Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3 | zafiyet.

@halempa

Aceleyle arabadan çıktı. Metalik bir pürüzsüzlüğe sahip bordo renkli Mustang yaz güneşinin altında canlı bir tonda parlıyordu. Açık kapıyı arkasından savurarak antreye ilerlerken bileklerindeki manşetleri açtı. Rahatlamaya ihtiyacı vardı ama günün koşuşturması yetmezmiş gibi hava da boğuyordu. Şehir merkezinden Engiz'e ve oradan da sıra dağların içinde kalmış bir çiftliğe varmak tam dört saatini almış ve bir de yetmezmiş gibi betonu çatlatan öğle güneşi altında arabayla birlikte kavrulmuştu. Ama bunların hiçbiri günün devamında onu bekleyen dertlerle bir tutulamazdı.

Ahşap zemin ve çatıdan oluşan geniş verandada iki hizmetli onu bekliyordu. Hız kesmeden malikanenin kapısına gitti, hizmetliler de o sıra Yalın'ı görüp aynı aceleyle yanına geldiler.

"Hoşgeldiniz Yalın bey."

"Okan burada mı?" Sesi normalde olduğundan bile beter bir mesafedeydi. Bulunduğu yere tepkili bir gerilim sezdiriyordu.

Yaşlı olan hizmetli "Arka bahçeye buyrunuz, avukat bey de oradadır." dedi. Yalın onu en son gördüğünde dokuz yıl daha gençti, ama adamın yüzündeki ciddi ifade hala hatırladığı gibiydi.

"Yalın!"

Hizmetliyi daha yeni duymuştu ki peşi sıra Okan'ı gördü, salonda duruyordu. Geniş salona adım attığı an uykusundan uyanan çocukluk anılarını ve o gittikten sonra değişmiş detayları görmezden gelmek zorunda kaldı. Bahçe kapısına yönelirken o sıra Okan da yanına geldi. Yalın ile aynı yaşta ve takım elbiseli bir adamdı. Okan başını ona doğru eğerken alçak sesle "Süleyman bey burada, kendisini gördüm." dedi.

"Durum ne?"

"Arsayı abimin alacağını söyledim, içine sindi."

Şüpheci bir bakış atarak "Öyle kolayca kabul mü etti?" dedi. Okan baş sallayınca "Hayret." diyerek önüne döndü.

"Neden ki?"

"Huysuzun tekidir de ondan." Arka bahçeye çıktılar. Güneş ışığı altında istemsizce gözlerini kısarken çimin ortasındaki büyük çardağa baktı, Süleyman Erde ile anında göz göze geldi. İstese böyle bir rastlantı yaşayamayacağını düşündü ama yine de şaşırmadı. Rahatsız edici muhattaplara bulaştırma konusunda her daim iyi bir talihi vardı çünkü.

Avukat peşinden gelirken Yalın çardağa girdi. Gözleri parlak güneş ışığından gölgeye geçmenin etkisiyle kararmasına rağmen yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirdi ve yaşlı adama baktı. "Naber moruk?"

Süleyman Erde'nin yüzünde şimdiden tahammülsüzlük vardı. Yalın kendinin on yıllar sonraki halini görmekten rahatsızlık duysa da ukala tavrını bozmadan tam karşısına oturdu. Bacaklarını üst üste atıp, ellerini dizinin üstünde birleştirirken sahte bir keyif sergilemeyi de unutmadı.

Bir zamanlar Yalın bir çocukken daha az yaşlı olan bu adam, bacak bacak üstüne atan birinin adam olamayacağını söylerdi. Karşısındaki kişi dedesiydi. "Müşterimle iyi anlaşmışsınız bakıyorum?" Dedi yüksek bir sesle, normal bir kimseyle konuşurken sesini bu kadar yükseltmesine gerek olmazdı ama Yalın'ın dedesi biraz sağırdı. Yalın daha on sekiz yaşında onun yanından ayrılırken bile dedesinin duyma problemi vardı, şimdi kim bilir daha da ağırlaşmıştı.

Süleyman Erde öfkeden tizleşen kesif bir sesle "Saygısız!" dedi, eğer sesi yaşlılıktan sönüp gitmiş olmasaydı bunu bağırarak söyleyebilirdi. Ama bir zamanlar celalliğiyle caka satan Süleyman Erde'nin yerinde şimdi yeller esiyordu, oturduğu vernikli tahta divanda sırt üstü durmaktan bile acizdi. Önündeki bastona sımsıkı sarılmaktan kambur olup içe çekilmiş bedeniyle bu adam artık doksan üç yaşında bir kalıntıydı.

Süleyman Erde kalın kaşlarını çattı ve alabildiğine huysuz bir sesle "Gökten zembille inmiş gibi döndükten sonra bir de böyle mi konuşuyorsun?" dedi.

Okan yanına otururken o dikkatini dedesinden ayırmadı. "Bak sen. Ben de döndüm diye sevinmişsindir sanıyordum. Ama tam tersi bir sitem sezdim sanki."

"Ben sana sadece arsayı alacak kişiyi görmek istiyorum dedim." Süleyman Erde ağırlığını bastona vererek öne eğilirken sımsıkı kenetlenmiş dişlerinin arasından yavaşça hırladı: "Senin ne işin var burada? Bir daha Samsun'a adımını bile atmayacaksın demedim mi!"

"Sağ ol dede, ben de iyiyim. Halimi hatırımı sorduğun için teşekkürler." İmalı olması gereken sesi aksine dümdüz çıkmıştı, aynı tepkisizliği sürdürdü. "Tabi, onca yıldan sonra biraz hal hatır sormak gerek. Sen de merak etmişsindir, torunum bunca yıl o şehir bu şehir ne yaptı, gurbette neler çekti diye. Değil mi dede?"

Süleyman Erde'nin gözleri etrafındaki kazayaklar iyice kırıştı. "Boş boş konuşma!" Torununa duyduğu tahammülsüzlük her kelimeye bir vurgu katıyordu, ama Yalın buna çocukluğundan beri alışıktı. "Benim verdiğim parayla elin gavur memleketlerine kadar gidip okudun. Sana o babana rağmen iyi bile davrandım, daha ne yapacaktım?"

