@halempa
|
Deli bir gücü yansıtan aldatıcı bir karanlıkta, Kromdan daha siyah bir taşın peşi sıra, Kurşun gibi hızlı Rüzgar gibi tutulmaz Ve en korkuncu Gölgeler gibi anlaşılmaz bir karartı Nefesin kadar yakınında belirmiştir. Onu gördüğün gün Kaçış da yoktur kalış da. Senin korkularını yansıtan simsiyah bir karanlığın içinde En beklenmedik aciziyetin En beklenmedik gününde arkanda, sonra da önünde beliririr. Sana gölge adam ile ilgili Verebileceğim tek bilgidir İşte bu başını ağrıtan kıta. "Aşağılık şiir." Sesim boş odanın duvarlarında tüm berraklığıyla yankılanırken bir an sessizliğin bozulmuş olmasından ürktüm. Kulaklarım saatlerdir sessizliği dinelemeye öyle alışmıştı ki kendi sesim bile onları ürkütmüştü. Oturduğum masada, önümdeki kalın kitapta ve açılmış sayfada beni son bir dakikadır dalgın dalgın düşündüren bir şiir vardı. Bu bir dakikaya kadar sadece sayfaları karıştırıyor ve bilgilerin sürekli yetersiz olduğundan yakınıyordum. Evet, doğru hatırladınız; Mavi Kitap'ı okuyordum. Ve evet, dün beni acizane bir dehşet duygusuyla tanıştıran Kumarbi yüzünden bu kitabı okuyordum. Adamın hızı ve tekinsizliği zihnimi tetiklemişti. Onu ilk kez gördüğüm andan beri bir daha o hız ile uğraşmak zorunda kalırsam ne yaparım diye düşünüp durmaktan kendimi alamıyordum. Tabi düşünüp durmanın aslında bir çözüm bulamamak anlamıa geldiğini siz de anlarsınız, ben de bu yüzden bir çare bulmak için bilgileri kurcalıyordum. Ama kitap beklentilerimi bayağı sarsmıştı. Ne ansiklopedi ne de ekler kısmında, ne de ana mitlerin genel bir bakış açısıyla anlatıldığı kısımda benim işime yarayacak hiçbir bilgi yoktu. Belki de yanlış kitabı didikliyorum diye düşünüp şöyle bir iç çekmiştim ki, nefesim pat diye bir sayfayı çevirmiş ve karşımda bu şiir belirmişti. Başlıktan anladığım kadarıyla Üçüncü Dönem Sürüzeran tarihi ve onu yansıtan destan şiirler kısmındaydım. Bu şiir de, tarihimizin en uzun anlatımlarına sahip şiirlerden birinin sadece bir kıtasıydı. Garibinize gideceğini biliyorum o yüzden şimdiden söyleyeyim, Üçüncü Dönem destan şiirleri kıta sayılarının yanı sıra kıtalarının uzunluğuyla da bilinir. Zaten en şahsına münhasır olanlar bu destanlardır. Ah, hatta gördüğünüz gibi okuyunca insanın beynini brokoliye dönüşmüş kadar allak bullak eden kapalı anlatımlar da vardı. Kaşlarımı çatmış, elimi de başıma dayamış bir şekilde kelimeleri mırıldanıp duruyordum. Ha bire okuyor ama şu anonim yazar ne anlatmak istiyor bir türlü çözemiyordum. İlgimi çeken ve zihnimi kurcalayan en önemli detay o gölge adam tamlamasıydı, belki de o tabiri görünce şiir ilgimi çekmişti. Ama bir şekilde bu şiirin bana anlatmak istediği bir şeyler olduğunu sezmiştim. Kendime bile açıklamasını yapamayacağım kadar saçma bir fikir ama olmuştu işte, insan ara sıra böyle garip şeyler hissederdi. Şiiri anlamaya çalışarak defalarca kez tekrar ederken yüzüm acınası bir hal aldı ve "Sen nesin böyle?" diye sitem ettim. Sanki canlı bir şeyle konuşuyordum ama hislerim cidden samimiydi, yapabilsem bu şiire neden dikkatimi çektiğini bile sormak isterdim. Ama bulamadım. Ne şiirin bana anlatmak istediğine ne de o gölge adamın tam olarak ne olduğuna dair hiçbir tahmin türetemedim. Bunun bir sebebi de şiirin kalan kısmının ortalarda olmamasıydı; kalın puntolarla yazılmış başlığın altında verilen ilk bilgi de buydu zaten. Bir sebepten tamamlanamamış ya da bütünü bulunamamış bir şiir olduğu belirtiliyordu. Ne şanstır ki o kayıp şiir de benim ilgimi en çok çeken kıtaya aitti. "Temmuz hanımım neredesiniz?" Telaşlı ve ince bir ses yüksek tavanları tırmalayınca kapıya baktım. Şu an gözlerim tüm cansızlığıyla dehşet saçıyordu ve muhtemelen içeri girecek olan kişi de bundan rahatsız olacaktı. Ama umrumda değildi, hatta böyle bir şeyin olması beni bayağı bayağı memnun ederdi. "Ah, çok şükür!" Kız beni bulduğu an rahat bir nefes aldı, kapıyı sonuna kadar açmaya bile tenezzül etmeden içeri girdi ve heyecanla gülümsedi. "Sizi