. Ve birkaç dakika gerçeklik ile çatışarak ağladı. Sonra bir kez daha hayatın acımasızlığı karşısında pes etti ve ciğerlerini kopararak ağlamak istedi. Ama mezarın görüntüsü niyeyse içindeki bir şeyleri kaçırıyordu, bir an var gücüyle kendini kasıp ağlamak için uğraşıyor ancak sonrasında karşısındaki cansız toprak yığınını görüp içindeki bir şeyin çakıp kaybolduğunu hissediyordu. Ölüme karşı şaşkınlıktan tepki veremiyordu. Ve çok geçmeden ne kadar çabalarsa çabalasın içindeki bu şoku sindiremezken ağlayamayacağını fark etti. Bunu daha önce de yaşamıştı. Yıllar önce... Hızla başını iki yana sallayarak başını ellerinin arasına aldı ve gözlerini yumup o görüntüden kurtulmaya çalıştı. Soğuk ve rutubetli duvarların uğursuz ürpertisini hissedip iyice zıvanadan çıkmak istemiyordu. İnce sesli ve titrek bir nefes aldı ve boğuk bir sesle konuştu. "Ben sadece ananemin ölmeden önce yazdığı günlüklerinden okuduğumu biliyorum, aralarında tam olarak ne geçtiğini bilemem. Ama son zamanlarında sürekli Kaşif ile buluşmuş, onunlayken mutlu, huzurlu olduğunu yazmıştı çoğunlukla. Birlikte çok..." Dedi ve o şeyi ifade edebilmek için bir an iyice düşündü. "Hayat doluymuşlar. Kaşif ona böyle söylermiş." İlker'in tahta mezarlık başını seyreden gözleri zalim bir boşluğa düştü. "Annemi aldatmış." "Evli olduğunu bilmiyordum." Dedi Sırma ve kuru bir sesle ekledi: "Muhtemelen ananem de bilmiyordu." "Yıllar önce ona bir kutu gönderdi. İçinde ne olduğunu biliyor musun?" Sırma kaşlarını şaşkınlıkla bükerek "Hayır, o kadarını bilmiyorum." dedi. "O kutuyu ananene ben getirmiştim, içinde ne olduğunu bilmem lazım." Sırma iyice yükselen kafa karışıklığıyla parmaklarını birbirine geçirdi. "Belki evdedir, ama Kaşif ile ilgili her şeyin ananemin odasında olduğunu biliyorum. Oradaki bütün eşyaları inceledim, bir kutu yoktu." İlker dişlerinin arasından bir cık, sesi çıkardı ve cebindeki kutuya uzandı. Kahverengi kutuyu Sırma'ya uzattı ve "Bunu kaldığı eski evde buldum." dedi. Sırma kutuyu alıp içini açtı ve onlarca katlanmış a4 kağıdıyla karşılaştı, kağıtlardan birini açıp üzerindeki karmaşık yazıyı okumaya başladığında anında tanıdı. "Bu, Sarhoş Ruhlar Güncesi." "Kitap mı yani?" Sırma ona bakıp "Bilmiyor musun? Kaşif'in Sarhoş Ruhlar Güncesi diye bir romanı var." dedi. İlker bir elini saç diplerine atıp "Öğretmenlik yapmayı bırakınca yazmaya başladı, bir iki kitabı var diye biliyorum." dedi. Çoktan zihnindeki yapboz parçaları birleşmişti, gözlerini önündeki sayfadan alıp iki mezara çevirdi ve "Kutuda kitap vardı." dedi. "Kitap ananemin odasındaydı, onu alıp okumuştum." "Herhangi bir sayfasında bir mesaj var mıydı?" Sırma başını iki yana salladı. "Yok... sandığın gibi değil. Şimdi anlıyorum..." İlker sabırsızlıkla "Ne? Bir şey mi fark ettin?" dedi. Sırma usulca "Kitabı ananeme yazmış." dedi. Karşısındaki manzarayı izlerken dalgınlaştı, şimdi anlıyordu. Şimdi her şeyi anlamıştı. Ve her şeyin kanıtı, bütün yaşanmışlığın sembolü gibi