Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. Bölüm

@halitziyausakligil

Bu bir rüya gibi olmuştu. Odasında yalnız kalınca inanamadı, sahih, bir iki dakika evvel burada bir kadın vardı, bu kadın Bihter’di, öyle mi?.. Karanlıkta, bir şeye çarpmamak için halının üzerine ayaklarını sürterek, geziniyor, sanki Bihter’in biraz evvel orada vücudundan kalmış bir eser, o rüyadan bir bakiye arıyordu. Düşüncelerine bir intizam veremiyordu. Sonra birden aklına düşünebilmek için bir şeyin noksan olduğu geldi: Ziya... Evet, bu karanlık onu düşünmekten menediyor, dimağını bulutlara gömüyordu. Kibrit kutusunu bulmak için elini geridona sürüyordu, parmaklarına bir şey ilişiyordu. İlk önce anlayamadı. Sonra “Ah! Şekerler!..” dedi. Karanlıkta kendi kendine tebessüm ediyordu. İşte bu, Bihter’le rüyasından bir bakiye değil miydi? Kutuyu açtı, parmaklarını uzatarak fondanlardan bir tane aldı. Şeker dilinin üstünde erir erimez pek taze bir hatırayla ruhunun aşinası olan bir rayiha duydu. Bu parça menekşeliydi: Bihter’in rayihası, Bihter’in nefesi, Bihter’in ruhu... Bir his vehmi içinde Bihter’i henüz orada, kollarının arasında zannetti. Şimdi bu rayiha onu mest ediyor, bütün hüviyeti ağzında ezilen şekerle beraber gaşyedici bir menekşe zülalinin içinde uyuşarak eriyordu.

Sahih, sahih Bihter artık kendisinin olmuştu, öyle mi? Bu o kadar emellerinin fevkinde bir şey, hatta arzu edilmeye cesaret olunamamış bir şeydi ki hiç beklenilmeyen bir vesileyle tahakkukundan sonra onu uyuşturmuş, sersemletmişti. Kalbinde bir helecan, asabında bir hararet, dimağında bir buhran bile yoktu; hiç, hiçbir şey hissetmemişti. Tamamıyla ümitsizlikten ümit tahakkukuna o kadar seri geçilmişti ki his bile edilmemişti. Kendisini bu şaşılacak şeyden bu derece kayıtsız, hararetsiz kalmış buldukça Beylül şaşıyordu.

Tekrar kibrit kutusunu aradı. Kendisini odasının eşyası arasında, o düşüncelerinin daimi refikleri olan ufak tefeklerin karşısında görürse şimdi bunalmış, uyuşmuş kalan duygularının tutuşacağını farz ediyordu. Kibriti çaktı, yazıhanesine doğru yürüdü, mini mini bir İspanyol tefinin arkasında saklı duran mumu yaktı. Elini yazıhanenin üstünde sigara kutusuna uzatarak bir Havana aldı...

Şimdi artık çehrelerinde bir tebessümün ihtizazı dalgalanan ufak tefeklere bakarak sigaranın dumanları içinde uzun uzun düşünebilirdi. Sevda hayatında, bu akşamdan başlamış bir müstesna fasıl açılıyordu. Birden kendisini yükselmiş, adi muaşakaların, sefil münasebetlerin fevkine çıkmış buluyordu. Artık hayatının küçük küçük garam hikâyeleri kapanmış, şimdi her türlü ihtirasıyla, emelleriyle, hummalarıyla, saadetleriyle uzun bir sevda hikâyesi başlamıştı. Bütün o eski hatıraları muhakkar, zelil buluyordu. Onlar çocuklukta karalanıp da artık vücutlarından utanılan, yırtılıp atılmak, yakılıp kül edilmek istenen müsveddeler zilletine inmişti. Şimdi aşk hayatının bir bedi eserini yazacaktı ve artık bu eserinden sonra sevda hayatını kapayabilirdi.

