@halempa
|
Bej rengi odalardan çıkan fısıltı ve vahlanış sesleri koridorda birbirine karışıyordu. Homojen bir karışım değildi, uğultuyu sağlayan şey fısıltılar olsa da ara sıra tanıdık bir çığlık tüm bu sinek vızıltılarını yırtarak yükseliyordu. Kimileri cidden üzülüyor, kimileri üzgün gibi davranıyordu. Kalabalıktan ürpertici bir metanet soğuğu yayılıyordu, onlara bakarken hepsinin bir kukla gibi tek tip ses çıkarmaya proglamlandığını düşünmemek elde değildi. Koridorda dikili duran çocuk bu siyahlar içindeki amca ve teyzeleri izlerken onları kız kardeşinin sesli bebek kuklasına benzetiyordu; belki de annesinin ara sıra bahsettiği tanrı onların sırtlarındaki görünmez anahtarları çevirmiş ve hepsi aynı sesi çıkarmaya başlamıştı. Sağındaki odadan yine bir çığlık yükseldi ve çocuk yüzünü oraya çevirdi, annesi önceki günden beri bu şekilde ara sıra çığlık atıyor, ellerini dizlerine vuruyor ve göğsünü kocaman şişirerek iç çekiyordu. Artık alışmıştı. Tanrı belki annesinin anahtarını başka yöne çevirmişti. Omzunda bir sıcaklık hissetti, gözleri yanındaki yabancı kadına döndü. Kadın çocuğun kurumuş bir çift ceviz kabuğunu andıran cansız gözlerini görünce alnı kırıştı, çocuğa acıdı. Tanrı bu zavallı yetimin gözlerindeki ışığı hangi gün çalmıştı, dün müydü bu gün mü... Her çocuğun gözünde canlı bir ışığının lekesi olurdu ancak bu çocuğun gözleri normal bakmıyordu; sanki adaletsizlik bir şantaj yapmış, karanlık bir kuyuya ışığını bırakırsa bu çocuğa kurtulabileceğini fısıldamıştı. Kadın kucağındaki bebeği uzattı. "Bebek acıkmış oğlum, al kardeşini annene götür hadi." Çocuk ruhsuz bir halde baş salladı ve bebeği kucağına alıp odaya girdi. İnsanların annesine yanaşmaktan çekindiği için onu bir kurban sunağı gibi kullandığını bilmiyordu. Bu insanlar da güya acı çekiyordu ancak her insan gibi, yeterince vicdanları sızlamadan. Bebek kucağına konduğu an mızmızlanmaya başlamıştı, annesinin yanına vardığında kucağını ona kaldırdı. "Anne Eylül süt istemiş." Dedi, sesi bebeğin homurdanışlarına karıştı. Annesi parmaklarını gözlerine gömmekle meşguldü, onun yüz ifadesini yakından gördüğü an öfkeyi hissetti. Ancak bir çocuk kaldıramayacağı tehlikenin karşısında kasılırdı, kımıldayamazdı. Annesi yanaklarını tırmalayarak yüzünü açıp "Defol!" diye bağırınca yapabildiği tek şey ürkmek oldu. Ancak bir adım bile geri atamadı. Bebek ondan daha tepkiseldi: annesinin korkunç çığlığını duyduğu an sesi patlattı ve ondan bile korkunç bir sesle ağlamaya başladı. Pembe yumruklarını abisinin çenesine vuruyordu, abisi ise hiçbir şey yapamıyordu. Kadın bir anda çocuğa saldırdı. Çocuğu bir itişle neye uğradığını şaşırttı ama acımasızlığı durmadı. Var gücüyle "Git! Defol, git! Yüzünü görmek istemiyorum!" diye bağırdı. Çocuğun omzundan ite ite ona hakaretler yağdırıyor, ağlamaktan kızarmış gözlerini kırpmadan "Allah senin belanı versin niye başıma kaldın! Niye seni doğurdum!" diye o küçücük, dehşet içinde kalmış savunmasız yüze haykırıyordu. Odadaki kadınlar çocuğu korumak için hep birlikte atıldı. Kimi anneyi tuttu, kimi de yumrukları çocuğa ulaşmasın diye bileklerini yakaladı. Bir başka yabancı kadın çocuğu yanına çekip odadan dışarı çıkardı. Kapıya yığılmış yabancı gözler çocuğa çullandı. Yanağından ılık damlalar akıyordu, bunca insanın ona bakmasını kaldıramadı ve kendi de ağlamaya başladı. Ve utanıyordu. Artık bu kalabalığın evden gitmesini istiyordu. Yalnız kalma ihtiyacını kız