Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4 | mengene.

@halempa

Bundan beş ay öncesine kadar Yalın Almanya'da doktorasını tamamlıyordu. Türküye'ye henüz döndüğünde beklemediği iki haber ile karşılaşmıştı. Bunlardan birincisi bir mektuptu. Yalın mektubu sahibinden değil de bir aracı üzerinden teslim almıştı. Sebebi ise sahibin mektup yazdıktan sonra intihar etmiş olmasıydı. Ona teslim eden kişinin söylediğine göre merhum, mektubu gizli saklı bir şekilde Yalın'a ulaştırmasını tembih ettikten kısa süre sonra ölmüştü. Yalın bu açıklamadan, mektupta her ne yazıyorsa yazan ile okuyacak olan dışında kimsenin haberi olmayacağını anlamıştı, ama yine de aracının lafına güvenememişti. Tanımadığı biri sözde bir sırrı yıllarca saklamış, bir de üstüne bunu on dokuz yıl boyunca yapmıştı. Böyle birinin yıllar sonra anlatmaya heveslenmesi Yalın'a zaten yeterince şüpheli gelmişti ve bu yüzden de ne yazanın ne teslim edenin samimiyetine inanmamıştı.

Ama şüpheleri ne olursa olsun mektupta anlatılanlar basit bir boşboğazlık esnasında uydurulmuş sözler olamazdı. Çünkü birisi babasının ölümü ardında bilinenden başka bir sebep olduğunu iddia ediyordu.

"Ben kendi hayatımda pek bir değer bulamadım, ama bu ağırlıkla da gitmek istemiyorum..." Diye sayfanın en başında duran cümle aslında bütün dürüstlüğünü ortaya serer gibiydi. Merhumun iddiasına göre babası bir kumar borcu yüzünden intihar edip ölmemişti, cenazede onu sıkıştıran ne idü belirsiz adamın söylediği de yalandı; aksine ortada bir borç yoktu. Bunlar yıllarca Yalın'ın kendini zorla inandırmaya çalıştığı gerçeklerdi ama şimdi birisi ona hislerinde yanılmadığını iddia etmişti.

On dokuz yıl önce cenaze günü evlerini basan adamları iyi hatırlıyordu. O gün tepesinde belirmiş adamın ismi Hilmi'ydi. Ve mektup Hilmi'nin asıl gerçeği örtpas ettiğini söylüyordu. Özetle merhumun iddiası, Yalın'a söylenmiş bütün sözlerin telaşlı birer bahane, art niyetli birer yalan olduğunu iddia ediyordu. Nitekim mektupta yazan daha pekçok şey de Yalın'a bildiklerini sorgulatacak cinstendi.Her şey bir intihar mektubuyla başlamış, yine de Yalın'ı bekleyen tek süpriz bu olmamıştı.

Garip bir şekilde, bütün haberler Yalın'ın Almanya'ya gitmesini beklemiş gibiydi: mektup tam da Yalın Almanya'ya gidince ona yollanmıştı. Öte yandan başka bir sebeple ona ulaşmaya çalışan bir avukat vardı, Yalın bunu da geldiği zaman öğrenmişti. Yıllardır dedesinin huysuzlukları yüzünden elinde kalmış bir arsa vardı, Süleyman Erde o arsayı reşit olduktan sonra Yalın'ın üzerine yapmıştı çünkü arsa ona babasından miras kalan azıcık şeylerden biriydi. Ancak dedesinin iş bozmaları yüzünden bir türlü satamadığı o araziye bir kişi fiyatı ne olursa olsun satın alacağını söyleyerek talip olmuştu. Ona ulaşmaya çalışan avukatın derdi işte buydu.

Mektup eline geçtikten sonra bu hırslı alıcının bir tesadüf olmadığını düşünmüş ve çok geçmeden Okan Demirci ile tanışmıştı. Ancak tanışma esnasında Yalın bir anlığına afallamış ve adamı tanıdığını sanmıştı. Adamın mezar taşını andıran soluk bir teni ve aynı soluklukta yeşil gözleri vardı, sebebi neydi bilmiyordu ancak adamdaki o özellikler Yalın'a deja vu yaşatmıştı. Fazla konuşup, pazarlık etmeye gerek kalmamıştı. Çünkü Yalın kararını çoktan vermişti, zaten haberleri aldığı günden itibaren zihninde bir şeylerin köprüsünü kurmaya başlamıştı.

Yalın kuşkularından beslenen biriydi, her adımını temkinli ve güvensizliğine yaslanarak atan adamlardandı. Kuşkuları ve herhangi bir lafın peşinden gitmeyi asla mantıklı bulmayan bir zor tabiatı vardı. Ama buna rağmen içinden bir ses bu adamı kurcalaması konusunda ona hak vermişti.

İşte doğup büyüdüğü şehir olmasına rağmen yıllarca kaçındığı Samsun'a bu yüzden dönmüştü.

O akşam bir etkinlik vardı. Düzenleyen kişi Okan'ın kardeşi ve aslında tüm bu tantananın sebebiydi: aslında Çiftlik'teki arsayı almak isteyen kişi İlker Demirci'ydi. Avukat kardeşini sırf Yalın'ı ikna edebilmek için önden ona yollamıştı, Yalın asıl alıcının o olduğunu öğrendikten sonra zorlanmadan bunu anlamıştı ve sebebini tahmin etmişti. Galiba İlker, Yalın'ı paşa gönlünden sebep arsa satmayan huysuz bir sahip sanmış ve böyle bir numara denemişti. Ama aslında sıkıntı Yalın'ın dedesiydi. Gerçi Okan Demirci o sorunu Yalın'ı bile şaşırtacak kadar kolayca halletmiş gibi gözüküyordu ancak bu şaşkınlık Yalın'ın sadece daha çok şüphelenmesine sebep olmuştu.

İlker Demirci'nin ısrarları üzerine etkinliğe gidiyordu. Ancak tek sebebi bu değildi, o akşamki etkinliğe Yalın'ın ilgisini çeken biri daha katılacaktı. Yalın o kişinin ağzını aramak istiyordu.

Önceki akşamdan kalma iki buruk hatıra ile otelden ayrıldıktan sonra Atakum'a geçiyordu. Üstünde ömrü boyunca hiç merakını çekmemiş tasarım bir giysi, kulağında da Eylül'ün küpesinin teki vardı.

