@halempa
|
Üçüncü yılın ikinci dönemi, Sırma'nın derslerle savaştığı bir dönemdi. Ancak uğraştığı tek şey dersler olsa daha sinirli olamayacağına inanıyordu; etrafında uçuşan erkeklerden gına gelmişti. Sırma derslerle ve ona kafayı takmış birkaç üst sınıfla uğraşıyordu. Begüm bir açıdan ondan daha şanslıydı, onun dersler ile uğraşması için ciddi bir sebebi yoktu ve öte yandan erkekler konusunda işi daha kolaydı. Beklenmedik bir süpriz sonucu Oğuzhan ile sevgili olmuşlardı. Rabia Begüm'ün oldu bittiye getirip hemen oğlana düşmesine burun kıvırıyordu, Sırma ise her zaman olduğu gibi Oğuzhan ile tartıştığı için dudak büküyordu. Ama hiçbiri Begüm'ün yüzündeki jenaratör ışığı gibi parlak gülümsemeye laf etmiyordu. Sürekli Oğuzhan'dan şikayet etseler de Begüm'ü kırmamaya dikka ediyorlardı. Begüm'ün sevinci, Sırma'nın da sevinciydi, ama Rabia hala aşamadığı kara dul bahtından sebep sevinebileceği kotaya ulaşamamıştı. Onun hala bir sevgilisi yoktu ve işin garip tarafı da aralarında en fazla sevgili hayalleri kuran kişinin o olmasına rağmen Rabia boştu. Hayatları bu dertleri merkez alarak ilerliyordu. Dönemin son sınavları için hazırlanıldığı haftaydı, Sırma bir cuma günü beynini yakarcasına ders çalışıyordu. Başını öne eğip durmaktan ve gözlerini yoracak kadar ders çalıştığından artık şakakları zonkluyordu. Elindeki kalemi pes eden bir nefes eşliğinde bıraktıktan sonra dinlenmeye karar vermişti. Soğuk parmaklarını ateş gibi yanan alnına bastırarak dedesinin kızıl odasından çıkmış ve mutfağa inmişti. Ocaktaki biber dolmasından biraz atıştırıp tekrar ders çalışmaya çıkacaktı. Tencereden iri bir biber dolması alıp ayak üstü yiyordu, o sıra uzaktan gelen bir ağlama sesi duydu. Bu ses tanıdıktı, çocukluğundan kalmaydı ve Sırma neyin işareti olduğunu iyi bilirdi. Sesin anlamını çözdüğü an ruhunun derinlerinde çakan bir korkuyla kapıya baktı ve ağzındaki biberi zorla yutup elindeki kapağı bir kenara attı. Parmaklarındaki yağı silmeyi bile umursamadan fırlamıştı. Mutfağın da bulunduğu küçük koridorun sonunda ananesinin odası vardı, hızla içeri dalıp karanlık odada inlemelerin kaynağını bulmaya çalışırken "Anane?" diye seslendi. Odanın ışığı yanmıyordu, perdeler de sonuna kadar kapalıydı. "Ağlıyor musun sen?" Hızla yatağının başucuna gitti ve ananesinin yüzüne örtülü saçlarını geriye itip ona baktı, telaşla vücudunda bir sıkıntı aradı ancak hiçbir sorun bulamadı. Niye başka bir sebep bulmaya çalışıyorum ki, diye düşündü. Asıl sebebi biliyordu. Asuman onu duymadan hıçkırmaya devam ediyordu, tırnaklarını başının altındaki yastığa geçirmiş bir şekilde inlerken acı çekiyor gibi duruyordu. Sırma ellerini onun yüzüne koyup diz çöktü, incinmiş bir ceylanı ürkütmekten korkuyormuş gibi alçak bir sesle "Bir şey söyle, hadi." dedi. Sırma bir şey yapamayacağı bir durumda olduğunu biliyordu, o yüzden yapabileceği tek şeyi yapıp ananesinin çilesini akıttırmaya çalışıyordu. Asuman dişlerini birbirine bastırarak yüzünü yastığa bastırdı ve "Hayat niye bu kadar ağır?" diye inledi, sesi acı doluydu, ağlamaktan yorulmuş ve boğuktu. Sırma eski korkularıyla tekrar barışmayı istemese de yüzündeki endişe eriyip soldu ve yerini alışkın bir hüzün aldı. "Bir şey yapmamı ister misin?" diye sordu