"Babamsa senin oğlun. Bana ne kızıyorsun?" Aslında bu soruyu sormak gereksizdi, çünkü dedesinin dediğinin aksine ona iyi filan davranılmamıştı. Aksine, tam da o babanın oğlu olduğu için ailede yıllarca dış kapı mandalı muamelesi görmüştü. İri kahverengi gözleri nefret sarmaşığından sızan ince bir dalın etkisiyle kısıldı ve yüzünde bir an Süleyman Erde'nin gençliği gözüktü. Yavaşça öne eğildi ve "Senin paran mı?" diye fısıldadı. "Moruk ben yokken bunamışsın galiba? Ben üniversiteyi bile burslu okudum. On sekiz yaşımda bir başıma buralardan gidip devlet yurduna yerleştim, kendi kendime barındım. Altmış lira parayla bir ay geçindim be, ne parasından bahsediyorsun?"

Süleyman Erde bir an tereddüte düşse de inadı inattı, bastonu hızla yere vurdu. "Fazla bile. Seni o yaşa kadar ben büyüttüm!"

Yalın burnundan solurken yüzünü başka tarafa çevirdi.

Süleyman Erde bastonuna asılarak eğilince Yalın onu bir an yüzünün dibinde bulmuş gibi hissetti. Halbuki iki divan arasında yarım metre mesafe olmalıydı. "Kendi barınmışmış!" Diye alayla bağırdı dedesi. "Ben sana fazla bile iyi davrandım be! O koca araziyi senin üzerine yapmadım mı? Ne çabuk unuttun!"

Bahsettiği arazi Yalın'ın Samsun'a gelme sebeplerinden biriydi. Ve aynı zamanda Okan ile tanışma sebebi. Ancak şimdilik o detayı bir iki kişiden fazlası bilmiyordu.

Yalın umursamazlığını sürdürdü. "Diyorum ya işte, halimi hatrımı sorsaydın ne olduğunu anlardın. Ama senin para pul mevzularından torununa ayıracak vaktin yok." Alaycı gülümsemesi yavaşça soldu ve ciddileşti. "Zaten araziyi satmak için geldim, celallenme bu kadar." Dedi sakince, ancak zihninin gerisinde bir cin cirit atarken bu söylediği ancak yarısına beyaz bulaşmış bir yalan olabilirdi.

Süleyman Erde "Buralara kadar gelmeden halledemiyor muydun?" diye sitem etti.

Yalın elini yelpaze gibi savurarak "Tamam ben de gelmeye meraklı değildim zaten." dedi. Gözlerini malikanede gezdirdi, ahşap çardaktan gördüğü kadarıyla ikinci katın pencereleri boştu. Süleyman Erde'nin çiftliği Samsun'un en geniş çiftliklerinden biriydi. Malikane deden iki katlı ev de gerçekten o lafın hakkını veriyordu. Üç kişilik bir ailenin kolayca geçimini sağlayabileceği küçük bir tarla kadar yer ediyordu ve bu sadece evin kapladığı alandı. Çiftliğin ucu bucağını kestirebilmek için ise bir gün boyunca dolaşmak gerekirdi.

Süleyman Erde ahşap kenara yaslanırken bastonunu sımsıkı kavradı, bir daha "Niye buradasın o zaman?" diye hırladı.

Okan araya girerek açıkladı. "Size söylediğim gibi, abim şu anda Samsun'da. Ayrıca noter işlemlerinin halledilmesi için Yalın beyin burada imza atması gerekiyor."

"Ben de onu halledip geri döneceğim. Gördün mü bak? O şeker ilaçları sana yetmiyor galiba, devlet işlerini unutmuşsun dede." Diye tamamladı Yalın.

Dedesi ikisi arasında gözlerini gezdirdikten sonra bir an duruldu ve iç çekerek başını eğdi. "İyi, tamam. Şu işi çabucak halledin, senin de bir daha buralara geldiğini duymayayım."

O an ensesindeki bütün derinin gevşediğini hissetti, rahat bir nefes verebilirdi ama hemen lakayıt tavrına döndü. "Ayrıca Eylül ısrar etti, ne zamandır görüşemedik. Kızı bir göreyim dedim."

"Eylül mü?" Bir sessizlik oldu. Süleyman Erde bastonunu birden savurunca Yalın ile Okan yaşlı adamın fırlatacağını sanıp geriye yaslandılar. Neyse ki baston adamın elinden fırlamadı. "Hadi oradan, Eylül'ü almaya mı geldin bir de?"

Şeker hastalığı yine kanına vurduğundan mıdır nedir, yaşlı adamın yüzündeki o kızarıklık Yalın'a telaşlı geldi.

Ancak Yalın bu konuda geri adım atamazdı. "Görüşelim diye bir haftadır başımın etini yiyor. Olmaz. Eylül'ü göreceğim."

Konuşma başladığından Süleyman Erde'nin etrafında sinsi sinsi dolanan bir hizmetli vardı, yaşlı adam ona bir bakış attı. Sonra Yalın'a dönüp "Ne yapacaksın Eylül'ü?" dedi.

Yalın yüzüne taktığı o umursamaz maskeyi bir saniye olsun yerinden oynatmıyor, titremesine bile izin vermiyordu. Yüzünden hiçbir ifade sunmaksızın açıkladı. "Önümüz çarşamba İstanbul'a döneceğim dede, bir daha Samsun'a gelemem. Bırak da kız kardeşimle biraz vakit geçireyim."

Süleyman Erde kısa bir an Yalın'ı inceledi. Babası öldükten sonra yanında büyüdüğü geçimsiz adamı az çok tanıyordu, torununun gözlerinin ötesinde başka bir hin mi var diye bulmaya çalıştığını biliyordu. Yaşlı adam yine hizmetliye bir bakış attı, sonra tekrar torununa döndü. Yalın o kısa bakışmayı kaçırmamıştı. Ancak görmemiş gibi davrandı.

"İyi." Dedi Süleyman Erde. Sesi az önceki halinden oldukça farklıydı, soğumuştu. Yalın bunu da kaçırmadı. "Bir günlüğüne sende kalsın. Yarın sabah torunumu burada göreceğim ama, biraz ertelersen paçalarını yakarım."

"Tamam yarın kendimi getiririm."

Süleyman Erde dalga geçildiğini anladığı an bastonunu salladı ve "Alay etme benimle!" diyerek köpürdü. "Eylül yarın burada olacak!"

Yaşlılığın pası tutmuş sesi arkasında bırakarak arka bahçenin kapısıdan geçti. Eylül'ü alıp bu mekandan çabucak ayrılmak istiyordu.

Geniş salona girerken Okan peşinden geliyordu. "Deden Samsun'a geldin diye niye bu kadar rahatsız?"

