Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. Bölüm

@halitziyausakligil

Kânun-ı evvel... Yarım saatten beri mebzul bir kar bulutu parçalanmış, havanın baygın esmerlikleri içine iri iri parçalarla, lapa lapa dökülüyordu. Bihter, yavaşça Behlül’ün kapısını açarak, içeri girmeye cesaret edemeyerek, başını uzattı. Yalnız ötede henüz tutuşturulmuş sobanın kapağından kayan kırmızı alevlerle zulmetleri titreyen odada Behlül’ü aradı.

“Behlül Bey! Benim şekerlerimi yine unuttunuz mu?”

Behlül, büyük odanın ta diğer ucunda, pencerenin önündeydi:

“Siz misiniz, yenge? Şekerleriniz mi?.. Hayır, hiç unutur muyum?..”

Bihter odaya girdi. Behlül ona doğru geliyordu. Bu yarı karanlık odanın içinde, titreyerek halının bir kısmını, biraz ötede kanepenin kenarını, küçük bir masanın ayaklarını kırmızı dilleriyle yalayan alevlerin parıltısı arasında birbirini gölge şeklinde görüyorlardı. Behlül:

“Şekerleriniz, şekerleriniz... Durunuz; bakayım, onları nereye koydum? Ah! İşte burada, masanın üstünde...”

Küçük mukavva kutuyu alırken masanın üzerinden bir şeyler kaydı ve birbirini müteakip halının kırmızı alevlerle yaldızlanan parçalarına döküldü.

Bihter:

“Oo!.. Bunlar ne? Bir alay kadın resmi, hep kadın resmi. Sizde başka ne resim bulunabilir? Veriniz bakayım...”

Behlül:

“Gördünüz mü, bir kere?” diyordu; “Bütün kabahatlerim ayaklarınızın altına serildi. Şimdi, kim bilir, hakkımda neler düşüneceksiniz, ne olmayacak şüphelere zahip olacaksınız. Halbuki, bilseniz bu resimler nasıl saf bir emelle, bir sanat hevesiyle alınmıştır. İşte gülüyorsunuz. Ne için oturmuyorsunuz, yenge?..”

Bihter hemen oraya, sobanın yanında kanepeye oturdu. Şimdi Behlül de halının üstüne, ta genç kadının ayaklarının altına oturmuş, resimleri topluyordu. Bihter eğilmiş, bir tanesini almıştı, görebilmek için alevlere tutarak bakıyordu.

Behlül diyordu ki:

“Bilseniz, tiyatro kıyafetlerine ne kadar merakım vardır. Bunlar bu yaz size o kadar bahsettiğim İtalyan Operet Kumpanyası’nın kadınları... Sırf elbiselerin tuhaflığı için alınmış şeyler...”

Bihter gülüyordu:

“Elbiseler mi? Lakin bunlarda elbiseden başka her şey var. Veriniz, bakayım, onların hepsini veriniz...”

Eğilerek Behlül’ün elinden bütün resimleri alıyor, Behlül beraber bakmak için kanepeye yaslanıyordu.

Bihter yüzünü buruşturarak hepsine:

“Of!. Yarabbi!.. Ne çirkin şeyler! Bütün yaz bunları görmek için mi kalırdınız?” diyordu.

O kadar yakındılar ki Bihter’in kolu Behlül’ün yanağına sürünüyordu. Şimdi sobada odunların alevleri yavaş yavaş sönüyor, sanki bu köşeyi zulmetlerin tamamıyla mahremiyet dairesinde yalnız bırakmak arzusuyla, muhteriz, çekiliyordu.

Behlül’ün eli, sanki tesadüfle, Bihter’in dizine düşmüştü. Karşılarında donuk camların arkasında çılgın bir raksla karlar oynaşırken yanlarında sobadan latif bir hararet onlara mest eden bir rehavet veriyordu. Artık karanlıktı, Bihter bir söz söylemeyerek, şimdi fark edilemeyen resimler hâlâ elinde, bilinemez nasıl bir korkuyla bir hareket etmeye cesaret edemeyerek, duruyordu. Yalnız sobanın kapağında iki kırmızı göz sönük, hemen büsbütün örtülecek bir nazarla onlara bakarak, gülümsüyor gibiydi. Birden ikisi de titrediler; şurada, bu karanlık odanın mahrem havasında, ikisi de aynı saniyede öyle bir şey hissettiler ki onları bir kelime söylemekten, bir hareket etmekten ürkütüyordu. Tehlikeyle dolu bir rüya içinde gibiydiler; bir küçük şey bilinemez nasıl bir tehlikeye sebep olacak zannediyorlardı.

