@halitziyausakligil
|
Maun sandalla müsademeyi andıran bu tesadüflere artık o kadar alışmıştılar ki bugün Kalender’den dönerken gene onun adeta çarparcasına yakından sıyırıp geçişini fark etmemiş göründüler. Beyaz sandalın şık, zarif süvarilerinde küçük bir telaş eseri, bir ufak haşyet sayhası bile uyandıramayarak geçen maun sandala –her iki tarafı görebilmek üzere biraz yan oturan– Peyker başını bile çevirmedi, arkasını sahile vererek Anadolu kıyısına dumanlarını serpen bir vapura dalmış gözleriyle Bihter’in beyaz örtüsünün içinde vakar ve endişe dolu çehresi tamamıyla kayıtsız kaldı; yalnız, valideleri, sarıya boyanmış saçlarının altında gözlerinin manasına derin bir müphemlik veren geniş bir sürme çemberiyle çevrilmiş gözlerini çevirdi, ucunda gizli teşekkür manası titreyen bir serzeniş bakışıyla maun sandala büsbütün yabancı kalmadı. Aralarında mesafe biraz uzanır uzanmaz bu üç kadının kayıtsız vakarına birden halel geldi, en evvel valide –kırk beş senenin henüz izalesine muvaffak olamadığı bir şebab vehmiyle mesirelerde etrafa dağılan tebessümleri kendi lehine isnat etmek itiyadını takip ederek– dedi ki: “Bu Adnan Bey de!.. Artık âdet oldu, mutlaka her çıkışta tesadüf edeceğiz; bugün Kalender’de yoktu, değil mi Bihter?..” Validesinin şikâyet şekli altında gizli bir memnuniyeti kâfi derecede saklayamayan sözlerini Bihter cevapsız bıraktı. Peyker, validesine doğrudan doğruya cevap vermeyerek: “Bugün çocukları da yanında değil…” dedi; “Ne güzel çocuklar, değil mi anne? Hele oğlan! Yumuk yumuk gözleriyle bir bakışı var ki…” Bihter, eğilmeyerek, dudaklarının ucuyla sordu: “Validelerini tanır mıydınız, anne? Kız annesine çekmiş olmalı…” Firdevs Hanım, Bihter’in sualini anlamamışçasına donuk gözlerle bir saniye baktı, sonra başını çevirerek artık gözden kaybolan sandalı araştırdı; tekrar Bihter’e bakarak ve bu defa kendi zihninden cereyan eden efkâr silsilesini takip ederek: “Ne tuhaf bir bakışı var!” dedi. “Israr eden bir bakış!.. Ne zaman gözlerim tesadüf etse…” Firdevs Hanım, ikmal etmeden evvel biraz tevakkuf etti. Galiba “Bana” diyecekti, fakat kızlarına karşı bu kadarcık bir lisan ihtiyatına tamamıyla sönmesi kabil olamayan bir annelik vakarıyla lüzum gördü ve: “Buraya bakarken görüyorum…” dedi. Validelerinin bu küçük lisan ihtiyatı ikisinin de dikkat nazarından kaçamadı, Peyker’le Bihter manalıca bakışarak gülümsediler, hatta Peyker bu gülümsemenin ifadesini açıklamaktan çekinmeyerek: “Evet, gözlerini Bihter’den ayırmıyor,” dedi. Bu cümlenin tesirini görmek için validelerine baktılar; o, cevap vermemek için uzaklara baktı. Firdevs Hanım, Melih Bey takımının hususi şöhretinden en ziyade hissesi olan bir çehredir ki işte otuz seneden beri –on beş yaşından kırk beş yaşına kadar– bütün mesirelerin en maruf hayat temasilinden biridir. İstanbul’un seyranları takviminde ismi silinemeyen, hâlâ silinemeyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha ziyade asılan bu kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı saçlarıyla, taravetinin izmihlalini örtmek için düzgünlere sıvadığı simasıyla kendisini o kadar aldatmış, henüz tazeliği vehminin içine öyle bir fikir dalaletiyle nefsini tevdi etmişti ki Peyker’le Bihter’in yaşlarını –birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini– unutarak onları bütün bu tebessümlerden, bu takiplerden hisse alamayacak kadar çocuk zannederdi. Bu, iki kızla arasında ebedi bir cenk ve istihza zeminiydi ki tamamen vuzuh ve sarahat kesbedememekle beraber hemen her gün tekerrür eder; Peyker’in manalı bir kelimesi, Bihter’in insafsız bir tebessümü güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin harap ve fersude kırk beş senesine çarpardı. O, böyle hain bir kelime, merhametsiz bir tebessüm kulaklarına müthiş bir istihza ıslığıyla kırk beş yaşını bağırırken dudaklarında acı bir irtisamla dalgın dalgın Peyker’le Bihter’e bakar, sonra ufak bir titreyişle gözlerini bu hakikatten ayırarak tekrar şebab vehminin iğfal hazzına avdet ederdi. Şimdi, dört aydan beri müziç bir fikir beynini tırmalıyordu: Peyker biraz sonra onu büyük valide edecekti. Buna vukuf hâsıl ettikten sonra büyük validelik bir kâbus ağırlığıyla onu bunaltmaya başladı. Kendi kendisine güya bu fikri silkip atmak isteyerek: “Mümkün değil!” derdi. Büyük valide!.. Melih Bey takımının içinde kadınlar hatta zor valide olurken büyük valide olmak onun için bir zül, bir ayıp hükmündeydi. Şimdiden buna bir çare düşünüyor, saçlarının beyazlarıyla çehresinin harabisine bir tamir tedbiri bulduktan sonra büyük valideliğe de bir şey icat etmek istiyordu, öyle bir şey ki ona şebab vehminin mestliğinde gizlenebilmek için imkân bıraksın: Çocuk annesine abla, ona da anne diyecekti. Melih Bey takımının içinde böyle garip bir istisna teşkil etmek zilletini, tali onun için mi alıkoymuştu? Bu vaka hayatını telvis edecek bir leke kadar onu korkutuyor ve artık Peyker’e, onu büyük valide edecek olan bu mahluka, açıkça husumet ediyordu. Peyker’in son cümlesinden sonra sandalda hep sükût ettiler. Adnan Bey artık unutulmuş göründü.
***
Melih Bey takımı!.. Bu takımın İstanbul hayatında mertebesinin tayini metin bir kaideye müstenit olamaz. Tamamıyla kibar âlemine mensubiyet iddia edecek kadar sağlam bir asalet sahibi olmayan bu ailenin yarım asır evveline kadar mevcudiyeti meşkûk ve müphemdir. Aile efradı içinde kibar hayat sicilinde tanınmış isimler bırakanlara uzaktan yakından –biraz karışık olmakla beraber– tesadüf etmek nesiller şecereleri mütevaggıllarına belki mümkün olur. Asıl takımın hususi hayat tarihi işte bu aileye namını terk eden Melih Bey’den iptida eder. “Melih Bey takımı” unvanı ailenin bütün ruhi tarihini rumuz ve şümulüyle telhis ve icmal eder bir ifade vüsatine maliktir. Melih Bey kimdir? Bu suale sarih bir cevap vermek külfetine lüzum görülmemiştir. Melih Bey vefatından sonra devam edebilecek hiçbir hatıra bırakmamıştır. Yalnız Anadolu kıyısında bir yalı ile yalıdan İstanbul’un hemen her tarafına yayılarak bugün “Melih Bey takımı” unvanıyla bir temayüz noktasında birleşen kadınlar… Melih Bey’in yalısı yarım asrın inkılap silsilesinden geçmiştir. Bugün kim bilir kimindir? Fakat ne zaman önünden geçilse Boğaziçi’nin hususi hayatına vâkıf olanların kalplerinde gizli bir parmak uzanarak orasını gösterir ve müphem fakat zengin manalar vererek: “Melih Bey’in yalısı!” der… Bir vakitler yalının pencerelerinden taşan tarab ahengi hâlâ rıhtımın taşlarını yalayan suların zemzemelerinde muhtefi, geceleri Boğaz’ın suları bir zamanlar buradan topladıkları neşve şaşaasını hâlâ iltima bakiyesiyle füruzan zannolunur, onun için yalının o hayat devresini bilmeyenler bile yalnız onun manasını hissederek buradan geçerken bir âlemin meçhul bir sergüzeştine ait zevkleri duyarlar ve kendi kendilerine: “Evet, Melih Bey’in yalısı!..” derler. Bu yalı şehrin tarihinde mümtaz bir nevi çiçek yetiştiren bir camekân hükmünde hizmet etmiş ve İstanbul’un kibar hayatını bu mümtaz mahsulden numuneler serpmiştir. Bunlar yarım asırden beri bu büyük şehrin muhtelif noktalarına dağılmışlardır; fakat