kardeşinin kundağına yüzünü gömerek gidermeye çalıştı. Mis gibi bebek kokusunu ciğerlerine çekmesini sağlayan şey hıçkırıkları oldu. Eğer bebek bu kadar yüksek sesle ağlamasaydı kendi cılız sesini ancak duyurabilirdi. Bir süre sonra bebeğe dolaptan hazır süt bulundu, annesi o sütü kim bilir ne zaman sağıp dolaba koymuştu. Biri sütü ısıtıp biberona koyduktan sonra bebeği emzirmek için kucağından almak istedi. Çocuk artık ailesindeki tek bir kişiden bile ayrılmak istemiyordu, korkar olmuştu. İnat etti, bebeği vermedi. Sonunda kadın biberonu ona verdi ve kardeşini kendi yedirtti. Tanıdığı birinin keyfinin yerine geldiğini görünce sakinleşti ve bir eliyle biberonu tutarken bebeği dizlerine koyup yanağını sildi. Gözyaşı ile burun akıntısı birbirine karışmış, ağlamaktan canı çıkmış, gözlerinde korku kalmıştı. Perişan yüz ifadesine rağmen kardeşine bakıp gülümsedi. İyi bir şeyler olacağını düşünmeye başladı. Yine koridorda duruyordu. Bir duvarın dibine sinmiş, kucağındaki bebek uyuyakalmıştı. Ağlamaktan uykusu gelmiş, uykulu gözlerle geleni geçeni izliyordu. Yüreğine huzur veren tek şey kardeşinin kokusuydu. Bu günün kötü bir gün olduğunu çocuk aklıyla kavramıştı, artık bitmesini istiyordu. Ve bitsin diye bekliyordu. Bir süredir annesi çığlık atmıyor, sesi duyulmuyordu. Gözleri onun olduğu odanın aralık kapısına gidip geliyor, annesinin yanına gitse mi diye düşünüyordu. Dış kapıdan manga gibi bir yığın adam girdi, onlar da nefret ettiği yabancılar gibi siyahlar içindeydi ancak anlam veremediği bir şey, aynı rengin bu adamların üstünde tekinsiz durduğunu hissettirdi. En öndeki adam odaya girmeden önce bir nefes anı süresince çocuğa baktı, o bakışlarla çakışmak çocuğun tüylerini diken diken etti. Dizlerini karnına çekip omuzlarını büktü, kardeşine iyice sarıldı. Hala bu günün bitmesini, ya da güzel bir şey olmasını bekliyordu. Ancak içindeki his tam tersini fısıldadı. Tok bir ses konuşmaya başladı. Annesinin çatlamış sesini duydu. Sesler yükseldi. Bağırışmalar başladı. Çocuk telaşla ayağa kalkıp sesin geldiği odadan uzaklaşmaya başladı, kardeşi yine uyansın istemiyordu. Sonra annesi çığlık çığlığa bağırdı. Bedduaları bütün evi doldurdu. İnsanlar kapıya yaklaşıp ağızlarını kapayarak seyrediyordu, gözler fal taşı gibi açılmıştı. Adamlar odadan paldır küldür çıktı, çocuk korkudan olduğu yerde kaldı ve gözlerini onlardan ayıramadı. Bir iki dakika önce ona dik dik bakan adam birden döndü ve yanına geldi. Kürek gibi elini çocuğun omzuna koydu, çocuk bir an yere gömülüp çıktığını sandı. Adam buz gibi bir gülümsemeyle "Sen Yalın mısın?" diye sordu, o tok sesin sahibi karşısındaydı. Annesini delirten kişi, her ne yaptıysa karşısındakiydi. Çocuk tepesinden bakan siyah deve titreyerek baş salladı. İçgüdüsel bir koruma arzusu bedenine aktı ve kardeşinin kundağını tutan parmakları yumruk oldu. Ancak dev adam bunu göremezdi, çocuğun yumrukları kundağın içinde kaybolacak kadar küçüktü. Adam elini bir kez daha çocuğun omzuna koydu. "Yalın! Sen akıllı bir çocuğa benziyorsun, cin gibi gözlerin var. Büyüyünce büyük adam olursun kesin!" Gür sesi hadsiz bir perdeden yükselip duruyor ve duvarları titretiyordu. "Yalın büyük adam olacak değil mi abileri!" Adam abartılı gürlemesiyle çocuğun tüylerini ürpertirken bir yandan arkasındaki adamlara dönüp garip bakışlar atıyordu. Ancak çocuk dediklerinin bir kelimesini anlayacak halde değildi, şoka girmişti. Adam elini yine çocuğun omzuna