Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2: mahkumun hapishanesi

@halempa

Küçücük bir kız çocuğu düşünün.

Hatta bayağı küçük düşünün.

Sonuçta büyüdüğü zaman yerden bitme bir fıstığa benzeyen bodur bir yetişkin olacak. İşte o kadar küçük bir çocuk.

Evet bahsettiğim bacaksız benim.

Şimdi zihnimizde kocaman bir saray oluşturalım.

Ya da durun niye böyle bir şey söyledim ki? Ben şu an baygınım ve büyük ihtimalle bir anı görüyor olmam lazım.

Zaten fıstığın çeyreği kadar bir çocuktum. Bir de yetmezmiş gibi kocaman odaları, upuzun duvarları olan bir sarayda büyümüştüm. Güya burası soylu evlatlarının özel olarak yetiştirildiği yerdi. Bana sorsanız gördüğüm muamele hiç de soylulara özgü değildi.

Ne zaman o yeri düşünsem haki duvarlara küçük parmaklarımı sürterek dolandığım günleri hatırlarım; yapacak hiç eğlenceli bir şey yoktu. Bir de yetmezmiş gibi peşimde sürekli bana "Dumuzi! Dumuzi!" diye seslenen uyuz bir bakıcım vardı. Burnunun kemerinde koca bir ben olan, kafasındaki üçgen bezden beyaz bukleler fırlayan bet suratlı bir kadın. Ben eğitimlerden kaçtıkça o ismimle alakasız hitabı daha çok duyardım, haki duvarlara bir de o hitap sürterdi işte. Bakıcımdan nefret ederdim, ama o lafı söylemeye devam ettikçe benim de nefretim katlanırdı. Hem bakıcımı hem de Dumuzi olmayı istemezdim. Yine de bunlardan daha çok istemediğim bir şey vardı ki o da kitap okumaktı.

Tabi saraydan firar ettikten sonra insanların okuma zevkini keşfetmiş ve şahsım adına aslında kitaplardan nefret etmeye zorlandığımı öğrenmiş olunca bu fikrim sonradan değişmişti. Çünkü insanların kitap diye okuduğu şeylerde eğlenceli hikayeler vardı, ama benim okuduklarımda büyük bir sahtekarlıkla yazılmış öğütler ve tanrı mitlerinden başka bir şey yoktu. Okuduğum tanrıları zaten sevmezdim. Ne insanlık tarihindeki tanrıları ne süzeran tarihindeki tanrıları... Belki de kitaplar çok sıkıcı yazılmıştı ve bu yüzden nefret etmiştim, bundan da pek emin olamayabilirim. Sonuçta o kitapları okurken beş altı yaşımdaydım. Hayatta bana tatlı gelen tek şey uyumaktı ve ben sırf o kitapları okumak için uykudan zorla koparılıyordum. Dumuzi'ci bakıcım beni sürekli bilgin odalarına sürüklerdi, bileğimi sıkan o kemikli parmaklarına lanetler yağdırırdım (mitlerden öğrendiklerimi söyleyince bayağı da ürkütücü olurdu). Dumuzi'ci bakıcım da bana "O kadar gerçekçi söylersen bir gün olacak." derdi, ben de o günün gelmesini umut ederdim.

İnsanların dünyasında okul vardı, benim dünyamda bomboş bir saray odası. Kafama değen bir masaya oturur ve karşımdaki tahtayı görmek için saçma salak bir çaba verirdim. Böyle saçma salak bir ortamda bulununca da işte, etrafımdaki sözde yetişkinlerin asla farkına varmadığı ihtiyaçlarımı kendim giderirdim. Sonunda ders dinlediğim sandalyeye kocaman pofuduk bir yastık koyarak oturmaya başlamıştım. Sonra da yergiler; aaa Dumuziii, bu çok ayıp. Dumuzi bilginine saygısızlık yapıyor.

Umarım inatla söyledikleri o yıldız taşı bir gün kafalarına düşerdi.