onları dağılmakla beraber birbirinden ayırmayan, bütün bu muhtelif çiçekleri bir rabıtayla toplu bir demet şeklinde bağlayan bir şey vardır ki, ailenin unvanıdır. Bu, aileyi cereyanının dalgaları içinde sürükleyip götüren inkılap nehrinin üstünde, batmaz bir tahta parçası şeklinde yüzmekte devam etmiştir. Melih Bey takımında garip bir isticnas hassası vardır: Hangi aileyle nispet peyda eylerse o aile için Melih Bey takımından olmak muhakkaktır. Melih Bey takımından bir kız –galiba o ailenin temayüz esbabının vikayesi, kadınlara müvekkel olduğundan kaderin hususi bir müsaadesiyle takımdan hemen bütün kız evlat çıkmıştır– bir diğer aileye intisap etmekle manevi hüviyetinin bu yeni ailenin hamiresinde massolmamasını o isticnas hassası emniyet altına alır. Hatta bu camekânın en güzide çiçeklerinden Firdevs Hanım –aile tarihi içinde bir harika nevinden– henüz on sekiz yaşında iken Rumeli sahilinin mini mini zarif bir yalısına –bugün Kalender seyranından sonra beyaz sandalın rıhtımına yanaşmak üzere olduğu açık sarı boyalı yalıya– gelin gider gitmez izdivaç hediyesi olarak oraya derhal aile unvanını götürmüş oldu; o günden başlayarak kocasının ismi silindi ve yerine: “Firdevs Hanım’ın beyi!..” denildi. Firdevs Hanım birçok akraba kızları gibi kocasız kalmamak lüzumunu düşünmekte acele etmişti. Bütün mizacının hoppalığıyla ve dünyada güzel giyinmekten ve mümkün olduğu kadar eğlenmekten başka bir şeye ehemmiyet vermeyen dimağının muhakemesiyle her ne olursa olsun bir koca –elbiseleriyle arabalarının masarifini temin edecek bir kese– bulmaya karar vermişti. Ailenin etrafında yavaş yavaş kuvvet kesbeden bir uzak kalmak hissi evlenecek kızları için yalnız bir izdivaç zemini bırakmıştı: Mesireler… Bir gün Göksu’da –nasıl oldu bilinemez– Firdevs Hanım’ın izdivacından bahsolundu. Bu rivayet derenin sevda taşıyan sularının üstünde hafif bir handeyle uçtu; güzergâhında hayretler uyanıyordu, bütün Göksu güya bir rivayete karşı mebhut ve mütehayyir, bir taacccüp nidasıyla titredi: “Bu kadar erken!..” Henüz on sekiz yaşında, henüz bu çiçekten Göksu kendisine bir tesliyet yadigârı bırakacak bir koku almaya vakit bulmadan… Fakat ertesi hafta –iki hafta arasında bir izdivacın mühim inkılabı vuku bulmamışçasına– Firdevs Hanım yine Göksu’da yine bir hafta evvel etraftan selam toplayan gözleriyle görünüverince bütün dere bir inşirah nefesiyle şişti ve şebabla dolu bir tehlike değil, izdivacının vukuu akabinde seyran hayatına sadakat ispatı için Göksu’yu selamlamaya gelen Firdevs Hanım’ın sandalına bütün derenin sevda arkasında gezginci sandalları tam bir teslimiyetle takıldı, sürüklendi gitti. Göksu’da bundan evvel Firdevs Hanım’ın izdivacı rivayeti –ucunda ağır bir kurşun parçası sallanan olta iğnesi gibi– düştüğü noktanın etrafında gittikçe genişleye genişleye açılan daireler tersim etmişti; herkes bu dairelerin haricinde kalmak, yalnız ufak muhteriz bir temasla iğnenin ucundan biraz yem koparmış olduktan sonra kaçmak isterdi, bir safderunun avlanmasını bekleyerek yalnız temaşa halinde kalmak tercih olunurdu. Safderunun kim olduğu taayyün ettikten sonra merak zail olmuş, hatta bu biçare kurbanın mevcudiyeti bile unutulmuştu; artık ortada iğnesinin ucu kırılmış bir sayyad, avlamaktan ziyade avlanmaya muntazır ve müheyya bir Firdevs Hanım kalmıştı. Daha doğrusu bu izdivaçta Firdevs Hanım aldanmıştı: İzdivaç ona beklediği şeylerden hiçbirini getirmiyordu ki birden kendisini hülyalarında aldatmış olan bu adama husumet etti. Bu izdivaç ona saf bir genç kız emelini tatmin etmiş olmak tesliyetini bile vermiyordu. O izdivacında şebabının hiçbir sevda temayülüne tebaiyet etmemişti, bütün aşk ve garam emellerini feda ettikten sonra bu fedakârlığa mukabil elinde hemen bir hiç görünce acı bir nedamet duydu; kendi kendisine: “O halde, mademki böyle olacaktı, niçin…” der, bu sualin arasında hep kendisine zengin bir izdivaç yaptıramayacaklarından dolayı ihmal edilen çehreleri görür. Ve “Evet, o halde ne için onlardan biri olmadı?” sualiyle cümlesini ikmal ederdi. Firdevs Hanım tamamıyla serbestti, hatta denebilirdi ki bu kadın izdivaç münasebetlerinde vazifeleri değiştirmiş, kocalık sıfatını kendisine alıkoymuştu. Bir hafta içinde zevcini Melih Bey takımından yapmıştı. Bir gün kocasının gözleri önünde Göksu’da Firdevs Hanım’ın sandalına –içinde bir pembe zarfın yazısı saklanmış– bir demet atıldı. O akşam birinci defa olarak bir kıskançlık kavgasına girişmek kastıyla kocası demeti, mektubu sordu; Firdevs Hanım her türlü kavga mukaddemelerini birden kesen bir nazarla doğruldu: “Evet!” dedi… “Bir demet, içinde de bir mektup! İstersen okuyabilirsin. Daha yırtmadım. Fakat sonra? Ne olacak sanki? Halkı çiçek atmaktan, mektup yazmaktan menedecek ben değilim. Bence yapılacak bir şey varsa cevap vermemektir.” Sonra kocasına eğilmiş ve parmağını sallayarak işaret etmişti: “Hem baksanız a, size tavsiye ederim, bana kıskançlık meseleleri icat etmeyiniz, belki beni cevap yazmaya mecbur edersiniz…” İki sene sonra Peyker, üç sene fasılayla Bihter doğuyordu. Firdevs Hanım için bu iki vaka iki mühim musibet darbesi hükmündeydi. Kendisini böyle birbiri üstüne valide eden bu adamla artık her gün cenkleşiyor; ona, çocuklarına, kendisini gençliğinden ayırmak isteyen bu şeylere her şeyi cidal vesilesi ittihaz eder bir düşman kesiliyordu. “Ömrüm sana çocuk yetiştirmekle mi geçecek?” cümlesi en beklenmeyen zamanlarda kocasının yüzüne vurulacak bir kamçıydı. O, bu kamçı darbelerine yüzünü uzatır, gülerek bu müthiş kavgaların neticesini beklerdi. Karşısında bu erkeği o kadar zelil, o kadar miskin görmekten husumetine bir de teneffür rengi karışırdı. Bu, ikisinin arasında senelerce süren bir cehennem hayatı oldu… Bir gün Firdevs Hanım, İstanbul’dan eve avdet ederek odasına çıkınca birden garip bir manzara karşısında dondu: Çekmesinin gözleri kırılarak açılmış, öteye beriye çamaşırları, kurdeleleri, mendilleri dağıtılarak atılmıştı. Birden bunların arasında buruşturulmuş, yırtılmış, etrafa serpilmiş kâğıt parçaları gördü ve hepsini anladı. Nihayet, kocası, senelerden sonra damarlarında birdenbire bir kocalık kıvılcımının tutuştuğunu hissederek gelmiş, bu kadının hususi hayatına ait sırlar mahfazasını parçalamıştı. Mütehevvir bir isyanla bir dakika beklemeyerek, odasından fırladı; önüne Peyker –o zaman ancak sekiz yaşında olan büyük kızı– geçti: “Anne!..” dedi, “Beybabam bayıldı, hasta yatıyor…” Çocuğu kollarından tutarak fırlattı, kocasının odasına koştu; bütün hayatının saklanmış kirlerini bu adamın başına çarparak artık her şeyi kırmak, rabıtaları parçalamak istiyordu; lakin odaya girince, sedire yığılmış yatan bu yıldırımla vurulmuş vücudun karşısında dondu. O, gözlerini çevirerek karısına baktı, bütün telvis olunan hayatının serzenişleriyle memlu bir nazar… Birinci defa olarak kocasına cevap vermedi; mebhut, dudakları titreyerek, gözlerini ayıramayarak, durdu; kocasının gözlerinden iki sakit yaşın yuvarlandığını gördü. Bir hafta sonra dul kalıyordu. Dul kaldıktan sonra birden kocası hakkında bir merhamet, hatta bir muhabbet