Bu dakikaya kadar bu hissi bu derece sarahatle duymamışlardı. Behlül, Bihter’de kendisinden kaçıyor zannolunabilen bir hal fark etmişti. Hemen hiç böyle yan yana, böyle karanlık bir mahremiyetin yalnızlığı içinde bulunmamışlardı. Öyle zamanlar vardı ki Behlül kendi kendisine sigarasının dumanları içinde düşüncelerini takip ederken bu dumanlı hülya ufkunda Bihter’in çehresini görür:

“Oh! Ne olmayacak şey!.. Bu yolda fikirler bana mahsustur,” derdi.

Sonra Bihter’de gittikçe vuzuh kesbeden kaçışlar için bir hüküm vermekten nefsini menedememiş, aşk nazariyelerinden birini tatbik etmişti:

“Bir kadın ki sizden içtinap ediyor, sizden korkuyor demektir; daha doğrusu size karşı kendisinden korkuyor demektir.”

Peyker hakkında takipleri hep öyle, en cesaret verecek bir tarika giriyor görünürken birden en umulmaz bir inada tesadüf ederek netice vermeden kalıveriyordu. Kendi kendisine: “Ahmak bir kadın! Aptalca bir iffet!..” diyor, sonra Nihat Bey’e karşı bu ismet sebatını o kadar yersiz buluyordu ki bundan Peyker için bir istihkar, kocası için de bir husumet hissi çıkarıyordu.

Hâlâ eli Bihter’in dizindeydi, hâlâ onun kolu yanağına sürünüyordu; işte saatler kadar uzun görünen dakikalar geçmişti ki ne bir söz söylüyorlardı, ne resimlere bakıyorlardı. Bu dakikalar uzadıkça ikisinin de kalbine bir korku titreyişi veren tehlike manası daha ziyade vuzuh kesbediyor gibiydi. Artık şurada geçirilen masum birkaç dakika aralarında bir kabahat ağırlığıyla kalacaktı. Birden Bihter bu vaziyetten çıkmak için kuvvet buldu:

“Şekerler!.. Şekerler!.. Onlar nerede?..” dedi.

Bunu söylemek için öyle bir hareket yapmıştı ki artık Behlül’den uzak ve ayağa kalkmaya müheyyaydı.

Demin yanı başında onun taze hararetini, bütün vücudundan esen ve mest eden menekşe kokusunu duyarak galebe çalınamaz bir korku hissederken Behlül şu dakikada onu artık gidiyor, ihtimal bir daha böyle bir mahremiyet ve emniyet içinde yapyalnız kalmamak üzere kaçıyor görünce birden vahşi bir arzuyla onu alıkoymak için çıldırmışa döndü:

“Yenge!..” dedi; “Nereye gidiyorsunuz?”

Sonra bu “Yenge,” hitabı vücudunu soğuk bir ürpermeyle sararak onları üşütmeyecek, hatta birbirine yaklaştıracak bir hitapla tekrar sordu:

“Bihter!.. Ne için gideceksiniz?.. Oh!.. Beş dakika daha... Bakınız, böyle karanlıkta...”

Bihter, bu hitabın, bu sesin yalvaran manasını anlamamak isteyerek:

“Çıldırdınız mı?” diyordu; “Böyle, karanlıkta ne için oturmalı?..”

Artık ayağa kalkmıştı. Behlül de, elinde şekerleme kutusuyla, ayakta ona bakıyordu. Karanlıkta birbirini tamamıyla göremiyorlardı. Yalnız geniş geniş soluduklarını hissediyorlardı. Bugün şurada en umulmaz bir suretle o zamana kadar birbirine karşı vuzuh kesbedemeyen vaziyet birdenbire sarahat peyda edivermişti. Bir saniye içinde Behlül o kadar ileri gitmişti ki artık ricat etmek mümkün değildi. Yine bir saniye içinde uzun bir muhakeme silsilesine vakit buldu:

“Ne için ricat etmeli?” diyordu: “Bütün hayat benim için Bihter’in ayaklarına dökülen o resimlerle, satın alınan bu münasebetlerle mi geçecek? İşte bir kadın ki beni seviyor, henüz sevmiyorsa bile yarın sevecek; evet, bir kadın ki mutlak beni yahut bir başkasını sevecek... Şu halde ne için beni sevmeyip de başka birini sevmesine müsaade etmeli?..”