Dumuzi'ci bakıcım obsidyen bıçaklı kolyeyi inatla boynuma geçirirdi, henüz o kolyenin kıymetini bilmediğim zamanlardı ve bıçağı serçe parmağımın değil başparmağımın tırnağından bile büyüktü. Bakıcıdan nefret ettiğim için uyguladığı her şey bana dayatma gibi geliyordu o yüzden pekçok kez o kolyeyi gizlice çıkarmıştım. Bakıcı kolyeyi çıkarmak üzere olduğum bir gün bunu yakalamış ve çarpık eli minik elimi tokatlamıştı, bunun peşinden ise beynime kazınan bir nutuk: "Sakın Dumuzi! O kolye senin can güvenliğin! Eğer sana bir Tetikleyici saldırırsa zinciri nasıl çıkaracaksın? Olmaz! Drosera'yı sadece bu obsidyen kolye kanatabilir, yoksa silahını çıkaramadan ölürsün!"

Söylediklerinde haklı olduğunu daha sonraki tecrübelerimden öğrenecektim, zaten tehlikeyi tattıktan sonra da kolyeyi boynumdan hiç çıkarmamıştım. Ancak bakıcı neden özellikle benim Tetikleyicilere karşı tetikte olmam gerektiğini söylememişti, bunun cevabını daha sonra kendim yaşayarak öğrenmiştim.

Pofuduk yastığımda bağdaş kurarak ders dinlediğim bir gün eğitmenim olan bilgin koca bir tahtaya sopasın vurmuş ve bir yıldız resmini işaret etmişti. Tutmaktan aciz olduğum uzun bir kalemi çiğnerken gözlerim istemsizce o resme hipnoz olmuştu. Bilginin yine sıkıcı bir konudan bahsettiğini hatırlıyorum: "Bu gördüğün Dumuzi yıldızı dünyanın bulunduğu galaksiden oldukça uzakta bir obsidyen cisimdir. Taşıdığı değerli materyalin bir kısmını demir, altın, cıva vesaire ağır metaller gibi kanımızda taşırız. Ancak insanlar normal olan ağır metallerin cüzi bir kısmını kanında bulundururken bir süzeranlar farklıyız; bizim kanımızdaki ağır metal miktarı onlardan daha fazla. Ayrıca sadece süzeran ırkından biri kanında obsidyenin temel maddesini taşır. Bahsettiğim Dumuzi yıldızındaki obsidyen, dünyada bulunandan çok farklıdır; materyalleri ve bulundurdukları element birbirlerinden tamamen farklı olmasına rağmen sırf renkleri siyah diye ikisine de obsidyen diyoruz. Ancak bizim kastettiğimiz hayati bir taş. Senin boynundaki hançer kalbin gibidir. Bir süzeran isen buna inan. Bu taş bizi hem insanlardan ayıran temel etken..."

Anının kalan kısmını kendi kendime tamamlayarak uyandım: "Hem de Tetikleyicilerden koruyan özel silahımız."

Yanımda bir kıpırtı oldu. Gözlerim önce devasa tavanı gördü. Başta o kasvetli hiyeroglifleri algılayamadım. Sonra hangi evin devasa tavanlarında mitolojik tarihe ait resimler olur diye sorgulayarak saflıktan arındım ve hızla doğruldum. Sırt kısmı olmayan bir divanın üstünde oturur pozisyona geçmiştim. Ve bir kez daha dehşetle o çizimlere baktım. Kafamın üstünde "Günah ve Duyguların Efendisi" İnsem ve "Buğday ve Kana Hükmeden" Serikon kavga ediyordu. Yani, niye oraya eklendiklerini bilmediğim bir ton kumaş, çiçek yaprakları, salkım meyveler ve bunun gibi çokça şairane detay arasında. Tepemdeki şey ikinci Süzeran miladından sonra insanlaştırarak tasvir edilmiş yıldızlardı ve adı da "İnsem İle Seikon'un Davası"ydı. Resimlerden gözlerimi ayıramayarak bağırdım. "Kahretsin, İkinci Süzeran Tarihi, 'Yıldızlar Neden İnsanlaştı' kitabına düşmüşüm!" Hızla ellerimi başıma yapıştırarak "İmdat! Galiba ben de yıldıza dönüşeceğim!" diye bağırmaya başladım.

"Hayır, onlar sadece hiyeroglif."

Yanımdaki adamın donuk bakışlarıyla karşılaşınca ben de dondum. Ellerim başımın yanında kalakalırken ağzım açık bir şekilde adama baktım. Siyah kılıcın sahibi yanımdaydı. Şu an şok geçiriyor olsam da bunu kesinlikle hatırlamıştım. Hızla ellerimi önüme indirdim, gözlerimi kırparak dehşet ifadesinden kurtulurken "Selam." dedim.