çaresizce, ancak işe yaramaz bir çaba olduğunu da bilerek. Asuman'ın yastığa gömülü başından hayır anlamını taşıyan bir ses geldi, Sırma bir iç çekti. Yapabileceği hiçbir şey yoktu, yemek de getirse su da içirse ananesini yatıştıramayacağını biliyordu. Ananesi hiçbir olumsuz sebep olmamasına rağmen bu hale düşerdi, onun hastalığı bu tür bir belirsizlikten ibaretti. Acısının hiçbir maddi sebebi yoktu. Ancak Sırma tüm bildiklerine rağmen kendini onun yanından ayıramadı. Sonraki gün hafta sonunun ilk günüydü ve Sırma birkaç dakika önce rahatça ders çalışabileceği iki günü olduğu için seviniyordu. Ancak şimdi bütün hevesleri bir anda önüne yığılmış ve kızın gözüne hiç olmadığı kadar vasat gözükmüştü. Ananesi yatağın kıyında kendini kendi acısıyla ezercesine hıçkırırken Sırma bir şey yapamayıp, yatağın öteki ucuna oturdu. Sırtını yatak başlığına yaslayıp, dizlerini karnına çekti ve gözlerini ışıksız duvardaki tabloya dikti. Şimdi geleceğiyle ilgili heveslendiği her şey gözüne o tablo gibi karanlık gözüküyordu. Aklından, yine o günlere mi dönüyoruz, diye düşünüyordu. İki ay sonra Begüm Malta'ya gitmek için vedalaşıyordu; Sırma ve Rabia ile buluşmadan önce Oğuzhan'a veda etmişti, istediği şey arkadaşları ve sevgilisiyle bir aradayken vedalaşmaktı ancak Sırma bir şekilde Oğuzhan'ı sinirlendirecek ya da kavga edecek bir şey buluyordu. O yüzden Begüm de çözümü arkadaşları ile sevgilisi arasında bir mesafe bırakmakta bulmuştu. Neredeyse dört ay boyunca böyle devam etmişlerdi. Rabia güneşten gözlerini korumak için elini yüzüne gölgelerken "Daha okul biteli iki hafta oldu!" dedi. Begüm mahçup bir gülümsemeyle omuz silkti. "Kurs erken başlıyormuş, bir de başlamadan önce bir haftalık oryantasyon programı mı ne varmış, sanırım öğrencilerle bir aktivitemiz olacakmış." Rabia ıslık çaldı. "Bayağı elit melit bir şey bu kurs." Begüm gülüp kolunu sevecenlikle sıktı, Rabia da ona dostça gülümseyip elini elinin üstüne koydu ve "Of ya geçen yaz ne güzel havuzda takılıyorduk, bu yıl sadece Sırma ile ben çok yavan olacağız." dedi. "Ben de sizi çok özleyeceğim." Begüm Sırma'ya dönüp baktı, onu gördüğünde yüzündeki duygusal gülümseme soldu ve "Sırma?" diye sordu. Sırma bir elini kolunun dirseğine koymuş, dalgın bir şekilde önüne bakıyordu, gözlerinin altı mosmordu ve doğuştan pembemsi bir tona sahip beyaz yüzünde o günden beri doğal olmayan bir solukluk vardı. Okuldaki son iki ayları çok yoğun geçmişti, Sırma'yı gördüğü her an onu ders çalışırken bulmuştu. Üzerinde uzun süre atlatamayacağı bir yorgunluk olduğuna emindi. Sırma'nın sınav stresi yüzünden olsa gerek, kız son zamanlarda çok suskun ve yalnızlığa yönelik olmuştu. O yüzden eskisi kadar aylaklık edememişlerdi ve hatta Sırma neredeyse klübe bile gelmez olmuştu. Aynı sınıftalardı ancak Sırma'nın bu son hali yüzünden garip bir şekilde aralarına kilometrelerce mesafe girmiş kadar uzaklaşmışlardı. Ya da birbirlerine bir türlü zaman ayıramamışlardı. Sırma yorgun gözlerini kaldırıp ona baktığında Begüm ellerini beline koydu ve yapmacık bir sinirle "Sen beni hiç özlemeyeceksin bakıyorum, bir veda etmeye bile tenezzül etmiyorsun!" dedi. Sırma burnundan bir nefes vererek gözlerini yumdu ve öne doğru bir adım atıp Begüm'e sarıldı. "Kusura