Yalın gözlerini üst katın merdivenlerinde gezdirirken Okan'a imalı bir bakış attı. Dedesinin yanında büyümek ona temkinli olmanın ve hiçbir ortamda kimseye yeterince güvenmemenin kurallarını öğretmişti. Yalın dokuz yaşından itibaren bu geniş malikanede büyümüştü, adımını attığı her yerde aslında çocukluğunun izleri vardı. Ancak bunları şimdi hatırlamanın sırası değildi. Ayrıca hatırlamak da istemiyordu.

"Sen arabanın yanında bekle." Diyip yanından ayrıldı ve üst kata çıktı. Okan'ın dış kapıya yönelip başka bir hizmetliye sorular sorduğunu duyarken üst katın sahanlığına vardı. Gözlerini alçak tavanlı oturma alanında gezdirdi. Zeminde dip dibe serilmiş kocaman halılar vardı, hepsi dedesi öldükten sonra antikacıya satılmayı bekleyen oldukça değerli parçalardı. O desenlere bakınca çocukken filigran çizimleri ezberleyerek vakit öldürdüğü günleri hatırladı. Babasının evinden taşındıktan sonra burada geçirdiği ilk yıllar alışma süreci ve sıkılmakla geçmişti. Eylül ve kendinden başka çocuk yoktuve o zamanlar asık suratlı yetişkinlerin arasında eğlenecek bir şey bulmak çileydi.

"Eylül?" Diye seslendi, kısa bir an sessizliği dinledikten sonra bezgin bir iç çekerek Eylül'ün odasına yöneldi, kapıyı açıp içeriye baktığı an tahmininin doğru çıktığını gördü ve gülümsedi.

Sevinçten havalara uçan bir gülümseme değildi bu. Aksine, kaybettiği parçayı yıllar sonra avuçlarına almış bir ruhun mum ışığını andıran kırılganlığını andırıyordu.

Eylül küçük odanın ortasına serilmiş kitap ve giysi hengamesinin ortasında oturuyordu. Saçları abisi gibi siyaha çalan bir koyu kahve değil, dikeninden yeni fırlamış kestane kabuğu gibi sıcacık bir kahveydi. Dağınık bukleleri omzunun merkez sol kısmındaki tümsekten aşağı iniyor ve o fazlalığı belli belirsiz gizliyordu. Saçlarını her zaman o tarafa yatırırdı. Şimdi de omuzları öne çökerken serseri bukleler yanlarından akıp yüzünü gizliyordu. Eskiden Yalın onu sürekli öne eğik oturmaması için uyarırdı, ama kıza bu kötü alışkanlığı bir türlü bıraktıramamıştı. Bu pozisyon onun fiziksel sağlığı için iyi değildi ama Eylül yine ortadan ikiye katlanmış gibi duruyordu. Ona bakınca kararmış bir marul dağı olduğunu söyleyebilirdi. Ancak Yalın, çiçekli bir kundağın içinde kendi kendine sesler çıkaran, ellerinden meyveli pudra kokuları akan bir bebekten başka hiçbir şey göremedi. Sırtı çıkık bir kamburla aşağı doğru ezilen genç bir kız değil, sadece masum bir çocuk gördü.

Alaycı bir sesle "Naber marul kafa?" dedi.

Eylül ona döndü, iri kahverengi gözlerinin üstünde ters üçgen gibi aşağı bükülmüş kalın kaşlar duruyordu. Kız aksi bir sesle "Selam!" dedi ve önüne döndü. Önündeki kitabın sayfalarını ha bire çeviriyordu. Yalın kısa bir an gözlerini kitaplarla dolu üç büyük rafta, dağınık yatakta gezdirdi. Gözleri anormal bir şey bulamayınca sorunun kendinde olduğunu anladı ve "Ha küsüz yani?" dedi. Elini kapının kulpundan çekti ve omuz silkerek arkasını döndü. "İyi madem, okumaya devam et. Ben İstanbul'a geri döneyim."

Eylül'ün imalı sesi dört duvara çarptı. "Ha-ha, çok komik."

Zoraki bir gülümsemeyle geri dönerken kaşının üstünde bir kas zıpladı. "Hala doğum gününün tribini mi yiyorum?"

Eylül gözlerini kısarak ona baktı. "Evet."

"Bana bak yer fıstığı, dört saat güneşin ortasında araba sürdüm. Artı, az önce dedemin şeker komasına maruz kaldım. Bir de senin ergen triplerinle uğraşamam haberin olsun."

Eylül tümsekli omzunu silkince Yalın'ın gözü bir an oraya kaydı. En son gördüğünden bu yana o tümsek hala aynıydı. Durumunun ilerlemediğine sevinmek istiyordu, ancak genç kızın yıllardır gördüğü fiziktedavilerin bir noktada durduğunu görmek moralini bozdu. Sadece kendisinin de değil; hatta kendisinden öte, daha çok Eylül'ün umutları kırılıp eline düşmüştü. Canını sıkan asıl şey de buydu.

"Bana ne. Gelmeseydin."

Kendisi hariç her şeyle uğraşıyordu, ancak kabul etmek istemese de bütün uğraşlarının asıl sebebi işte bu saçma trip ustasıydı: doğum gününde istediği olmayınca dünyanın yıkılmasını bekleyen bir ergen. "Şimdi seninle uğraşırdım ama hiç halim yok. Otele dönünce kediyi pencereden atarım daha iyi."

Eylül kucağındaki kitaba dikkatini vermeye çalışırken yüzünde bir şaşkınlık oluştu ve gözlerini yavaşça kaldırdı, ona baktı. Aralarında birbirlerinin asıl niyetlerini okumaya çalışarak geçen kısa bir sessizlik oluştu.

Eylül tek kaşını hafifçe kaldırdı. "Sen kedi mi dedin? Az önce?"

"Olabilir."

Ancak genç kızın şaşkınlıkla kalkmış gür kaşlarının altıdaki gözler hemen kısıldı. "Bir saniye, sen otelde kalmıyor muydun? Hah. İyi numara, yemedim. Otelde hayvan bakılamaz bir kere." Genç kız yine kucağındaki kitaba döndü ve ondan da anında sıkılarak başka bir kitaba geçti. Gençliğinin en çok hareket etmesi gereken yıllarında kendini kitaplara boğma huyu edinmişti. Ancak abisi bu bitmek bilmez mürekkep iştahının nereden geldiğini bir türlü anlayamamıştı. Sebebi bile tahmin edemeyecek kadar uzak biri olunca anlaması zordu; Tek bir kitap okumak zorunda kalmadan doktora yaptığını övünerek anlatabilirdi ancak kız kardeşi onun tam tersiydi.