Ani geçişime şaşırarak kaşlarını kaldırdı, o siyah oklar en son benim kim olduğumu fark ederken kalkmış olmalıydı. "Her zaman bu kadar hızlı mısın? Yani kendine gelme konusunda?"

"Kendime gelmek için zaman harcamaya ne gerek var?"

Aramızda bir sessizlik oluştu. Hareket yoktu, ama her şey o kadar kıpırtısızdı ki bir an saniyelerin de durduğunu sanıp etrafa bakındım. Etrafımı çevreleyen geniş duvarların oldukça tanıdık geldiğini far edince kaşlarımı çattım ve "Burası protokol salonunun mu, yoksa akademisyenlerin toplantı salonunun mu önü?" dedim.

Adam kılını bile kıpırdatmadan "İkincisi." dedi. Becerebilse sesini bile kıpırdatmadan kullanacakmış gibiydi, sesi gözlerinden bile daha donuktu.

Ellerimi yine başıma yapıştırarak divandan fırlarken "Akademideyim!" diye feryat ettim. İçimi saran dehşetle kendi etrafımda dönmeye başladım. "Hayır, buraya gelmemeliydim! Beni bir daha dönmemek üzere kitaba boğacaklar! Bu sefer aklım da eriyor, o sıkıcı şeyler yüzünden gebereceğim! Mahvoldum ben!"

Adam donuk bakışlarını çarpıtan bir şaşkınlıkla beni izliyordu, dudakları bunu desteklercesine hafifçe aralanmıştı. Bir süre ne yapacağını anlamayarak beni izlemeye devam etti. Ama bacak bacak üstüne atmış bir halde otururken dizinin üstünde birleştirdiği ellerini açmaya bile tenezzül etmedi. "Senin bir dahi olduğunu duymuştum. Ama bakıyorum da dahiliğin sonraki adımı cidden delilikmiş."

Dönmeyi bırakıp ona baktım. Üzerimde şu an okuldan kalma beyaz üstüne lacivert çizgili üniformam vardı, ben dönmeyi bırakınca belimden sarkan bol gömlek de hışırdamayı kesti. Saçlarımın halini şu an tahmin edemiyordum bile. Zaten normalde de kafamın etrafından kısa süpürge saçakları gibi fırlarlardı, üstüne bu gün daha da ateşlenmelerine sebep olacak şeyler yapmıştım. Kim bilir nasıl görünüyordum. Bir elimi belime taktım ve öteki elimin hala başımda olduğunu umursamadan "İltifatını kabul ediyorum sıradan varlık." dedim.

Adam şaşkınlıktan ne diyeceğine karar verememiş halde üst dudağını kıvırdı ve bön bön baktı. "Cidden. Sen de bayağı farklısın." Dedi yavaşça, galiba kelimelere kendi de pek ikna olmadığından ağırdan alarak söylemişti.

Dertli bir iç çekerek gözlerimi yumdum ve arkamdaki duvara yaslanıp kollarımı göğsümde birleştirdim. "Şimdiden zorlanıyorum biliyor musun? Senin gibi sıradan biriyle konuşmak yeterince zor. Bir de üstüne beni bu cehennem adaya geri getirdin. Tebrikler!" Son cümlede sitemle bağırmıştım.

Adam donuk ifadesine geri döndü. "Açıkçası yıllardır en büyük algı tipi Süzeranların bile yapamadığı şeyi başardım ve gayet mutluyum. Ama biraz hayal kırıklığına uğradım." Siyah gözlerini baştan aşağı üstümde gezdirdi. "Yüz yılda bir geldiği söylenen bir dehanın bu halde olduğunu görünce-"

Yanımda çift kanatlı devasa bir kapı vardı. Kanatlar içe doğru açıldı ve duvarlar titredi. Toplantı salonundan dört kişi çıktı. Bu gün delirmekten kurtaramadığım sıradan kızlarla aynı sayıda. İnsan ya da süzeran olsun sonuçta hepsi de bana eşit uzaklıktaydı; ancak sıradan varlıkları umursamayı sevmezdim. Yine de tavrıma rağmen kızların şu an ne durumda olduğunu merak ettim. Umarım birkaç algı tipi süzeran onlara ulaşmış ve tedaviye başlamıştır. Ve bunu ben diliyordum. Şu an.