bulamayacağımı sanmıştım!" "Ne oldu? Yine kaçtım mı sandın?" "Öyle demeyelim de..." Aşırı dikkat çeken bir çekingenliği vardı. Ne diyeceğini bilememiş gibi elini alnına götürürken gözlerini de dimdik önüne sabitledi. Tanıştığımız kısa sürede bu hareketi sürekli yaptığını görmüştüm. "Biliyorsunuz, hocam sizin sorumluluğunuzu bana verdi. Ona mahçup olmak istemiyorum. Yani, size bir şey olursa filan," "Yani ben yine kaçarsam filan," Diye düzelttim. Kızın kuş cıvıltısı gibi sesinden sonra benimkisi duvarları gücendirmiş olmalıydı, oldukça kuru ve asabi çıkmıştı. Kız incecik ellerini önüne doğru kaldırdı ve "Öyle demeseniz?" dedi. Kibarlıktan kırılacaktı. Hatta biraz daha zorlarsam porselen gibi bir yeri çatlayacaktı. Öylesine çekimser bir tavrı vardı ki. Ame'nin benim sorumluluğumu bu kıza verme sebebini merak ediyordum. Evet, koskoca Süzeran Akademisinde bir çocuk gibi onun bunun sorumluluğu altında yaşıyordum. Eski hayatıma siz de alışırsınız. "Bu arada dün hocam ile yaptığınız anlaşmayı unutmuş gibisiniz." Kızın zarif elleri aşağı inerken kaşları da hayal kırıklığıyla çatılmıştı. Neyden bahsettiğini bilmediğimden dik dik onu izledim. "Çarşamba günleri öğleden sonra tarih bölümüne ders verecektiniz." "Ee?" Kız bir an şaşkınlıkla gözlerini kırptı. "Afedersiniz, dediğimi anlamadınız mı yoksa?" "Öğrenciler niye sözünü vermediğim bir gün beni bekliyorlar ki? Bu gün cumartesi." "Temmuz hanım... bu gün çarşamba. Saat şu an iki ve öğrenciler amfide sizi bekliyorlar." Bir süre bomboş kıza baktım. İkimiz de sessizliği dinlerken kız ne yapacağını şaşırmış bir halde şaşkınlıkla beni bekliyor ben de cumartesi ile çarşamba günü arasında kaç gün olduğuna dair saçma sapan bir hesap yapıyordum. "Neyse hatasız kul olmaz diyelim." Hemen oturduğum yerden kalktım. Ben acele adımlarla odadan çıkarken kız da peşimden geliyordu. Akademinin en alt katındaki kütüphanedeydik, burası öylesine büyük bir yerdi ki bazı kitaplıklar dört yandan birleşip odalar oluşturuyordu. Yer altındaki devasa bölümden ayrıldığımızda akademinin zemin katına çıkmamız gerekiyordu, ikimiz de asansöre bindik. Ağırlığıyla caka satan metal kutu yavaş yavaş yukarı çıkarken biz içine girdiğimizde daha bir sessizleşmiş gibi hissettim. Üzerime birden garip bir çekingenlik çöktü ve bundan sebep kendime şaşırdım. Normalde çekingenlik hak getire bir karakterim vardı ama şu an böyle hissetmemin sebebini tahmin edebilliyordum. Yanımdaki şu kız yüzünden olmalıydı. Evet. Bundan kesin emindim. Çünkü gözleri kapanmayı unutmuş bir şekilde bana bakıyordu. Sebebi gözlerini benden ayıramayacağı kadar kaçmamdan korkuyor olmasıdır diye düşünüyor olabilirsiniz ama hayır, bu değildi. Size gerçeği şöyle açıklayayım: yanımdaki kız belki de şu zamana kadar gördüğüm en güzel mahlukattı. Bu kızın uzun boyuyla uyumlu olsun diye kalçalarına kadar inen altın sarısı saçları ve o ışıltılı saçlara da bir güzel yakışsın diye soluk bir ışıltı saçan inci beyazı bir ten rengi vardı. Yüzü zarif bir kalp biçimini andırıyordu, pespembe dudakları ve burnu ve yüzünde yer edinmiş diğer bütün çıkıntılar bir uyum içindeydi. Ancak bunca güzel manzara ve detayın arasında bir tane gariplik vardı işte. Ya da pardon, bir çift gariplik diyelim. Badem şekilli güzel gözlerinin hangi renk olduğunu bulamıyordunuz. Diyelim ki yanımda aptal biri var ve ona bu kızın göz renginin ne olduğunu sordum, o aptal biri muhtemelen buz mavisi olduğunu söylerdi, çünkü hakikaten de hiçbir şey bilmeden bu kızın gözlerine baktığınızda oldukça soluk ve kristalleşmiş bir mavi renk gördüğünüzü sanardınız. Ancak o aptal biri, kızın göz bebeklerinin de aynı renkte olduğunu fark eder miydi? O fark etmeyebilirdi ama sizin bir şeyi fark ettiğinize ben eminim, bu kız kördü. Üzerimdeki ışığını yitirmiş bakışların etkisinden kurtulabilmek için bir yol ararken "Eee," diye kuru bir ses çıkardım. Bu çekingenlik meseleleri hiç bana göre değildi, o yüzden içinde bulunduğum garip durumdan