O eski hatıraların hemen hepsinden bu odada birer nişane vardı. Mumun titrek ziyasının altında sallanıyor zannolunan duvarlarda gözleri öteye beriye ilişiyor, hepsinde birer hikâye canlanıyor; sonra bunları, aşk hatıralarının bu kıymetli yadigârlarını insafsız bir istihza sadmesiyle kırarak artık atılacak oyuncak enkazı haline getiriyordu. Evet, artık bunlar, Bihter’den sonra, atılacak çocukluk oyuncaklarından başka ne olabilirdi? Bunlara vaktiyle o kadar ehemmiyet verdiğine şaşıyordu. İşte şurada kurşun kalemiyle yapılmış müphem bir genç kadın çehresi vardı ki Behlül’ü en ziyade işgal eden aşklarından biriydi. Bütün bir yaz onu görebilmek için Emirgân rıhtımında dolaşmıştı. Yalnız gözlerle bir muaşaka... Nihayet ondan muhtelif renklerde dört karanfile bağlanmış pembe bir kurdele almıştı. Zavallı çiçekler, zavallı atlas parçası! Bunlar o muhtelif renkleriyle kim bilir ona ne demek istemişlerdi?.. Bütün bu sergüzeştten işte bir kâğıt parçasına kurşun kalemiyle çizilmiş müphem bir hayal, etrafında o solgun pembe kurdeleden yapılmış bir çerçeve, bir köşesinde artık kurumuş karanfiller kalmıştı. Daha ötede bir hücrenin altında balo defterlerinden bir demet sallanıyordu: İşte zengin bir hatıra mecmuası. Hususiyle bir tanesini tahattur ediyordu, Operia İtaliana’nın bir müsameresinde tanınmış Alman Yahudilerinden bir kız ki Behlül’ün şık bir yere başşehbender olacağına dair o aralık deveran eden bir şayia üzerine kendisini bir Türk memurunun karısı görmek hülyasıyla çıldırmıştı. Ona o geceden başlayarak her görüşünde izdivaçtan bahsederdi. Bu hikâye, kızını Behlül’e zevce olarak veremeyen annesinin kendisini vermesiyle netice bulmuştu. Sonra Behlül’ün gözleri hücrenin üstünde bir Vişnu heykelinin kafasına takılmış al atlastan zarif bir nikaba ilişiyordu. Kendi kendisine:

“Ah! Şarlot!..” diyordu. “Çapkın kız... O gece beni ne üzmüştü! Nihayet, Gambrinus’un üstünde nikabını çıkarıncaya kadar tanımak mümkün olmamıştı. Kim düşünebilirdi ki bir İngiliz İncil naşiri kadar vakur görünen bu ciddi mürebbiyeye bir karnaval gecesi Odéon’da tesadüf etmek mümkün olsun?..”

Bir aralık bir Japon saksısının içinde kurumuş bir demet eğrelti otlarına bakarak gülümsedi. Bunları Alemdağı’nda ormanda bir seyran esnasında toplamıştı. Kendi kendisine:

“Biçare İkbal!” diyordu. “Mutlaka benimle beraber bir orman âlemi yapmak istiyordu. Bir hikâyede mi okumuştu, bir şiirde mi görmüştü; bilmem... Bunun için bütün tehlikeleri göze alıyordu. Bu, onun için öyle bir cesaretti ki bana muhabbetini her türlü yeminlerden ziyade ispat etmiş olacaktı. İşte hemen kadınların hepsinde mevcut bir illet: Fedakâr görünmek...”

Böyle odasının ötesine berisine nişaneleri serpilen bütün aşk hatıralarını tezyif ediyordu. Bunları şimdi insafsız ellerle çekip koparacak, o takım takım resimleri, yazıhanesinin gözünde deste deste mektupları yırtıp yakacak, artık hayatında yalnız o, yalnız Bihter kalacaktı.

Birden aklına Peyker geldi. Dudaklarının arasından: “Ahmak!..” diyordu. Sanki ne için muvafakat etmemişti? Bir buçuk seneden beri tezelzül etmeyen bir ahmaklığa tesadüf ediyordu. Bir kadın tarafından ona mukavemet edilmiş olmasına felsefesince yalnız bir sebep buluyordu: Ahmaklık! Bihter’e temellük etmiş olmakla Peyker’den ne güzel intikam almış oluyordu. Şimdi ona gitmek, kulaklarına bağırmak istiyordu:

“Lakin sizin haberiniz yok... Bihter, anlıyor musunuz? O nefis kadın bu akşam kollarımın arasındaydı. Siz, siz bana parmaklarınızın ucunu vermek istemediniz...”

