@halempa
|
Altın rengi başaklar, rüzgar onların başını okşadıkça hareket ediyordu. Öylesine çoklardı, öylesine sıkış tepişlerdi ki sanki aralarına bir şeyin girmesini bırak, yeni bir başak çıkmasını bile istemiyorlardı. Ucu bucağı belirsiz bir tarlaydı burası. Öylesine büyüktü ki küçük bir dağı ortasına almayı başarmıştı. Rüzgar hiç duyulmadığı, hiç hissedilmediği kadar uysaldı. İnsanın tenine değince bu yaşadığının gerçek bir an olamayacağını düşündürüyordu. Kim bilir, kömür rengi saçları olan kız belki de bir rüyadaydı. Güneş batıdaydı, alçaldıkça ışığı koyulaşıyordu. Gökyüzü altın renginden mora dönerken, başaklar da tam tersine altın rengine dönüyordu. Dağın gölgede kalan kısmından bir gurultu yükseldi. Göğe doğru tehtitkar bir şimşek gibi yayıldı. Kız gözlerini araladı, ilk önce yanından fırlayan altın tengi başakları gördü. Onların üzerine uzanmıştı. Dağın eteğinde bir kuyruk belirdi. Dağ mı küçüktü yoksa bu kuyruk mu çok büyüktü? Kız gözlerini kırpıştırarak doğrulurken ilk önce bunu sorgulamıştı. Ama siyah pulları güneş ışığıyla ışıldayan kuyruğun ağır ağır dağı sardığını gördükçe zihninde başka bir soru diğerinin önünü kapamıştı. Bu şey neydi böyle? Kuyruktan sonra gövde, gövdeden sonra da bir baş gözüktü. Upuzun ve büyük, dağı saracak kadar ihtişamlı siyah bir yılan meydana çıkmıştı. İlk görüşte bir yılan olduğunu düşündü. Ancak detaylara inildiğinde yaratığın kara bir yılandan farklı özellikleri olduğunu anlayabilmişti. Bu yaratık uzun, ince gövdeli ve uzuvdan yoksundu, kafası hiçbir yılanda görülmedik düzeyde büyüktü. Üstelik kafasının etrafında var olmuş bütün siyah cisimlerden daha parlak bir ışıltıya sahip büyük pullar vardı. Pullar yaratığın kafasından çıkınca gövdeye uzanmak istermiş gibi geriye doğru büyümüştü. Çenesi genişti, alnı basıktı, elmacık kemikleri çıkık, gözleri birbirlerine yakındı. Kana ışık tutulmuş gibi gözüken canlı irisleri kızı hedef almıştı. Kız onu gördüğünde içinde şefkat arayan bir his uyanmıştı. Hiç düşünmeden dağ ile arasındaki mesafeyi aşmaya koyuldu. Bacakları güçlüydü, adımları onu bir insan adımının üç katı kadar ileri taşıyabiliyordu. Çok geçmeden yılanımsı yaratık da dağdan başını uzattı ve başakların arasında süzülerek kıza doğru ilerledi. Kız ona yaklaştıkça kollarını kaldırıp sarılma isteği çoğalıyordu. Ama niyeyse yaratığın bakışları daha bir hiddetleniyordu. En sonunda yaratığın parlak kırmızı gözleri aç bir hayvan gibi gerilmişti. Kız ile aynı hisleri paylaşmadığı apaçık meydana çıkmıştı, pullarla çevrili haşmetli yüzünde sadece vahşet vardı. Kız ona yaklaştığında yaptığı şeyden pişman olup olmaması gerektiğini sorguluyordu. Ama niyeyse içindeki o sarılma arzusu hiç geçmiyordu. Sonunda yaratık uzun azı dişlerini göstererek ona doğru eğilmeye başladı. Birkaç saniye içerisinde kızı ağzına atmayı planlıyor gibiydi. Kız üzerine doğru parlak ve sivri uçlu perdeler gibi inen azı dişlerini görünce korkmadı. Ama yaratığın gözlerine baktığında hata yaptığını işte o zaman anladı. Dehşete düştü. Bedeni bir buz gölüne çakılırcasına korku ile tanışırken görüntü de kopan bir ip gibi önünden silindi.