"Malum üstün biriyim, otel müdürü beni kırmaya cesaret edemedi." Dudağının bir kenarı yana doğru gerilirken düz bir sesle "Parayı otel prosedüründen daha çok umursuyor." dedi.

Eylül'ün kafası karışmıştı, alt bedeni halıyı süpürerek kapıya doğru dönerken o mesafeli tavrı kayboldu. "Sen cidden kedi mi aldın?"

Kapının yanındaki rafta bileğinden kalın bir kitap vardı, onu incelemeye koyuldu. "Ne var abin hayvan sevemez mi?"

Eylül güldü. "Abi hayvanlara uzak olduğunun o kadar farkındasın ki bakmayı bırak sevip sevmediğinden şüphelendin. Bayağı kendinle barışıksın."

Kitabın arka kapağındaki açıklamaya üstünkörü göz gezdirdi. Ansiklopedi olduğunu sanıp bir şaşırmıştı, çünkü Eylül dark fantasy romandan başka bir tür sevmezdi. Ancak elindekinin de uyduruk bir roman olduğunu görünce içinde bu kadar uzun sürecek ne anlatılmış olabilir diye düşündü. "Bakıyor olsaydım bunu derdim değil mi mal? Uzaktan seviyorum o kadar."

Eylül yüzünü ekşiterek "Kedi kendi kendini mi bakıyor yani?" dedi. "Neyin kafasını yaşıyorsun ya?"

Bezgin bir iç çekerek kitabı rafa bıraktı ve Eylül'ün ortasında oturduğu dağınık zemine yöneldi. Genç kızın önünde diz çöktü, pembe yanağını iki parmağının arasına alıp sıkartı ve dişlerinin arasından "Senin gibi etli butlu bir şey, bakılmadan da yaşayabiliyor." dedi.

Eylül uzun kirpiklerini örterek kıkırdadı. Hiç haberi yoktu ama o ses abisi için iş yerindeki bütün maaşlarından daha değerliydi. Öyle ki Yalın onun gülümseyişini yakından duyduğu günler için çabalamıştı, şimdi kardeşinin bebeksi kokusunu içine çekebiliyordu ve bu onun için her şey demekti.

Kızkardeşinin bebekliğinden beri sevimli bir tombulluğu vardı. Büyüyünce de balık etli, tatlı bir kız olmuştu. Yalın'ın ten rengi güneşin sıcağını hatırlatan hafif esmer bir tondaydı, babasına çekmişti. Ancak Eylül'ün pembemsi açık bir teni vardı, annesine çekmişti. Abisiyle çakışan ortak noktalarından biri kıvır kıvır saçlarıydı. Tam bir sevimlilik abidesiydi ancak Yalın onu kendi elinde büyütmüş olmasa genç kızın bundan ibaret olduğunu düşünüp yanılırdı. Çünkü Eylül kendini insanlardan uzaklaştırdıkça yaşıtlarından farklı bir kurnazlığa ulaşmıştı.

Eylül abisinin göğsüne hafifçe vurdu. "Şaka mısın sen ya, bana kedi mi aldın?"

Kollarını kız kardeşinin koltukaltlarından geçirdi ve onu kucağına alıp sarıldığı günlerdeki gibi aynı sahiplenme güdüsüyle kendine çekti. Kızın omzunu incitmeyecek şekilde ovaladı. "Huysuz bebek."

Eylül omzunun arkasından "Büyüdüm ben!" diye sitem edince net bir ifadeyle susmasını emrederek onu bastırdı. Yüzünü kestane kahvesi saçlara gömdü, o tanıdık ve içini acıtacak kadar yumuşak kokuyu ciğerlerine çekti. Onu fazla sahiplenmişti, Eylül'ü kızkardeşten öte görüyordu. Eğer gerçek anlamda baba olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş olsaydı Eylül'e duyduğu ilgiden farklı olmayacağını tahmin ediyordu. "Hazırlan hadi. Gidiyoruz."

Genç kız bir an sessizce abisini inceledi, sonra odasına döndü ve "Cüzdanımı alsam yeter." dedi.

Eylül'ün bir açıklamaya ihtiyacı yoktu. Yalın onu almaya geleceğini çok önceden söylemişti. Sebebini sormamasını ve sadece dediğini yapmasını söylemişti ve Eylül bunun dışında bir şey bilmiyordu. Ona daha önceden yanına hiçbir şey almamasını tembihlemişti, Eylül de bunu hatırlıyordu. Genç kız alt dudağını büzerek kitaplarına son kez göz gezdirdikten sonra abisiyle birlikte odadan çıktı.

Aslında Eylül buraya bir daha dönmeyecekti. Süleyman Erde, Yalın'ın Eylül'ü sadece bir günlüğüne yanına alacağını sanıyordu ama asıl niyetinin onu temelli götürmek olduğundan habersizdi.

Malikaneden çıkarlarken Eylül sordu: "Senden önce bir avukat geldi, onu tanıyor musun?"

Eylül'ün keskin bir dikkati vardı, kafasını kitaplara gömerek sürekli bir köşeye çekilmesine rağmen etrafında olan biteni daima takip ederdi.

"Dedemin bana verdiği şu arsayı almak istiyor."

Eylül başını öne eğerken "Ha, o anlattığın şey." dedi. "Dedem yine kabul etmedi mi?"

Yalın kısa bir an düşünceli bir sessizliğe gömüldükten sonra "Hayır, bu sefer kabul etti." dedi.

Eylül yarı şaşkın yarı keyifli bir sesle "Hayret." dedi. "Şimdiye kadar bütün müşterileri onun yüzünden kaçırmamış mıydın? Şimdi ne oldu ki?"

Eylül'ün farkında olmadan ortaya attığı bu garip detay aslında dakikalardır Yalın'ın zihnini kurcalıyordu. Ama şimdi cevap verecek kadar emin değildi.

Antreden çıkarlarken Eylül yolun ortasındaki ışıl ışıl parıldayan Mustang'i görünce gözlerini gerdi. "İnanmıyorum, bu senin mi?"

Yalın ise dışarı adım attığı an dikkatini Okan'a çevirmişti, avukat kaputa yaslanmış halde onları bekliyordu. İstifini bozmadan "Sen asıl içini gör." dedi. "Geç hadi, ben iki dakika avukatla konuşup geliyorum."