duran gerçeklik, karşısındaki iki mezardan ibaretti. Romanın hikayesini hatırladı, onlar bir türlü buluşamamıştı. Gerçekten de öyle olmuştu; Asuman ve Kaşif hiç kavuşamamıştı. "Geçmişi anlatmış. Ananem günlüklerinde Kaşif ile ilgili geçmişine dair hiçbir şey yazmamıştı, kitaptaki hikayeye benzemediği için ben de anlamadım. Ama kitap ananemin günlük tarihlerinden bayağı önce yazılmış, muhtemelen daha önce de birliktelerdi. Ayrılıp uzun bir süre görüşmemiş olmalılar. Kitap daha önce birlikte oldukları zamanı anlatıyor olmalı." Zihninde bütün kalıpar yerine oturmuş gibi dursa da ananesi ve Kaşif ile ilgili kesin gerçeği asla bulamazdı. O yüzden bunları söylediği için doğru yapıp yapmadığını sorguladı, belki de abartıyordu. En azından tam olarak yanlış anlamadığına emindi, hala bazı gedikler vardı, ancak romanın iki ana karakteri ananesi ve Kaşif'i çok andırıyordu. "Yanılıyor olabilirim tabi. Belki Kaşif sadece içini dökmek isteyip onları yazmıştır. Hayal gücü olabilir." "Yanılıyorsan kitabı niye o kadının evine yollattı?" Diye sordu İlker. Patlamak üzere bir bombaya benziyordu, bunu resmen dişlerini sıkarak söylemişti. Şu an zavallı ağaçlardan birine tekme atacak durumda görünüyordu. "Evet, hayal bile olsa o kitabı ananeme yazdı. Bu yüzden gönderdiğine eminim." İlker öfke saçan gözlerini babasının mezarından ayırmadan "Ben o kadar iyimser olamıyorum." dedi. "Ona bu kadar az mı güveniyorsun?" İlker ateş saçan gözlerini Sırma'ya çevirdi ve "O hep öyle biriydi." dedi. Halbuki Sırma için tam tersiydi. Tanıdığını sandığı adamın başka yüzünü görmenin hissini yaşıyordu, şaşkındı ve hala inanası gelmiyordu. Belki de Kaşif Sırma'yı bile aşan bir oyunbazdı, Sırma yalanlarıyla insanları kandırabilecek meziyette olduğunu sanarken Kaşif onu kendi oyununda kandırıp durmuştu. Doğru ya, Sırma aslında kimseyi kandıramamıştı. Deniz'i de, Kaşif'i de. Mezarı usulca izlerken ona, sen de benim yaptıklarımı mı yaptın Kaşif, diye sordu. Sonucu görüyordu, aşk için oynanan oyunlar hüzünlüydü. Ananesi ve Kaşif bir tek toprakta kavuşabilmişti. Delice bir oyunmuş bu, diye düşündü. Bunu yakın zamanda denemeye kalkıştığı için kendini de yadırgadı. "Vasiyetinde yazdığı için buraya gömdürdük. Ama istersen senin itiraz hakkın var, bir şeyler yapabilirsin." Dedi İlker. Sırma saf saf ona baktı, başta itiraz etmek isteyeceğini düşündüğü için İlker'in bunu söylediğini sanacaktı; ancak adamın mezara bakan gözlerindeki o ifadeyi görünce niyetinin bambaşka olduğunu anladı. Annesinin aldatıldığını öğrenmiş öfkeli bir evlattı ve babasının onu aldattığı kadın ile yan yana yattığını görünce sinirleri yıpranıyor olmalıydı. Sırma onun niyetini anlamıştı, ancak bu niyet kendi arzusunun tam tersiydi. Yanaklarındaki kuru gözyaşı yollarını silerek ayağa kalktı ve "Hayır benim için sorun değil. Böyle kalsınlar." dedi. Onların çaresiz ölü vücutlara dönmüşken bir kez daha ayrı düşmelerini istemiyordu. Ruhlarının istediğini verdiğine