duydu; onun ölümüne bir parça da kendisini müsebbip addediyordu. Fakat bu, bir ay sonra mesirelerde tekrar görünmekten onu menetmedi. Bu defa onun hülyasında on sene evvelki emel gayesi tekrar can bularak parlamaya başlamıştı: Bir kese bulmak, fakat öyle bir kese ki içinden avuç avuç, saymaksızın, alabilmek mümkün olsun. İşte seneler insaftan mahrum bir seri cereyanla hep geçiyor ve Firdevs Hanım’ın hülya dolu gözlerine karşı altın iltimaıyla parlayan o kesenin şaşaası hep taliin kıskanç elinde sönüyordu. Peyker, Adnan Bey için: “Evet, gözlerini Bihter’den ayırmıyor,” cümlesiyle onun kalbini burmuştu. Demek bunu da elinden Bihter alacaktı? Peyker’den sonra Bihter?.. Bu iki kız onun nazarında birer rakibe, onu böyle elinden ümitlerini ala ala öldürecek birer düşmandı. Peyker’in izdivacı onun için müthiş bir darbe olmuştu: Mesele çıkar çıkmaz kızının izdivaç fikrine karşı isyan etti, hususiyle Peyker’in yapmak istediği gibi bir aşk izdivacına affolunmaz bir kabahat nazarıyla bakıyordu. Muvafakat etmemek için bir müddet uğraştı, sonra Peyker’in firar etmek tehdidine mukabil bütün kuvvetleri düşerek mağlup bir teslimiyetle rıza gösterdi. İlk önce evde kendisine resmiyet dairesinde bir edayla, “Valide hanımefendi” diyen bir damat görünce birinci defa ihtiyarlamış olmak acısını duymuştu, sonra yavaş yavaş zaman bu acının üzerine ince bir kül tabakası çekmişti; fakat şimdi büyük valide olmak tehlikesi o külleri savuruyordu. Çevik bir hareketle Bihter rıhtıma atladıktan sonra elini Peyker’e uzattı. Gebeliğinden beri kendisinin böyle küçük dikkatlere mazhar edilmesinden Peyker haz alıyor ve henüz hamli mahsus bir yük olacak derecede ilerlememiş olmakla beraber yürüyüşünde, gezinişinde yardıma muhtaç görünen bir mecalden mahrum vazı süs ittihaz ediniyordu. İki kız kardeş rıhtımda annelerine intizar ederek durdular. O, bilakis kimsenin muavenetine ihtiyaç göstermek istemezdi. Kendisinden beklenemeyecek bir hiffetle sandalda ayağa kalktı, rıhtıma atladı. O zaman bu üç kadın giyiniş tarzlarının nadir zarafetiyle meydana çıktılar. Giyinmek… Eğlenmekten sonra Melih Bey takımının başlıca hassası giyinmekte bütün zevk erbabına her vakit mukallet olan fakat hiçbir zaman tamamıyla taklidine –anlaşılamaz bir sebeple– muvaffakıyet hasıl olamayan zarafetleriydi. Eğlenmekte bu aile efradının, hele bugün en ziyade tanınan Firdevs Hanım’la kızlarının ne dereceye kadar ilerlediklerini herkes tamamıyla tayin edemezdi. Onları İstanbul’un zevk hayatında tefevvuk mertebesine çıkaran hususi bir şöhret vardı ki sebepleri pek araştırılmaksızın herkesçe kabul olunmuştu. Bütün Göksu, Kâğıthane, Kalender, Bendler müdavimleri onları tanırlar; Boğaziçi’nin mehtap âlemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur; en ziyade onların yalısının önünde tevakkuf olunarak pencerelerin saklı şeyler ifşa etmesine intizar edilir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur; Büyükdere Çayırı’nda onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler; nerede görülse onlar hemen fark edilir. “Melih Bey takımı” fısıltısı mesirenin havasında uçar, herkeste bir tecessüs hareketi uyanır ve güya bu fısıltının ihtizazlarından bir sırlarla dolu mana serpilir. Bu nedir? Hiç kimse sarih tafsilatla bunu tayin edebilecek emarelere malik değildir. Birtakım rivayetler vardır ki başkalarının aleyhine hizmet edecek şeylere halkın kolaylıkla itimadı neticesiyle tetkik olunmak zahmeti ihtiyar edilmeksizin revaç bulur, hatta ihtimal tetkik olunursa hakikatı sabit olamayacağı ve o halde bunlara inanmak lezzetinden mahrum kalmak icap edeceği için bu rivayetlerin neşredildikleri suretle kabul olunması mukarrerdir. Onlar bu rivayetlere ne kadar ehemmiyet vermezlerse rivayetler o kadar kuvvet almış bulunurdu. Bütün gezişleri, bakışları birer manaya mahmul olurdu; fakat onlarda bu rivayetlerden pek de memnun olmuyor değil gibiydiler, hatta Firdevs Hanım’ın bir omuz silkintisiyle: “Oh! Halka bakarsanız hiçbir şey yapmamak lazım gelir; bence insan halk için değil nefsi için yaşamalıdır!..” deyişi vardı ki bütün ailenin felsefesini icmal ederdi. Fakat, ne denilirse denilsin, işte onlar yarım asırdan beri bütün mesirelerin zarafet ruhuydular. Bu, aile efradına miras olarak intikal etmiş bir hassaydı ki onları daima İstanbul’un en iyi giyinen kadınları mertebesinde tutmuştu. Hayatları tarzının tabii icaplarıyla yavaş yavaş bütün aile efradında tevessü ve teessüs eden bir zarafet ihtiyacıyla giyinmek sanatının ruhundaki sırları keşfetmişler, o bir hususi kaideye itba olunamayak yalnız zevkin müşkülpesent miyarıyla tevzin olunabilen giyinmek sanatında bir icat harikası bulmuşlardı. En harim giyecek şeylerden yüzlerinin peçesine, eldivenlerinin rengine, mendillerinin işlemesine varıncaya kadar öyle bir nefis ve müstesna zevk hükmederdi ki sadelikleriyle beraber en özenilmiş, en ihtimam görmüş ziynetleri bayağılığa indirirdi. Onlar görülünce bu güzellik fark edilmemek mümkün olmazdı, yalnız bu neticenin husul esbabı dikkatten kaçardı. İşte Pygmalyon’dan alınmış siyah işlemelerle açık kül rengi eldivenler, işte Au lion d’or’dan çıkma keçi derisinden potinler, işte siyah satin de Lyon’dan herkesinkine benzer çarşaflar… Fakat herkesinkine benzeyen bu ufak tefek şeylerde zarafetlerinin ruhunda tayaran eden bir nefaset havası bu manasız şeyleri öyle bir mümtaziyet aguşu içinde sarardı ki bunları adilikten çıkarır ve başka bir dünyanın müstesna metaı hükmüne getirirdi. Onlarda taklit edilemeyen şey giydikleri değil giyinişleriydi. Peçelerini bir iliştirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı. Mesela onlardan biri bir gün eldivenlerinden birini iliklemeyi unutmuş olurdu: Eldivenin tersine devrilen kapağının arasından türlü türlü ince gümüş tellerle, yahut altın zincirler arasında sırayla inci ve mini mini yakut parçaları sıralanmış zarif bileziklerle dolu beyaz bir bilek öyle latif bir ihmalle açık kalırdı ki bir saniye görülebilen bu bilek artık unutulmazdı. Çarşaflarının kıvrımları, omuzları, kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi. Gördüklerinden fikirler çıkarırlar; ötede beride tesadüf olunmuş numuneleri birbirine karıştırarak, birinden alınmış bir şeyi diğerine ilave ederek bir başka şey vücuda getirirler ve bu, başkalığıyla, hepsine tefevvuk ederdi. Onlar, iki kızla anne, saatlerce müzakereler, mücadeleler yaparlar, nihayet yeni bir alet icat eden bir muhteri zaferiyle bu celselere yeni bir keşfin sevinçleriyle hitam verirlerdi. Bazen, dururken, onları bir görmek ihtiyacı alırdı. Sanihalarına sahraların ilhamından taze bir şevk bekleyen bir ressam ihtiyacıyla Beyoğlu’na inerek yeni gelmiş kumaşları, Tünel’den Taksim’e kadar giyilen yeni elbiseleri görmeye çıkarlardı. O zaman alınacak ufak bir şey sebep teşkil ederek mağazalara girilir, saatlerle yığın yığın kumaşların karşısında müzakereler edilirdi. Beğenilmeyen kumaşları ellerinin tersiyle iterek yahut gözlerinin bir ucuyla reddederek asla aldatmayan ani bir zevkle mahkûm ederler, sonra dikkat ve muayeneye layık olmak üzere ayrılan parçaları ellerinin