Şimdiden onun başka birini sevebilmesi ihtimalini düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyordu. Bu akşam onları tamamıyla bağlayacak bir vaka olmaksızın, Bihter’i salıverecek olursa artık onun kendisi için ulaşılamaz, yakalanamaz bir ufukta uçan bir hayalden ibaret kalacağına ve işte o zaman, ıstırabından öleceğine kanaat etti.

Şimdi Bihter’e yaklaşmıştı. Dudaklarıyla saçlarına sürünerek bu karanlığın içinde daha ziyade samimiyet, daha fazla mahremiyet kesbeden, ricayla dolu sesi titreyerek:

“Gitmeyiniz, hayır gitmeyiniz…” diyordu. “Sizin yanınızda o kadar mesut oluyorum ki, fakat böyle, yanınızda yalnız ben, anlıyor musunuz, yalnız ben varken... Sizinle bir arada nasıl bahtiyar olurduk!..”

Bihter işitmiyordu. Kulaklarında bir uğultu onu işitmekten, beyninin içinde bir donukluk anlamaktan menediyordu.

Odaya girerken hiç böyle bir tehlike tasavvur etmemişti. Şimdi kendisini muaheze ediyordu: Buraya niçin gelmişti? Ta o günden beri, o Göksu âleminden beri bu adamdan kaçmak lazım geleceğine hükmetmiş iken, evet buraya ne için gelmişti ve hususiyle hâlâ ne için buradan kaçıp gitmiyordu?

Başını çekerek boğuk bir sesle:

“Lakin Behlül Bey!” dedi. “Siz çılgınsınız; bırakınız, rica ederim.”

Sonra birden Behlül’ü o gün Göksu’da Peyker’in arkasında, dudakları haris bir sevda busesiyle titreyerek eğiliyor gördü:

“Peyker’den sonra ben mi?.”

Bu ağzından öyle ihtiyarsız çıkmıştı ki derhal nedamet etti. Fakat şimdi Behlül onun iki ellerini yakalamıştı ve küçük küçük mütemadi buselerle bu elleri öperek:

“Hayır, hayır,” diyordu. “Peyker’den sonra değil, her şeyden evvel siz, yalnız siz, anlıyor musunuz? Hayatımda yalnız siz olacaksınız... Düşününüz bir kere! Ne için birbirimizi sevmeyelim, evet, ne için?”

İhtiyarsız bir tehaşiyle o çekiliyor, Behlül ona tebaiyet ederek arkasından sürükleniyordu. İkisi de pencerenin önünde bulunmuş oldular. Bihter bir şey söylemiyordu, Behlül de pencerenin yarı aydınlığı içinde birden hakikate avdet ederek, sanki korkunç bir rüyanın halecanıyla göğsü şişkin, duruyordu.

İkisi de pencereden bakıyorlardı: Bütün sis.. Yalnız küçük küçük beyaz karlar mütemadi bir sukutla karşı sahilin artık hep gölgelerden ibaret manzaralarını titretiyordu. Karşıda azim bir dumanla mürtesem bir levha parça parça koparak denize dökülüyor gibiydi. Bihter, dalgın, bakıyordu; fakat düşünemiyordu. Onun da zihninde şimdi böyle dumanlarla tersim olunmuş bir şey vardı, onun da zihninde bütün muhakemeleri böyle sislerle bunalarak parça parça bir denize dökülüyor gibiydi. Şimdi, şu dakikada o Göksu âlemini takip eden gecenin kâbusuna benzeyen bir şey onu derin bir uçurumun içine yuvarlıyor zannediyordu.

Birden, son bir metanet hamlesiyle döndü: “Bırakınız beni…” diyordu. Fakat Behlül bir şey söylemeyerek onu omuzlarından tutmuş, şimdi dudaklarının çılgın buseleriyle yüzünü, boynunu, dudaklarını, saçlarını örtüyordu.

Ötede sobanın kırmızı gözleri büsbütün kirpiklerini indiriyor, dışarda küçük küçük beyaz karlar mütemadi bir sukutla bütün ufku beyaz dumanlara boğuyordu.

 

Loading...
0%