—————— Bana sorsanız gayet sıradan bir gündü, ancak ya ben sıradanlığın ötesindeydim ya da insanlar fazla sıradanlaşmıştı. Her neyse, başkalarının düşüncelerini umursayacak kadar enerjik bir insan değildim. Bu yüzden beynimin arızalı olduğunu söyleyenleri çok duymazdım. Arızalı olmak öyle pek de korkunç değildir herhalde. Bana kalsa asıl monoton bir hayatta yaşamak sıkıntıydı. Okulun spor salonunda top sekme sesleri yankılanıyordu. Sınıftan arkadaş olduğum ya da benim öyle olduğumu ara sıra hatırladığım birkaç kız ile parkede takılıyorduk. Adını hatırlamıyorum, kafasından kahverengi yünler çıkmış gibi saçları olan bir kız topu sektirerek fileye götürüyordu. Gözüm adının file olduğunu sandığım şeye bir gidip geldi ama aslında adını doğru mu hatırladım diye düşünüyordum. İşte tam da böyle zamanlarda ben niye iki yıldır lise son sınıftayım ki diye düşünürdüm, daha bir filenin adını bile doğru dürüst öğrenemediğimi fark edince zoruma gitti tabi. Kız topu potaya attı, Ah, doğru ya onun adı potaydı... ... ve top potanın çemberinden sekip bir köşeye sıçradı. Kız hayal kırıklığıyla topun peşinden giderken yanımdaki bir başkası çene çalıyordu. "Temmuz'un bakışları bile garip ki, niye şaşırıyorsunuz?" Muhabbetin bana değdiğini o an anlarken kaşlarımı çatarak kıza döndüm ve donuk bir sesle "Ne?" dedim. Sanırım adı Hüzez'di, belki de zihnimde yer edinecek kadar baskın bir konuşma biçimi olduğundan sebep onun adını hatırlayabilmiştim. Hüzez'in karşısındaki kız kollarını göğsünde bağlayıp duvara yaslanmıştı, bana kısa bir bakış attıktan sonra "Bence adın daha garip." dedi. Şu zamana kadar okuldaki hiçkimsenin bana üstten bir tavırla baktığını görmemiştim, o yüzden kızın şaibeli bakışını büyütmedim. Ama ses tonu hoşuma gitmedi. Kirpiklerimin altından buzdolabından yeni çıkmış bezelye gibi cansız bir bakış attım. Ki genelde hep böyle baktığımı düşünüyordum, bu kız ne oldu da beni dengi görebileceğini sanmıştı ki? Ama kız çabuk toparladı. Birkaç saniye gözlerimi kırpmamam yeterli olmuştu ve şimdi kollarını göğsünden indirerek o yayvan duruşunu düzeltiyordu. Çenesi minik hareketlerle titrerken "Yani, yaz ayı ismi biraz garip değil mi?" dedi aynı titreklikle. "Sana ne?" Belki de sesim bir yıldır dondurucuda can çekişen bezelyeden bile daha cansızdı. Bir kesesinde, birisi sesimin ağaç gövdesine balta vurulurken çıkan o acı iniltilerine benzediğini söylemişti, hatta o sesin hem zayıf hem de ürkütücü olduğunu. Bayağı hoşuma gittiği için bu benzetmeyi hatırlamış olabilirim. Hüzez bana çekingen bir bakış attı ama bunu bir saniyeden fazla başaramadı. "Biz senin bizi dinlemediğini düşünüyorduk. Malum genelde hep böylesin ya?" Hüzez'i inceliyordum, kız bayağı gergin duruyordu. Benden kaynaklı olduğunu düşününce bu hali hoşuma gitti ve yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Derken kızın ardındaki duvarda bir değişiklik olduğunu fark ettim. Ben gözlerimi duvara doğru kaydırırken Hüzez birden bire sırıttı ve kahkaha atmaya başladı. Acaba minik mutluluğumu yanlışlıkla ona mı bulaştırdım diye düşünürken az önce bana küstahlık yapma cürretinde bulunan kız