Eylül merakla arabaya giderken, iki adam gözgöze geldi. Acımasız yaz güneşi yüzünden karşısındaki adamın küçük ve renkli gözlerini kısmıştı. Aralarında birkaç adım mesafe kala Yalın durdu.

"Normalde bu zamana kadar o arsayı kime satacak olsam dedem işi bozmuştur. Seni de bu yüzden ayağına kadar çağırdı. Ama bu sefer böyle kolayca kabul etmesi... Ne bileyim şaşırmadım değil. Demek ki işinin ehliymişsin."

Okan başını sallayarak güldü ve "Tabi abimin verdiği fiyatla hiç alakası yok." dedi, sesinden ima akıyordu. "Hala fiyat konusunda mı rahatsızsın?"

"Yoo, benim asıl derdim dedemi ikna etmekti. Yoksa fiyat pek umrumda değil."

Okan elini ona uzattı ve "Anlaşabildiğimize sevindim o zaman." dedi.

Okan'ı elini sıkarken "Ben de." dedi. Ardından vedalaştılar ve Yalın arabasına yöneldi. Şöför kapısını açıp arabaya bineceği esnada aklına gelen şeyle Okan'a döndü. "Yarın akşam abinin etkinliği var. Sen de gelecek misin?"

Eylül'ün meraklı gözleri iki adam arasında gidip geldi.

Okan patikanın sağındaki bir ağaç korusuna ilerlerken "Yok, benim işim var." dedi. Pelitlerin altına park edilmiş Audi'nin ona ait olduğunu tahmin etti.

Yalın şöfor koltuğuna geçtiğinde Eylül'ü sabırsızca kıpırdanırlen buldu. Eylül yan koltukta bir bacağını ötekinin üstüne atarak sallıyordu, iri kahverengi gözlerinde meraklı sorular vardı. "Siz bayağı tanışıyorsunuz? Üniversiteden tanıdığın filan mı?"

Kontağı çevirdi. Arabayı hareket ettirecekken cebinde bir titreşim hissetti ve telefonunu çıkardı. "Normal tanıdığım işte, nereden çıkardın?"

Eylül meraklı gözlerini arabanın ön camında gezdirdi ve yarı umursamaz bir tavırla omuz silkti. Birkaç metre ilerideki arabanın çoktan hareketlenip onları geride bıraktığını duyabiliyordu. "Abisini tanıyacak kadar tanıdığın için sordum."

Gözleri ekrandaki yazıya takılmıştı, kuru bir sesle "Abisini bana o yönlendirdi." dedi. Eylül'ün detayları bilmemesine rağmen o an aklına geleni söylemişti. Ekrandaki siyah harfler aslında herhangi okuyan birine kalsa gayet normal bir cümle oluşturmuştu. Ancak Yalın mesajı okurken içinde yavaş yavaş şişen bir sıkıntı belirdi. Ancak bunu yüzünden sakladı. Ve telefonu cebine atıp arabayı çalıştırırken ifadesizliğe and içmiş maskesini geri taktı.

Hazırlıklar tamam, anlaştığımız saatte sizi bekliyorum.

Zihninde o sözün ifade ettiği gerçeği geçiştirmeye çalışırken kemikli uzun parmakları direksiyonu sıktı. "Ee doğumgünü kızı bu gün neler istiyor?" Kafasını dağıtmaktan öte bunu keyifli bir günün hızla başlamasını istediği için söyledi. Bu gün kurak mevsimdeki bir bulutluk yağmur kadar önemliydi.

Eylül dişlerini göstererek ona döndü. "Öncelikle, bütün gün ne istersem onu yapacaksın. Yani geceye kadar gezeceğiz. İkinci olarak," İşaret parmağını yola çevirdi ve genç kız kararlı bir şekilde kaşlarını çatarken "Piaza'ya gidiyoruz, hemen kitap alıp kahve içmem lazım!" dedi.

Onunla vakit geçirmeyi tahmin ettiğinden çok özlemişti. Keyifli bir gülümsemeyle direksiyonu ana yola kırdı ve gün boyu Eylül'ün istediği üzere sürmeye devam etti. Bu gün Eylül'ün gece yarısı yatma kuralını ilk defa birlikte kıracaklardı.

Bu gün affetmek için önemli bir gündü.

Gece otel odasında lavabo dahil bütün odaların ışıkları yanıyordu. Odada çözülmesi imkansız bir karmaşa vardı. Ve bunun sebebi Eylül'ün kediyle kovalamaca oynamaya çalışmasıydı. Yatağın yanındaki duvardan sarkan dijital saate baktığında 01.35 yazdığını gördü. Sabırsız bir tavırla kaşlarını çattı. Gece yarısını geçmiş olmalarına rağmen hala pasta faslına girememişlerdi. Cam paravana yaslanmış halde telefonun öte tarafındaki sesi duymaya çalışırken "Anlamadım bir daha söyler misin?" dedi. Eylül'ün mızmızlanmaları yüzünden arka taraftan felaket bir kedi miyavlaması yükseliyordu ve ortaya çıkan ses kirliliği yüzünden Yalın hattaki kişinin ne dediğini anlayamamıştı.

Kedi artık koşma eylemini protesto ederek deli gibi hırlıyordu. Eylül ise bir yandan "Hadi ama uyumasana!" diye yalvarmaktaydı. Muhtemelen kedi yatakta gasp etmeyi en çok sevdiği yere uzanmıştı ve Eylül sataşmasın diye ölü taklidi yapıyordu. Ancak Eylül henüz bunu anlayacak kadar kediyi tanımıyordu.

Yalın "Tamam açıyorum." diyip kapıya yöneldi. Eylül onun neyin peşinde olduğunu anlamamış halde arkasından baktı ve kediye döndü. "Abimin kendi kendine konuşmayı sevdiğini biliyor musun?"

Arkasından yapılan dedikoduyu duymuştu ama umursamadan kapıyı açtı.

Otel görevlisi alnından boncuk boncuk terler akıtarak sırıttı. Kollarının arasındaki çikolatalı pastayı itina ile tutuyordu. Yalın pastanın üstündeki mumları hızla sayarken, görevli "İyi ki doğdunuz Yalın bey." dedi. Vasat tahmininin yanlış olduğundan kendi de şüphelenmiş olmalıydı ki bunu soru imalı söylemişti. Yalın pastayı görevliden aldı ve topuğuyla kapıyı örtmeden önce "Güzel çaba, kötü tahmin." dedi. Ve kapıyı görevlinin yüzüne kapattıktan sonra teşekkür etti. Eylül yatağın üstünde oturuyordu, kapıyı görmek için başını uzatmıştı. Abisinin kibirli hareketine karşılık kaşlarını çattı. "Ayıp ettin adama."