vurdu, çocuk ise bunu neden yaptığını sormak istiyordu. Ancak toplum önünde biri ona karşı ima ile bağıra bağıra konuşurken normal bir yetişkin bile donup kalırdı, ki bu çocuk hücrelerine kadar kilitlenmekte haksız değildi. Devin yüzündeki soğuk gülümseme buzhanede kancaya asılmış bir kurban gibi havada kaldı ve gözlerinde tehditkar bir durgunluk belirdi. Gözlerini bir an olsun kırpmaksızın çocuğa dikti, söyleyecek bir derdi olduğu kesindi ancak çocuk duymak istemedi. Kulaklarını kapatıp kaçmak istedi. Adamın tavrı, küçücük bir çocuğu acımasızca ezen mutlakiyeti sadece sessizliği kullanarak bile ruhun şeklini bozabilirdi. "Yalın." Dedi aynı donuk ifadeyle. Sesi de ifadesine bürünmüştü, soğuk ve donuktu. "Bak aslanım." Devin yüzü her saniye can kaybediyor, imkansızlığın peşinde kendi mimiklerini yok ediyordu. "Baban gibi olma tamam mı?" Adam çocuğun nefes almadığını fark etti ve elinin altında kaybolacak kadar küçük omzu hafifçe silkerek "Anladın mı?" diye sordu. Çocuk başını iki yana salladı. Hareket eden bir canlı olduğunu öylesine unutmuştu ki başını sallayabildiği için kendine şaşırdı. Adamın iki dudağının ucu gerildi. "Diyorum ki," Bir şey geliyordu. Ensesindeki tüyler dimdik olmuş, bedeni bu gün daha kötü bir şey olacağını haykırıyordu. "Baban öldü. Bize de borçları takıp gitti. Onun gibi olma anladın mı?" Gözlerini sımsıkı yumup omuzlarını göğsüne çekmek istedi, ama bunu yapamadı. Aklı kardeşini kucağından düşüreceğini, hareket etmesini haykırdı. Nafileydi, çocuğun dünyası başına yıkılmıştı. İnsan yaşamak için hareket ederdi. Ancak şeytan adaletsizliği taşıyan mahşer atlısını bu çocuğun üzerine salmış olmalıydı, daha tam manasını bile anlayamadığı kelimeler omuzlarına öyle ağır geliyordu ki olmadık bir yaşta sillenin tokatını yemiş kadar çökmüştü. Adamın gözlerinde bir nebze merhamet yoktu, gözlerinin önünde çocuğun eriyişini görmesine rağmen aklı alacak verecek mevzularıyla dolu, nefsi maddiyat için tutuşuyordu. Yüzünde hızlı ve acımasız bir gülümseme oluştu ve çocuğa cesaret verir gibi baş sallayarak "Anladın sen anladın. Hatta çok iyi anladın." dedi. Sırtını doğrultup dış kapıya giderken gür sesi son kez duvarları dövdü: "Olmayacaksın Yalın. Sen baban gibi olmayacaksın." dedi. "Olmazsan hayrına..." Yıllar bu kıyas ile geçti, artık dünya ile savaştığını düşünüyordu; bir şeye sahip olmanın değil onu elde etmenin mantığını çözerek ve hırs ile öfkeyi kanına işleyerek olgunlaştı. Geriye bakınca zor bir hayatı olduğunu görüyordu. Tek yollu bir adam olmuştu. Hatırlaması gereken anıları inatla tutuyordu, yaşanıp geçilmesi gereken anıları zihninden siliyordu. Umursamazlığı esnek bir anahtara çevirmişti, hayatında pekçok şey yaşanıldıktan sonra unutulan şeylerdi. Ama unuturken bile zihni hep tetikteydi, ona asla unutmaması gereken kırmızı noktalar olduğunu hep hatırlatmıştı. Yılların ona çok şey kattığı kesindi, ama zaman bile bazı şeyleri onun ruhundan silememişti. Sabah zihininin ortasına çakmak taşı atan bir rüyayla uyanmıştı ve galiba bu yüzden günün verimli geçtiğinden emin değildi. Yağmur durmak bilmemişti. Yeri koca bir göle çeviren hava nem dolup taşıyordu ve suyun varlığı nefes alınan her yere mavi bir sis gibi çökmüştü. Islaklık sinir bozucu düzeydeydi, alel acele eve varmaya çalışırken sokakta ondan başka bir keriz olmadığını görmek bir kanıttı. Yağmur tam adamını bulmuştu. Bir karış su dolmuş yoldan geçerken bulutlara ağız dolusu