garip bir dilde konuşmaya başladı. Garip dil cidden garipti, gülümsemeyi seven bir tip olsaydım ben de Hüzez gibi gülebilirdim. Ancak bir dakika. Hüzez daha o kız konuşmadan kahkaha atmaya başlamıştı. Ve ikincisi, o kızın konuştuğu dili hiç duymadığıma emindim. Ki ben yabancı dillere oldukça hakim biriydim. Turuncu boyalı duvarın ortasında minik bir çatlak belirdi. Bu normal bir insanın ne fark edebileceği ne de görüp de umursayacağı bir detaydı. Ama ben zaten normal değildim. O çatlak açıldığı an birden bire siyah bir boya yayılmaya başladı ve kaşla göz arasında bütün duvarı kaplayan bir işaret belirdi. Dallı budaklı filigranları ve siyahtan bile daha karanlık rengiyle büyük bir desendi bu. Sanki bir mürekkep şişesinin dibi kırılmış ve etrafı komple mürekkebe bulanmış, devasa bir halının ortasında kendiliğinden siyah bir oyuk belirmişti. Onun ne olduğunu biliyordum. Bir dövme. Kaşlarımı çatarak yerimden fırladım, birazdan bu ortamda neler olacağını biliyordum. Ancak aklıma gelen düşünceyle hızla kızlara döndüm ve gözlerim şok içinde açıldı: Hüzez karnını tutarak yere devrilmiş halde kahkahalar atıyordu. Gözlerinden neşe değil acı yaşları akıyordu ve bunu hiç fark etmeden katıla katıla gülmeye devam ediyordu. Duvara yaslanan kız tırnaklarını yanaklarına geçirerek çığlık atmaya başladı ve tırnaklarının yanaklarını yırtması gibi yavaş yavaş duvarın dibine sindi. Başka bir kız ellerini yüzüne bastırarak ağlıyordu, formasının göğüs kısmı şimdiden ıpıslaktı. Az önce top sektiren kız topa sarılmış halde onları izliyordu, bir korku filmini izler gibi görünüyordu. Ama o da aynı durumun içinde olduğunun farkında değildi, çünkü yüzündeki korkunun normal olamayacak kadar farklı olduğunu ben görmüştüm. Sonunda kendim gibi normal olmayan bir durumun içindeydim ve bunun rahatlığıyla keyifle gülümseyerek duvara döndüm. Devasa dövmeden yayılan soğuk canlılığa meydan okuyan bir ifadeyle bakıyordum. Başıma gelecek olanlar biraz tehlikeliydi, ama asıl eğlenceli kısım işte bu olacaktı. Birkaç adım gerileyip bacaklarımı iki yana açtım ve sağlam bir duruş alırken "Selam baş belası." dedim. "Senden yüzyıllardır haber alan yoktu! Nadir bir şeysin sen." Tekrar kızlara baktım, deliriyorlardı ve bunun sebebi o dövmeydi. Aslında dövmenin sebebi o soğuk canlılık sisi. İncecik bir buz gibi hissettiren sis çoktan ayak bileklerimin etrafına yayılmıştı. Salonda o dövmenin ortasından akan sis dolanıyordu. Benim için zararlı değildi, ama bu sis biraz daha yaşamaya devam ederse kızların sonu olacaktı. Onlar insandı ama ben bir... Dehşet bir çığlık sesi duvarları titretti. Dövmenin ortasında siyah cilim gibi bir yaratık belirdi. Başa benzeyen kısmını yukarı kaldırdı ve spor salonundaki bütün sisi kendine çekmeye başladı. Benden biraz daha büyük olan yaratık sisi çektikçe büyüdü. Ama sisi absorbe ettikçe bedenindeki cilim gibi görüntü de değişti, pürüzsüz bir siyahlığa dönüştü. Sanki sis onu besleyip güzelleştirmişti. Yaratığın tepesi tavana vuracak hale geldiğinde başını çevirdi ve bomboş yüzü bana baktı. O şey cidden bir baş mıydı bilmiyordum. Yaratık sanki siyah rengin canlılık