Yalın pastanın mumlarını söndürmemeye dikkat ederek masaya taşıdı. Ceviz kurusu gözlerine mumların sarı ışığı vuruyordu. "Bu kadar bekletmeselermiş. Yarım saattir şu pastanın gelmesini bekliyorum. Bilseydim dışarıdan getirtirdim."

"Abi şuna bak!"

Pastayı dikkatli bir şekilde masaya koydu ve gün boyu süren aksiyondan sebep sıkılmış bakışlarını yatağa çevirdi. Eylül kocaman bir gülümsemeyle kediyi gösteriyordu.

"Bu sefer dürtüklemeden ayağa kalktı değil mi? Şerefsiz tosbağa. Çok beklersin oğlum bu pasta insanlar için." Bu kediyi aklından geçeni anlayacak kadar inceleyecek vakti olmuştu, üstelik üç gün yeterli gelmişti.

Kedi ağzındaki bütün dişleri göstererek miyavladı.

"Hayır."

Eylül kahkaha attı. "Abi resmen kediyle konuşuyorsun."

"Ne var, ben hayvanlarla konuşamaz mıyım?"

"Aslında kendi kendine konuşmaktan delireceksin diye korkuyordum. Kediyle konuşman daha iyi." Eylül kediyi kucağına aldı ve masaya geldi, sarı mumlar kızın yüzündeki gülümsemeyi aydınlatıyordu.

Masanın önünde çökmüş halde pastanın servis kabından düşmeyeceğinden emin olurken mumlara acınası bir bakış attı. Bu aralar şirkette kendi ekibinin sağlam bir performans gösterdiğini ispat etmekle uğraşıyordu. İstanbul'da olmamasına rağmen bütün işe hakim kalmaya gayret ediyordu ve bazen yoğunluk içerisinde sıkıntıdan uyuya kalmamak için sesli okuyup düşünüyordu. Ancak Eylül gün içerisinde gördüklerinden anladığı kadarıyla bunu kendi kendine konuşmak sanmıştı.

Gözlerinin önünde gri bir pati belirince hızla yakaladı. "Dur bakalım pastanın parasını sen ödemedin."

Kedi kehribar ışıltılı gözlerinden ateş atarak asabi bir sesle miyavladı.

Avcundaki patiyi Eylül'e uzatırken "Eylül, şunu hemen yatağa götürüyorsun." dedi. "Zaten kalkıp yanımıza gelene kadar biz pastayı bitirmiş oluruz."

Eylül kıkırdayarak kediyi yatağa götürdü, "Kusura bakma kedicik, pastayı dağıtacakmış gibi bakıyorsun." Kedi beyaz yastıkların üstüne patates çuvalı gibi yayılırken yeni sahibine yalvaran bakışlar atarak miyavladı.

Yalın merhametten yoksun bir sesle "Sakın inanma, şu an bize küfür ettiğine adım kadar eminim." dedi.

"Saçmalama abi, kedi dedem mi?"

Eylül pastanın başına geldiğinde Yalın doğruldu ve dudaklarındaki kırılgan gülümsemeyle genç kıza dönüp yanağına düşen bir bukleyi geri attı. Kızkardeşinin pembemsi, tombul yüzünü ellerinin arasına aldı. Onun hala bir bebek olduğuna inanmak istiyordu. Ama bu kız şimdi on sekiz yaşında olduğunu söylüyordu. Gırtlağında sindirilmesi imkansız bir zorluk vardı, eğildi ve kardeşinin şakağına uzun bir öpücük kondurdu.

Kucağında büyüttüğü kıza gururla bakarken boğazındaki düğüm baş edilmez bir hal aldı. O düğümü sertçe yutkunarak görmezden gelmek zorunda kaldı. "İyi ki doğdun."

On sekiz mum iki kardeşin yüzünü aydınlatıyordu, Eylül kollarını abisine sararken yüzünü boynuna gömdü ve boğuk bir sesle "İyi ki varsın abi." dedi. Bu an güzeldi. Ancak anın güzelliğini yaşarken Yalın'ın bir maskeyle saklamak zorunda kaldığı duygularının ötesinde buruk ve eksik bir şey vardı. Bir sebebi kızkardeşinin de çok iyi bildiği eksik yıllardı. İki kardeşin yılları birbirlerini özleyerek geçmişti. Aynı acıyı Eylül'ün de yaşadığını biliyordu. Ve imkanı olsaydı o acıyı kardeşinin yüreğinden söküp almak isterdi. Ancak yıllar geri alınamazdı.

Diğer bir sebep daha vardı. Şimdilik onu boğazındaki düğüm gibi parçalayarak bir köşeye süpürdü.

Eylül mumları üflemek üzere eğilirken Yalın onun sıcak tonlu ışıkta daha bir güzel görünen yüzünü izledi, yarı yarıya elinde büyümüş çocuğu oluşturan detayları hasretle inceledi. Mumlar teker teker söndü. Sonraki bir saat tıpkı o mumlar gibi zamanın geriye gittiğini hissettirerek geçti. Aslında zaman geri gitmiyordu.

Zaman doluyordu.

Saat 04.10'u gösterdiğinde duvara yalnızca ay ışığı vuruyordu. Işıklar sönmüştü, Eylül uyuyordu. Odada bir tek elindeki telefonun ekran ışığı yanıyordu. Yalın yüzüne vuran beyaz ışıkta gözlerini kaldırıp kardeşine baktı, ince çarşafın altından düzenli hırıltılar geliyordu.

Kız çoktan pikenin altına kafasını gömmüştü, Eylül ancak böyle uyurdu.

Gözleri huzursuzlukla önüne düşerken telefonu kapatıp cebine koydu. Sessizce ayağa kalktı. Yatağın yanındaki komodine baktı. Bir bardağın dibinde birkaç damla kola vardı, o bardağı görünce bastırmaya çalıştığı vicdan azabı zayıf bir noktadan dışarı taştı. Gözlerini yumdu, dudakları huzursuzca gerildi. Yatağa gitti ve bedenini saran pikeyle birlikte kızı kucağına aldı.