kurtulmam gerekiyordu. Kollarımı sırtımda birbirine bağlayıp etrafı incelemeye başladım. Kütüphane yerin yetmiş metre altına kurulmuş, oldukça korunaklı bir mekandı ve yukarı varana kadar oyalanacak bir şey bulmam lazımdı. "Bir sorun mu var Temmuz hanım?" Var. Bana şöyle hitap etmen kesinlikle bir sorun. Ama şu an merak ettiğim başka bir konu vardı ve bu yüzden iç yakınmamı geri plana attım. "Bir tahminim var," Diyerek başladım. Kızın altın sarısı biçimli kaşları iligiyle havalandı. "Ne konuda?" "Ame'nin beni niye sana teslim ettiği konusunda." "Öyle mi?" "Öyle. Dün Ame, seni bana teslim ettiğinden beri," Kızın genzinden gülmeye benzer bir ses çıkınca ters ters baktım. "Sizi bana teslim ettiğinden beri diyecektiniz sanırım." Kızın düzeltmesi üzerine küçük bir buhran yaşadım, akademideki hayatım bir kez daha yüzüme vurulmuştu. Temmuz ve Bebek Bakıcılarının Maceraları. Beni yine harika günler bekliyordu(!). "Evet, evet, neyse! Tanıştığımızdan beri diyelim." Kız bu sefer memnun bir ifadeyle başını salladı. "Ame'nin niye seni tercih ettiğini sorguluyordum." Yani akademinin belki de tek kör süzeranını hangi akılla bakıcım yaptı diye düşündüm ama bunu söylemedim. "Sanırım bir fikre ulaştım. Dünden beri her adımımda peşimdesin ve..." Şu zamana kadar bir duvara tosladığını hiç görmedim. "bu gün de kütüphanede hiç zorlanmadan beni buldun." Alnın hala bembeyaz olduğuna göre kitaplıklara da hiç toslamamışsın. "Üstelik şüphelenmeye başladığım bir durum daha var." "Nedir?" Kesinlikle gözlerin değil ama beni ondan da beter çekindiren bir şey. "Sanırım karşındaki kişinin yüzeysel duygularını algılayabiliyorsun. Şöyle bir fikir rüzgarı oluşturalım: diyelim ki sadece gün içinde insanların bilinçli ya da bilinçsiz kullandığı duyguları algılayabiliyorsun. Ve o duygulardan kişinin kim olduğu hakkında ipuçları da elde edebiliyorsun; yani..." Yani ileri düzey süzeranlar gibi kişinin kim olduğunu bulacak kadar iyi bir Duygu Tahmincisi olmadığını varsayarsak; ki öyle olabilirsin bile! "...beni kütüphanede de bu şekilde bulabilmiş olabilirsin. Özetle yani... " Kıza dönüp baktığımda yüzünde oldukça masumane hisler uyandıran, keyifli bir gülümseme vardı. "Sen algı tipi süzeransın." Kız nefesi kesilmiş gibi bir ses çıkardı. "Size daha kendimden bahsetmemiştim bile. Ama kitap okur gibi beni okudunuz!" Omuz silkerek asansör aynasını izlemeye geri döndüm. Ah, şimdi fark ediyordum da ben bu kızın yanındayken goblinlere benziyordum. Yok, resmen Quansimodo'ya benziyordum; bir kamburum eksikti. İnsanların dünyasında saklanırken okuduğum o romandan bir benzetme yaparsak şu an ayna karşısında Esmeralda ve Quansimodo vardı. Kızın kol dirseği hizasına gelen omuzlarım aşağı çöktü. "Hocam sizin akademik bilginizin harika olduğunu söylemişti, çok doğruymuş." Hayranlıktan ateşböcekleri gibi etrafımda uçuşan sese aldırmadım. Küstah bir homurtu attım ve "Malesef burada benden daha iyisi yoktur." dedim. O yüzden dördüncü sınıfların tarih dersine girecektim ya! Dün Ame'ye teslim edildikten sonra başıma ne geleceğini biliyordum. Moruklar takımının beni kütüphaneye kapatacaklarını ve sonu bilinmez bir süre boyunca bana sadece "Okuma Mesleği" yaptıracaklarını biliyordum. Evet. Süzeran akademilerinde böyle bir meslek var. Güya kültürel. Peh! Kelimelerle cehennem yarattık diyemiyorlar! Ame'ye yalvarmıştım. Gerekirse çömezlerle birlikte birinci sınıftan başlayıp ders görmeye bile razı olduğumu söylemiştim. Bunun üzerine Ame bana başka bir teklif sunmuştu. "Seni henüz test etmedik ama bu halinle bile en az üç zambaklı bir bilgin kimliğini hak ediyorsundur Temmuz. Üstatların da benimle aynı kanıda olduğuna eminim. Akademide şu an senin seviyende çok az kimse var. Bunu değerlendirebiliriz." Ve işte şu an sonuçtaydık. Kötünün iyisi diyebilirdik ama ben yine de memnun değildim. Gerçi ben hiçbir şeyden memnun değildim. Kütüphaneden akademinin zemin katına, zemin kattan da amfilerin bulunduğu bloğa