bir iki kat üstat darbesiyle peykenin üstünde kabartırlar, bunların tesirini uzun uzun keşfe çalışırlardı. Onların itiraz kabul etmeyen bir isabetle kati hükümleri vardı ki dükkânlarda her vakit bir şakirt hürmetiyle dinlenirdi. Bir ufak reyleri telebbüs zevki için bir hüküm ehemmiyetiyle telakki olunur ve ekseriyet üzere asıl dükkân sahipleri satmak hevesinden ziyade onların fikirlerini almak lezzeti için saatlerle üşenmeyerek önlerine kumaş yığarlardı. Onlar bir müşteri sıfatıyla değil alınacak şeyi binlerce şeylerin arasından seçip ayıran birer sanat üstadı ehemmiyetiyle telakki olunur; aldıkları, beğendikleri şeylere hususi bir imtiyaz verilirdi. Müşterilere karşı: “Bunu beğendiniz mi? Geçen gün Melih Bey’inkiler bunu pek beğenmişlerdi!..” demek kumaşın kıymetini derhal tezyit edecek kavi bir tavsiyeydi. En ziyade sanatlarının sihri, bu zarafeti inanılamayacak bir ucuzlukla vücuda getirmekteydi. Zaten ailenin mali kudreti bunu tebdil edilemeyecek bir esas kaide hükmüne getirmişti. En ziyade tekellüfe lüzum gördükleri, mesirelere mahsus kıyafetleriydi. Zarafet zevkinin bu basit ve dar zemini onlar için gayet geniş bir cevelan sahrası olurdu: Hatta bugün Kalender’de yeni bir kıyafetin resm-i teşhiri icra olunmuş, birinci defa olarak ancak bir sandalda giyilebilecek bir şey icat edilmişti. Bu, omuzlarından düşerek dirseklerinden birkaç parmak aşağısına kadar ancak inebilen beyazla eflatun tülden karıştırılmış ve yine beyaz ve eflatun kurdelelerle yer yer tutturulmuş bir harmaniden ibaretti. Başlarında gayet dar fakat uzun ince bir Japon ipeğinden yapılmış, uçlarına eski işlemeleri takliden beyaz ipekten hafif bir su işlenmiş bir örtü vardı ki boyunlarından dolanarak uçlarının uzun beyaz ipekten püskülleri harmanilerin ifrata hamlolunabilecek tantanasını muaheze nazarından gizlemek isteyerek kısmen saklıyordu. Daha sonra eflatun canfesten bir eteklik ki harmaninin mütemmim bir zeyli olmak üzere telakki edilebilirdi, fakat bu, evde giyilecek bir eteklikten başka bir şey değildi… Valide kızlarına benzemiyordu. O, bir müddetten beri kızlarının giyiniş tarzını beğenmeyerek onlardan ayrılmaya başlamıştı, aralarında elbiselerden görünen bir iftirak hasıl oluyordu. Sinlerin ihtilafından hasıl olan bu iftiraka o, kızlarının zevkini ifratla itham ederek bir sebep göstermek isterdi; fakat gayet hafi ve samimi bir his onu haberdar etmişti ki hâlâ kızları gibi giyinmekte devam ederse gülünç olacaktır. Onun için bugün o da başka bir şey icat ederek harmanileri taklit edememenin intikamını almıştı: Beline kadar ince ince kıvrımlarla sıkı sıkıya inip belinden sonra bol dalgalarla aşağıya dökülen yensiz gayet açık kahve bir yeldirme yapmış ve bunu her yeldirmeden tefrik edecek bir icat eseri olarak arkasına ucu zarif bir ipek püskülle sallanan bir başlık koymuştu. Bu başlık Peyker’le Bihter için bir şaka silsilesi husule getirmişti. Anneleri kendileriyle bir örnek giyinirken inceden inceye bu bitmek tükenmek bilmeyen gençlikle eğlenirlerdi; anneleri giyinmekte onlardan ayrıldıktan sonra latifeler başka bir zemin üzerine intikal etmiş oldu. Onda bu başlık fikri doğunca evvela ciddi sormuşlardı: “O ne için anne? Örtü almayacaksınız da başlık mı koyacaksınız?” O, fikrini müdafaa için cevap vermişti: “Hayır, yalnız arkada duracak, düşün, Peyker!.. Gayet bol bir başlık, kenarları katlanarak gene o renkten dantelalarla örtülmüş.. Haniya, çocuklara mahsus başlıklara benzer gürültülü kalabalık bir şey.” Onlar bu izahla kanaat etmeyerek, ciddi başladıkları suallere doğrudan doğruya istihza karıştırarak devam etmişlerdi: “Evet, fakat mademki giyilemeyecek, o halde bir yeldirmede bir başlığa ne lüzum var?” “Ne için lüzum olmasın? Gece havada rutubet olursa pekâlâ giyilebilir.” “O halde gece giyilebilecek bir başlığı gündüze mahsus bir yeldirmeye koymak ne için lazım gelsin! Gece zaten başlık görünmez ki…” Bu mübahase böyle uzanıp gitmiş, nihayet anneleriyle her bahsin neticesi gibi bunun neticesi de altı saat imtidat eden bir dargınlığa ve kadının ağlamasına sebep olmuştu. Yavaş yavaş süslenmek hakkının kendisinden firarını gine kendisine en ziyade dost olmaları lazım gelen kızlarından işiten bu anne böyle ara sıra tekerrür eden mücadelelerden aciz bir çocuk zaafıyla ağlayarak çıkardı. Bir vakitler onu en hırçın kadınlardan biri yapan sinirlerine şimdi bir yumuşaklık bir gevşeklik geliyor, onu en umulmaz vesilelerle ağlatıyordu. Yanı başında gittikçe gençleşen, güzelleşen bu kızlar onun için mücessem bir itiraz, müşahhas bir istihza hükmüne giriyor, zaten hiçbir zaman aralarında valideliği çocuklarına rapteden duygularla küşayiş bulamayan bu üç kadının münasebeti bir rekabet münasebetinden harice çıkmıyordu. Bugün o artık taravetini kaybettikten sonra ağır bir semenle dolgunlaşmaya başlayan vücudunu yeni yeldirmesinin içinde genç tutmaya çalışarak önden ilerledikçe iki hemşire arkasından gözlerinin ucuyla başlığı göstererek gülümsüyorlardı. Peyker, kendisinin de ilave ettiği bir fazla mecalsizlikle sanki yükünü taşımaktan yorgun bir vaziyetle ince sarılmış düz beyaz şemsiyesine bir baston gibi dayanarak ilerlerken, Bihter, beli son derece sıkılmış, vücudu daradar sararak ta arkasında iki tarafa dalga vuran etekliğiyle, belinin inceliğine nispetle geniş duran omuzlarından biri ipek ihtizazıyla titreyerek akan harmanisi beline kadar büsbütün düşemeyerek beyaz pike gömleğini etekliğine rapteden siyah meşin kemerinden iki parmak yukarıda kalmış, sağ elinden çıkardığı eldiveniyle beraber kavranılarak tutulan şemsiyesiyle, alçak ökçeli sarı potinlerinin üstünde, yere basmıyormuşçasına bir sekişle, yürüyordu. Bu iki hemşire aynı süratle yürüdükleri halde birinin dinleniyor, diğerinin koşuyor denecek bir hali vardı. Rıhtımın köşesini döndüler. Yukarıdan inen bir vapur düdüğünü çalarak ileride iskeleye yanaşıyor, uzaktan Paşabahçe’nin çıplak toprakları üstünde akşamın gölgeleri solgun bir çimenlik koyuluğuyla titriyor, önlerinde koy şu son geçecek vapuru bekleyerek uyumaya hazırlanıyordu. Her vakit onlar sandaldan biraz beride inerek böyle eve girmeden evvel yürürlerdi. Birden, Bihter, şemsiyesini ileriye, mini mini açık sarı boyalı yalıya uzatarak Peyker’e dedi ki: “Baksanıza, enişte değil mi?” Peyker durarak baktı: “Evet, bugün galiba çıkmamış olmalı.” Uzaktan iki kadınla şehnişinde duran genç adam arasında bir tebessüm teati olundu. Onlar takarrüp ederken Nihat Bey, şehnişinin parmaklığına dayanmış, şimdi bütün çehresini kaplayan geniş bir tebessümle, onları bir an evvel eve çekiyor gibiydi. Bihter Peyker’e: “Eniştemde bir şey var, bakınız nasıl gülüyor!..” diyordu. Meraklarından içeriye girmeden evvel şehnişinin altında durdular. Hep istifsar eden bir sükûtla ona bakıyorlardı, o bir kelime söylemek istemeyerek ve daima gülerek duruyordu. Peyker sabırsızlandı: “A, sıkıldım,” dedi; “ne için öyle gülüyorsunuz, sanki?... Ne var? Rica ederim…” O, vaziyetini tebdil etmeyerek omuzlarını silkiyordu, “Hiç!” dedi, sonra ilave etti: “İçeriye giriniz de anlatayım. Büyük bir haber…” O vakit iki hemşire içeri