küfür saydı. Sağanak öylesine şiddetliydi ki yıkanmış kadar olmuştu, yosun tutmaya ramak kala eve yakın bir noktada siper olarak kullanabileceği öne çıkıntılı bir bina gördü ve çabucak altına sıvıştı. Bedenini engel olarak gören deli damlalar şimdi kuru betona inip kayboluyordu, nihayet biraz soluklanacaktı. "Lan Serkan... Yine arabamı arakladın köpek." Paçalarından yere akıp ayaklarının etrafında yeni bir ıslak zemin oluşturan damlalara baktı, sicim olduğunu görmenin etkisiyle yüzünü buruşturdu. Dişlerinin arasından aksi bir cık sesi çıkardı ve başını geriye attı, gökyüzündeki bulutlar fokur fokur kabarıyordu. Bu aksi havanın daha azını vermeye niyeti yoktu. Yere inen damla sesleri zihnini uyuşturuyordu, derken bir şey miyavladı. Saçlarından dolu dolu akan damlalar eşliğinde kaşlarını çatarak arkasına döndü ve yere yapışmış koca bir et yığınının dik dik ona baktığını gördü. Bakışma kısa bir an devam etti, hayvanla neredeyse göz iletişimiyle anlaşacak hale gelmişti. Bu şey, adamı bir anda hipnotize etmişti. Başını hafifçe sallayarak "Ne?" dedi. Belli ki evin rızkını bitirince dışarı atılmıştı; öylesine kiloluydu ki bir bakışta bu hayvanın sabah akşam yatmaktan başka çaresi olmadığını anladı. Hayvan kendine hareket edecek bir alan bırakmaksızın tıkınmış olmalıydı. Gri kürküne zıt kaçan parlak sarı gözlerini kırpmaksızın dik dik bakıyordu. Bir kez daha başını sallayıp "Ne var oğlum, bende yemek yok." dedi. "Bir derdin var belli. Açsın değil mi? Sana bir ev lazım." Ellerini sırtının ortasında üst üste koyup duvara yaslandı ve nem, su ve sis ile karışık silim gibi yağmur havasını izledi. "Bana göz dikme derim, çorbalarımı görsen oruç tutarsın." Anlaşılan kedi ona çoktan göz dikmişti. "Hiç gözünü kırpmıyorsun tebrikler." Birkaç dakika kedi ile baş başa sessizliği paylaştıktan sonra yağmurun kediden daha inat olduğuna kanaat getirdi. Aklına gelen fikirle sinsi bakışlarını kediye çevirdi. "Pişt, lan." Diye fısıldadı. "Totem yapalım mı? Belki yağmuru durdururuz, belli olmaz ha?" Kediden farklı bir tepki gelmedi, hayat tarzı gibi mimikleri de tek tipti belki. Gerçi bir tepki bulmayı da ummuyordu çünkü sırf can sıkıntısını gidermek için bir şeyler denemek istiyordu. Ayak ucunu kedinin karnına doğru uzattı, dürtmeden önce hayvanın tepkisini kontrol etmek için gözlerine baktı ve sarı gözlerde aynı ifadeyi görünce ayakkabısının ucunu hafifçe gri posta bastırdı. Bir yandan kedinin karnını dürtüklüyor, bir yandan "Hadi yürü bakayım!" diye fısıldıyordu. Boyasına bakınca henüz kokusunun bile üstünden çıkmadığını düşündürecek kadar siyah ayakkabı burnu bir kez daha gri karna değdi ve tehditkar bir gurultu sesi çıktı. Kedi sesin açıklamasını yapmak ister gibi miyavladı, bir kez daha gözlerini dikmekten başka hiçbir eylemde bulunmayacağını belli etmişti. Pes etti ve hevesinden vazgeçip göğü izlemeye döndü. "Oturmaktan başka bir şey yapmayarak seni evime almamı bekliyorsan geçmiş olsun." Kedi birden ön patilerini yere yapıştırdı ve ayağa kalktı. Hayret içinde ona baktı, bu mahlukun hareket etmeden yaşadığını düşünmüştü ancak yanıldığını gördü. Sağanak bir anda ruh değiştirdi, yavaşça çiseleyen bir yaz yağmuruna döndü ve gökte bir ışık belirdi. Adam şaşkın gözlerini bir havaya bir kediye çevirerek "Aferin lan başardın. Başardık galiba!" dedi. Emin bir ifadeyle kediyi süzdü, sonra duvardan sırtını çekip doğruldu. "Bir yastığı hak ettin." Yeterince açıkladığını