ve en sonunda tarih sınıfının bulunduğu amfiye gelmiştik. Dördüncü sınıflar çömezlerin en üst düzeyi görüldüğü için buranın en şatafatlı amfisine doldurulmuş olmalıydı. Daha kapıya varmışken bile içerideki yankılı seslerden büyük bir mekana vardığımı anlamıştım. O sıra aklıma bir soru gelmiş ve "Eyvah," demiştim. Kız geçmem için kapıyı açmaya koyulmuştu, eli kulpun üzerinde dururken kör gözleri soru sorarmışçasına bana döndü. "Ne oldu hanımım?" Kaşlarım ne tepki vereceğine karar verememiş gibi biri yukarı öteki aşağı bükülürken kıza döndüm. "Senin adın neydi?" Kız dondu kaldı. "Anlamadım?" "Senin adını hatırlamadığımı fark ettim, büyük sorun." "Buna mı telaşlandınız?" "Evet. Dakikalardır adını hatırlamadığın biriyle konuşmak ne kadar ürkünç bir şey, haberin var mı?" Kız asansörde olduğu gibi genizden bir sesle gülerken kapıyı açtı. Amfinin beklemediğim düzeyde ferah havası yüzüme akarken "Gerçekten ilginç birisiniz." dediğini duydum. Bu benim için dünyadaki en güzel iltifatlardan biri olabilirdi. Ama en iyisi değildi. İçerideki curcunayı izleyerek önümdeki geniş basamağa adım attım. Kız arkamdan "Benim adım Amara hanımım." dedi. Kapıdan neredeyse beş metre aşağıdaki platforma inmeye devam ediyordum, yanım sıra dizilmiş ahşap sıralardaki öğrenciler de adım başı beni fark ediyorlardı. "Amara bir daha bana hamımım deme." "Ne dememi istersiniz peki?" Amara'ya cevap vermek yerine tembel bir sıçrayışla önümdeki basamakları es geçtim ve platforma indim. "Oo Amara'm gelmiş!" Yukarıdaki sıralardan ıslıklar ve imalı sesler yükselmeye başlayınca merakla başımı kaldırdım. Orada bir kavga var gibi gözüküyordu. Ona yakın erkek çakal hırgürünü andıran sesler eşliğinde birbirlerine omuz atıyor, el kol savuruyordu. Ama bunları yaparken birbirlerine zarar vermeyi amaçlıyor gibi durmuyorlardı. Bunun ne olduğunu biliyordum, algı ve avcı tipi süzeranlardan saklandığım yıllarda birkaç insan okuluna gitmiştim. Böyle hırgürleri orada çok kez görmüştüm. Adına serserilik deniyordu. Süzeran dünyasında da adı bundan farklı değildi sanırım. Yani hatırladığım kadarıyla. Aradan onca yıl geçince süzeranlığın normal yaşantısını unutmuş olabilirdim. Az önceki sesin peşi sıra amfideki bütün erkekler kapıya döndü ve Amara'ya dikilen gözler ışıldamaya başladı. Özellikle de serserilik yapan grup anlamsız sesler eşliğinde ellerini sıralara vurup ıslık çalmaya başlamıştı. "Hoop hoop, o benim Amara'm oğlum!" Ben bön bön onları izlerken uzun boylu bir serseri ayağa kalktı ve Amara'ya ıslık çaldı. İlk bakışta dikkat çeken, kirpi sırtını andıran dik ve simsiyah saçları vardı. Yüzünü incelemekte zorlanıyordum, ne olduğunu anlamak için gözlerimi kıstığımda yüzünde minik minik pekçok dövme olduğunu gördüm. Hepsi de soluk ten renginin üstüne krom rengi saçları gibi zıt bir hava katmıştı. "Amara doğruyu söyle beni görmeye geldin değil mi?" "Öf! Bir sus be Homer!" Alt sıradan bir kızın isyanı üzerine başka kızlar da yüzlerini buruşturarak homurdanmaya başladı: "Uyuz." "Saçma." "Aptal." Amara utançtan kızarıp öfkeden kabarmayı iyi başarıyordu, onu gördüğümde iki yanından sarkan yumrukları, yanakları kadar pembeleşmişti. "Edepsizliği kesin lütfen. Ben buraya Dördüncü Temmuz'un gözetmeni olarak geldim." "Hağ? Ne? Döndürücü mü?" Kirpi saçlı erkek ya da yeni öğrendiğim ismiyle uyuz-saçma-aptal-Homer alaycı bakışlarını bana çevirdi. Amara öfkeli bir iç çekti. "Herkes yerine oturabilir mi lütfen? Burası orta düzey eğitim sınıfı değil, siz de on altı yaşınızda değilsiniz, bunu belirtmemin bile ne kadar utanç verici olduğunu bilmiyor musunuz?" Kimsenin onu dinlemediğini fark edince Amara çaresizce bana baktı. Ben de o zaman bir şeyi fark ettim: demekki ders verirken bile Amara'nın gözetimi altında olacaktım. Harika. "Aa sensin!" Kirpi saçlının - pardon o uzun isimli erkeğin yanındaki bir başka erkek işaret parmağını bana doğrultmuş, yüzüne de şaşkın bir gülümseme kondurmuştu. Hatırladığım kadarıyla