atıldılar. Firdevs Hanım biraz daha ağır davranarak girdi. Şimdi Nihat Bey başı açık, arkasında bol beyaz ketenden bir ceketle, ayaklarında altı yumuşak beyaz keten iskarpinlerle merdivenleri inerek onları istikbal ediyordu. Bihter örtüsünü attı, harmanisinin kopçasını çözmeye çalışıyordu. Peyker eldivenlerini çekiyordu, Firdevs Hanım saklanmış bir “Of!..”la bir sandalyeye oturdu ve Nihat Bey şehnişinde başlayan cümlesini tekrar ederek: “Büyük bir haber!” dedi; sonra üç kadın bu büyük haberi istifsar eden gözleriyle yüzüne bakarken onu ortalarına, gökten düşmüş gibi, attı: “Bihter gelin oluyor!..” Hep hayretten dondular. En evvel Bihter ancak beş saniye süren bu hayret vakfesini bozarak ve harmanisinin kopçasını çözmekte devam ederek bir kahkaha içinde eniştesine: “Alay ediyorsunuz!” dedi. Validesiyle Peyker havadisin bakiyesini bekliyorlardı. Nihat Bey vereceği haberin ehemmiyetinden, onların üzerinde hâsıl olacak tesirinden emin olan bir natuk tavrıyla sözünün ciddiyetine evzaının şehadetini ilave ederek elini uzattı: “Şimdi,” dedi; “şimdi, henüz on dakika evvel burada resmen Bihter’in dest-i izdivacı talep olundu. Ben de işte hepinize, hususiyle Bihter’e resmen tebliğ ediyorum.” Bu haber o kadar katiyet ve ciddiyetle veriliyordu ki ötede Bihter bu musahebeye bigâne bir kayıtsızlıkla eldivenlerini, örtüsünü harmanisinin üstüne atarken Firdevs Hanım’la Peyker, ikisi birden sordular: “Kim?” “Adnan Bey!” Bihter başını çevirdi, bu isim bir şimşek darbesiyle onu birden sarsmıştı. Firdevs Hanım, ağzı yarı açık bir hayret heykeli şeklinde duruyor, bunun bir latife olup olmadığını anlamak istiyordu. Dudaklarına kadar bir sual geldi: “Bihter’i mi istiyor, emin misiniz?” diyecekti, eğer Peyker’in gülümseyen bir nazarla yüzüne bakışı onu menetmeseydi. Birden zihninde Adnan Bey’in aleyhine bağıran takım takım sualler ayaklandı: Utanmıyor mu? Ellisini geçkin herif! Henüz bir çocukla izdivaca talip olsun! Hiç olmazsa yaşlarda mutedil bir nispet gözetmek lazım değil miydi? Bütün bu sualleri icmal eden bir istihfaf edasıyla Firdevs Hanım mevcut olanlardan hiçbirinin yüzüne bakmaya cesaret etmeyerek: “Adnan Bey, şu, demin gördüğümüz!..” dedi. Sonra birden ayağa kalkarak bu latife o kadarcıkla terk olunacak bir şeymiş hükmünü veren kati bir sesle: “Ben de ciddi bir şey haber vereceksiniz zannediyordum,” dedi ve ilerleyerek artık basamakları gıcırdatmaya başlayan vücuduyla merdivenlerden çıkmaya başladı. Peyker gülerek diyordu ki: “Annemin hiç hoşuna gitmedi. Benden sonra Bihter! Yeni bir münazaa esası daha…” Bihter gülümsedi, yüzünde şimdi pembe bir tabaka dalgalanıyordu; nazarında bir istifsar tebessümüyle eniştesine baktı. Bu nazar: “Sahih! Verdiğiniz haber doğru mu? Eğer öyleyse anneme bakmayınız; bilirsiniz a, bu bana ait bir mesele…” demek istiyordu. Peyker, kardeşlere mahsus anlaşma kolaylığıyla bu nazarın manasını tefsir ederek sarih bir sual irat etti: “Doğru mu söylüyorsunuz, bey? Bakınız Bihter merakından çatlayacak. Siz anneme ne ehemmiyet veriyorsunuz?” Bihter atıldı: “A, ne için merakımdan çatlayayım? Siz de tuhaf söylüyorsunuz!..” Nihat Bey, vakayı iki hemşireye anlattı: İki saat evvel, tam kendisi dışarıya çıkmak için giyinmeye hazırlanırken Adnan Bey’in maun sandalı yalının önüne yanaşmış, “Sizi bugün gezmekten menedeceğim!” mukaddemesiyle Adnan Bey içeriye girerek işte şurada, küçük odada ufak bir mukaddemeden, biraz müteferrik bahislerden sonra “Size bugün belki garip görünecek bir mesele için müracaat ediyorum,” sözleriyle başlamıştı. Ondan sonra biricik müracaat yeri olarak kendisini bulabildiğinden, valide hanımefendinin nezdinde tavassutunu rica ederek, Bihter Hanımefendi’nin dest-i izdivacı talep olunmuştu. Nihat Bey devam ederken Bihter’in tebessümüne bir endişe manası kaim oluyor ve Peyker kızarıyordu. Hikâye bitince Peyker birden itiraz etti: “Lakin çocuklar! Bihter bu yaşta üvey analık mı edecek?” Bihter bu tesahubun altında gizlenen haset hissini bekliyormuşçasına gözlerini indirerek sükût etti. Nihat Bey cevap verdi: “Oh çocuklar!.. Adnan Bey onların da lakırdısını etti. Küçük oğlan, bu seneden itibaren mektepte kalacak. Kız, şimdi on ikisini geçiyor, birkaç sene sonra o da elbette evlenmiş olacak. O halde?..” Nihat Bey baldızının bütün ruhunu delerek orasını görmek için güya bir pencere açmak isteyen bir nazarla Bihter’e baktı ve ikmal etti: “O halde o koca mutantan yalı yalnız Bihter’e kalacak.” Bihter’in yüzünde pembe tabaka daha ziyade kuvvet kesbetti. Peyker’in itiraz silahı düşerek duruyordu. Onun da kalbinde şimdi ufak bir his, mahiyeti pek belli olmayarak bu izdivaç tasavvurunu soğuk bulduruyordu. Bihter bir kelime söylemeyerek, eniştesinin son sözüne cevap vermemeyi tercih ederek eldivenlerini, örtüsünü, harmanisini toplayarak çıktı. Bir his ona derhal bahsin hemşiresinin yanında devam etmesinden çekinmek lüzumunu ihtar etmiş, bu meselede Peyker’in validesiyle birleşeceğini haber vermişti. Ta odasına, tam bir serbestiyle düşünebilmek, itirazlara hedef olmadan evvel ya galip ya mağlup olmak için bir karar vermek azmiyle mini mini odasına çıktı; kapısını kapadıktan sonra elindekileri yatağının üstüne attı, pencereye koşarak elinin tersiyle pancuru itti, Yakup –uşakları– bahçeyi sulamıştı, son kovanın bakiyesini topraklarına boşaltıyordu. Henüz sulanmış bahçeden toprak kokusuyla karışık çiçek rayihaları odanın beyaz leylak sularıyla meşbu havasını serinlendirdi. Şimdi odaya bahçenin yeşilliklerine bürünerek koyulaşan esmer bir ziya girmiş, sanki buraya sönmeye amade bir zaafla yanan yeşil bir fanusun renklerini serpmişti. Bihter pencerenin yanında, sedirin koluna oturarak, birden muhakemesinin önünde dikilen sualin hallini bu kelimenin ahenginden bekliyormuşçasına kendi kendisine: “Adnan! Adnan Bey!...” dedi. Bu haberin Bihter üzerinde sihirli bir tesiri olmuştu. Eniştesinin son sözü hissiyatını uyuşturan bir zemzemeyle kulaklarında ihtizaz ediyordu. O büyük yalının yegâne hâkimesi olmak!.. Ümitlerini geçen bir hülya gibi onu düşünmekte çok ısrar ederse silineceğinden korkarak düşünmek istiyordu; fakat odanın içinden ısıtan ve uyuşturan bir ses, bütün hülyalarının sesi, gizli bir terennümle gelip kulaklarına fısıldıyor ve o hülyaların kâffesini birden ihya edecek bir kelime şeklinde ona: “Adnan! Adnan Bey!..” diyordu. Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, birçok ikbal ihtimallerine namzet, uzaktan kır mı kumral mı fark olunamayan sakalları çenesinden hafif bir hatla ayrılarak iki tarafına taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahpus parmakları altın telli gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucuyla sildikten sonra her tesadüfte kendisine bir rica nazarıyla bakan, güzel, o kadar maharetle saklanan elli yaşına rağmen hâlâ güzel bir koca koyuyordu. O yaş ile iki çocuğun mevcudiyeti bu isimle şu yirmi iki yaşında kızın tantana ve servet emelleri arasında bir fazla açıklık teşkil edecek derecede mesafe bırakmıyordu. Zaten Adnan Bey o adamlardan biriydi ki onlar için yaş en adi bir ehemmiyet derecesinde kalır. Çocuklar?.. Bilakis Bihter’in hoşuna gidiyordu. Hatta şu dakikada düşünürken bir tuhaflık bile buldu: “Bana, anne diyecekler, öyle mi? Mini mini bir anne! Yirmi iki yaşında iken bir genç kızın annesi olmak!.. Şu halde onu on yaşında doğurmuş olacağım. Hele oğlan!.. Oh! Sahih, ablamın hakkı var: Yumuk yumuk gözleriyle bir bakıyor ki…” Onlara giydirilecek elbiseleri bile düşünüyordu, sonra acelesine kendisi de güldü. Bu izdivaçta onu ne çocuklar, ne de Adnan Bey’in elli senesi korkutuyordu, bunlar öyle küçük şeyler kabilindendi ki asıl meselenin şaşkınlığıyla hemen örtülüveriyordu. Eğer Adnan Bey herkese benzer bir adam olsaydı, eğer çocuklar her vakit babalarının yanında görülen güzel giyinmiş o güzel bebekler olmasaydı, bu mesele çıkar çıkmaz omuzlarını silkecek, eniştesinin yüzüne bir kahkaha savurarak kaçacaktı. Lakin Adnan Bey’le izdivaç demek Boğaziçi’nin en büyük yalılarından biri; o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lambaları, yaldızlı iskemleleriyle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter’in gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken üzerine kumaşlar, dantelâlar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor; bütün o çılgıncasına sevilip de alınamayarak mütehassir kalınmış şeylerden mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu. Bihter pek iyi biliyordu ki validesinin unutulamayacak derecede süren eğlence hayatı kendisine parlak ve asıl kibar hayatını açacak bir izdivacı meneden kavi bir sebepti. Firdevs Hanım’ın kızlarına, Melih Bey takımının artık sönmeye yaklaşmış hatıra şaşaasının bu son çiçeklerine nihayet eniştesine, şu Nihat Bey’e benzer bir talip çıkabilirdi. Eniştesine fikrini irca ederken dudaklarında bir istihfaf handesi teressüm ediyordu. Kendi kendine: “Ahmak!” diyordu; “Selanik rıhtımının birahanelerinde öğrenilmiş Fransızcasıyla kendisine meslek yapmak için İstanbul’a gelip de…” Bihter eniştesinin Peyker’e, sade geçici bir meftuniyetin hükmüne tebaiyet ederek değil, biraz da belki asıl ailenin münasebetlerinden istifade etmek, İstanbul’un kibar hayatına karışmak hevesiyle koca olduğunu bilirdi. Kelimenin olanca kuvvetini veren bir telaffuzla ve bu defa açık sesle “Ahmak!” diyordu. Evet, nihayet işte böyle bir koca!.. Birkaç yüz kuruş maaş, hısımından, akrabasından, bilinemez nereden ufak tefek yardımlar, daha sonra bir çocuk, daha sonra?.. Bihter ellerini birbirine sürterek: “Daha sonra hiç!..” diyordu. Birden aklına bir şey geldi, Peyker’in muhalefetine rağmen eniştesinin bu izdivaca taraftar olacağına hüküm verdi. Bu izdivaç ona müfit olabilir, Adnan Bey’in nüfuzundan, haysiyetinden bir fayda bekleyebilirdi. Eniştesinin her türlü hissiyatı iskât edecek derecede menfaat gözettiğine kanaati vardı. Onun bu meselede kendisine bir müttefik olabileceğine karar verdikten sonra kardeşini düşündü. “Zavallı Peyker! Adnan Bey ismini işittikten sonra ne tuhaf oldu. İşte bu işe mâni olmak isteyeceklerden biri daha… Bu defa anneme âlâ bir muavin var, fakat…” Cümlesinin aşağısını Bihter zihninde ikmale lüzum görmedi, ayağa kalkarak tekrar pencereden mini mini bahçeye baktı. Şimdi böyle yukarıdan şu özenilerek muntazam tutulmaya çalışılan bahçeciğe bakarken gözlerinde hülyasının yüksekliklerinden alçaklara düşen bir istihkar nazarı vardı. Bu köşecikte, şu fakir evceğizde, her zaman bir gidişle gelen gidene benzeyen saatleri sürükleyerek geçen günleri, yirmi iki senelik hayatını bir an içinde gördü. Bütün eğlenceler, seyranlar, hatta o zamana kadar sevile sevile yapılıp giyilmiş elbiseler, yirmi iki senelik hayatının en güzel hatıraları bile birden nazarında adi ve hakir hiçler derecesine indi. Sonra kendisini düşündü: Gözlerinin önünde kendi çehresini, kendi endamını, saçlarını, yolda geçerken görenlerin nazarlarından sevgiler, ihtiramlar toplayan o zarif, güzide heyeti gördü; bu hayale gözlerini süzerek gülümsedi. Bu güzelliğe refakat eden ufak tefekleri birer birer kendi kendisine saydı. Firdevs Hanım’ın, hiçbir zaman bir valide takayyütlerini hissetmeyen bu kadının ihmallerine, tesamühlerine rağmen –bu aileye mahsus fıtri bir bilgiçlikle– Bihter de, hemen her şeyden bir parça bilirdi: Mecmuaları karıştıracak, hikâyeler okuyacak derecede Türkçe, Beyoğlu dükkânlarında sarf olunacak kadar Fransızca, hatta her vakit Tarabya’dan tedarik olunan hizmetçi kızlardan öğrenilmiş Rumca bilir; piyanoda valsler, kadriller, romanslar çalar; icap ederse gayet vakarla, hisle okuduğu şarkılara hemen kendi kendine öğrenilmiş uduyla pek güzel refakat ederdi. Bunlar öyle bir meziyet yekûnu teşkil ediyordu ki onun emellerini her halde bir Nihat Bey derecesinin fevkine kadar sevk etmek için kâfiydi; fakat annesinin hayat tarzı, bütün ailenin şöhreti o emelleri kapayan birer set şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini emellerinin husulü imkânını ümit edebilmekten menettikleri için ailesine kalbinde derin bir husumet vardı. Oh! Şimdi onlardan ne güzel bir intikam vesilesi bulmuş olacaktı!.. Artık tamamıyla karar vermişti. Bu kararından döndürebilecek bir kuvvete mağlup olmayacaktı. Odasında gezindi, geçerken aynada kendisine tebessüm etti; orada artık kocasız kalmak tehlikesine maruz biçare Bihter’i değil Adnan Bey’in zevcesini güya selamlamış, tebrik etmişti. Tekrar penceresine geldi, bir sarmaşık pancurun arasından girerek ona gülüyor gibiydi, bundan ince bir filiz kopardı, düşüncelerinin humması arasında ucunu inci gibi küçük ve beyaz dişlerine götürdü; onu ısırarak, artık odaya çöken karanlığın içinde, dalgın dalgın, gözleri süzüldü; bahçenin çiçeklerine, çemenlerine baktı; bahçe şimdi değişmiş, hülyalarının türlü renklerle bir meşheri olmuştu. Artık bahçeyi değil, gözlerinin önünde küme küme yığılmış kumaşları, bunların üzerine dökülen mücevherleri görüyordu. Burada bir kavs-i kuzah parçalanmış, ondan yeşil, mavi, sarı ve al ipek tufanları serpilmişti ve bu renk fevvaresinin üstüne zümrütlerden, yakutlardan, elmaslardan, firuzelerden mürekkep güneş parçaları dökülüyor gibiydi. İşte, işte, bütün o çılgıncasına sevilip de alınamamış şeyler, işte onlar ihtiyarının kabzası önünde en küçük bir emeline münkad ve amade bekliyor, mülevven gözleriyle onu çağırıyordu. Ah! O zarafeti sadelikte araştırmaya mecbur edip de bu alınamayan şeylerin acısını, gizli hüsranını saklamak için sahte bir teneffür talim eden fakir hayat… Artık o hayattan, bunları görmemek için gözlerini kapamaktan usanmıştı. Onlar çarşıya çıktıkça kıymettar bir mücevheri, ağır bir kumaşı itham ederek ellerinin anif bir hareketiyle iterlerdi: Evet, iterlerdi, fakat Bihter’in kalbinde bir şey kopardı. İşte şimdi hayal mahşerinin nefais tufanı gözlerini doldururken bütün çarşılarda camekânların önünde annesiyle, kardeşiyle uzun uzun tevakkuflarını tahattur ediyordu. Hemen her geçişlerinde şurada burada dururlar; mebhut bir sükûtla, birbirlerine göstermeyerek, bir mütalaa teati etmeyerek bunlarla kendilerine bir göz ziyafeti keşide ederlerdi. Bihter şu gerdanlığı boynuna takar, öteden bir pırlanta bileziği koluna geçirir, bir mini mini