Eylül o giysiye özel bir isimle seslenmişti. Doğum gününü kutladıktan sonra kızın yüzündeki kocaman gülümsemeyi ve o giysiyi gösterdiği anı çok iyi hatırlıyordu. Acıdır ki o anı istemediği kadar net hatırlıyordu.

Eylül giysiyi paketten çıkarıp ona gösterdiği ilk an elindeki şeyi ince bir pardösü ya da saten bir hırka sanmıştı, ancak kız kardeşi o şeyi zorla üzerine giydirdiğinde beyaz kıyafetin farklı bir tasarımı olduğunu anlamıştı. Eylül arkasından yaklaşmış ve çenesini omzuna koyup abisinin aynadaki görüntüsüne gururla bakmıştı, kızın yüzünde geniş bir gülümseme oluşmuştu.

Onun taşkın bir şelaleyi andıran keyifli sesi hala zihninde yankılanıyordu: "Bu kimono. Bildiğin kıyafetlere benzemez. Gerçi tabi. Benim kadar zevkli biri olmanı beklemiyorum. Ama ne olur ne olmaz, ben birilerinin yaptığı gibi doğum gününü kaçırmayayım diye hediyemi erkenden aldım. Gör de utan derim." Kız kardeşi o lafı dediğinde yüzünde nasıl bir ifade olduğunu bilmek isterdi, halbuki dün akşam Eylül'e hiçbir şeyi belli etmemek uğruna ifadesizliğe oynamıştı. Ama şimdi ona bir şeyleri sezdirmiş olmayı diliyordu. Birlikte geçirdikleri son anlarında bile o maskeyi takmak zorunda kaldığı için kendini suçluyordu.

Daha otelin kemerine yaklaştığı saniyeler içeride yoğun bir kalabalık olduğunu anlamıştı. Vale kemerde durup arabaları tutuyor ve otelin ön tarafındaki kocaman müsait alana rağmen öteye geçmelerine izin vermiyordu. Yalın arabasını valeye verdikten sonra ön taraftaki seminere bir an bile bakmadan içeri girdi, resepsiyonda kimsenin olmadığını görünce ise kafası karıştı. Misafirlerin seminerlerde ya da çoğunun büyük havuzda olduğunu öğrendikten sonra tarif üzere devasa avizelerle dolu bir koridordan geçti. Uzun ve insana gerçek boyutunu sorgulatacak kadar yüksek tavanlı koridorda ilerlerken ilerideki cam kapının ardında anormal bir ışıltı gördü. Kapıdan geçtiğinde çalkalanıp devirdaim eden havuz dalgalarının sesi ve yoğun bir gürültüyle karşılaştı. Burası beklediğinden daha ciddi ve şatafatlı bir yer çıkmıştı. Özellikle havuzu görünce bir an kendini sahile çıkmış sandı, uzunlamasına yapı öylesine büyüktü ki oteli yapan kişi her kimse büyük yapılarla ilgili bir kompleksi olmalıydı. Boyutlar yetmezmiş gibi bir de havuzun etrafında göz kamaştıracak kadar güçlü ışıklar vardı, beyaz ledlerden öyle bir ışık vuruyordu ki doğrudan bakmak bir yana dalgalardan çarpan ışık bütün kalabalığın yüzünde flaş patlaması yaşatıyordu.

Gözlerini siyaha yemin etmiş gibi duran insanların arasında gezdirerek etrafta dolandı. Şu an üstünde kız kardeşinin moda takıntısı yüzünden ona dayattığı kimono olmasa gri şort ile yanlışlıkla kapıdan içeri girmiş gibi gözükebilirdi. Ama Yalın bunları umursayacak durumda değildi; kendilerini ün ve şatafata kaptırmış insanların aksine o bir niyetten sebep buradaydı.

Boş bir niyetle etrafa bakınmıyordu, aradığı iki kişi vardı. Biri İlker'di ve şimdilik onu ortalarda göremiyordu ancak ötekini anında yakaladı: kalabalığın yaş ortalamasından yüksek olduğu göze çarpan birkaç adamla dolu bir masa gördü, orada gözüne çarptığı anda hemen tanıdığı biri vardı. Adımlarını oraya yönlendirdi ve yanına vardığında adamı selamladı. "Ercüment bey merhaba."

Ercüment Yılmaz, Yalın'ı gördüğü an garip bir heyecanla kollarını kaldırdı ve "Oo Yalın bey, sizi buralarda görmezdik!" dedi, adamın hararetli çıkan sesi masadaki diğer kişilerin de dikkatlerini üzerine çevrimesine sebep oldu. Yalın bundan rahatsız oldu. Mümkünse daha az dikkat çeken, sakin bir mekanda konuşmayı isterdi ancak karşısındaki adam herhangi biri değildi: bu adam Yalın'ın dedesi gibi Samsun'da adını bir markaya çevirdikten sonra ülkenin her yerine yayılmış koca bir iş adamıydı. Ancak masada onun prestijinden pay koparmaya gelmişçesine ellerini sıvazlayan diğer adamların aksine Yalın'ın ilgisini çeken şey bu değildi.

Daha ağzını açıp konuşamadan Ercüment Yılmaz elini omzuna koyup onu yanına çekti ve bir anda ciddileşen bir sesle masaya hitap etti. "Beyler karşınızda gördüğünüz kişi Samsun'da her on inşaattan dördünde gördüğünüz amblemin varisi. Süleyman Erde'nin torunu!"

Masadan meraklı sesler yükselirken Yalın hızursuz oldu, zihnindeki ışık görmeyi sevmeyen yabanıl taraf bu ilgiden hoşlanmamıştı. Karşısındaki adamın kim olduğunu biliyordu, ki Ercüment Yılmaz'ın da onu tanıdığına emindi. Ama adam beklediğinden bayağı farklı davranıyordu, aniden oluşan bu suni samimiyet garipti. İlgisiz kalmaya çalıştı. "Ercüment bey ben de sizinle konuşmak istiyordum."

Ercüment Yılmaz kırlaşmış kaşlarını ilgiyle kaldırırken "Öyle mi?" dedi. "Ne hakkında?"