süzeranların ileri seviye eğitimleri on sekiz yaşından itibaren başlardı. Bu tiplerin de şu an yirmi iki yaşında olmaları lazımdı. Ama en son gittiğim insan lisesindeki oğlanlarda bir farklarını görememiştim. Burası ne kadar da vasat bir yerdi böyle... Amfiden yeni homurtular yükselmeye başlamıştı, kimileri adımı kimileri de sorularını mırıldanıyordu. Gür bir kahkaha yükseldi. "Doğru ya, bu kız yarı insan yarı süzerandı değil mi? Amara bu insan kırmasının bizim aramızda ne işi var?" "Ağzından çıkanı kulağın duysun Homer! Karşındaki kişi Dördüncü Temmuz! Onun varlığı sayesinde dünden daha sağlıklı ve enerjiğiz, müteşekkir olman lazımken edepsizce hakaretler ediyorsun!" "Tamam, tamam Amara. Bu kadar heyheylenmene gerek yok." Sakin sesim bütün merak oklarını üzerime çevirdi. Amara öfke ve utançtan etrafları kızarmış buzlu gözlerini, uzun isimli erkek de alaycılıkla parlamış siyah gözlerini bana çevirmişti. "Tanıştığımıza memnun oldum Uyuz-Saçma-Aptal-Homer. İsmin bayağı uzunmuş." Amfide bir kahkaha tufanı koptu. Özellikle bir kız grubu ellerini sıralara vurarak kahkahadan çığlıklar atıyorlardı. Uzun isimli erkeğin yanındaki erkekler de ellerini ağızlarına kapatarak uluma benzeri alaycı sesler çıkarıyorlardı. Uzun isimli erkek ani bir kabızlık sorunu yaşıyor gibiydi, yüzü bayağı asıktı. "İnsan kırması halinle benimle alay mı ediyorsun?" "Alay mı? Ne alayı, ben sadece ismini söyledim." Amara dudaklarını birbirine bastırırken yine genzinden bir ses çıkardı. "Sen benimle dalga mı geçiyorsun be?" "Yoo. Niye sordun ki?" Cidden anlamıyordum, ona normal halimin aksine nazik bile davranmıştım ama o tam aksine kanına küfür etmişim gibi davranıyordu. "Her neyse, bu kadar tanışma yeterli. Amara'nın açıklaması yeterli olmuştur diye düşünüyorum, artık derse geçelim." "Hey insan kırması." Yarım çember oluşturan platformun düz kısmında geniş mi geniş bir tahta vardı. Ben tahtaya geçmiştim ki tanıdık o ses yükselmişti. "Buyur?" Uzun isimli erkek ahşap sıranın üstüne bir ayağını dayamıştı. Elleri tehtitkar bir hava olsun diye ceplerine atılmış gibi gözüküyordu. Nasıl yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu ama kirpi saçları iyice diken diken olmuştu, siyah gözler şimdi yukarımda leşime göz dikmiş bir şahin varmış gibi kanasusamışlıkla bana bakıyordu. Kanasusamışlık derken abartmadığımı belirteyim, bu bakış sadece belirli çeşit süzeranların kullanabildiği özel bir teknikti. Avcı tipi süzeranların. "Haddini bil. Sen bize eğitim veremezsin." "Homer, o aurayı hemen pasifize et!" "Sen benim dengimmiş gibi benimle alay edemezsin." Uzun isimli erkek, Amara'nın dediğini duymamış gibiydi. Sıralardaki birkaç kişi kalkmaya başlamıştı, ortama tekinsiz bir auranın saçıldığı apaçık belliydi ama ben uzakta olduğum için henüz bu onura nail olamamıştım. "Defol buradan. Kendin gibi düşük kanlıların yanına geri dön." "Homer kes şu aurayı." Yanındaki bir erkek temkinliliğini ortaya koymuştu. Alt sıralarda az önce ona sitem eden kızlardan birkaçı dişlerini sıkarak ellerini enselerine kapamışlardı. Algı tipi süzeranların çokça verdiği bir tepkiydi bu. "Sana beş saniye veriyorum. Böcek gibi ayaklarımın altında ezilmeden önce hemen burayı terk et. Beş," "Biri şunu tutsun, kavga çıkacak!" "Dört," "Homer kes şunu!" Diye bağırdı Amara. "Üç," Kimileri amfiye kocaman bir pasta gelmiş gibi hevesli sesler çıkarıp kavga, kavga diye sayıklamaya başlarken kimileri de uzun isimli erkeğin aurasından rahatsız olup köşelere kaçışıyorlardı. "İki," "Homer!" Amara uzun eteğini dizlerine çekerek ona doğru yürümeye başladı. Ben artık sıkıntıdan patlamak üzere geri sayımın bitmesini bekliyordum. Amara yolunu yarılayamadan uzun isimli erkek geri sayımı tamamladı. Sonrasında tepeden aşağı, doğrudan üzerime doğru sıçrayan bir siyahlık olduğunu düşünün. Uzun isimli erkek bulunduğu yerden yanıma atladığı kadar hızlı bir şekilde olaylar gelişmişti. Sonrasını size şöyle açıklayayım: üçümüz revirdeydik. Ame