bulmuş haline benziyordu, ona ne hayalet diyesim geldi ne de insan. Sadece bir ucube olabilirdi. Gerçi çocukluğumda okuduğum mitoloji ve tarih kitaplarında onun ucube değil de özel bir ismi olduğunu öğrenmiştim ama ben bunu hiçbir zaman umursamazdım. "Tamam mısın?" Diye seslendim yaratığa. Beni duyabileceği bir kulağı bile yoktu ki, boşuna bağırıyordum. Şu an sadece neden normal insanlar gibi benim de delirmediğimi merak ediyor ve inceliyordu. Ben de bunun rahatlığıyla konuşuyordum. Boynumdaki kolyeyi çıkardım, ucunda siyah obsidyenden, minik bir bıçak vardı. Bıçak ancak serçe parmağımın tırnağı kadar büyüktü. Yaratığa sırıtmaya devam ederken kolyedeki bıçağı sol elimin bileğine götürdüm ve tam bileğimin ortasındaki çiçek desenine sapladım. Drosera baş belası, zehirli bir çiçekti. Bir ot olmasına rağmen et yemeyi seven ve aciz avlar peşinde yıllarını harcayan sinsi bir bitkiydi. Desenin üstünde bir damla kan belirdi ve avcumdan aşağı yuvarlanmaya başladı. Kanın gittiği çizgide yakıcı bir sancı başladı ve aniden açık yaranın içinden mızrak gibi hızlı bir şey fırladı. Mızrak değildi tabi, son anda avcumun arasına kıstırdığım şey zincirli bir aletti. Bir ucunda dikdörtgen şeklinde ağır bir gürz, bir ucunda süt beyazı renginde, kolumun yarısı uzunluğunda uzun bir bıçak vardı. Zinciri uzundu. Metrelerce uzunluktaki bu özel alet az önce benim narin bileğimden fırlamıştı. Nasıl olduğunu sormayın. Çünkü yaratık yaptığım şeyi gördüğü an o kulak yırtan çığlığı attı ve koca gövdesini sallayarak üzerime atıldı. Küçük, bir elli üç boyunda minyon bir kızdım. Ya da kadın. O detayı şu an pek hatırlamadığımı fark ettim. Anın heyecanıyla geriye doğru peş peşe parandeler atarak kaçtım ve araya mesafeler atarken zincirim kusursuz bir şansla bedenime kadar dolandı. Kendi kendine toparlanmış olması iyiydi, çünkü vakit kaybetmeyecektim. Bacaklarım bir çekirgenin bacaklarıyla eş sayılabilirdi, zorlamama bile gerek kalmadan bir zıplamada beş metre yukarı fırlayabilirdim. Bacaklarım böyleyse geri kalanım kim bilir nedir diye coşabilirsiniz ama sakin olsanız iyi olur çünkü bu noktada biraz hayal kırıklığı söz konusuydu. Benim varlığımı yükselten neredeyse tek etken bacaklarımdaki kuvvetti. Ve biraz da bileklerim diyebiliriz. Yakınımdaki bir pencereye pervasızca atladım ve zincirin gürzüyle önümdeki camı parçalayarak spor salonunun dışına fırladım. Bedenim hız kesmeden yere doğru düşecekken bir ayağımı ve elimi önceden yere ulaştırdım ve kontrollü bir şekilde yere indim. Hızın etkisiyle birkaç saniye yerde kaysam da olduğum yerden hemen fırladım. Küçük ama maharetli bacaklarım okul arazisini yarılıyordu, arkamdan yine bir çığlık sesi geldi ve yaratık bu sefer neredeyse göğe varacak kadar büyümüş cüssesüyle spor salonunun tepesinde belirdi. Öylesine büyümüştü ki bedeni duvarların arasında bir görünüp bir kayboluyordu, varlığı şaibeliydi çünkü etten ve kemikten değildi. Ona bu yüzden hayalet demek daha doğru olurdu ama öyle de değildi. İnsanları bir saniyede delirten bir hayalet bulmak bu zamanda bile pek mümkün değildi çünkü. Zinciri etrafımda şöyle bir savurdum ve