Lafı uzatmadan konuya girecekti, bu adamı yakalamışken fırsatı kaçırmak istemiyordu. "Kardeşiniz," Dedi, sesi daha havaya karıştığı an Ercüment Yılmaz'ın yüzündeki keyifsiz sallantıyı gördü, ancak devam etti. "Hilmi hakkında size sormak istediğim bir şey var."

Aralarında kısa ama etkisini hissettiren bir sessizlik oldu. Etkinlik devam ediyor ve havuzun ilerisindeki orkestra kulakları dinlendiren iyi bir parça çalıyordu, herkes bir saniye öncesinde neyse o an da aynısıydı. Ancak tek bir cümle, iki adamın bulunduğu masanın ortasına bir anda koyulmuş ölü bir kedi gibi etki etmişti. Ercüment Yılmaz gözlerini ağırca kırpıştırırken "Nereden çıktı şimdi bu?" diye sordu.

Yalın cevap vermeden önce sinir bozacak düzeyde sakin bir sessizlikle bekledi. "Sizi rahatsız etme niyetim yok. Sadece uzun zamandır sormak istediğim bir şey vardı, bu güne kısmetmiş."

Ercüment Yılmaz "İlginç bir kısmetmiş." dedi, o esnada Yalın, odak noktasından içeri tanıdık birinin girdiğini fark etti ve bakışlarını yukarı kaldırdı. İlker elini kaldırarak "Yalın naber?" diye seslendi. Sonunda etkinliğin sahibi meydana çıkmıştı, İlker masaların arasından geçerek yanlarına geldi, ilk olarak Ercüment Yılmaz'a dönüp "Ercüment bey hoşgeldiniz." dedi. Yüzündeki o hızla şekil değiştiren pazarlamacı gülümsemeyi Yalın kaçırmamıştı. Ercüment, İlker ile el sıkışırken "Seni tebrik ederim İlker, bir gecede Samsun'u Antalya'ya çevirmişsin." dedi. İlker bu sefer gerçek manada sevinerek "Memnun olmanıza çok sevindim." dedi. Ve Yalın'a döndü. "Aslında bütün övgüyü sırtlanırsam yalan olur, çok iyi bir aşçı organizatörüm var."

İlker'in neyden bahsettiğini anlamadı ama boş laf olsun diye konuştuğunu düşündü. Konunun kaynamasını istemiyordu, Ercüment Yılmaz'a döndü, "Müsaitseniz konuşabilir miyiz?" dedi.

"Kendisiyle tanışmayan bir ben kaldım galiba, cemiyette adı gölge gibi dolanıyor."

Ne olduğunu bilmiyordu ama Ercüment Yılmaz onu duymamıştı bile. Tüm ilgisi bir anda İlker'e kaymıştı.

"Merak etmeyin o burada. Şu an ön taraftaki sergiyle uğraşıyor, birazdan gelecek."

Yalın kafa karışıklığıyla iki adam arasında göz gezdirirken "Kimden bahsediyorsunuz?" diye sordu. İlker ile Ercüment Yılmaz'ın bir anda onu çember dışı bırakarak alakasız bir konuya geçmesi asabını bozmuştu. Ancak meraklanmadan da edemedi, bahsi geçen kişi Ercüment Yılmaz'ın ilgisini çektiğine göre önemli biri olmalıydı.

İlker başka bir yöne bakıp garip bir el işareti yaptı ve oraya gitmeden önce "Hemen geliyorum, keyfinize bakın." dedi. Yalın artık huysuzlanmıştı, İlker'in konuşmaya pat diye girip bir anda başka bir yere sıvışmasını ters ters izledi.

"İnatçı bir çocuk. Ama taktir ettim."

Yavaşça Ercüment Yılmaz'a döndü. Kendinden on santim daha aşağıdaki adam düşünceli bakışlarını İlker'in gittiği yere sabitlemişti. Sonra Yalın'a baktı. "Beni buraya getirtmek için ne kadar uğraştığını bilsen şaşırırsın. Ama herhalde sebepsiz değilmiş."

"Ne demek istiyorsunuz?"

"Senin burada olmana şaşırıyorum Yalın."

Yalın o zaman belli belirsiz gülümsedi. "İlker ile bir şey planladığımızı mı sandınız?"

"Bilemiyorum."

Yalın onun şüphesinden keyif alarak gülümsedi. "Ercüment bey kardeşiniz hakkında bu gün konuşmaya niyetiniz yoksa başka bir gün de konuşabiliriz." Sonra başını yavaşça iki yana salladı, "Ama ben merak ettiğim şeyi illa öğrenmek istiyorum."

Ercüment Yılmaz "Durduk yere bu merak ne peki?" diye sordu, sinirini belli etmemeye uğraşsa bile sesindeki iniş çıkıştan bunu istemeden yaptığı anlaşılıyordu. "Aradan onca yıl geçmişken. İnsanlar bile unutmuşken?"

Yalın renk vermedi, düz bir sesle "Bir evlat babasının geçmişi hakkında konuşmak isteyemez mi?" dedi.

Ercüment Yılmaz'ı bu akşam sıkıştırmaya niyetliydi, onun konuşacak havada olup olmamasını aslında umursamıyordu bile. Bu adam istediği kadar yanlış anlasındı, Yalın'ın İlker ile bir işler çevirdiğini sansındı ama şu an Yalın hiçbirini umursamıyordu. Hedefine odaklanmıştı, kanı yılların biriktirdiği merakla öylesine kaynıyor, öylesine etrafını görmüyordu ki o sıra havuzdaki bütün ışıkların bir noktaya çevrildiğini ve bulunduğu yerin karanlıkta kaldığını fark etmedi. Oluşan loş ışık yüzünden yanındaki adamın yüzünü tam olarak göremiyordu ama gözlerini susuz kalmış çöl bedevisinden farksız bir hırsla üzerine sabitlemişti. "Babam ölmeden önce Hilmi ile arasında ne oldu Ercüment bey?"

Ercüment Yılmaz ne diyeceğini bilememiş gibi duraksadı ancak kısa bir an Yalın'ın arkasındaki bir şeye uzunca baktı. "Bak Yalın,"

Tok bir gürültü koptu, kalabalıktaki bütün başlar tek bir beyine aitmiş gibi sesin geldiği tarafa dönerken Ercüment Yılmaz da şaşkınlıkla arkasına döndü. Yalın bu şaşkın sürünün adetine uymaya niyetli değildi, gözlerini hala ondan kaçmak için bir bahane arayan adama dikmişti ve bir cevap versin diye sabırla dişlerini sıkıyordu. Işıklar tamamıyla oraya döndükten sonra havuzun ucundaki orkestra platformunda biri konuşmaya başladı. Platformun üstünde elinde bir mikrofonla süslü laflar eden kişi otel yönetiminden biri olmalıydı.