sinirden küplere binerek bana saydırırken ben bir kolumu koltuğa atmış, yanımdaki pencereden dışarısını izliyordum. Amara da dudaklarını büzmüş, ellerini uzun eteğinin üzerinde yumruk yapmış halde yanımda oturuyordu. Arkamızdaki odadan acı acı inleme sesleri geliyordu. "Aferin. Aferin Temmuz. Şimdi seni üstatların hışmından ben bile kurtaramam! Bütün işimizi zora soktun! Artık seni kütüphanede bile barındırmazlar!" Gözlerim iri iri gerilirken Ame'ye baktım. "Ne? Benim suçum değildi dedim ya? Ben sadece nefsi müdafa yaptım!" Ame altın işlemeli bol kolluklarının içinde kollarını birleştirmiş halde bana göz kısıyordu. "Peki söyle o zaman Temmuz, senin nefsi müdafan ile normal bir süzeranınki bir midir?" "O da pek normal bir süzeran değil." Diye mırıldandı Amara. "Bunu bana değil üstatlara anlatmak zorundasınız Amara'cığım. Ama size söyleyeyim asıl sorun üstatlara anlatabilmektir zaten. En geç yarın akşam gece yarısı bir toplantı olacaktır. Benim şu an yaşananları bildirmekten başka yapabileceğim bir şey yok, yalnızsınız hanımlar haberiniz olsun. Toplantıya benim katılmama bile müsade edilmeyecektir. Ki Temmuz, sana değinmiyorum bile! O beğenmediğin sıkıcı meslekten beterlerini düşün derim!" Ame beyaz cübbesini savurarak revirden ayrılmıştı. Aslında şu an amfinin en yakınında bulunduğu için bu revirdeydik; öte yandan ciddi bir yaralanma söz konusu olsaydı Ame arka odadaki elemanı bir sedyeye koydurur ve üstadların şifa bölümüne götürürdü. Baş başa kaldığımızda göğsüme bir öküz oturmuş gibi hissettim. Amara perişan bir iç çekerek omuzlarını düşürürken ben de elimi yüzüme kapattım. "Biliyordum işte. Burası bir cehennem." Bu ya da yarın gece, hangisi olursa olsun ikimizi de üçüncü süzeran tarihine ait destan şiirler kadar uzun bir nutuk bekliyordu. İlk bilginlik tecrübem işte bu şekildeydi. O günki oturumumu hiç ders vermeden kapattıktan sonra Amara ile bir süre revirde beklemek zorunda kalmıştık. Adının sadece Homer olduğunu öğrendiğim eleman, gri damalı bir şifacı tarafından kendine getirilene ve en azından iyileşme sürecine girecek kadar toparlayana kadar orada bulunmak zorundaydım. Aslında orada bulunmam için ne Ame'den ne de şifacıdan hiçbir emir almamıştım ama ben bunu yapmamın kendi adıma iyi bir hamle olacağını biliyordum. Temmuz'lar bulundukları dönemin süzeranları için bir şifa iksiriydi. Varlığım ve gün içinde bilinçli olmadan yaydığım azami ölçüdeki auram, yaralı bir süzeranın iyileşmesi için destekleyici takviye görevi görürdü. Ben de bu yüzden, eleman en azından kendine gelene kadar revirde pineklemiştim. Üstatlar bir süzeranı yaralamakla suçladıklarında, onlara en azından benim sayemde iyileştiğini söyleyebilirdim. Beni daha pekçok konuda paylayacaklarını biliyordum ama en azından bu konuda başımı ağırttırmazdım. Ha, elemanı eski halinden bile daha sağlıklı hale getirebilir miydim? Bunu cevabı evet. Ama kendi ellerimle dövdüğüm biri için niye zahmete gireydim? Akşam yemeği için kafeteryadaydık. Ben gözlerimi sinsi sinsi etrafta gezdirirken Amara da zarif bir tavırla yemeğini yiyordu. Oturumda olanlardan sonra kafeteryaya girmeye hakkımız olmadığını belirten bir bakış görürsem hemen paylamayı düşünüyordum. Ne yalan söyleyeyim şu an birine çatasım vardı. Ama ne yalan söyleyeyim bir vukuat ile daha üstatların tepeme binmesini istemiyordum. Halim berbattı. "Temmuz niye yemiyorsun?" "Ah, göremiyorsun diye sana bu konuda rapor vermem lazım değil mi? Şu an herkes bize bakmak istiyor ama merak etme, benim sayemde hiçbiri bize bakamıyor. Rahatlıkla yemeğine devam edebilirsin yani." Amara bir elinde kaşık ötekinde de bir parça ekmekle durmuş beni dinliyordu. Boş bakışlarının üstündeki kaşlar çatılmıştı. "Ben sadece niye yemediğini sormuştum. Temmuz bir şey sorabilir miyim? Sen beni hiç dinlemiyor musun?" "Hmm? Niye dinlemeyeyim ki?" Üç kere omzundan bize doğru bakmaya kalkmış bir kıza gözlerimi kısıyordum. Eğer bir kere daha bakmaya kalkarsa