emindi; acılarını derinden tanıyan tek kişi olarak yaşamaya devam ettiği sürece bu ölü aşk mabedini korumak da kendi üzerine düşüyordu. Böyle düşündü. İlker elini ona uzatınca kutuyu kapatıp eline koydu. Adam öfkesini hala sindirememişe benziyordu, gergin bir ifadeyle kapıya ilerledi. Sırma mezarlıktan çıkmadan önce mezar başlarına gitti. Ananesinin otlarla örtülmüş mermer mezarını açığa çıkardı ve eliyle tozunu silip mermeri öptü, ardından yanındaki toprak çiği kokan tahta mezara gitti ve alçak tahtanın yanında diz çöküp öptü. Yüreği yanlarından ayrılmak istemiyordu, ancak zihni ölülerle en fazla bu kadar vakit geçirebileceğini söyledi. Dizlerini temizleyerek ayağa kalktı ve İlker'in peşinden aile mezarlığından çıktı. Kapıyı kapatıp giderken onlara son kez baktı. Ölüm ve aşk bir aradaydı. Mezarlıktan çıkınca adeta pusuda beklemiş boşluğa tekrar yakalandı ve bundan sonra ne yapacağını düşündü. Öyle bir haldeydi ki, mezarlıktayken dışarıki hayatta olduğundan çok daha amaç doluydu. Kemere vardıklarında İlker'e bakıp "Beni hastaneye bırakacak mısın?" diye sordu. İlker şoför kapısını açıp arabaya binerken "Evet. En azından borcumun tamamlayıcısı olsun." dedi. Sırma kafa karışıklığıyla "Bana borçlu mu hissettin?" dedi. "Fazla iyi niyetliymiştin cidden." İlker henüz geçmemiş sinirine rağmen güldü. Araba hastaneye giderken yine sessizlerdi, Sırma düşünceli gözlerle akıp giden hayatı izliyor ve kendi yavaşlığıyla kıyaslıyordu. İlker ise hala öfkesiyle boğuşmaktaydı, Sırma bunun farkında olamayacak kadar sersem değildi. Elini çenesine dayamış, pencereden dışarıyı izlerken "Babanın ananemle olan geçmişini nereden öğrendin?" diye sordu. "Bilmiyordum. Vasiyetnamede Asuman Akçalı'nın yanına gömülmek istediğini görünce şüphelendim. Babam hastalığı yüzünden işini bıraktıktan sonra ne yaptığını bilmez oldu. Evden ayrılıp başka yerlerde düşüp kalkan birine dönüştü. Gözümü üstünde tutmaya çalışıyordum ama bizden kasıtlı olarak uzak kalmaya çalışıyordu. Zaten durumu iyice garipleşmişti." Sırma kaşlarını çatarak ona döndü. "Hastalığı mı? Neyi vardı?" İlker bir an şaşkınlıkla ona baktı ve önüne dönerken alaycı bir ses çıkardı. "Sen de hiçbir şey bilmiyormuşsun harbiden. Babam bipolar olduğunu insanlardan saklamaz gerçi. Ama madem senden sakladı, biraz anlamış olman lazım." Sırma tek kaşını kaldırıp "Bipoların ne olduğunu çok iyi biliyorum. Anlamamış olamam." dedi. "Kaşif bayağı normal davranıyordu, hastalık ipucu veren bir haline bile rastlamadım." Derken sessizleşip Kaşif'in birden bire sinirlendiği ve kendini odasına kapattığı anları hatırladı. Demek bu yüzdendi... "İyi de... Ananem de bipolar hastasıydı, ama o kötüleştiği zaman yataklara düşer inim inim inlerdi. Kaşif böyle değildi." İlker ön camdan gözünü ayırmadan kaşlarını çattı. "Ananen bipolar mıydı?" Sırma ifadesiz bir yüzle "Evet, hem de ağır durumdaydı." dedi. Bir sessizlik oldu. "İntihar mı etti?" Sırma sessizce baş salladı, onun bunu bilmesine şaşırmamıştı. Bu