Galiba o kabza yanlışlıkla amigdalamı sarsmış ve beni bambaşka biri yapmıştı. Eğer böyle bir şey cidden olmuşsa durumum korkunç demekti; ben de sıradan bir varlık olurdum ve bunun intikamını almak için önce kılıcı sonra sahibini arındırmak zorunda kalırdım. Tabi bu mümkünse.

Baştan aşağı beyaz kumaştan gömlekleri, bol eteğimsi altlıkları ve omuzlarından aşağı tüm haşmetiyle inen cübbeleri görünce yüzümde alaycı bir gülümseme oluştu. O yakasındaki altın işlemeli cübbeleri iyi biliyordum, bunları ancak akademinin üst zümresi giyebilirdi. Ve görünüşe göre karşımdaki kadın erkekli kır saçlı ihtiyar takımı benden sonraki dönemin akademi zümresiydi. Hiçbirini tanımıyordum. Onlar da bana tanımayarak ama kim olduğumu bilerek bakıyorlardı, hepsinin kırlaşmış kaşları ters üçgen olmuştu. En öndeki yaşlı adam göğsünü şişirerek konuşmaya hazırlandı ancak kapının ardından gelen sesi duyunca hepimiz oraya döndük.

"... Ne Süzeran felsefesine uygun, ne tekniğine uygun. Ne bir tedbir alınmış! Koca şehrin ortasında amatör gibi apaçık arındırma yapmak ne demek! Skandal! Korkunç bir skandal! Neredeyse yüz elli yıldır insanlarla muhattap olmadan devam ediyorduk ama şimdi bir kendini bilmezin teki teşhirciliğe merak salmış. Bütün adeti bozan bu densiz de kim?!"

Kel kafalı ihtiyar adam çift kanatlı kapının pervazında belirdiğinde öfkeli gözleri beni buldu. Olağan ifademle "Beni anlatıyordun galiba?" dedim.

Kır saçlı ihtiyarlardan biri bana hızlı bir bakış attı, gözleri şaşkınlıktan gerim gerim gerilmiş, yüzü telaştan buz kesilmişti. Hemen kel kafalıya döndü ve "Üstat, bu kişi on dört yıldır firari olan melez süzeran. Kendisi..." Kır kafalının gergin yüzü bana döndü ve baştan aşağı süzerek "Dördüncü Temmuz oluyor." dedi. Sesindeki hayal kırıklığını fark ettiğim an yüzümün bir tarafı yukarı çekildi, adama ciddi misin, der gibi bir bakış attım. Ne vardı yani?

Ancak kel kafalının şoklar içerisinde bana baktığını görünce bir an kıyafetlerimi inceledim. Yoo cidden bir sorun yoktu. Ama bu kasıntı tipler bana baktıkça niyeyse daha da bozarıyordu.

Kel adam kollarını cübbesinin bol kolluklarından içeri sokmuş ve göğsünde birleştirmişti, tombul yüzündeki kaskatı ifadeyle beyaz bir heykele benziyordu. Gergin dudaklarını zorla oynatarak "Bu kız kaç yaşında?" dedi.

Kır başlı tereddütle "Yirmi bir." dedi.

Kel kafa "Peki neden çocuğa benziyor?" diye mırıldandı.

"Üzerindeki üniforma yüzünden öyle görünüyor olabilir üstad." Dedi yaşlı bir kadın, o da dörtlü grubun azizesi olmalıydı. Ya da Edebiyat komitesinin başkanı. Süzeran akademisinde edebiyat komitesi niyeyse hep kadınlarla dolu olurdu.

"Hayır, hayır." Diyerek kaşlarını iyice çattı kel. "Bu kadar kısa olması normal değil."

"Sen fazla uzunsun diyelim." Dedim, kel üstad cidden uzundu. Yanına gitsem kara kuru bir cüce gibi görüneceğime emindim. Ancak yine de ortamdaki en uzun kişi kel üstad değildi, arkamdaki siyahlı adamdı. Şu an aklıma geldi de, adam yine arkmadaydı. Beni bir kere daha kaçırırsa bu sefer nereye götürebilirdi? Adamın karşı konulması imkansız hızı içime işlemişti, onun varlığı etrafımdayken sürekli bir saldırıya uğrama ihtimali seziyordum. Galiba bu sorunu çözmek için nefret ettiğim birkaç ansiklopediye uğramam gerekecekti, ben böyle bir korkuyla yaşayamazdım. Yenilme ihtimaline alışık değildim.