Hoparlörlerden yayılan yüksek ses ve arkasını dolduran dabarvaya rağmen Yalın sesini duyurmaya çalışarak "O borç meselesinin aslı ne?" diye sordu.

"Ercüment bey!"

İlker'in sesini duymasıyla yüzündeki hırçın gerilim ağır bir katran gibi dibe çöktü ancak geride soğuk esintisini bırakırken arkasını döndü. İlker tam da sırasında gelmişti, Yalın Ercüment Yılmaz'ın bu durumdan oldukça mutlu olduğuna emindi ama kendi şu an tam tersiydi. Artık İlker'in zırt pırt yanında belirmesinden bezmişti.

İlker'in geldiği tarafa neredeyse bir ışık vurmuyordu, o yüzden onu görmesine rağmen yüzünü seçemedi. Ayrıca arkasından daha ince görünüşlü, yine de göze batacak kadar uzun biri geliyordu. O da karanlıkta belli belirsizdi ama üstündeki uzunlamasına elbise karanlığa rağmen bembeyaz parlıyordu.

İlker Yalın'ın yanına vardığında "Sizi tanıştırayım," dedi. Yanındaki kişi öne çıktı. Yüzü ışıktan pay alacak bir noktaya geldiği zaman Yalın onu görebildi. Ve gökyüzündeki ayın bir anda koyu sepetinden düşüp yere çakıldığını sandı.

Kadının ilgisi Ercüment Yılmaz'daydı, Yalın o an yeterince görülmeyecek kadar ışıksız bir tarafta mı kalmıştı bilmiyordu ama kadın onu fark etmeden elini Ercüment Yılmaz'a uzattı ve yüzünde güzelliğine kahredici düzeyde fazlasını katan bir gülümseme oluştu. "Tanıştığımıza memnun oldum Ercüment bey. Sizi arayan bendim, hatırladınız mı?"

Ercüment Yılmaz çoktan kadının etkisine kapılmış bir şekilde gülerek bir şeyler konuşmaya başlamıştı. Ama Yalın'ın kulakları o sesi duyduğu an tıkanmıştı. O sesi tanımıştı.

Niye kendini kandırıyordu ki? Onun yüzünü gördüğü an zaten kim olduğunu anlamıştı.

"Yalın sana bu etkinliğe gelmezsen pişman olursun dememiş miydim ben?" İlker'in patavatsız sesini duyunca sersemlikten kal gelmiş yüzünü ona çevirdi. O zaman kadının gözleri ona döndü, karanlıkta kendinin de pek belli olmadığına emindi o yüzden kadının onu tanıyamadığını anladı.

Şu an boğazında hiçbir duyguyla tarif edemeyeceği bir şeylerin ağırlığı birikmişti. Şaşkınlık bedenini öyle bir sarmıştı ki kıpırdayamadı bile. Bu bir tesadüf mü diye düşünüyordu. Ancak yıllardır gelmekten kaçındığı şehirde onu bulmak en son beklediği şeydi, buna tesadüf demek cidden yeterli gelir miydi?

İlker'in kulak tırmalayan yüksek sesi devam ediyordu: "Sırma seni Yalın Erde ile tanıştırayım, buradaki çok önemli bir ailenin varisidir kendisi."

Kadının onu hala göremediğini belliydi, biraz ışık alan bir yere çıksa tam olarak karşısında olacağını biliyordu ancak Yalın gözlerini ondan ayıramadığı gibi ayaklarını da yerden kesemiyordu. Sonunda ciğerlerindeki bütün nefesi saldı. Öne doğru hareket etti. Ama kendini öylesine sersemlemiş bir halde buldu ki bir adım için bile koca bir deniz dalgasıyla boğuştuğunu sandı. Ömründe böyle bir hissin kanını uyuşturduğunu hatırlamıyordu; sanki güçlü bir rüzgar onu günlerin, ayların ve hatta yılların ağırlığıyla döverek geçmişe götürmeye çalışıyordu. Gerçi yanlış da değildi, Yalın bu kadını en son iki yıl önce görmüştü.

Daha anılar uykularından uyanıp zihnine oturmaya fırsat bile bulamazken gözlerine bir ışık çarptı ve o an kadın ile gözgöze geldi. O an kadın'ın akşam ışığında koyulaşmış küçük gözlerinde yeşil rengi parlatan bir şaşkınlık belirdi ve kırmızı bir gülü kendi dikeninde intihar ettirecek kadar güzel dudakları yavaşça aralandı. Yalın onun da çok geçmeden tanıdığını anladı.

Bir şey diyemedi. Ama elini öne doğru uzatırken zihni hipnoza düşmüştü sanki, gözlerini kırpıp kırpmadığını bile bilmiyordu. Biraz uzaklığındaki kadının küçük gözlerinde şu an ne halde olduğunu bilmek isterdi, ama anlayabildiği tek şey onun da donakaldığıydı: kadın ondan daha geç tepki verdi, önce bir rüyadan ayılmaya çalışır gibi gözlerini kırptı, sonra Yalın'ın elini tuttu. Karanlık dalgaların üstünde beyaz bir yelkenli gibi göze batacak kadar soluk parmakları tenine değdi. Yalın elini beş adet buz yaktı sandı.

"Merhaba." Dedi kuru bir sesle, kelimeler ağzından kendiliğinden düşmüştü.

Kadın sessizce baş salladı. O kadın Sırma'ydı...

Ercüment Yılmaz'ın tarafından beri biri yaklaştı, kim olduğunu bilmediği bir adam yaşlı adamın kulağına eğilip bir şeyler dedikten sonra Ercüment Yılmaz onlara döndü. "Kusura bakmayın, benim erkenden ayrılmam lazım."