öne doğru sağlam bir adım attım. Baldırım güç ile kasılırken bir harekette yukarı fırladım. Şiddetli bir rüzgar bedenimi çepeçevre sararken ben kahkaha atıyordum. Böyle biriydim işte, niye güldüğümü kendime bile açıklayamam. Metrelerce havaya fırlamıştım, kendimi bayağı sağlam fırlatmış olmalıydım. Yaratık beni havada kapmak istemiş olacak ki siyah tül gibi dökülen uzvunu bana doğru savurdu. Galiba beni sevmişti ve oyuncak bebeği yapmak istiyordu. Ayrıca o savurduğu şey kol muydu ki? Spor salonunun çatısına çakılarak inerken kiremit parçaları yüzüme uçtu. Damarlarımdaki kan resmen zevkten dört köşe olmuş bir halde çalkalanıyordu o yüzden yüzümde oluşan kesikleri umursamadım. Bir iki kez yuvarlandıktan sonra hızla ayağa kalktım. Ben düştüğüm yerden fırlarken kısa saçlarım da her yerime saçaklanmıştı. Gözlerime düşen bir tutamı üfleyerek yerine yolladıktan sonra yaratığa bakarak kahkaha attım. "Ne oldu, iyi numara değil mi? Bak iyi izle bak bak!" Zinciri bir savuruşta metrelerce öteye uzattım ve önce dikdörtgen gürzü yaratığa savurdum. Yaratık cüretime öfkelenerek bağırdı ve bütün gövdesiyle bana doğru inmeye başladı. Bu şey büyümek için doğmuştu sanki, az önce ben yerdeyken bile bu kadar büyük olduğunu hatırlamıyordum. Ama şimdi kara bir bulut gibi göğü kaplıyordu. Ve buna rağmen gürzün ucu ona ulaşamadan bana geri döndü. Etrafım siyahlıkla donanırken pervasız bir kahkaha daha attım. "İyi bu iyi!" Diye bağırdım. Gerilim yükseldikçe ben daha da deliriyordum. Ve bu benim karakterimdi, yaratığın kendi becerisi değil. Yaratığın sürekli yapıp durduğu gibi ama kendime has bir keyifle çığlık attım ve yine güçlü bir zıplamayla havaya yükselirken zinciri kendime çektim. Hareket yüzünden oluşan rüzgar saçlarımı bir yelpaze gibi etrafa açmış ve yine gözlerimi kapatmak üzereydi. Önümü göremez hale gelmeden bu işi tamamlayacaktım. Yaratık siyah tül gibi döküm döküm aşağı inen uzuvlarını bana doğru uzattı ve ben süt beyazı bıçağın sapını kavradım. Öteki elimle çoktan gürzü kavramış ve onu arkama saklamıştım. Elde edebileceğim bütün gücü bıçağı tutan bileğime topladım ve birden bıçağı sırtımdan geriye savururken gürzü tutan elimi de tersi yöne çevirdim. Bedenim bir çekirge hızıyla tam tur geriye dönerken zincir göğü metrelerce keserek uzadı ve bıçak yaratığın hiç beklemediği bir noktadan ona doğru uçtu. Minicik bıçak, devasa yaratığın içinde saniyelerce kaybolarak savrulurken yaratık son ama en dehşetli çığlığını attı ve gökte kör edici bir ışık belirdi. Işık gücünü kaybedene kadar gözlerimi yumdum ve açtığımda yaratığın parçalara ayrıldığını gördüm. Minik beyaz bir bıçak işte bu kadar kudretliydi. Gökte sanki devasa kül yaprakları belirmişti. Hızımı kaybedip çatıya doğru düşerken küle benzer parçalar da benimle birlikte inmeye başladı. Ancak ben kiremitleri patlatarak çatıya inerken küller önce solup sonra son bir kez ışık saçarak soyutlaştı. Sonra da hiç varolmamış gibi yok oldu. Zinciri toplayıp omzuma attım. Gökyüzü tekrar maviye dönmüştü. Başımı geriye atarken ellerimi belime koydum ve yavaşça iç çektim. "Oh be. Resmen arındım." Arınmak kelimesini az