Kır saçlı bir başka üstad yarım ağız mırıldandı. "Söylentiler sanırım doğruymuş."

Aklından geçeni okuduğumu ben bile söyledikten sonra fark ettim: "İnanılmaz zeki olduğumdan bahsediyor."

Kel üstat dik dik bana baktı ve "Evet, garip davranışları olduğu doğruymuş." dedi. Allak bullak olmuş bir ifadeyle alt dudağımı büzdüm ve kendimi sorguladım.

"Ama boyu çok küçük. Hakikaten çocuğa benziyor. Algı süzeranlarının onu gözden kaçırmasına şaşmamalı, bakışları da olmasa bunu çocuk sanarım ben."

"Edebiyat başkanının sözünü duymadın mı? Üstümdeki kıyafetler yüzünden kafan karıştı senin, ben bile çocuk olmadığımı biliyorum ya hu."

Edebiyat başkanı kadının gözleri dehşetle gerilirken alt çenesi aşağı sarktı. Kel üstat "Bizi tanıyor musun?" dedi.

"Hayır." Düz sesim geniş duvarlarda yankılandı ve bir sessizlik oluştu, niyeyse herkesin yüzünde bir şaşkınlık vardı. Üstatlar allak bullak halde birbirlerine bakıyorlardı. Kel üstat bana döndü. "Bir delilik olduğu belli, ama dahi olduğuna dair belirtileri de görmüş olduk sanırım."

Bunlar neyden bahsediyordu? Çünkü benim kafam çoktan Mavi Kitap'ın eski kütüphanedeki yerinde olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı. O kitap işimi görürdü.

"Kumarbi. Orada neler oldu?" Kel üstad arkamdaki bir şeye bakarak konuşmuştu, yoksa duvarla mı konuşmaya başladı diye düşündüm ve sırıtarak arkama döndüm. Siyahlar içindeki adamı buldunca saf gülümsemem parçalara ayrıldı.

Adam bir an donuk bakışlarını sürdürerek kel üstad ile bakıştı, galiba konuşmaya pek hevesi yoktu ve biz salondan ayrılana kadar o havalı duruşu sergilemeyi planlıyordu. Adamdan ürküyordum ama dakikalardır jilet gibi bir duruşla o divanın üstünde oturduğu için taktir etmiştim. Belki de kendine özgü bir meditasyon yapıyordu; olabilirdi, sonuçta süzeranların birçok meditasyon biçimi vardı. Donuk ifadesinde minik bir kıpırdanma oldu ve "Saat dört buçukta oradaydım." dedi. "İnsanlara ait bir lisenin spor salonunda özel sınıf bir tetikleyici meydana çıkmış. Görünüşü siyah bir hayalet gibiydi, ben olay yerine vardığımda lise binasının duvarlarından yükseliyordu."

Kel üstat gergin bir sesle "Duvarlarından mı?" dedi.

"Evet. Şekil değiştirme kabiliyeti vardı, vücudunu istediği gibi büyültüp küçültebiliyordu. Bunu yapmasını sağlayan şey asıl bedeni değildi. Kendisi çekirdek bedenini saklarken dışarıya sadece aurasını salmıştı."

Edebiyat başkanının rengi kireç gibi soldu. "Yani bir kuklacı mıydı?"

"Hayır." Dedi siyahlı adam, salondaki yaşlılar bozarıp sararırken onun soluk teninde hiçbir renk değişikliği yoktu. Gayet rahat konuşuyordu ve bu tavrı ilgimi çekmişti. Olayın ne olduğunu bilmeme rağmen ben de ihtiyarlar gibi merakla onu dinliyordum.

"Dördüncü Temmuz bir Delirtici tetikleyiciyi öldürdü. Ama siz de anlamışsınızdır. Bu tetikleyici Delirtici sınıfından olmasına rağmen hem aurasını güç olarak kullanabiliyor hem de şekil değiştirebiliyordu. Yani birden fazla tetikleyici huyuna sahipti."

Edebiyat başkanı "Yıldızlar..." diye sayıklayarak elini ağzına kapattı. İki ihtiyar üstat birbirleriyle bakıştı, bana yakın olan ihtiyar ağzı açık kalarak bana dönerken kel üstat da "Sen neler söylüyorsun..." diye mırıldandı.