serçenin gagasında nohut kadar incisiyle saçlarının arasında mevkiini tayin eder, beş dakikalık bir istiğrak içinde böyle hayalinde süslenir, sonra buradan ayrılırken kolunda şıngırdayan gümüş halkaları, ince altın zinciri koparıp atmak isterdi. Bugün bunların hepsinin tahakkuk edebileceğini düşünürken hayatının meskeneti daha vuzuh ve sarahatla taayyün ediyor, sanki bu hülya ona hayatının mahrumiyetlerini daha sıhhat ve sadakatle gösteriyordu. Bugünün hakikatini hülyasının tantanasına alışan gözleriyle seyrediyordu. Üstündeki elbiselerden, etrafındaki eşyadan fakir bir şikâyet intişar ederek onu müziç bir hava içinde kucaklıyordu. O eskilikleri saklanmak için üzerlerine işlenmiş şeyler atılan sandalyeleri, çatlamış eski ceviz dolapla yaldızları silinmiş demir yataklığı, pencerelerden melül ve mariz bir köhne edayla sarkan perdeleri, artık hoş göstermek için maharetin kifayet edemediği bu şeyleri uzak bir meskenet âleminin bir daha görülmemek üzere terk olunan yadigârları kabilinden görüyordu. Sonra, birden, bu âlemin yanında ter ü taze, müzehhep, muşaşa bir konağın dehlizleri, odaları açılarak ziyalar içinde kaynıyordu. Bunların içine kendisince beğenilip de alınamamış şeyleri atacaktı. Hep birer birer tahattur ettiği heykellerden, küplerden, resimlerden, saksılardan, o bin türlü şeylerden yığacak; duvarları, hücreleri, doymak bilmeyen bir heves mebzuliyetiyle örtecekti. Demek, Adnan Bey’le izdivaç bütün bu şeyleri yapabilmekti. İşte yemin ediyordu ki onu, ne annesi, ne kardeşi, dünyada hiçbir kimse bu hülyalarına kavuşmaktan menedemeyecek…
***
Kapısına vuruldu. Katina’nın sesi haber verdi: “Sofra hazır!..” Bihter odasından çıkınca Katina’nın genç, şakrak çehresinde bir tebessümün sevinçle dolu ifadesini fark etti: “Ne gülüyorsun?” dedi. Katina: “Oh! Ben anlamadım mı? Bilseniz küçük hanımcığım, nasıl seviniyorum!..” Sonra ufak ufak parlak siyah gözlerini Bihter’e süzerek: “Beni beraber götürürsünüz değil mi?” Bihter cevap vermedi, bu genç kızın ağzında şu vakanın bir sevinç medarı olarak tekrar edilmesinden kalbine bir fazla kuvvet geldi. Bu izdivacın, hariçte hâsıl olacak tesirlerine şu saf sözler metin bir bürhan hükmünü almıştı. Sofrada Adnan Bey’den bahsolunmamak için Firdevs Hanım her şeyden bahsediyor ve bu bahislere gözlerini tabağının içinden ayırmayarak somurtan Bihter’i karıştırmak, güya onunla aleni bir kavganın önünü alacak bir barışıklık tesis etmek istiyordu. Kalender’de görülen kıyafetlerden, Yeniköy’e doğru geçen bir arabanın demir kırı hayvanlarından, mızıka çalınırken bastonunu sallayarak ıslıkla dem tutan ceketinin yan cebinden kırmızı ipek mendili taşmış bir beyden bahsetti. Bihter annesinin bu gevezelikten maksadını anlıyordu. Birinci defa olarak validesiyle mühim, ciddi bir cenk yapmak lazım geleceğini hissetti. Birden gözlerini cezbeden bir kuvvetle başını kaldırdı, eniştesiyle bakıştılar. Bu adamla beynlerinde büsbütün silinemeyen bir yabancılık kalmış, onları iki kardeş hükmüne getirecek olan samimi bir münasebeti meneden irade haricinde bir tevahhuş Bihter’i hemşiresinin kocasından uzak tutmuştu. Bu uzaklıkta cismani bir nefrete benzer bir şey de vardı. Ara sıra onun kendisiyle göz tesadümünden, mesirelerde yabancıların musır bakışlarına karşı titremeyen nazarı, ufak bir eza lerzişiyle ayrılmaya lüzum görürdü. Bu gece gözleri tesadüf edince Bihter nazarını çevirmedi; eniştesine musır ve onunla bir ittifak muahedesi akdeden derin bir manayla baktı. Onun gözlerinde kendisine muti bir nazar, bir teslimiyet gördü; böyle; yalnız gözlerinin sade bir bakışıyla aralarında bir ittifakın imzası teati edilmiş oldu. Nihat Bey, bir aralık ufak bir musahabe vakfesinden istifade ederek Firdevs Hanım’a sordu: “Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?” Firdevs Hanım evvela işitmemiş gibi: “Katina!” dedi, “Sürahiyi alıversene...” Sonra damadına baktı: “Ehemmiyet verilecek bir şey değil ki... Evvela yaşlarda bir nispet yok, ondan sonra çocuklar...” Firdevs Hanım söylerken Peyker kocasını devamdan meneden bir gazap nigâhıyla bakıyordu. Yemek ağır bir sükûtla bitti. Firdevs Hanım’ın âdetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şehnişine çıkar ve burada uzun sandalyesine yatarak denizin bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi. Nihat Bey iki günden beri kuşakları çözülmemiş gazetelerini açıyor; Peyker bahsi arzu edilmeyen zeminlere sevk etmekten ihtirazla sükûtu tercih ederek, sarı kalpaklı lambanın altında bir koltuğa gömülmüş, gözleri yarı kapalı, düşünüyordu. Bihter biraz dolaştı, bir şey bahane ederek bir aralık odasına gitmek için kayboldu, sonra yine geldi, bu gece onda bir duramamazlık vardı. Aklına gelen şeyi tehir ve daha münasip bir zamana talik imkânını bırakmayan bir tez canlılıkla yapılması icap eden şeyleri hemen yapmak onun için bir ihtiyaçtı. Şehnişinin açık kapısından taze, müferrih bir hava tül perdeleri şişirerek içeriye giriyordu. Perdeler açıldıkça uzaktan annesinin beyaz bir gölge müphemliğiyle sandalyeye uzanmış heyetini görüyor, hemen oraya gitmemek için şehnişinden gözlerini çeviriyordu... Ortada, masanın üstünde eski risaleleri karıştırmak, resimleri seyretmek istedi; fakat bunları bir karartı içinde görüyor, zihninde mütevali darbelerle vuran bir ses ona: “Ne için şimdi değil de sonra? Eğer bu gece meseleye bir karar verilemeyecek olursa sabaha kadar uyuyamayacaksın...” diyordu. Annesiyle görüşmekten gittikçe artan bir korku artık kalbine ufak çarpıntılar vermeye başlamıştı. Pek iyi biliyordu ki bu gece şimdiye kadar aralarında söylenmekten çekinilmiş ağır şeyler söylenecekti. Birden kendi kendisini bu derece cebin olduğundan muaheze etti ve Peyker gözlerini kapamış uyuklarken eniştesinin yüzüne bir duvar çeken gazetesinin önünden geçti; sofanın ta öbür ucuna, şehnişine kadar hafif adımlarla yürüdü, başını kapının tül perdelerinin arasından soktu, “Size refakate geliyorum, anne!” dedi. Hafif bir rüzgâr önlerinde denizi okşayarak, koyu siyah kütleleri koyun karanlık sularında çalkalanan sandalların, gemilerin uzayan gölgelerini şikeste ve meftur hamlelerle sahile kadar uzatmaya çalışıyordu. Bihter annesinin yanına, açılır kapanır küçük iskemleye oturdu; halinde bir sokulganlık, annesinin dizinden ayrılmayan çocuklara mahsus bir şey vardı, yavaşça kolunu annesinin dizine koydu, üstünde iri siyah bir yığın şeklinde duran saçlarıyla başını kolunun üzerine dayadı; gözleri bu karanlık gecede sönük sönük, dargın dargın süzülen, bir yetim mağmumiyetiyle ıslak kirpiklerini titreten birkaç ziya parçasına dalarak bir müddet gökleri seyretti. Bir gece kuşunun perişan, münkesir pervazı gözlerini bir aralık sürükleyip götürdü. Annesi uyuyormuş gibi ona bir kelime söylememiş, sanki orada vücudundan habersiz durmuştu. Bir aralık Bihter başını kaldırdı, karanlıkta annesinin gözlerini görmek isteyerek uzandı. Tül perdelerin arasından süzülerek yavaşça şehnişine dökülen sofanın ziyası altında anne kız birbirine baktılar. Bihter gülümsüyordu; sonra yavaş, hafif, saçlarının arasından kayıp firar eden rüzgâra benzer bir