Yalın konuşmak için günlerce beklediği adamın birkaç suni nezaket sözleri savurarak yanından uzaklaştığını duydu ama bir tepki veremedi. Sırma elini yavaşça elinden düşürüp bir adım uzaklaşınca gözlerini ondan ancak koparabildi ve o sıra İlker'in "Ben sizi yolcu edeyim." diyip Ercüment Yılmaz'ın peşine takıldığını fark etti. İlker "Keşke biraz daha kaldaydınız," diye başlayarak uzaklaşınca geriye gürültünün içinde belirmiş bir sessizlik kaldı. Yalın afallamış boş gözlerini onların gittiği yolda bırakmıştı.

"Sen..."

Sırma'ya döndü. Onun güzel yüzündeki karmakarışık ifadeyi gördü. "Senin burada ne işin var?" Diye sordu Sırma.

"Asıl senin burada ne işin var?"

Sırma'nın alnı şaşkınlıktan şeffaf bir naylon gibi kat kat oldu. "Ne saçmalıyorsun Deniz, sen... Sen Düzce'deydin."

O isimle ilgili bütün geçmişini Düzce'de bırakmıştı. Oradan ayrıldıktan sonra bir daha onu asla Deniz olarak tanıyan biriyle karşılaşmaz sanmıştı. Ama geçmişten kopup gelmiş biri şimdi karşısındaydı. Üstelik o kişi Sırma'ydı. Belki de en olmaması gereken kişi.

"Sırma burası benim memleketim."

Sırma anlamış bir şekilde başını öne düşürdü.

"Asıl senin burada ne işin var söylesene?"

"Biz İlker ile buranın organizasyon sorumlusuyuz."

"Bekle bir dakika," Beklenmedik bir soru Yalın'ın zihninin ortasına bir anda çakıldı, o zaman Okan'ı birkaç ay önce gördüğünde niye tanımış gibi hissettiğini anladı. Ayrıca aynı şeyi İlker ile tanıştığında da yaşamıştı. Şimdi anlıyordu: soluk beyaz tenleri ve yeşil gözleriyle o iki kardeş Sırma'ya benziyorlardı. Yalın zihnine düşen ihtimalle daha da soğurken "İlker senin neyin oluyor?" diye sordu.

"Uzaktan akrabam."

Şüpheyle incelen bir sesle "Bu kadar mı?" dedi. Sırma, İlker ve Okan'a uzaktan akraba olamayacak kadar çok benziyorken bu cevap gözüne yetersiz gelmişti.

Sırma düz bir bakış attı, "Evet." dedi. "Deniz," O ismi yine kullanmıştı ama Yalın şu an ne tepki vermesi gerektiğinden emin değildi. Kafası karmakarışıktı. "Ne demek oluyor bu söylesene?.."

İlker yine onlara doğru geliyordu.

"...İlker sana neden başka bir isimle sesleniyor?"

Orkestra platformundan hala ses kirliliğine sebep olan bir gürültü yayılıyordu, o yüzden soruyu sadece kendi duydu. İlker yanlarına varınca Yalın hiçbir şey demedi.

"Adamı sen mi kaçırttın söylesene?" Diye espirili bir tavırla sordu İlker. Yalın şu an hiç onun havasına kapılacak durumda değildi, Sırma'ya kısa bir bakış attıktan sonra İlker'e döndü. "Onun bir karın ağrısı vardı zaten."

"En önemli misafirimi kaçırttın, sağol." Dedi ve güldü İlker.

"Ben en iyisi gideyim," Artık sesi kupkuru çıkıyordu, kendini iyice sersemlemiş hissediyordu. Aralarına birkaç adım mesafe koyarak yavaşça uzaklaşırken son anda Sırma'ya istemsiz bir bakış daha attı. İkisine de baş selamı verirken "Güzel akşamdı İlker, sonra görüşürüz." dedi.

"Yolcu edeyim?"

Arkasından İlker'in seslenmesi üzerine elini havaya kaldırdı. "Gerek yok." Işıklar tekrar eşit bir şekilde etrafa dağıtılmaya başlamıştı, platformdaki gürültünün yerini sakin bir müzik alıyordu. Niye bilmiyordu ancak omzundan geriye bakmak için bir an durdu ve Sırma'yı bedenine temiz bir ışık vururken daha net bir şekilde gördü. Sırma İlker'e hararetle bir şeyler söylüyor, sinirli gözüküyordu. Kadın tam da o sıra pes eder gibi ellerini aşağı indirip başını çevirdi. Öfkeden iyice küçülmüş gözleri nefeslenmek ister gibi etrafta gezindi ve o an Yalın'ı gördü. Sırma bir anda dalgınlaşmış gibi duruyordu, ama Yalın yine de emin olamadı. Belki ışıktan ben öyle sandım, diye düşündü.

Gerçi emin olduğu bir şey vardı ki, kendi Sırma'yı gördüğü an kesinlikle dalgınlaşmıştı. O garip his yine kanını karıncalandırmaya başlamıştı, bundan emin olabilirdi. Ama içindeki amansız his neyin nesiydi bilmiyordu. İlk defa yaşıyordu, sebebi Sırma'ydı ve en çok da bu onu rahatsız etti.

Akustik müzik ve keyifli gürültünün içinde kendi telefonunun sesini duydu, kalın kaşlarının aşağı doğru eğilmesiyle ifadesizlik maskesinin şekli bozuldu. Telefonu çıkarıp ekrana baktı, kayıtlı olmayan bir numara onu arıyordu. Normalde tanımadığı bir numarayı birkaç çağrıdan sonra açmaya dikkat ederdi ancak o an sebepsiz yere aranmadığını düşündü ve çağrıyı açtı. Otel çalışanının dünden hatırladığı sesini duydu. "Yalın bey, otelde misiniz?"

Yalın düz ama belli belirsiz sesine yansıyan bir şüpheyle "Hayır, bir sorun mu var?" dedi.

"Beyfendi birkaç adam sizi tanıdığını söyleyip odanıza girmek istedi. İzin vermememize rağmen büyük bir güvenlik sorunuyla karşı karşıyaydık efendim, personelimizden birine silah dayayıp kapıyı açtırmak zorunda bıraktılar. Size olanları erkenden duyurmaktan başka çaremiz kalmadı."

"Şu an oradalar mı?" Diye sordu Yalın. Olayın dehşetine henüz kapılma fırsatına sahip değildi, içinde zamanın aleyhine çalıştığına dair bir kuruntu peyda olmuştu.

"Şimdi gittiler efendim."