düşünüyordu, birkaç metre ötedeki evine doğru yürümeye koyuldu. Böylesine fevri bir havada bir daha sağanağa yakalanmamak için eve son hız koşsa daha iyiydi ama şimdi arkasından gelen miskin mi miskin bir kedi vardı. Onca kilo muhtemelen sezgilerini de körelmiştir diye düşünüyordu ve yol göstermese bu hayvan ancak kaybolmayı becerirdi. Birlikte geçirdikleri kısa yolculuk esnasında kediye gerçek bir insan gibi evine nasıl ulaşıldığını öğretti: Oturduğu apartmanın kapısına geldiklerinde hayvanın karnından körüklü tren puflamaları yükseliyordu, apartmana girdikten sonra asansörle üçüncü kata nasıl çıkıldığını, hangi tuşa basması gerektiğini de anlattı, kendince sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyordu, sonuçta hiçbir detayı ihmal etmemişti. Artık o tuşlara ulaşıp basmak kedinin meselesiydi. Kapıyı açıp içeri girerken bir yandan evin bekar erkek kurallarını açıklıyordu, o sırada kedi bunca yolu ona yürüttüğü için arkasından saydırıp duruyordu. Hayvan homurdanarak bacaklarının arasından geçerken bir bildirim sesi yükseldi. Elini cebine atıp telefonunu çıkardı, yanıp sönen ekranı gördüğü an kaşlarını çattı. Mesaj Eylül'dendi. Kediyi evi keşfetmek üzere girişte bırakıp yatak odasına geçti. Serkan'ı aradı, çağrının açılmasını beklerken telefonu yatağa bırakıp üstündeki perişan olmuş ceketi çıkardı ve ıslak gömleğin iliklerini açmaya koyuldu. Bedeninde iğne ucu kadar kuru yer kalmamış, en kaliteli pantolonunun şirazesi kaymıştı ancak duş almış kadar ıslatan yağmur bile kaşlarını böylesine çatmasına sebep olmamıştı. Yatak odasının dış duvarını kaplayan büyük camda göz ucuyla kendi yansımasını görüyordu, yine sağanak başlamıştı ve nefes aldırmaksızın inen damlalar camdaki yansımayla iç içeydi. Aynı anda hareket eden iki beden vardı, ancak yalnızdı. "Naber?" "Serkan ben bir hafta yokum, Samsun'a gidiyorum." "Hayırdır abi? Erkenden tatile mi çıkıyorsun?" Umursamaz bir edayla manşetlerini açarken "Arsa işini halledeceğim." dedi. Hattın öte tarafındaki ses uzun hissettirecek kadar sessiz kaldıktan sonra onaylayan bir homurtu attı. "Tamamdır. İyi o zaman, hazır haziran ayı gelmişken tatili de aradan çıkar. Görüşürüz." Kafası çoktan başka mevzularla dolmuştu, o an telefonu kapatıp bir yere koyarken aklı nereye koyduğunu bile düşünmedi. Büyük cam inatçı yağmur yüzünden şelaleye benziyordu, üzerine hortum sıkılmışçasına akan sular yüzeyde dallara ayrılıp onlarca pençesi olan kocaman mavimsi bir el oluşturuyordu. Suyun içinde adeta adamın zihnine üşüşen sisin kaynağı vardı. Hiç olmadığı kadar kalın, ya da artık nesneleşmeye başlamış bir sis. Bezgin bir iç çekti. Gerekli zaman dolmuştu, o gün gelmişti. Kapıdan paytak adım sesleri gelince camdaki yansımaya dalmış bakışlarını yere indirdi. Şişko kedi aksi bir sesle miyavlayarak içeri girdi. Gözlerini üzerine dikerek bacaklarının arasında sonsuz bir sekiz oluşturmaya başlayınca hayvanın derdini anladı. Ömründe dilsiz bir canlı beslememiş adamın tekiydi ancak o bile yemek vermezse bu şişkonun sonsuza dek bacaklarının arasında dönüp duracağını anlayabilirdi. Düşünceli bir sesle "Sen de anlamışsındır," dedi. "Bir şeyler kazanınca rahata erdiğini sanıyorsun ama sorunlar o zaman başlıyor." Eylül, kız kardeşi bu gün on sekiz yaşına girmişti. Ve kendini bildi bileli fırsat ve belanın kokusunu alan alamet cini kulağına fısıldıyordu. Artık sisi izlemenin değil bir kibrit çakıp bütün mavi pusu yakmanın zamanıydı. |
0% |