sesle: “Anne!..” dedi, “Niçin Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?” Firdevs Hanım şüphesiz böyle bir suale intizar ediyordu, doğrulmayarak o da öyle yavaş sesle cevap verdi: “Sebebini zannederim ki senin yanında söylemiştim.” Bihter gülerek omuzlarını silkti: “Evet, fakat onlar, sizin itiraf ettiğiniz sebepler o kadar hafif şeyler ki bu izdivaca muvafakat etmemeniz için, bilmem, kifayet eder mi?” Firdevs Hanım yavaşça doğruldu, şimdi seslerinin gizli bir fırtına saklar gibi uyanmaya başlayan deruni heyecanını zapt etmek isteyerek ikisinin de dudaklarında bir kısıklık vardı. Bihter başını kaldırmıştı, annesinin dizinden kolunu çekti. “Seni bu izdivaca pek heves ediyor görüyorum, Bihter!..” Bihter muhakkak bir mücadeleyi mümkün mertebe geciktirmeye çalışan bir sesle cevap verdi: “Evet, çünkü daha iyi bir fırsat zuhur edebileceğine artık ümit kalmadı. Öteki kızınızın nihayet bir Nihat Bey’i zorla bulabildiğini pek iyi tahattur edersiniz. Şimdiye kadar benim hakkımda da size bir müracaat vukuuna vâkıf değilim...” Firdevs Hanım: “Beni mütehayyir ediyorsun, Bihter!” dedi; “Mutlaka gelin olmak için bu kadar acele ettiğini bana haber vermiş olsaydın...” Bahsi sükûnla bitirmek için azmetmekle beraber Bihter birden, her vesileyle parlamaya müheyya olan tabiatına mağlup oldu. Keskin bir sesle: “Oh! Taaccüp edecek bir şey yok, anne!” dedi, “Yirmi iki yaşında bir kız, birinci defa olarak, kabul edilecek bir izdivaç talebi karşısında bulunur da nihayet rey beyan etmeye lüzum görürse acele etmiş olmaz zannederim. İtiraf ediniz ki Adnan Bey’i reddetmek için gösterdiğiniz sebepler belki başka bir kız için düşünülebilir. Fakat, kabahat kendisinin olmadığı halde, kimbilir nasıl sebeplerle koca bulmaktan ümidini kesen bir kız...” Bihter’in sesine gittikçe asabi bir ihtizaz geliyordu. Boğaz’ın sakin sularını yararak Karadeniz’e doğru yol alan cesim bir yük vapurunun velvelesi Bihter’in son sözlerini boğmuştu. Firdevs Hanım şimdi büsbütün doğrulmuştu. Anne kız, karanlıkta, yekdiğerini boğmak isteyen iki düşman gibi, yüz yüze, nefes nefese, gözleriyle birbirini araştırarak duruyorlardı. Firdevs Hanım sordu: “Ne vakitten beri kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lakırdı söylemeye başladılar?” Bihter, beş dakika evvel pamuk pençeleri altında tırnaklarını saklayan bir kedi sokulganlığıyla gelen bu kız, artık silahlarını çıkarmıştı; derhal cevap verdi: “Anneler anlaşılamayacak sebeplerle kızlarının izdivaçlarına mümanaat etmeye başlayalıdan beri...” “Bihter!.. Annene karşı idare edilecek lisanı tayin edemiyorsun. Sana daha ziyade terbiye verdim, zannediyordum.” Artık mücadeleyi açık bir harp olmaktan menedecek bir kuvvet kalmamıştı. Sesleri yükseliyor, nihayet fırtına patlıyordu; sofadakiler, Nihat Bey’le Peyker, belki işitebilirlerdi. Bihter daha ziyade yaklaştı ve nefesi annesinin cildine dokunarak cevap verdi: “Bunu terbiye noksanından ziyade kızlarınıza muhabbet, hürmet ihsas edememiş olmanıza hamletmek doğru olur. Teessüf ederim ki size birinci defa olarak ihtimal bir daha unutulamayacak şeyleri söylemeye mecbur oluyorum; fakat kabahat sizin... Kızınızı muahezeden evvel bir kere, sizi davet ederim, kendinizi düşününüz. Adnan Bey’i niçin reddettiğinizi tamamen biliyor musunuz? Yaşıyla çocukları için, diyeceksiniz. Nihat Bey’in de yaşı elli miydi? Onun da çocukları mı vardı? Halbuki bugün bana yapmak istediğiniz şeyi o zaman Peyker’e yapmıştınız. Nihayet mağlup oldunuz, bu defa yine mağlup olacaksınız, fakat bu mağlubiyet size daha acı geliyor, çünkü...” Firdevs Hanım hırsından boğularak sordu: “Çünkü?..” Bihter, şimdi karşısındakinin ıstırabından haz alan, yaraladıktan sonra bıçağını yaranın içinde kanırtarak çeviren bir vahşet insafsızlığıyla söylüyordu: “Çünkü?.. İşitmek istiyorsunuz, öyle mi?.. Çünkü, ben bu evde birisini bilirim ki eğer Adnan Bey onu istemiş olsaydı...” Firdevs Hanım’da artık zaptı mümkün olmayan bir hiddet feveran etti; elinin tersiyle, Bihter’in ağzından cümlesinin aşağısını tevkif etmek isteyerek, çarptı. Bihter, bir çılgın gibi iki ellerinin bir takallüsüyle annesinin iki ellerini tuttu ve dişlerinin arasından ıslık çalan bir sesle: “Evet, onu istemiş olsaydı,” dedi; “koşacaktı, sevincinden çıldırarak koşacaktı...” Firdevs Hanım kendisini sandalyesine salıverdi. Beş saniye evvel mariz asabında kalan bir kuvvet bakiyesiyle isyan ettikten sonra tekrar bir zaaf, onu bir müddetten beri her mübahasede artık mağlup eden çocukça bir zaaf cevap vermekten menetti; gözlerine yaşlar hücum etti ve bütün hayatının cezası bu gece kızının ağzından dökülen bu kadın, orada, karanlık gecenin içine birer hazin katreyle ağlayarak dökülüyor zannolunan semanın sönük, dargın yıldızları altında uzun uzun ağladı. Bihter, birden, onu ağlıyor görünce, istemeksizin, düşünmeksizin, belki iki buse arasında bitirilebilmek ümidiyle başlanıp da gözyaşlarıyla bitirilen bu mücadelenin neticesine karşı donmuş, duruyor; karşıda kırmızı fenerin ateşîn bir yılan gibi kıvranıp uzanan ziyasına dalarak başını çeviremiyordu. Meselede galip çıktığından emindi, bütün annesinin bu gözyaşları onun galibiyetine birer bürhan demekti; lakin şimdi bunlar ona da ağlamak hevesini veriyordu, bir kelime söyleyecek olursa kendisini zapt edemeyeceğinden korktu. Dudaklarını ısırarak, sahili küçük küçük şamarlarla tokatlayan dalgaların çarpıntısı arasında annesinin iri iri nefeslerini işiterek durdu; kalplerinde valideyi çocuklarına rapteden hürmet ve muhabbet ilgisi teessüs edememiş bu iki vücut, iki düşmana benzeyen bu anne ile kız, derin, ağır, soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükûtla hareketsiz kaldılar. İkisinin arasında kırılmış bir şey, lakin yapılmış bir izdivaç vardı.
***
Bu gece Bihter odasına bir zafer neşatıyla girdi. Şimdi artık tahakkuk edeceğinden emin olduğu hülyasıyla yalnız kalmak için acele ediyordu. Üstündeki şeyleri koparıp atmak isteyen ellerinin seri hareketleriyle soyundu, omuzlarından kayan gömleğiyle pencereye kadar gitti, pancurları çekti, camı indirdi, kandili yaktı, mumunu söndürdü, yatağının kenarına oturarak çorapları çekip attı; her şeyden uzak, her şeyden ayrı, yalnız hülyasıyla beraber kalmak için yatağına girdi, eliyle cibinliğini çekti. Ötede kandilin titrek ziyası odanın mahrem gölgeleriyle boğuşuyor gibiydi; masanın üzerinde şişelerin irileşen, nispet haricinde şişen gölgeleri odanın döşemesine dökülüyordu. Şimdi Bihter yatağının içinde, hakikatle hülyanın arasına cibinliğinin tül duvarını çekerek yatıyor, odanın sükûnunda bir uyku nefesi uçmaya başlıyordu. Yalnız –ufuklardan bir parça güneş istemek için yuvasının kenarında bekleyen beyaz bir güvercin yavrusu gibi– yataktan, cibinliğin arasından küçük, beyaz, tombul bir ayak sarkıyor; asabi bir hırçınlıkla sallanarak şuh, çapkın bir davet manasıyla güya bu emel yatağına takım takım hülyalar çağırıyor; “Evet!” diyordu. “Buraya geliniz mutantan yalılar, beyaz kikler, maun sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o müzehhep emeller... Siz, hepiniz, buraya geliniz...”
|
0% |