hastalığı bilen herhangi biri intihara meyilli olunduğunu öğrenirdi. "Babam da bir kere denemişti." Sırma önündeki yola gözlerini kısarak baktı ve düşünceli bir sesle "Ne zaman?" diye sordu. "Ben çocukken. Pek hatırlamam." Sırma belki de ananemle beraber olduğu dönemden sonra, diye düşündü. Ancak kronolojiyi hesaplayacak bilgiye sahip değildi. "Kaç yaşındasın?" "Yirmi yedi." "Hmm, benden üç yaş büyüksün." Tutuyor sanki, diye düşündü. Keşke ananesinin geçmişine dair bir iki anıya daha ulaşabilseydi. "Biliyor musun ananemle Kaşif arasında da on bir yaş var." İlker alaycı ama alttan alttan sinirli bir sesle "Tam deli aşkı." dedi. Kendi kendine "Onu bulamayanlar da var." diye mırıldandı Sırma. Hastane yoluna girerken bir telefon sesi geldi ve İlker direksiyonu giriş kapısından içeri kırarken telefonunu açtı. Düz bir sesle konuşuyordu, Sırma sinirini yansıtmamak için uğraştığını anlamıştı. Hastanenin girişine vardığında İlker arabayı durdurdu ve Sırma kapıyı açıp dışarı çıktı. Gitmeden önce teşekkür etmek için İlker'e döndü ancak adam telefonda konuşmakla meşguldu. Aramanın sonlanmasını bekledi, kolunu kapıya koyup ağırlığını yasladı ve sabırsız bir iç çekti. İlker telefona doğru "Hala aşçı bulamadın mı?" diye sordu. Sırma'nın meraklı gözleri ona çevrildi. "Hallet şu işi, perşembe günü aşkamki toplantıda açık menü hazırlanması lazım." Sırma araya girip "Aşçı mı arıyorsun?" diye sordu. İlker'in boş bakışları ona döndü. "Evet, niye sordun?" "Hangi kademede lazım?" İlker şaşkınlıkla kaşlarını çatarak "Usta aşçımız var, iki tane yardımcı aşçı arıyoruz." dedi. Sırma hemen "Ben olabilirim." dedi. "Shereeton'da bir yıl aşçılık yaptım." Aslında komilik yapmıştı, yine yalan söylüyordu... Ancak ayağına mucizevi bir fırsatın geldiğine ve bunun kaderi olduğuna inanmıştı. İlker tek kaşını kaldırıp "Erdem, Shereeton'da çalışmış bir aşçı buldum." dedi telefona doğru. "Tamam, biri daha bul. Çabuk ol, yarına haber bekliyorum." Dedi ve telefonu kapatıp Sırma'ya döndü. "Ah... Bir saniye, sen hastanede yatmıyor musun?" Sırma rahat bir tavır takınarak "Birkaç güne çıkacaktım zaten, sorun değil." dedi. "Birkaç güne mi? Benim yarın mutfağa girecek personele ihtiyacım var." Sırma çabucak arabanın içine girdi ve kapıyı kapattı, "Doktorla konuşurum hiç sorun değil." İlker kuşkuyla gözlerini kıstı. "Sen ne sebeple hastanede yatıyorsun?" "Depresyonum var sadece." "Sadece depresyon yüzünden psikiyatri servisinde mi yatıyorsun?" Sırma mimik oynatmadan "İstersen gelip hasta dosyama bakabilirsin," dedi. "Seni doktorumla da görüştürürüm. Doktorla görüşmek için biraz beklemek zorunda kalabiliriz ama servisteki hemşirelerden dosyamı isterim, ona bakıp emin olursun tamam mı?" dedi. İlker bir an sessizce Sırma'yı inceledi. "Ananen bipolar, sende de olma ihtimali yüksektir." "Bana öyle bir teşhis koyulmadı. Sadece depresyonum var." "Niye işe girmeyi bu kadar çok istiyorsun? Hastaneden bir bahaneyle ayrılmak için mi?" "Hayır, çünkü