"Olur öyle." Ortamın gerginliğine yine absürt kaçan bir tonla konuşmuştum. Siyahlı adamın yüzünde çarpık bir gülümseme oluştu.

İhtiyarlardan biri konuştu. "Eğer böyle bir yaratığı cidden arındırabilmişse bunu Temmuz'un zinciriyle yapmış olmalı. Başka açıklaması olamaz. Neredeyse üçyüz yıldır delirtme üzerine bir tetikleyici ortaya çıkmamıştı. Üstelik aynı anda üç huya sahip olması akıl alır gibi değil!"

"Evet biraz şaklabandı kendisi." Dedim.

"Devasa aurayı dördüncü yok etti. Tek bıçak savuruşuyla parçaladı. Bunu başaramasaydı yaratık koca şehire musallat olabilirdi, aurası çoktan yarım kilometre çapına ulaşmıştı. Ancak hala yaşıyordu, ben oraya vardığımda asıl beden Dördüncüye arkadan saldırmak üzereydi. Başta herhangi bir kuklacı olduğunu sanıp müdahale ettim ama asıl durumu fark eden de beni kurtaran da Dördüncü oldu. Peşim sıra çekirdeği yok etti, üstad Enriysi'nin dediği gibi; tetikleyiciyi Temmuz'un bıçağı ile arındırdı. "

"Böyle bir şey tarihte yok." Dedi kel üstad.

Keyifle homurdandım, bak bu çok hoşuma gitmişti. Sonunda o sıkıcı tarihe eğlenceli bir şeyler yazılacaktı. "Fena mı oldu? Sayemde kitap okumaktan sıkılmazsınız artık." Dedim önemli bir noktaya değinerek.

"Olacak iş değil. Bunun eni boyuna araştırılması lazım." Kel üstat cübbesinin kol eteklerini savurarak emirler vermeye başladı. "İştar, kesinlikle adadan ayrılmıyorsun. Bunu komiteyle toplantı yaparken eni boyuna konuşacağız ve gördüğün her şeyi en ince detayına kadar anlatacaksın. Katipler bunu kayıt edecek. Ame hanım, Dördüncü Temmuz'a gözkulak olacak birini görevlendirin. Üzerinden gözler ayrılmamalı, bir daha kaçmasın! Beyler siz benimle gelin."

Kel üstat kır saçlı ihtiyarları peşine takarak toplantı salonuna geçerken Ame isimli edebiyat başkanı bana döndü. Niyeyse tatlı tatlı gülümsemeye ve önünde birleştirdiği parmaklarını kıpır kıpır oynatmaya başlamıştı. Burnuma gelen koku hiç hoşuma gitmedi. Geriye doğru bir adım attım ve siyahlı adamın gözleri anında bana çevrildi. Kahretsin, kibar nineden kaçabilirdim ama şu siyahlı benim zayıf noktamdı. Bacaklarıma tüm gücümü akıtarak zıplamaya başlasam bile ne faydası olurdu ki? İlk adımda yakalanırdım.

Kıstırılmıştım. Bu adam adada olduğu sürece bir süre memleketimde hapis kalacağım belli olmuştu.

Ame bana doğru yaklaşarak elini uzattı ve "Temmuz'cuğum?" dedi.

Hemen dehşete düştüm. "Cuğum mu?" Diye ciyakladım ve adama döndüm. "Aptal süzeran ya beni öldür ya da kaçmama izin ver!"

Adam siyah kaşının tekini havaya kaldırdı ve başını iki yana salladı. Hem siniri bozulmuş hem de ikna olmamıştı.

Ame başını yana yatırarak gülümsedi, gümüşi buklesi cübbesinin yakasındaki altın işlemeye düştü ve bu hali bana Dumuzi'ci bakıcımı hatırlattı. Daha da dehşete düştüm ve ne olursa olsun diye karar vererek öne atıldım. Adam beni her türlü yakalardı evet, ama en azından bu kadından biraz uzaklaşmalıydım.

Ancak uzaklaşamaya fırsat bile bulamadan durmak zorunda kaldım, ayaklarım zeminde kayarak dururken önümdeki adama çarpmaktan kıl payı kurtuldum. Birkaç santim daha kaydım ve burnumun ucu siyah cekete değerek durakladı. Tepemde bana hiçbir ifade sunmayan donuk bakışlar vardı. Ben bitmiştim. Bu durum ipi koparan son vuruş oldu ve dudaklarımı bükerek yalvarmaya başladım. "Lütfen izin ver. Bu delilerin arasında sıradanlaşamam, bırak gideyim!" Ama sesimde hiç inandırıcılık yoktu. Ben sadece korkunç olmayı becerirdim. O da çalı gibi saçlarım ve normal canlıları anlayamadığım için.