bakma bu aralar mal gibiyim." dedi. İkisi birbirlerine sıkıca sarılırlarken Begüm "Üç ayda beni unutmazsın değil mi?" diye sordu. Sırma alaycı bir sesle homurdanırken göğsü arkadaşının göğsüne çarptı, "İlk defa mı bir yere gidiyorsun kızım, bu kadar abartma." Geriye çekilip Begüm'e baktı ve "Ama birlikte tatil geçiremeyeceğiz diye üzülüyorum." dedi. Begüm dudaklarını büküp "Ben de." dedi. Sırma buruk bir gülümsemeyle uzanıp yanağını sıktıktan sonra geri çekildi. "Acelen yok mu senin? Baban yana yana seni arıyordur şimdi, eve gitsene?" dedi. "Ne ya?! Kovuyor musun?" Sırma buruk bir gülümsemeyle kıkırdarken Rabia da dirsek attı. "Mal, kovdun resmen." Begüm üzgün bir gülümseme eşliğinde ikisine baktı. "Tamam n'apalım, istenmediğim yerde kalmam artık." "Hadi ama tekrar göreceğiz birbirimizi, bu kadar dramatik olma." Dedi Sırma. "Senin içine odun mu kaçtı?" Diye sitem etti Rabia. "Maltaya gidecek olan ben olsaydım şimdi sizi unutup havaalanında pineklemiştim bile." "Nankör, yıllarım haram olsun." Dedi Begüm. Bir süre daha vedalaşamadan şakalaştılar ve sonunda bir sessizlik oldu, Sırma yine yerdeki betona dalıp gitmişti, Begüm de diyecek bir şey arıyordu. Sonunda ellerini kot pantolonunun arka ceplerine soktu ve çekingen bir sesle "Ben artık gideyim." dedi. Rabia, "İyi git artık, çabuk dönersin." dedi, Sırma da buruk bir gülümsemeyle "Görüşürüz." dedi. Begüm onlara son kez sarıldı ve el sallayıp geriye dönerken "Rabia siz beni telefondan ararsınız olur mu?" dedi. Rabia baş salladı ve Sırma'nın koluna girip "Araşırız!" dedi. Sırma sessiz bir gülümseme eşliğinde el sallıyordu. Begüm de son kez el sallayıp oradan ayrılmıştı. Ancak o yaz Sırma, Begüm'ü bir kere olsun aramak için Rabia'ya gitmemiş, istememişti... Sırma'daki belirgin gariplik, yaz ayıyla beraber kendini daha çok göstermişti; evden dışarı çıkmamaya, Rabia ile az görüşmeye başlamıştı. Rabia bir süre sonra Sırma'yı bekleyerek bir yere varamayacağını anlayınca, evine gidip onu ziyaret etmeye başlamıştı ancak Sırma gün boyu bir koltukta gözlerini kitaba gömmek dışında hiçbir şey yapmıyordu. Yine bir öğleden sonra, Rabia can sıkıntısından patlayarak Sırma'nın yanıda oturmuş bir şekilde tavanı ve evin diğer ilgi çekmekten uzak detaylarını izliyordu. Sırma adeta yanında kimse yokmuş gibi, umursamazlıkla yüzünü bir kitaba gömmüştü. Rabia sonunda dayanamamış ve hışımla Sırma'ya dönüp "Ya sen benden mi sıkıldın, niye hiç konuşmuyorsun?" diye sormuştu. Sırma gözlerini sayfadan kaldırmaya bile tenezzül etmeyip omuz silkmiş ve cevap vermemişti. Rabia inatla önüne eğilip yüzüne bakmış ve "Ne o? Yoksa arkadaşlığımız bitsin diye söylemeye çekindiğinden beni böyle soğutmaya mı uğraşıyorsun?" demişti. Sırma sıkıntılı bir iç çekti. "Can sıkıntısından saçmalamaya başladın yine." Rabia oturduğu yerde zıplayıp "O zaman neyin var? Niye hiç konuşmuyorsun?" diye bağırdı. Sırma cevap vermeden önce bir rüyadan uyanmış gibi gözlerini kırptı, bir an kendiyle yüzleşiyormuş gibi önündeki sayfaya baktı ve yeniden gözleri donuklaştı. O kısacık sürede kendine gelir gibi olmuş ancak yine iç karartan okuma faslına geri dönmüştü. "Yeni bir seriye başladım çok heyecanlı, o yüzden başka bir şey yapasım yok." Rabia tek kaşını kaldırıp