Çenesindeki gergin bir kasın tıpkı kopan bir lastik gibi bir anda attığını hissetti, dişlerini sıkma isteğine rağmen "Tamam, hemen oraya geliyorum." dedi ve havuzun çıkışına yöneldi.

Yalın odasına yapılan baskının Eylül ile bağlantılı bir tepki olduğunu anlamıştı. Aklına dedesinden başka kimse gelmiyordu. Koridordan geçerken öfkeli sesi duvarlara çarptı, beyaz kimono çabuk adımların hızına yetişme çabasıyla savruluyordu. "Tarafın bu yani."

Resepsiyona gidip arabasının hemen girişe getirilmesini istedi, o an istisnalarla uğraşamayacak bir halde olduğunu görevli tedirginlikle fark etmiş ve ses çıkarmadan itaat etmişti. Arabası seminer ve girişin arasındaki yolda belirince gözlerini hızla etrafta gezdirip dışarı çıktı. Valeden anahtarı alıp arabaya binmek üzere şöfor kapısını açmıştı ki hiç beklemediği şekilde Sırma'yı seminerde dolanırken gördü. Şaşkınlıkla kaşlarını çattı, daha kendisi otelin çıkışına yeni varmışken Sırma'nın hangi ara seminere çıktığını sorguladı.

Zorla yutkundu. Gözleri yine onu gördüğü an dalıp gitmişti. Zihni hızla arabaya binmesini ve çekip gitmesini söylüyordu, karakteri o kadının kendine iyi gelmediğinden yakınıyordu. Ancak kör noktasındaki bir şey yine bütün kontrolünü esir almıştı. Yine ve yine o garip hissin pençesinde tereddütün teri aktı. Gözleri ona bakarken titriyordu sanki, henüz Sırma'nın dönüp onu bu halde görmediğine şükrediyordu resmen. Kendini dışarıdan izleyip ne halde olduğunu bilecek durumda değildi ama acınası göründüğüne emindi. Durduk yere bir kadın bütün dengesini şaşırtmıştı. Üstelik günlerdir beklediği santranç taşlarını kırıp avuçlarına dökmüştü. Hem de hiçbir sebep yokken. Hiçbir mantıklı açıklama bile bulamazken.

Arabanın kapısını tutan parmakları iyice kasıldı ve kendini oradan ayrılmaya zorladı. Binmek üzere arabaya dönmüştü, şansı ters mi yoksa kararında mı işlemişti bilmiyordu ama o an Sırma yüzünü otel girişine çevirmişti.

O sıra girişte bir gürültü koptu. İlerideki kemerden boğuk bir gaz sesi yükseldi ve gözü gördüğüne inanmakta zorlayan bir hız ileride belirdi. Bir araba son gaz giriş yoluna dalmıştı. Yönü öylesine tutarsızdı ki hangi kurbanı yakalayacağına karar verememiş bir mengene gibi gözüküyordu.

Yalın hızla arabaya binip yoldan çekilmeyi düşündü. Ancak Sırma'nın çığlığını duyduğu an bu düşüncenin yanlış olduğunu bile hesaplayamayacak kadar geç olduğunu anladı. Karşısında kör edici bir ışık belirdi ve görüş açısı farın güçlü ışığı ile körleşti. Gözleri gibi uzuvları da tepkisizleşti, adımını atacağı yeri kestiremedi.

Hızdan kaçamadı. Ve bir saniye önce olabildiğince uzakta olduğuna yemin edebileceği araç bir anda önünde belirdiğinde her şey zihninin algılayamayacağı kadar hızlı gelişti.

Havada dehşet bir ses patladı. Ağır bir metalin bir başka metale vuruş sesi kulaklarını tırmaladı. Görüntü karmaşıklaştı ya da Yalın henüz olayın gerektirdiği korkuyu yaşayamadığından ne olduğunu anlayamadı. Sadece iki arabanın birbirine geçtiğini tahmin edebildi. Biraz önce elinin değdiği bordo kapıyı yuvasından sökülüp seminere uçarken gördü, ama aslında onu bile tahminen anlayabildi. Çünkü gördüğü kadarıyla yakınındaki bir karartı hızla sola doğru uçmuştu. Yalın kendinin de o karartı gibi iradesi dışında bir tarafa uçtuğunu seziyordu, o sırada birkaç ışık havada titreyerek söndü. Kırılan farların ışığı havada son kez yükselip kayboldu. Geriye otelin ışıkları ve seminerin etrafındaki aydınlatmalar kaldı.

Kimileri sesin geldiği yere baktı, kimileri yere düşen bedeni gördü. Bütün gözler dehşet içinde açıldı. Ateşböceklerinin sesi orkestranın naçiz gürültüsünden uzakta kendi melodisinde sabit kalmayı tercih ederek coşuyordu. Yalın o an niyeyse böcek cızırtılarını iyi duyduğunu hatırlıyordu.

Bir kadın pahalı metallerin birbirine yapıştığı enkaza baktı, koşmak için hareket ettiğinde uzun ve geceden daha siyah saçları Ay'a nispet edercesine dalgalandı. "Deniz!"

Tiz bir çığlık sesi. Peşi sıra koyun sürülerine ait olmasıyla bilinen sürü psikolojisinin tetikleyicisi gibi bir başka çığlık daha. Hengame.

O sıra Yalın gözlerini yummakla ve bütün bedenine yayılan ağır bir acıyla tanışmakla meşguldü. Acı nereden gelmişti ve niye sol tarafı eziliyormuş gibi hissediyordu, o sıra bunları bile sorgulayamayacak kadar hızlı yaşıyordu. Sanki bedeni insani hisleri yaşarken beyni karıncalaşmıştı ve algısı yaşadıklarını yakalayamıyordu.

Hatırlamadığı bir esnada gözlerini yumuştu.

Sonra karanlık yoğunlaştı ve zaman rayından çıktı. Bilincini yitirdi ve insani güdülerle hissedilemez bir boşluğa düştü...

 

Ciğerlerini genişleten derin bir nefes aldı. Gözlerini huzurla yummuştu, yaşadığı tek şey tuz ile ferahlatan havayı içine çekmekti. Sakin dalgaların parmaklarına varıp geri çekildiğini hissetti, dalgalarla tanışma isteğiyle öne doğru bir adım attı. Bir nefes daha aldı, en son ne zaman böylesine huzurla gülümsediğini hatırlamadı. Çünkü dudaklarında kendi benliğini bile şaşırtacak kadar keyifli bir gülümseme vardı. Huzuru kapalı gözlerinden yansıyacak kadar yoğundu.