çıkınca yapacak hiçbir şeyim olmayacak. Sıkıntıdan patlayacağım." İlker sıkıntılı bir nefes verdi. "Peki, şöyle anlaşalım: benim acelem var ve çok bekleyecek vaktim yok. Akşama kadar doktorunla görüş, onay alsan bile bana doktorun videolu onayını atacaksın. Kaşeli onayını da al, göreceğim. Anlaştık mı?" "Anlaştık." "İş yerim İstanbul'da bu arada." İlker imalı bir bakışla "İstanbul'a gideceğiz yani senin için sorun değildir herhalde." dedi. Sırma'nın da korktuğu buydu. Ancak bozuntuya vermedi. "Tamam olur, ben üniversiteyi orada okudum zaten." İlker direksiyonu sıkıp sıkıntılı bir sesle "Peki. İş halloldu sanırım." dedi. Ama sesi hiç memnun değil gibiydi. Hatta Sırma'yı bıraktıktan sonra bütün sözlerini boş verip çekip gidecekmiş gibiydi. "Tamam, bana telefonunu ve iş yeri adresini ver o zaman." "Adrese gerek yok. Otobüsle filan gelene kadar vakit kaybedersin. Akşama kadar vaktin var, dediklerimi yap, sonra beni ara. Birlikte gideceğiz hem vardığımızda sana mutfağı da gösteririm. Personelin kaldığı apart da aynı yerde, oraya yerleşirsin." Sırma ambara düşmüş tavuk gibi sevinerek "Tamam, anlaştık!" dedi. Kapıyı açıp dışarı fırladı ve kapıyı kapatmadan önce "Akşam görüşürüz!" dedi. İlker kuru bir baş sallamayla arabayı sürüp hastanenin önünden ayrıldı. Sırma'nın içinde yeniden hayata dönmenin enerjisi vardı. İşe gireceğini söylediğinde doktoru sandığından daha kolay bir şekilde alt etti. Şans melekleri o güne oynuyor olmalıydı; doktor, Sırma'nın işe girmesinden memnun olmuş ve İlker'in istediği bütün onayları vermişti. Akşam olunca Sırma giysi yığınından patlamak üzere duran çantasını sırtlayıp hastaneden çıktı. İlker'i aramıştı ve gelmesini bekliyordu. İçinden sürekli her şey yoluna girecek, bu sefer gebersem de işten ayrılmayacağım, diyip duruyordu. İlker'in arabası hastanenin ilerisindeki yolda belirdi ve Sırma arabanın sellektör yaptığını görünce hızla oraya koştu. Yüzünde çocuksu bir gülümseme ve kanını hızlandıran bir heves vardı. Sanki günlerce felçli bir hasta gibi yatak döşek uzanan kadın o değildi. Hafif bir yağmur çisesi başlamıştı ve şimşekler hızlanacağının yankılarını duyuruyordu. Sırma alel acele kendini arabaya atıp çantasını kucağına aldı ve patlamak üzere duran çantasının arkasından İlker'e gülümsedi. "İkna oldun değil mi?" Dedi çocuksu bir sesle. İlker kinayeli bir bakışla onu süzüyordu. "Oldum. Da bu kadar hevesli olacağını beklemiyordum." Sırma saçını geriye atarken omuz silkti ve cıvıl cıvıl ışıldayan gözlerini pencereye çevirdi. Ne kadar zamandır böylesine umutlanmaya açtı? Araba hastane yolundan çıkarken İlker "Havaalanına uğrayacağız, oradan almam gereken biri var." dedi. Sırma elini kaldırıp "A, sorun değil. Öteki aşçıyı da mı buldun yoksa?" dedi. İlker hiç onun kadar mutlu değildi, hala sabahın siniri üzerindeydi. Donuk bir sesle "Güzel şaka." dedi. Sırma kafası karışık bir ifadeyle "Şaka değildi ki..." diye mırıldandı. Sağanak başlamıştı, bir süre sonra