gidip önündeki tabldot'u dağıtacaktım. Amara "Evet dinlemiyorsun." dedi sinirle. "Şu an göremesem bile beni dinlemek yerine başkalarını ürkütmeye çalıştığını anlayabiliyorum, kafeteryaya girdiğimizden beri duyguların meydan okuyucu." "Sen yemeğini yesene." Elimin üzerinde bir el belirince Amara'nın sinirli yüzüne döndüm. "Lütfen gözdağı verip durmayı bırak ve sen de ye. Altı üstü bir kavgaydı, şöyle garip davranmayı bıraksan insanlar da unutacak." Oflayarak salatayı çatalladım. "Garip olmaktan memnunum ama senin bunu kötü bir şeymiş gibi belirtmenden değilim." "Cidden çok garipsin. Ayrıca diyalogların da öyle." Ağzım marulla doluyken "Diyaloglarımın nesi varmış?" diye sordum. "Bebek gibi yüzü vardı diyorum!" Yanımızdan geçen bir grup kızın yüksek perdeden konuşmaları üzerine ilgim onlara kaydı. Amara o sıra nutuğuna başlamıştı. Başlamıştı başlamasına da, ben çoktan o kızların konuşmasını dinlemeye koyulmuştum. "Gül bahçesine girdin değil mi? Sen var ya resmen belanı arıyorsun." "Bir kere yüzünü görseydin benden beter olurdun." "Saçmalama, canımı yolda bulmadım. İsterse dünyanın en yakışıklı erkeği olsun, ben orada ne döndüğünü biliyorum." "İftiraya uğruyor! O kadar güzel bir adam niye katil olsun ki? Ne için, para için mi? Adadaki en gösterişli ev ona ait. Üstadların yazlık konakları bile o ev kadar lüks değildir!" "Kızım, adam besbelli seri katil! O geldiği günden beri sürekli birileri öldü. Sen hariç herkes farkında!" "Madem öyle neden hala dışarıda peki?" Kız grubunda bir süredir yalnızca ikisi konuşuyordu. Konuşmaları esnasında hepsi Amara ve benim yakınımdaki bir masaya oturup yemeklerini yemeye koyulmuşlardı. Son sorunun üzerine ise hepsi düşüncelere dalmıştı. Belli ki hepsi bu soruyu soruyor ama hiçbiri cevabını bulamıyordu. "Amara?" Amara omuz silkip yemeğini yemeye devam etti, önünde yoğurtlu tavuk salatası vardı. Parmak ucumu hafifçe omzuna bastırdım ve Amara yine omuz silkti. "Dinlemiyorsun işte. Ben ne zaman konuşsam ya dalgınlaşıyorsun ya da başkalarını dinliyorsun. Konuşmayacağım artık, böyle hep sessiz sessiz yanında duracağım. Mutlu olursun umarım." Amara'nın mızmızlanmalarına gözlerimi baysam da dediği bir şeyden emin olmuştum. "Kızların konuşmalarını duydun değil mi?" "Bırak o konuyu." "Ne demek bırak." Amara'nın yüzü birden bire sertleşmişti. Tanışmamızdan bu yana onu hiç bu kadar ketum bir yüz ifadesiyle görmemiştim. "Bahsettikleri her neyse ilgilenme, o kadar." "Sen bunu dedin ya, iyice meraklandım." Amara ciğerlerindeki bütün nefesi üfleyerek kaşığını önüne koydu. "Gül bahçeli villadaki adamı konuşuyorlar. Kim olduğunu ben de bilmiyorum ama bahsettikleri dedikodular gerçek Temmuz. O adam bir seri katil. Ondan uzak dur. Lütfen. İkimizin de güvenliği için." Eğer ben o villayı ve bahsedilen serikatili görmeye gidersem Amara'nın da peşimden gelmek zorunda kalacağını biliyordum. Bu konuda ısrar etmedim, Amara'yı kendi merakımdan sebep tehlikeye atmak istemiyordum. Kör olması bir yana o sadece algı tipi bir süzerandı. Yanımda sadece tehlikede olurdu. Ama ben yalnız kalırsam durum başka olabilirdi... Tabldot'umun dibini sıyırdığım sıra Amara çoktan doymuş, ağzını bir güzel silmiş ve hatta kirli peçetesini katlayarak kendi tabldot'unun üzerine bırakmıştı. Onun kabını temizleyecek olan personel pek şanslı olmalıydı. Ama benimki pek öyle olmayacaktı. Beyaz boşluklardaki bütün yemeklerin lekeleri birbirlerine girmişti. Ben en alakasız yemekleri bile birbirlerine katarak yemeyi seven biriydim. Neyseki kaşığımda bile bir kırıntı bırakmamıştım o yüzden çok da dağınık sayılmazdım. Tabldotlarımızı kafeteryanın sonundaki metal raflara bırakırken "Duş yapmam lazım." dedim. Amara sessizce baş salladı. Sonra akademi ve çevresini sarmalayan bloklardan çıktık ve odalarımızdan alacaklarımızı aldıktan sonra ellerimizde havlularımız ve temiz kıyafetlerimizle beraber adanın termal havuzlarına gittik. Amara yine kaşlarını çatıyordu. "Beni kandırmadığına