Tuzlu rüzgar bedenini bir süzgeç gibi kullanıp boşluklarından geçti, giysilerinin savrulduğunu hissetti. Burnuna belli belirsiz bir kan kokusu geldi, ancak bunu fark etmesiyle unutması bir oldu.

Şimdi hiçbir şeyi umursamama zamanıydı. Keyfini kaçıramazdı. Bu anda hapsolmaya kararlıydı.

Ağır adımlarla eğimli kumdan aşağı yürüdü. Tabanlarına değen kumların inceliğinden anladığı kadarıyla güneş ışığında rengi kırılarak beyaza çalan bir kumsalda olmalıydı. Böylesine huzurlu bir yere onu hangi elin ittiğini bilmek istedi. Ancak fazla sorgulamaya korktu, ruhunun gerisindeki sinsi bir fısıltı ona asla düşünmemesi gerektiğini söylüyordu. Çünkü bu mekandan en çok düşünenler kovuluyordu. Fısıltı ona sadece denize yürümesini söyledi, o da hiçbir zaman kendinde bulmadığı kadar içgüdüsel bir uysallıkla itaat etti.

Kumlar ayaklarını boğarak üste çıktı, daha şimdiden tabanlarındaki bu sıcak ve kadifemsi yumuşaklık iyi hissettiriyorsa denize girmek çok daha iyi gelecektir diye düşündü.

Ancak o an gözlerini araladı, kurumuş yaprakların insani yansımasına bir şüphe düştü. Etrafını çevreleyen sonsuz maviye baktı.

Deniz mi?

Soru bir gölün yüzeyine aniden çakılan su damlası gibi uykudan uyanmasına sebep oldu. Önce başındaki ağrıyla buluştu, gözlerinin etrafındaki kaslar acıyla kasıldı, sonra kulaklarına akan sesi fark etti. Bir şey götürülüyordu, ne olduğunu anlamasa bile o gıcırtılı sürtünme sesini tanımıştı. Gözlerini açmak için kendini zorladı, ancak bedenini esir alan acının ağırlığı altında eziliyordu. Gözkapaklarını biraz olsun açmaya çalışırken karanlık ile ışık arasında gidip gelen kısacık görüntüde önünde biri olduğunu anladı. Saçları siyah bir yele gibi uçuşurken oldukça telaşı varmış gibi gözüküyordu. Taşınan şey her ne ise o kişi de yetişmek için koşuyordu.

Gözlerini kırpıştırdı ve zihni yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Ve sonra telaşlı kişinin kim olduğunu gördü.

Sırma üzerine eğilmiş halde ona bakıyordu. Kahverengi çillerle lekelenmiş yeşil gözlerinden bir nehirin kolları gibi yaşlar akıyordu. Ağladığının farkında olmamalıydı ki gözlerini kırpmaksızın Yalın'a sabitlemişti, narin biçimli güzel yüzünde inanılmaz bir endişe vardı. Baskın bir korku kadının yüzündeki bütün detayların birbirine geçmesine sebep olmuştu. Sırma elini uzattı ve omzuna koydu. "Deniz sakın uyuma." Sesi elinden daha çok titriyordu.

Yalın bir an eğlenceye vurup Sırma'ya kelimelerin anlamlarını bozacak kadar birbirine kattığını söylemek istedi. Ancak ensesine mızrak gibi saplanmış bir ağrı vardı, hafifçe bile gülümseyemezdi. Kuru dudaklarını oynatıp konuşmaya çabaladı, ancak boğazından bir cızırtı bile yükselmedi.

Yüzüne uzun bir saç demeti düştü, Sırma'nın saçları bir an siyah bir kefen gibi üzerine örtüldü. Ama kadın saçlarını hemen çekip alnından geriye attı ve Yalın tavandaki ışıklarla bir kez daha karşılaştı. Florasan ışık hızla tepesinden geçip gözlerini kamaştırdı. O an sedyede uzandığını ve kendinin götürüldüğünü anladı.

Sırma kristal çubuğu andıran narin parmaklarını çenesine uzattı, uçlarına kan bulaşmıştı ve titreyince daha bir kırılgan görünüyorlardı. Aynı tedirginlikle "Uyumaman lazım." dedi, sesi de benzer şekilde titremişti. "Deniz beni duyuyorsun değil mi? Uyumaman lazım!"

Duyduğunu söylemek istiyordu, ancak üzerine eğilmiş güzel yüz her saniye daha da endişeye kapılıyordu. Oysa ki Yalın endişeye düşecek hiçbir şey hissetmedi; hala Sırma'ya bakabiliyordu ve bunu yapabildiğine göre bir sorun olmamalıydı.

Gözlerini yavaşça açıp kaparken bir kez daha konuşmayı denedi. Ancak bu küçük çaba bile sınırlarını zorlandı. Ona "Öyle biri yok." diyecekti, yapamadı. İyiye gittiğini düşünürken görüntüler sulanmaya sonra da kararmaya başladı. Yanındaki beyaz kostümlü aceleci insanları, Sırma'yı, üzerinden geçip giderkerken gözlerinin sürekli kamaşmasına sebep olan florasan lambaları gitgide göremez oldu.

"Öyle biri yok Sırma." Dedi. Ancak kendi sesini duymayı beklerken kafasının içinde yankılandığını fark etti. Konuşamayacak durumda olduğunu kabullenmekten başka çaresi kalmadı. Çabucak toparlandıktan sonra bunu Sırma'ya söylemeye karar verdi, biraz uyuyacak ve sonra koca bir yanlış anlaşılmayı çözecekti. Benliği "Yanlış anlaşılma mı?" diyip alaycı bir homurtu attı. Karakterinin bir parçası resmen beyaz bir boşluğun ortasındaki devasa bir kayaya oturmuş ve bacaklarını üst üste atmış bir şekilde orada yaylanıyordu, üstelik sahibine hor gören bakışlar atıyordu. Garip mahluğun başında keçi boynuzunu andıran kızıl uçlu dallar vardı. O şeyler geyik mi yoksa cidden keçi boynuzu muydu belli değildi. Somutlaşmış benliği kıkırdayarak başını ikiye salladı ve "Asıl yanlış anlaşılma diye bir şey yok." dedi.