ona imalı bir bakış attı ancak Sırma onunla ilgilenmiyordu bile. "Sırma? İnat ediyorsun değil mi? Derdin kitap değil, senin başka bir derdin var." Sırma düz bir sesle "Bir derdim yok." dedi. "Ama çok garipsin! Sana ne oldu böyle anlamıyorum, okulun son ayından beri konuşmuyorsun, ne zaman dışarı çıkalım desek gelmiyorsun! Bir şey söyle, neyin var?" Sırma'nın kitap okuyan donuk yüzündeki kaşları çatıldı ve inatla "Bir şeyim yok!" dedi. "Sen niye bu kadar inat ediyorsun? Grubundaki kızlarla takıl işte!" "Sen niye gelmiyorsun peki? Hadi kızlarla takılmak istemiyorsan anlarım ama başbaşa takılalım desem onu da yapmıyorsun!" Sırma'nın gözleri yine donuklaşmıştı ve Rabia'nın isyanına karşılık verdiği tepki aynı olmuştu: cansız ve hatta yaşamaktan keyif almayan bir sesle "Hiçbir şeyim yok." demişti. İnadı Rabia'yı pes ettirmişti ve o günden sonra tam da Sırma'nın dediği gibi yapmıştı, artık dışarı çıkıp gezerler umuduyla saatlerce Sırma'nın yanında kıvranmaktan vazgeçmiş ve kendini okulunun ortamına atmıştı. Sırma'dan haberdar olmamıştı, Sırma da ona uğramamıştı. Ağustos ayının sonuydu, Sırma ve Asuman hastaneden dönüyorlardı. Sırma ışıltıdan arınmış gözlerini önüne dikmiş bir şekilde yürürken ananesinin koluna girmişti. Asuman'ın tek başına yürüyecek mecali yoktu, düz yolda bile ağırlığını verebileceği bir destek olmayınca sallanmaya başlıyor ve insanların ilgisini kendine çekiyordu. İkisi de bunu açıkça söylemekten çekiniyorlardı çünkü ikisi de insanların onlara dönük bakışlarını utanç verici buluyordu; o yüzden Sırma kolunu hiç bırakmıyor, Asuman da bu durumdan sessizce memnun oluyordu. Konuşmaksızın yürürlerken bir ara Asuman çenesini kaldırıp iç çekti ve Sırma'ya çaprazındaki bir yeri işaret etti. "Şuraya girelim mi?" Diye sordu. Sesi boğuktu, aylardır olduğu gibi. Sırma ruhsuz gözlerini yol boyu sabitlediği ayaklarından kaldırıp baktığında, kızlarla en çok gittikleri kafe'yi gördü. Sedef, Sırma'nın dönemindeki diğer kafelerden farklıydı; tabelasından içerideki masalara ve geçmiş yıllara ait dekorlarına kadar eskiyi anımsatıyordu, içeri her adım attığında on yıllardır birikmiş farklı bir güzellik yakaladığı için o kafeyi çok severdi, o yüzden ısrarla kızları Sedef'e getirir, başka bir kafeye gitmek istemezdi. Son sınav haftası yüzünden kızlarla arasına kasıtlı bir uçurum koyduğundan beri Sedef'e gitmemişti. Ananesine dönüp "Girmek istiyor musun?" diye sordu. Ancak ananesine döndüğünde Sırma'nın yüzündeki betonlaşmış ifadeyi kırıp geçen bir şaşkınlık oluştu: Asuman'ın kısılmış, etrafındaki kazayakları iyice belirginleşmiş küçük yeşil gözlerinde zıt duyguların uyumlu harmanı vardı; yeşil ile kahverengi çillerle bezeli küçük gözleri ilerisindeki kafeye tanıdık bir dostu görmüş gibi bakıyordu. Bakışları dalgındı, ancak basit bir dalgınlık ile kıyaslanamazdı. Acı, sevinç, huzur ve pişmanlık bir aradaydı. Tarif edilebilir bir yolu yoktu, sadece birleşmiş zıt parçalardan ibaretti. Sırma zoraki bir gülümsemeyle yavaşça ananesinin koluna dokundu. "Ne oldu? Çok garip bakıyorsun." Asuman'ın dükkanın içine dalıp gitmiş gözleri seyretmeye devam ederken ifadesi bozulmadan "Girip bir şeyler içelim mi?" dedi. Sırma onu daha fazla soruyla yormanın bir anlamı olmadığını