önceki yaratık için söylemek daha doğru olurdu, şimdi yok olmuşken o başlangıçtaki cilimli halinden daha güzeldi. Bir balon gibi şişerek büyümesi gibi aynı kolaylıkla ortadan kaybolmuştu. Gerçi kolaylık lafı doğru muydu şu an emin değildim. Başımı indirip çatıdan inecektim ki karşımda birini gördüm. Hızla savunma pozisyonu aldım. Ellerim hemen gürz ve bıçağı kavramış, zincir ayaklarımın üstüne dökülmüştü. Siyahlar içinde, uzun boylu biriydi. Bir adam. Fazlasıyla donuk diyebileceğim siyah gözlerini bana dikmişti, o bakışları görünce belki de canı sıkılmış biridir diye düşündüm. Biraz heyecan için çatıya çıkmış olabilirdi, bu benim gibi birinin garipseyeceği bir durum olmazdı. Ama canı sıkılmış birinin belindeki kemerde uzun ince bir kılıf olmazdı. Adamın belinde bir kılıcın siyah kılıfı vardı, tıpkı kendi gibi o alet de uzun, ince ve siyah kumaşla çepeçevreydi. Bıçağı bel hizama yaklaştırırken "Buyrun beyefendi?" diye garip bir soru sordum. Herhalde düzgün çalışan bir beynim olsaydı beyefendi kime bakmıştınız, gibi bir şey sormam gerekirdi. Ya da bu kadar kibar da olmamam gerekirdi. Gerçi ben kibarlıktan da analmazdım ki. Adamın eli kılıfa gitti ve havaya metalik ince bir ses yayıldı, gözlerimi onun hareketinden ayırmadan öne doğru bir adım attım. "Yoksa onu sen mi çağırdın?" Bu soru şu an benim için çok önemliydi. Ve o an ömrümde görmediğim bir hız beni dehşete düşürdü. Adamın yerinden fırladığını bile göremedim, çoktan arkamda belirmişti. Uzun ince bedeni karanlık bir kurşun gibiydi, onu çoktan sırtımda bulduğumda zincirin parçalarını tutan ellerim hayatımda ilk defa korkuyla titredi. Ben bunu ilk defa yaşıyordum. Yenilme tehlikesini. Bıçağı savurma fırsatı bulamadım, sadece gözlerim korkuyla açıldı. Arkamı dönerken yarı yarıya gördüğüm görüntüde adamın sırtının bana dönük olduğunu anladım. Kendimi geriye atarak ona döndüm ve bütün gerçeklik net bir şekilde önümde belirdi. Dakikalar önce spor salonunun duvarından çıkan cilimli, benim ölçülerimdeki yaratık ellerini kiremitlere yapıştırarak çatıdan çıkmaya çalışıyordu. Kabzasından çıkmış siyah kılıç adeta bir ışık gibi o şeyin boynundan geçti. Adam hareket ettiğinden daha hızlı şekilde o yaratığın boynunu gövdesinden ayırmıştı. Sorun hallolmuş, tehlike atlatılmış gibi görünüyordu ama gerçek aslında farklıydı. Yaratığın kafası yuvaralanarak kiremitlerden aşağı giderken adamın omzunu yakaladım ve "Uzaklaş buradan!" diye bağırdım. Siyah gözler bana çevrildi ve yabancı kılıç ustasının şaşkınlıkla baktığını gördüm. Tabi ki ne olduğunu anlamamıştı. Adamı hızla gövdeden uzaklaştırmaya çalışarak "Git dedim sana da bulaşacak aptal!" diye bağırdım. O zaman göğsünü itmeye çalışan ellerim bir işe yaradı çünkü adam ne demek istediğimi anlamış olsa gerek hızla uzaklaştı. Çatının benden en uzak noktasına çoktan varmıştı. Ben uçan kafanın peşine düşerken adama kısa bir bakış atıp "Daha da uzağa git aptal!" diye bağırdım. Adam dediğime uymuş muydu bilmiyordum, belki de spor salonundaki kızlar gibi onun için de geçti ve çoktan delirmeye başlamıştı. Bu yaratığın normal bir Tetikleyici olmadığından habersizce