Kucağındaki çocuğu böyle uyurken kaç kez taşıdığını tahmin edemezdi. Onu doğduğu günden itibaren kollarıyla sarıp sarmalamıştı. Kaç kez sevgisini ona kollarını sararak gösterdiğini bulamazdı. O var olduğu günden bu yana vazgeçilmez parçasıydı. Kardeşiydi, ama daha da kötüsü varolma sebebiydi. Eylül doğarak kendini var etmemişti, aslında abisinin hayatta kalma sebebi olduğunu genç kız dahil kimse bilemezdi.

Ve Yalın onu canını yakmak pahasına korumayı kabullenmişti. Kendi canı ya da Eylül'ün canı, fark etmezdi. İkisi bir arada kalmalıydı. Biri giderse ötekinin anlamı yoktu. Ya da Yalın giderse, Eylül'e yaşanacak bir hayat bırakmaktan başka şansı yoktu. Sevgisinden doğmuş acımasızlığı zihnine "Olamaz da." diyordu.

Asansörden indikten sonra otel girişindeki barda bir adamın görevli kadınla konuştuğunu gördü. Kadın dinlerken ellerini önünde birleştirip parmaklarıyla uğraşıyordu, yüzünde anlamak istemediği bir konuyu istemsizce kabullenen bir ifade vardı. Adam son sözünü söyledikten sonra kadına barın arkasındaki kapıyı işaret etti, kadın baş salladı ve kapıya yönelmeden önce endişeyle genişlemiş gözleri Yalın'a çarptı. Onu gördüğü an tereddüte düştü, ancak diğer adam "Acele et." diyince hızla başını sallayıp gitti. Yalın kucağındaki bedene daha sıkı sarıldı, ifadesizlik maskesiyle ağırlaşan yüzünü Serkan'a çevirdi. Göz göze geldikleri an ikisi de baş salladı.

Otel girişini oluşturan yüksek platformum aşağısında Yalın'ın Mustang'i bekliyordu. Gecenin ıssız bir vaktiydi, dışarıda iki adam ve pikeye sarılı bir beden dışında kimse yoktu. Otelin etrafını çevreleyen güçlü ışıkların bazısı kapalıydı. Özellikle de kapının yanındaki iki ışık kapatılmıştı. Serkan hızlı adımlarla önüne geçip arabanın arka kapısını açtı. Yalın, Eylül'ü arka koltuğa uzatmadan önce son kez etrafa göz gezdirdi. Duygudan arınmış yüzünde o dokuyu tedirginlikle bozan tek şey gözleriydi. Arka kapıyı kapatıp ön kapıya yöneldi, Serkan ön camın üstünden anahtarı ona fırlattı ve yolcu koltuğuna geçti. Yalın arabaya bindiği an "Patrona ne dedin?" diye sordu.

"Bir şey demedim, yarın sabah iş yerinde olmam lazım."

Akıllıca davrandığını düşündü, Serkan bu gün işten çıktıktan sonra ayarlandığı vakitte Samsun'a gelmişti, yarın sabaha tekrar İstanbul'a dönmüş ve şüphe çekmemiş olacaktı. Aslında bu işe hiç bulaşmamış biri sayılacaktı.

"Resepsiyondaki kadını kafaladım, kamera görüntülerini halledecek. Hatta onun sayesinde girişi temizledik."

Sessizce baş salladı ve otelden çıkmak üzere gaza bastı.

Yarım saat sonra limana vardılar. Denizde yan yana dizilmiş birkaç feribot ve bir tekne vardı. Yalın onu bekleyenin hangisi olduğunu biliyordu. El frenini çekti, Serkan vakit kaybetmeden arabadan indi. Peşi sıra dışarı çıktı ve arka kapıyı açıp kısa bir an Eylül'ü kontrol etmek için yüzündeki pikeyi kaldırdı. Kız hala uyuyordu. Zihninin duvarlarına vura vura perişan eden sorgu çığlıklarına rağmen o ilacı Eylül'ün kolasına katmak zorunda kalmıştı, yoksa bunca hengame içinde Eylül uyanırdı.

Yüzünde ne tür bir ifade olduğunu bilmiyordu. Eylül'ü kucağına alıp tekneye yürümeye başladığında Serkan'ın ona acıyarak bakan gözlerini gördü ve anladı. Düşünmek istemedi. Şu an geveze leyleklerin bile uykuya daldığı karanlık bir gecede, başka bir sahilde tuza dönüşerek heybetini kaybeden bir kaya bile ondan daha az şey kaybediyordu.

Parmakları beyaz çarşafın altında gözden kaybolmuştu, ama titrediklerini hissedip kendine lanet etti. Maskeyi hiç olmadığı kadar sıkılaştırdı. Çünkü yüzüne bir duygu kırıntısı bulaşırsa bunu devam ettiremezdi.

Mavi şeritli tekne gürültülü bir ses eşliğinde uykusundan uyandı ve yavaşça kıyıyla arasını kapattı. Serkan ona dönüp bir an baktı, sonra tekneye girdi. Yalın beton sınırın sonuna geldi, Serkan'ın Eylül'ü almak için uzanan kollarını görse de teknenin kapalı kısmına bakakaldı. Ve o sıra kamaradan bir kadın çıktı.

Gözlerini aşağı indirdi, Eylül'ü Serkan'a uzattı. Tekne dalgalar eşliğinde sağa sola sallanırken Serkan kısa bir an kucağındaki çocukla birlikte dengesini sağlamaya çalıştı, sonra Yalın'a döndü ve "Beni İstanbul'a gidene kadar gözüm üstünde olur." dedi. Yalın sessizce baş salladı, çenesi öyle gergindi ki bir şeyler söylemeye ihtiyaç duyduğu halde bunu yapamadı. Eylül'e hoşçakal demek istiyordu. Sonra kızın uyuduğunu bahane ederek kendini bundan vazgeçirdi.

Ses tellerinin kuruduğunu hissediyordu, zoraki çıkan bir sesle "İlaç en fazla iki saat etki eder, çok az koydum." dedi. Ve fısıldayarak ekledi: "Sonrasını bilmiyorum."