düşündü ve ısrar etmedi. "Olur, girelim." Asuman daha kapıdan geçerken ağzı açık bir şekilde içerinin dekorlarını seyrediyordu. Sırma onun yüzündeki çocuksu hevesi görünce hiçbir şey düşünmeksizin keyiflenmişti, sonunda ananesini mutlu gördüğüne seviniyordu. "Sen istediğin bir yere geç otur, ben siparişleri vereyim." dedi ve ananesinin kolundan çıktı. Bara gidip seslenecekti ki kısa bir an tekrar ananesine dönüp baktı; Asuman niyeyse kapının önünde durmuştu ve tam ilerisindeki bir masaya bakıyordu. Yavaşça oraya yöneldi, Sırma da meraklı gözlerle onu takip etti. Ananesinin pencere kenarındaki bir masaya oturacağını tahmin etmişti ama, beklemediği şekilde Asuman tam tersini yapıp en loş ışıklı köşedeki masaya gitmişti. Bunun da üstüne fazla düşünmeden omuz silkti ve barmene seslendi, eline iki fincan türk kahvesi alıp ananesinin oturduğu masaya gittiğinde "Niye en ışıksız masaya oturdun?" diye mızmızlandı. Asuman yüzünde buruk bir gülümsemeyle kapıya bakıyordu, "Burası eskiden daha ışıklıydı." dedi. Sırma kahveleri masaya koyup otururken meraklı gözleri ananesine çevrildi. "A-ah, bak sen. Asuman hanım siz buraları bilir miydiniz?" Dedi imalı bir sesle. Asuman elini çenesine dayayıp keyifli bir homurtu attı. "Benim gençliğimde burası kitapçıydı, sadece okumak için gelenlere servis veriliyordu." Sırma ağzı açık bir şekilde ananesini izliyordu, sonra kafeye göz gezdirdi ve yavaş yavaş aklına yattı. Duvarlarda kalın bir boya tabakası vardı ancak bir zamanlar kitap rafları olduğunu ima eden rutubet izleri o tabakanın altından az çok kendini belli ediyordu. Sırma şimdiye kadar bunu hiç düşünmediğine şaşırdı. Ardından zihninde kurnaz bir ışık çaktı. "Sen kitap okumayı sevmezsin ki. Kesin başka biri için buraya gelmişsindir." Yüzünü hiç görmemiş, hakkında doğru dürüst bir bilgi edinememiş olsa da dedesi hakkında bildiği en iyi şey çok kitap okuduğuydu. Adamın bu fikri ortaya koyduran devasa bir kitaplığı vardı. Ve odasındaki bir duvar boyu kitaplık ile ananesinin gençliğini ortak noktaya getiren bir bağdaştırıcı bulmak istediği zaman aklına tek fikir geliyordu. Ananesinin kahveyi içerken dişlerini meydana çıkararak gülümsediğini görünce emin oldu. "Mehmet buraya kitap okumak için gelmiyordu, almak için geliyordu. O zamanlar kütüphanesi en geniş kitapçı burasıydı çünkü." "Keşke bunu daha önce söyleseydin de kızlarla burada takılırken seni de yanımıza getirirdik." Dedi ve güldü Sırma. Asuman da kısık bir sesle güldü. Sırma onun bir nebze keyiflenmiş yüzüne dalıp giderken, keşke biraz böyle olabilsen, biraz daha düzelebilsen, diye düşünmüştü. Yaz tatilinin bitmesine iki hafta kaldığında Sırma sonunda kendini ikna etmişti: dertlerini, endişelerini ve ananesinin hastalığını kabullenerek önündeki sınav sürecine hazırlanmaktan başka çaresi yoktu. Ananesinin üç ay boyunca iyileşmeye dair hafif bir umut kırıntısı göstermesi için canı gönülden mücadele etmişti, en azından Sırma yoğun bir şekilde sınav maratonuna girene kadar onu imkanı olduğunca iyileştirtecek bir yol aramıştı: doktorlara gitmiş, psikologlarla görüşmüşlerdi. Sırma eskiden olduğu gibi ananesinin doktorla birebir görüşmesine bile müsamaha gösteremeyecek kadar endişeyle doluydu ve onun görüştüğü her doktora