Adam omuzlarımdan tuttu ve beni bir kutu gibi çevirdi, bedenim hayal kırıklığıyla kadına dönünce alt dudağımı büzerek ayaklarıma baktım. Şimdi hiç o kadının tatlı gülümsemesini çekemezdim.

Kadın bu tavrıma alınmıştı, üzgün bir yüz ifadesiyle "Temmuz niye böyle yapıyorsun çocuğum? Biz sana ne zarar verebiliriz ki?" dedi.

Başımı geriye attım ve tepemdeki düz surata "Çocuğum mu dedi bu?" dedim. Adam hafifçe gülümsedi ama bir cevap vermedi. Konuşmayı sevmemesi güzeldi, demek ki zevkli biriydi.

"Ah şey kusura bakma, üstat çok haklı aslında. Sana bakınca çocuğum diyesim geliyor."

Çenemi aşağı indirdim ve yüzüme düşen çalı süpürgelerinin arasından Ame'ye soğuk bir bakış attım. "Bir daha diyesin gelecek mi yani?"

Ame kıkırdayarak "Sanırım sevmedin, bir daha demem." dedi. Bu sözü üzerine tepkisizleştim.

"Beni asla bırakmayacaksınız değil mi?" Dedim. Sesim hüzünlü bir hikayenin son cümlesi gibi bir etki yaratmıştı, kendimden etkilenip üzülmüştüm resmen.

Ame'nin çaresiz gülümsemesi ve onu taşıyan çenesi yavaşça iki yana sallandı. Bu sefer tam bir hayal kırıklığıyla başım öne sarktı. Artık sosyokültürel eziyetler edilmeye hazır bir kurbandım.

Burada kalacağım çok belliydi.

Ame, beni koluna takıp götürmeye oldukça hevesli olsa da kısa bir işi olduğunu söyleyip çift kanatlı kapıdan geçti ve toplantı salonuna giden geniş holde gözden kayboldu. Orada şimdi kim bilir hangi iğrenç kitaplar ve onların günah ortakçısı devasa kitaplıklar vardı. Ah, hepsini de okumuştum ve evet, dünyada bu sözü sonuna kadar haklılık payıyla diyebilecek tek kişi bendim. Ve görünüşe göre bu üstünlüğüme sebep olan ölümcül okuma seanslarına geri dönecektim.

Şimdiden o günlerin yatırımını yapıp bir nefret kıvılcımını içimde çakmıştım, tepemdeki hiyeroglife sert bir bakış attım. Söylemeye bile gerek yok, o tanrıları ve onların kitaplarını okumama sebep olan sıkıcı tarihi yok edecek dualarla meşguldüm.

Omuzlarımdaki ellerden birinin sıkıldığını hissedince çenem hafifçe geriye doğru oynadı ancak ben daha ne olduğunu göremeden yumuşak bir ses kulağımı tıkadı. "Yıllardır duyduğum onca dedikodular, hurafeler... Hepsinin doğru olduğunu kendim görerek öğrendim. Bir daha ne zaman karşılaşırız bilmiyorum ama içimden geçeni şimdiden söylemek isterim..."

Holden Ame'nin şen şakrak sesi gelmeye başlayınca kısa bir an o tarafa baktım. Kulağımı ısıtan nefes, ses ile birlikte akmaya devam etti. "Sen gerçekten de denildiği kadar varmışsın."

Ame kapıya vardığında omuzlarımdaki eller çekilmiş, gizemli ve sinir bozucu adam beni teslim edecek yeni bir sahibin yanıma varmasıyla gerisin geri yürümeye başlamıştı. Ben dalgın gözlerimden hangi şaşkın ifadenin aktığını kestiremezken Kumarbi son bir kez gülümseyip arkasını döndü ve koridordan çıktı. Kafamda bulanık bir sis ve günün yorgunluğuyla Ame'nin vicdanına kalmıştım. Beni hapishaneye atan gardiyan ortadan kaybolmuştu; onun da dediği gibi, bir daha ne zaman karşılaşacağımızı ikimiz de bilmiyorduk.

 

Loading...
0%