eminim... Ama niye ebeveyn banyosunda değil de termal havuzda yıkanman gerek anlayamıyorum." Hava sıcaktı, tam bir yaz akşamı vardı. Aslında Ekim ayındaydık ama bulunduğumuz ada akdeniz iklimine sahip olduğundan hala böyle akşamlarda sıfır kol giyilebiliyordu. Başımı geriye atıp yıldızlı gökyüzünü izledim. "Amara yine garip konuştuğumu düşüneceğin bir şey söyleyeceğim." "Söyledin bile." "Ben altıncı his denen şeye inanmasam da kendimde çok şahsına münhasır bir altıncı his olduğuna inanırım. Birini tam olarak tanımasam da onunla ilgili hislerime mantığımla öğrendiklerimden daha çok güvenirim." "Uzun ve karmaşık cümleler yerine ilk izlenime inanırım desen yeterliydi. Peki. Yani?" "Yani sana güveniyorum. O yüzden bunu bilmen benim için sorun değil." Amara'nın boş bakışları yerden kalktı ve benim sesimi duyduğu ya da beni hissettiği tarafa döndü. İki ihtimalle de haklı çıkmıştı. "Vücudumda bir zehir var. Çok güçlü bir zehir. Ben yedi yaşımdayken adadan kaçmadan önce üstadların şifahanesinden çalmıştım. İnsanların arasında saklandığım yıllarda düzenli olarak o zehiri kullandım. Uzun vadede ve sağlığımı ciddi manada bozmasın diye sürekli seyrelterek kullandığımdan o minicik şişe bana yıllaca yetti. Sonuçları ne oldu dersin?" "Sen... bu yüzden küçücüksün! Kullandığın zehir büyümeni engelliyordu!" "Evet. Zehir metabolizmam üzerinde buz etkisi oluşturuyordu. O sayede on dört yıl boyunca normal gelişim sürecimin yarısı kadar büyüyebildim." Amara görünmez bir duvara toslamış gibi durdu. "Özür dilerim ama... Sen..." Söylemek istediği şey her neyse onu utandırmış olmalıydı, yanakları kızarmıştı. "Sen manyaksın! Garip olduğunu sanıyordum ama bu dediklerin çok ayrı bir seviye!" Niyedir bilmem, dalgın bir tavırla sol bileğimi ovaladım. Baş parmağım, bileğimdeki kabarık çiçek deseninin üzerinde gezindi. "Sizden saklanmamın en iyi yolu budur diye düşünmüştüm. Ki bayağı da işe yaradı. Peşimdeki süzeranlar hiçbir zaman tahminlerindeki kızı bulamadı." Amara'nın şaşkınlıktan hiçbir tepki vermediğini görünce yürümeye devam ettim. "Her neyse. Özetle artık bu yönteme ihtiyacım yok. Beni görmesi gereken bütün süzeranlar gördü ve muhtemelen moruk takımı şeceremi tutmaya başladı. Bundan sonra aynı zehirle saklanmaya çalışmamın hiçbir anlamı olmayacağını biliyorum. Yakalandıktan sonra zehiri bırakmış oldum zaten, ama organlarıma birikmiş atıklarını süzmem lazım." Cebimden bal rengi bir şişe çıkardım ve neredeyse varmış olduğumuz girişi gösterdim. Elimdeki şişe garip bir ses eşliğinde şıngırdadı. "İşte bu yüzden burası bana lazım." "O sesi tanıyorum. Elinde galiba üstat Erinysi'nin şifahanesinden bir ilaç var değil mi?" "Evet." "Lütfen çalmadığını söyle." "Çaldım." Amara'nın telaşlı dil dökmeleri biz havuza girene kadar devam etti. Sıcak su dizlerimin etrafında salınırken Amara'ya bir tarafı işaret ettim ve "Sen oraya gir." dedim. "İlacı üzerime sürdükten sonra suya deli gibi atık madde salacağım, benimle aynı havuzda olmaman lazım." "Temmuz." "Efendim?" "Ben körüm." "Ah doğru, benim sağımdaki havuzlardan sonuncusuna gir, en uzaktakine." Amara göğsündeki havluyu iki eliyle de sımsıkı kavramıştı, o an yüzünde garip bir gülümseme oluştu ve baş sallayıp benim en uzağımdaki havuzcuğa ilerledi. İkimiz bir süre sessizliği dinleyerek havuzlarımıza uzandık. Ben ara sıra üzerimdeki yağ formlu ilacı yeniliyordum, Amara ise bir süre uzuvlarını ovaladıktan sonra başını arkasındaki taşa yaslamıştı ve şimdi sadece uyukluyordu. Ara sıra üstümdeki ilacı tazelemek zorunda olmasam ben de sıcak suyun rehavetine kapılabilirdim. Üzerime çok tatlı bir uyku hali çökmüştü. Amara'nın tarafından ani bir su sesi gelince tek gözümü açıp ona baktım. Kendi perspektifimden anladığım kadarıyla Amara doğrulmuş ve kaşlarını büyük bir ciddiyetle çatmış bir şekilde bir yere bakıyordu. Cidden, o an cidden de bakıyor gibi gözüküyordu. "Temmuz." Dedi buz gibi bir sesle. "Hmm?" "Birinin boğazı kesildi." |
0% |