saldırmıştı. Belki de benim ona yaklaşırken başıma hiçbir şey gelmediğini görüp bu yüzden yanlış anlamıştı. Ama bu Tetikleyici yüzyıllardır ortada görünmeyen bir türdü. Ve normal Süzeranlar için de tehlikeliydi. Ben bu gün kaç kere anormal olduğumu ispat etmiştim? Bu soru zihnimi oyalamaya başlarken eski heyecanıma ve heyecansızlığıma geri dönüp çatıdan atladım. Yaratığın başı yere düşüyordu. Neyse ki minyon bir kız olmama rağmen ondan daha ağırdım ve kütlemle ona çabucak yetiştim. Zincirin bıçak kısmını ona savurmadan önce "Asıl şimdi tanıştığımıza memnun oldum gerçek Tetikleyici!" dedim. Bu kafa yaratığın gerçek bedenine aitti. Benim yok ettiğim ise onu varlığından güç alarak meydana çıkan aurasıydı. Çekirdek buydu. Bıçak kafanın içinden geçerken bu sefer çığlık sesi duymadım. Yaratık bir kez daha ve son kez hiç varolmamış gibi önce küllere dönüşerek sonra da solarak kayboldu. Zinciri toparlarken yere indim ve başımı kaldırıp çatıya baktım. Görebildiğim kadarıyla oradan da küçük küller yükseldi ve gövde kayboldu. Çatının kıyında siyahlar içindeki adam belirdi. Bu sefer bıçağın kabzasını sertçe sıktım. Yaratığı yok ederken bile bu kadar tetikte değildim, ama bu adamdan korkmuştum. Korkuyordum. "Siyah dikdörtgen gürz, beyaz bıçak ve gümüş renkli bir zincir." Adamın siyah gözleri elimdeki silahtan kopup bana döndü. "Efsanevi bir Tetikleyiciyi kolayca öldürebilen bir Süzeran." İşte bu kötüydü. Kim olduğumu anlaması beni yakalamasından bile beter olurdu. Ama çok geçti, kesinlikle anlamıştı. Zinciri toplayıp arkama saklayarak hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalıştım ama adam göreceğini görmüştü. "Hayatını kurtaran kızım, adımı duymak ister misin?" Diye onu oyalamaya çalıştım, ama aklıma gelen başka bir detayla yüzümdeki gülümseme eridi. "Ya da kadın." Bir sessizlik oluştu. Adam elini yine kılıcın kabzasına koymuştu, öteki elinde de kılıç vardı ve ucu yukarı bakıyordu. Yine aynı hızla arkamda belirse ne yaparak onu yenebilirdim? Silahımın zincirini yavaşça aşağı sarkıttım. Yere düşerken ses çıkarmaması için olağan becerimle uğraşıyordum ama bunu yüzüme yansıtmadım. Eğer o herif bir daha arkama geçerse zinciri çekecek kadar hızlı olabilirdim. Adam dengesini kaybeder ve ben de dönüp ona saldırabilirdim. Ancak bu olmadı. Adam siyah kaşlarını kaldırdı ve "Gerek yok, ben kim olduğunu biliyorum." dedi. Gözlerimin önünde bir kurşun gibi ilerledi ve saniyeler içinde çatıdan atlayıp önümde belirdi. Planım suya düşmüştü. Adam önümdeydi. Ve Kılıcın kabzasını çoktan enseme götürüp beni bayıltırken "Sen Dördüncü Temmuz'sun." dedi. Eğer bayılmakla meşgul olmasaydım yüzümü buruşturup huysuz huysuz homurdanırdım. Ama buna vaktim kalmamıştı. Yıllardır kaçtığım memleketimde bana bu şekilde hitap edilirdi ve ben bu hitabı duyduğum an başıma ne geleceğini biliyordum. Büyük Süzeran Akademi'de eğitimci kadronun hiyerarşisinde, en tepede soylu bir aile vardı. Ben ne o ailedendim ne de değil. Ama adım Temmuz'du. Ve tıpkı az önce yok ettiğim yaratık gibi efsanevi bir soydan gelen melez bir insandım. Ya da Süzeran. Bunu şimdilik düşünmeyelim. |
0% |