Galiba deliriyordu, başına ne geldiğini ve o sedyede neden uzandığını bile hatırlayamayacak haldeydi ve bir de kafasının içinde dal boynuzlu bir cinin pineklediğini sanıyordu. Bu halden kurtulmasını sağlayabilecek bir umut var mı diye sorguladı.

Tek temennisi yanağına konan soğuk parmakların hep orada kalmaya devam etmesiydi. Sırma'nın teması ona iyi geliyordu, belki bu sayede toparlardı.

Gözkapakları ağırca kapandı ve Yalın bu fikrin işe yarayacağını düşünerek başını Sırma'nın avcuna bıraktı.

"Beyfendi!" Bir adam durduk yere omzunu sarstı, Sırma'nın avcuna yuva edinmiş başı sallandı ve ensesinde kor bir ateş patlayıp bütün kafatasına yayıldı. Birinin şu kendini bilmeze Yalın'ı silkelemeyi kesmesi gerektiğini söylemesi lazımdı, buna hemen ihtiyacı vardı.

"Deniz uyuma!" Diye bağırdı Sırma, sesindeki belirgin korku adamın kafasında bir soru işareti oluşmasına sebep oldu. Yanlış bir şey mi yaptım diye düşündü, gerçi ne yapmıştı ki? Sadece Sırma'nın avcuna yaslanıp biraz kestirecekti. Nasıl olsa yakında uyanırdı. Üstelik bu güzel kadının varlığı ona iyi geliyordu, daha çabuk iyileşirdi.

"Deniz uyuma hayır!"

"Beyfendi uyumayın!"

Gözkapakları incecik bir dikiş iğnesinin sığabileceği kadar aralandı. Omzunu silkeleyen adama küfürler savurup sedyeden fırlamak ve onu bir daha elini kaldıramayacak hale getirmek istiyordu ama uyumadan önce son bir kez Sırma'ya bakmak istemişti. Bu sefer belli belirsiz gülümsedi. Yüzünde uykulu bir gülümseme vardı şimdi. Sebebini bilmiyordu, ancak bedenini bir tuğla dağı gibi aşağı çeken ağrı ve havadaki kan kokusuna rağmen Sırma'nın bütün bu çirkinlikleri def ettiğini ve bu anın fazlasıyla güzel olduğunu düşündü. Bu anın içinde Sırma olduğu kadar kalabilirdi. Ancak şimdi ertelenmemesi gereken bir uykuya yetişmeliydi.

"Deniz!" Sırma perişan bir sesle bağırmıştı. O sesin içindeki çaresizlik, ruhunun en cılız köşesine ulaştı. Ve Yalın'ın açılmamış kilitli kapılarından dışarı tahmin edilmez duygular sızmasına sebep oldu, bu hisleri daha önce hiç tecrübe etmemişti.

"Söz vermiştin!"

Sırma'nın acı çığlığı her ne kadar içinde bir şeylere dokunmuş olsa da onu uykuya yenildiği için pişman eden asıl ses bu oldu. Daha bir gece öncesinde duyduğu ses sanki o gün hiç geçmemiş gibi kulaklarında yankılanmıştı. Eylül'ü unutamıyordu. Ve içindeki darlığa rağmen zorla bir köşeye sıkıştırmaya çalıştığı pişmanlığı.

O akti hatırladı. Ve kendini uyanmaya zorladı.

Eylül'ün sesi uyumaması gerektiği konusunda onu ikna etmişti, artık uyuması değil kalkıp bir şeyler yapması gerekiyordu. Bir şeyler yapmalıydı ama neydi? Sahi Yalın en son ne yapıyordu?

Sedyede başkasına aitmiş gibi uzanan ellerini sıkmaya çalıştı, zihnine yuva yapmış karıncalanmayı uyuyakalmadan dağıtmalıydı. Bir daha pişmanlığa yenilmeden bu asalak halden kurtulmalıydı. Ancak birkaç saniye önce Sırma'nın avcunu hissediyorken şimdi koyu bir karanlıkta tam bir yalnızlık ile boğuşuyordu. Çoktan hissizleşmişti.

Belki de kritik noktayı çoktan aşmıştı.

Soğuk bir şey önce ensesini okşadı, sonra boynuna dolandı. Pençelerini birer birer bedeninin bütün kısımlarına geçirdi ve onu derin bir uykuya bağladı. Yalın son kez kendiyle ve çaresizlikle savaştı.

Bedeni baştan aşağı soğudu. Ve siyahlık daha karanlık bir hiçliğe savrulmadan önce tüm dünya kapandı. Bu seferki karanlığın öncekinden bile derin olduğunu hissetti, boşlukta savrulurken sırtındaki tüyler soğuk bir rüzgarın altında kalmış gibi ürperdi. Ve bu sefer karanlığa hapsolurken kendini suçladı.

Bir salon gördü, neredeyse bomboş bir yerdi. Duvarlarında hafif lekeler vardı, rutubet diyemezdi ancak mekanın her noktası yıpranmışlığın iziyle doluydu. Pencere kenarında sadece bir kanepe vardı. Ortasında biri oturyordu; başını kanepenin sırtına yaslamış halde arkasındaki açık pencereyi izlerken gözlerinden cansızlık akan biriydi bu. O kişi başını kaldırdı ve gözlerini ona çevirdi. Göz aklarında bir umut yoksunluğu vardı, çok soluk, çok cansız bakıyordu. Yalnızdı. Hayattan beklentisini kaybetmiş, sonu belli olmayan bir yolda kaybolmuş biriydi bu. Deniz.

Yalın'ı görünce yüzünde acımasız bir gülümseme oluştu. Bir kolunu kanepeye atıp alaycı bir keyifle yayıldı ve "Ee Yalın," dedi. "Bizi bu mengeneden kim kurtaracak şimdi?"

Yüzüne acımasız bir keyif maskesi koymuş adamın kim olduğunu biliyordu, ama aradaki fark yüzünden onu tanımakta gecikti. Ancak tereddüdü günlerce sürse bile boşunaydı.

Konuşan adam kendinin iki yıl önceki haliydi.

Loading...
0%