Serkan gözlerini yumarak onayladı, ifadesi aynı zamanda endişelenmemesi konusunda Yalın'ı teskin ediyordu. Kadın geldiğinde Serkan ona kısa bir bakış atarak kamaraya geçti, Yalın kız kardeşinin ışıksız ortama girerken kayboluşunu izledi. Onu bir daha ne zaman görebileceğini düşünmedi. Ama Eylül'ün uyanınca yaşayacağı şoku istemese de biliyordu. Çocukken bir sabah yapayalnız bir sabaha uyanmıştı, o sabah göğsünde anlam veremediği bir ağırlık hissettiğini çok iyi hatırlıyordu. Çocuk aklıyla o ağırlığı gökyüzündeki kara bir buluta benzetmişti. Bütün maviliği kaplayarak gözdağı veren, yalnız, tek başına ve siyah bir bulut. Yıllar birbirini taşırarak dolmasına rağmen o ifadeyi zihninden silememişti. Şimdi kendini kandırmaya çalışsa da kız kardeşine ne yaptığını çok iyi biliyordu.

Gecenin ortasında ıssız havaya sataşan bir rüzgar belirdi, yalnızlığın ağırlığı çoğaldı. Kadın gözlerindeki ıslaklığa rağmen gülümseyerek bakıyordu. Onunla sessizce bakıştı. Kadın o gülümsemeyi yüzünden bir an bırakmadı. Yalın biliyordu, çocukluk arkadaşının acıya karşı takındığı maske buydu. Ancak kendinin aksine o, karşı koymak konusunda biraz daha yumuşaktı. O yüzden gözyaşlarını bastıramıyordu.

Tekne kıyıdan yavaşça uzaklaşmaya başlarken kadın "Hoşçakal." dedi. Bir rüzgarın ruhunu kapıp o tekneyle beraber götürdüğünü sandı, halbuki içindeki ağırlık gittikçe çoğalıyordu. Kara bulutun hafif olması gereken ağırlığı.

Gözlerini yumdu ve veda etmek üzere gülümsemeye çalıştı. Dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrılırken Eylül'ün sesini duydu.

"Abi..."

O an sırtına soğuk bir yakıcılık aktı.

Kamaranın ışıksız bir mağarayı andıran içinden gelen ses uyku sersemiydi ve bağırmaya çabaladığı halde bunu yapamadığı belli oluyordu. Yalın onun daha şimdiden uyanacağını tahmin etmemişti. Kadın ile göz göze geldi.

Bir gün önce çocukluktan kopuşunu eğlenerek kutlayan bir kızın şaşkın sesi geceye yayıldı. "Yalın abi? Neredesin? Neresi burası?"

Bir abinin özsaygısı kendi gölgesine saklandı, utanç meydana çıktı. Kendinden nefret ettiğini gölgesi bile biliyordu ama bu kadarına o da tepkisiz kaldı. Belki de sandığından daha derin bir zayıf noktası vardı.

Zafiyet...

"Hayır!" Eylül ne olduğunu anlamıştı. Sesi uykudan bir salıncakta dengesizleşmesine rağmen durgun havayı yırtıyordu. "Abi hayır yapamazsın! Yapamazsın!"

Eylül kamaradan çıktı, adımları dengesizdi. Yürürken düşeceğini sanıp kamaranın kapısına tutundu, kestane rengi bukleleri çaresiz bir şekilde yüzüne düştü. Yalın'ın kaburgalarındaki acı ruh eline bir çakmak aldı ve kendini tutuşturdu. Eylül ses tellerini yırtacak vaziyette korkunç bir sesle "Bana söz vermiştin!" diye bağırdı.

Serkan Eylül'ün arkasında belirdi. Kızı hızla kucağına alıp kamaraya döndü. Eylül'ün başı onu tutan koldan aşağı sarktı. Gür kirpikli gözleri sarsılmış bir ifadeyle abisine baktı ve "Abi," dedi. Yalvarırcasına.

Uyanmış olabilirdi ama Eylül'ün kırmızı birer yakut taşına dönüşmüş gözleriyle temas edince onun tekrar derin bir uykuya düşmemek için kendini zorladığını anladı.

Kimsenin bilmediği bir yerden taşınan rüzgar, koyu dalgaların yüzeyine sürtünerek kıyıya vardı ve kaldırımın üstünde kırılmayı bekleyen acınası bir adamın ruhuna çarpıp onu binbir parçaya ayırdı.

"Üniversite sınavına boşuna mı girdim?"

Cümle bir gözyaşı damlası gibi sahibinden ayrıldığı an patladı ve havaya saçılırken onun kayboluşunu kabullenemeyen tek bir adam kaldı.

Yumruklarını sıktı, dirayetini korumak için birer taşa çevirdiği ellerini bol gömleğin etrafına sakladı. Ellerini daha kaç defa saklayacaktı?

Serkan onu kamaraya sokmadan önce Eylül abisine uzanmaya çalışır gibi elini uzattı ve "Abi beni bırakma." diye yalvardı. Lekesiz bir siyahtan gece mavisine dönen gökyüzünde Eylül'ün eli belirdi, genç kız titreyen parmaklarını abisine uzattı.

Yalın artık ne gördüğünü bilmez halde, nefes alamadan öylece dikiliyordu. Gözleri bir boşluğa düşmüştü. İçlerinde kendinden nefret etmeye alışmış bir gölge dahil acıya uyan her şey vardı. Onun bu halini gören kadın kamaraya döndü ve aceleyle bağırdı: "Hızlan artık!"

Teknenin motoru bir anda gürledi ve kuyruğundaki dalgalar hararetle köpürdü. Eylül gözlerini zorla araladı ve elini kıyıya doğru uzatıp "Abi!" diye seslenmeye çalıştı.

Kadın son kez dönüp ona baktı.

Kıyıda bir adam kaldı. Varolma sebebinin ufuğa doğru gidişini seyreden bir adam.

Koyu mavi dalgalarda gözlerinin ışığını boğazından yakalayıp boğan ve öldüren biri.

"Özür dilerim..." Diye fısıldadı. Kendi sesinden nefret etti. Ses tellerine kuru lekeler bulaşmış olmalıydı, kelimeler dudaklarından çarpılarak çıkmıştı. Sesini en azından kendine duyurabilmek istedi, dudaklarını tekrar araladı ve "Özür dilerim." dedi. Sonra gözlerini yumdu. Karanlık bir mağaradan yuvarlanan dev taşlar gözlerinin önünü kapatıp siyah bir duvar oluşturdu ve gece mavisine boğulmuş limanda o yoktan siyahın içinde günlerce düşünmeksizin, hareket etmeksizin zamansızlığa hapsolup asılı kalmayı diledi. "Beni affetme."

İnce çizgide bir çocuk.

Kundakta hayatı.

Gözleri ufuğa baktı.

Ve neyi kazandığını düşündü.

Loading...
0%