kendi durumunu da açıklamak zorunda hissetmişti. Önünde geleceğini belirleyecek bir sınav vardı ve öğretmenlerinin yalandan tesellilerine rağmen bu sınavın hayatı için en önemli şey olduğuna inanıyordu. Sebebi sınavın kendisi de değildi, sebep Sırma'nın emeğiydi. İki buçuk yıl boyu tek bir sınav için hazırlık yapmış olmak ve hayatını neredeyse bu sınava göre yönlendirmiş olmanın ağırılığını sırtında taşıyordu, asıl korkusu bunca emeğin boşa gitmesiydi. Ve emeğini zirveye ulaştıramadan batırmak istemiyordu. Bencilce bir hayal kurmadığına emindi, o sadece huzurla ders çalışabileceği huzurlu bir ev istemişti... Ama görünüşe göre hayat bu planı Sırma'ya çok görmüştü; ananesi yeni bir depresyon sürecine girmişti ve hiçbir doktor onun iyileşeceği günü tahmin edemiyor, onu kesinlikle iyileştirecek bir çözüm sunmuyordu. Dedikleri tek bir şey vardı, o da ananesinin depresyon dönemine geri döndüğüydü. Sırma'nın en son istediği şey, hayattaki en büyük korkusu ananesinin tekrar hastalanmasıydı ve olmuştu. Ancak bir çözüm de yoktu. Kendisi de hiçbir imkana sahip olamayan, belki de aciz, bir değişim yaratamayacak kadar güçsüz bir kızdı ve bu düşünce sonucu vardığı mantık, çaresizliği kabullenmek olmuştu: elime verilmiş sakat hayatı sırtlanarak yürümekten başka çarem yok, diye düşünmüştü. Böylece yeni-eski düzenini kabullenerek ders çalışmaya başlamıştı. Liseye kadar ananesinin hastalığı onun eski, uzun bir aradan sonra bu hastalığın hayatlarına geri dönmüş olması da Sırma'nın yeni düzeniydi. Bütün umutlarını sınava bağlamışken onu hayatın güzel olabileceğine inandıran tek bir düşünce vardı, kendini bir psikiyatri uzmanı olmak dışında hiçbir meslekte göremiyordu, en kötü ihtimalle eğer ki gereken puanı tutturamazsa ikinci planı diyetisyenlikti. Ancak ikinci mesleği aklına getirdiği an hevesi kaçıyordu ve o ihtimali düşünmemeye çalışıyordu. Aciz gördüğü hayatında Sırma'yı düze ulaştırabilecek tek hayali psikiyatrist olabilmekti, o gömleği giymek ve hayatı boyu ananesine de kendine de eziyet olmuş ruh hastalıklarının ilerisini görmek, bilmek istiyordu. Günlerdir ders çalışıyordu, dışarıda güneş ve keyif çatmak için mükemmel bir yaz esintisi varken yaz mevsiminin en rahat günlerinde havadan nemalanmak için yaptığı tek eğlence akşamları ananesini antreye çıkarıp birlikte çay içmekti. Bazen ananesi sıkılana kadar ona kitap okuyordu, ancak yaşlı kadın zaten hayattan tad alamayacak halde olduğu için elini kaldırmaya üşenirken kitap dinlemek de ancak bir noktaya kadar cazip geliyordu. Asuman'ın iştahı, hevesi, mutluluğu kesilmişti. Bazı günler Sımra önüne bir tepside yemek koymak zorunda kalana kadar yemek yemiyordu, sabahları saatlerce yatakta durup tavanı izliyor ve inlememek için dudaklarını kanatıyordu. Asuman ezbere bildiği eski bir kabusa gömülüyordu yine. Tanıdık ve çok eskiden hatırladığı bir alışkanlıktı bu; on yıllar önce Türkan elinden kayıp gitmesin diye karanlık köşelerde kendini ağlatıp, acı iniltileriyle kızını da yaşamaktan soğutmamak için dudaklarını ısırırdı. Şimdi bunu Sırma'nın ders çalışabilmesi için yapıyordu. Elinden gelen tek şey sesini Sırma'ya duyurmamak için gayret etmekti. Ama ikisi de güçlerinin sonuna kadar birbirleri için mücadele ediyordu. |
0% |