gök gürlemek bir yana çatırdıyordu. Havaalanına vardıklarında İlker hızla arabadan fırlayıp girişe koştu. Sırma arabada yalnız kalmıştı. İçindeki enerjiyi bastırmaya çalışarak kapı kolunda ritim tutuyor ve pencereye su tutulmuş gibi yağan yağmuru seyrediyordu. Sonunda gerçek sonbahar gelmişti. Dışarıda yağmura rağmen yoğun bir insan kalabalığı vardı. Tenteden dışarı vuran güçlü ışığa rağmen insanlar akşam vakti ıslanmamak için kaçışan kara sineklere benziyorlardı. İç çekip elini yanağına yasladı ve bu sefer ayağıyla ritim tutmaya başladı. Yakınından bir ses geldi, biri sinirle "Şansıma tüküreyim!" diye bağırdı. Sırma'nın oturduğu pencere kıyından bir metre uzakta tanıdık biri belirdi. Sırma başta yanılsama yaşadığını sandı, ancak istemese de oturduğu yerde doğrulup ellerini cama yapıştırdı ve onu görmeye çalıştı. Bir elinde bavul, diğer elinde ceketiyle başını siper etmeye çalışırken kırışık gömleğine yağmur damlaları bulaşmıştı. Sırma gözlerini kırpmadan onu izledi. O ise fark etmeksizin, görmeksizin, kendini tümüyle hayatın ceremesine kaptırmış bir şekilde yanından geçip gitti. Yüzünde her zamanki memnuniyetsiz, talihsizliğine sayıp duran ifade vardı. Kahverengi gözlerini yağmura karşı zorla açık tutuyor, kalın kaşlarını çatıyordu. Rüzgar gibi geçip gidiyordu. Sırma, Deniz'in yağmurdan kaçıp gidişini sadece başını yavaşça çevirerek izleyebildi. Bileklerinde yine gökteki şimşekleri aratmayan hızlı, bir anda çakan ve bir anda kaybolan yakıcı bir his belirdi. Ve Deniz'in uzaklaşmasını izledikçe o his bileklerindeki damarlardan avuçlarına aktı, avuçları sabırsız bir çocuk gibi kaşındı. Onu son kez görürken Deniz tentenin altına koştu ve döner kapıdan içeri girdi. Sırma onun cam duvarlar ardında silinerek yok oluşunu izledi. Yine göğsüne kara bulutlar düşmüştü, umudu yaşamak için savaşıyordu. Aşk acısını unuttuğunu sanmıştı, ama gözünden akan bir damla yaş öyle olmadığını söyledi. Göğsündeki kara bulutları dağıtmak için çaresizce nefes almaya çalıştı, başını koltuğa yaslayıp derin bir nefes aldı ve ellerini titreten o karıncalanmanın geçmesini umut etti. Şoför koltuğunun camında iki karaltı belirince hızla yanağındaki yaşı sildi. Genzini temizleyip normal görünmeye çalıştı ve İlker yanına oturup sağanaktan yakarırken ifadesiz bir yüzle önüne baktı. Tıpkı o akşamki manzara gibi önünde karanlık bir yol vardı. Sırma karanlıktaki inci gibi parlamaktan başka çare göremedi, onda boğulmanın çözüm olmadığını biliyordu çünkü. Kaşif'in mezarı ilk yağmurunu alıp çökmüş, iki ölü beden belki de kavuşmuştu. Güzel, inci gibi zarif bir kadın vardı. İnce uzun kolları bir balerin ışıltısıyla hareket ettikçe hayran gözleri kendine çekerdi, zarif parmaklarında yalan ipliklerini dolayıp ağını örerdi. Diba batar ancak beyaz bir yılan gibi, umulmadık bir şans eseri bazen karanlığın çukurundan kurtulurdu. Belki de rengi bir türlü o çukura uymadığı içindi. Melekler ve şeytanlar kaderinde tepinirdi. 03.09. 2023 |
0% |