Lakin bu muzafferiyeti yalnız Peyker’e söylemek kifayet etmeyecekti, bütün dünyaya haber vermek istiyordu ki o bugün İstanbul’un en güzel, en güzide kadınına maliktir. Kendi kendisine:

“Ne kadar yazık!” diyordu. “Bunu yalnız ben bileceğim...”

Onda en ziyade kuvvetle hüküm süren bir âdet vardı: Nakletmek... Aşk münasebetlerini, başkalarına dinletmek hevesiyle tesis ederdi. Duyulmamış bir muzafferiyet, yarı yarıya vâki olmamış hükmündeydi. Bütün münasebetlerini, vakalarını, isimleri saklayarak, hatta iftihar olunacak isimlerin keşfedilmesine müsaade ederek, türlü ilavelerle, süslerle anlatır ve en büyük lezzeti asıl anlatırken hissederdi.

Uzun bir nefesle sigaranın dumanını çekti; hâlâ bir menekşe rayihası ciğerlerine nüfuz ediyor, ona bir visal rüyasının nefhalarını getiriyordu. Birden şedit bir arzunun mengenesinde kalbinin sıkıldığını hissetti. Bihter’i arzu ediyordu. Şu dakikada yine onun yanında, dudakları onun saçlarında bu menekşe rayihasını içerek, onun kollarının arasında bulunmak istedi. Bu, ıstırap veren bir arzuydu. Şimdiye kadar Bihter için hiç bu şiddetle arzu hissetmemişti, hatta demin o burada iken bu kadının yanında herhangi bir kadın için duyulan şeyden başka bir şey duymamıştı; fakat şimdi, şu dakikada öyle bir kuvvetin hükmü altındaydı ki her türlü çılgınlıklar yapabilirdi.

Bu aşk, hayatının bütün o eski aşklarından hiçbirine benzemeyecekti. Her zaman aşklarından galip çıkarken bu aşkında mağlup olabileceğini hissetti. Bu defa her zamankinden başka bir fark vardı: O gidip Bihter’i almamış, Bihter gelip kendisini almıştı. Bu fark muaşakanın bütün cereyan tarzına tesir icra edebilirdi. Temellük hükmü bu defa onun elinde değildi.

O zaman bu muaşakanın bütün tehlikeleri gözlerinin önüne dikildi. Şimdi sigarı elinde onu rahatsız ediyordu, atacak yer aramak için etrafına bakıyordu, Beşir’in sesini işitti:

“Küçük bey! Sizi yemeğe bekliyorlar.”

Düşünmeden ret cevabı verdi. Bu akşam sofraya gitmeyecekti. Gidemeyecekti. Birden kendi kendisine sordu:

“Lakin ne için?.. Karnım aç olmakla beraber gitmek istemiyorum; ne için?..”

Birisinden kaçıyordu. Hissetti ki ancak birisinden, Adnan Bey’den kaçtığı için düşünmeden, yalnız sinirlerinin bir iradesiz içtinabıyla düşünmeksizin ağzından ret cevabı çıkıvermişti.

Bu cevabı verdikten sonra nedamet etti. Böyle bir sebebe mağlubiyetini utanılacak bir zaaf olmak üzere telakki ediyordu; çocukça, ahmakça bir zaaf.. Şüphesiz Adnan Bey’i severdi, onunla hatta bir parça refik gibiydiler, elbette aşklarını onun mahremiyet-i haclesinden başka yerlerde aramak kendisince bir vazifeydi. Vicdanına karşı bunu itiraf ediyordu; lakin sonra bir mazeret silsilesi buluyor, bu hıyaneti vicdanı için bir azap olmak kabiliyetinden tecride çalışıyordu. Bu izdivaç dünyanın en çılgın bir şeyiydi. Elbette böyle bir kadın böyle bir kocaya sadık kalamazdı. Şu halde onun ne kabahati olabilirdi? Kabahat asıl izdivacındı. Hususiyle mademki o bu hıyanetin vukuu esbabını ihzar için bir şey yapmamıştı.

Sigarını atmak için açtığı sobanın önünde çömelmiş muhakeme ediyordu. Birden kendisini bu vaziyette, böyle muhakemeyle meşgul fark edince güldü. Felsefesinin hallinde zorluklara uğrayan meseleler hep böyle bir kahkahayla biterdi:

“Tamam!” dedi, “Şimdi de vicdan azabı! Bir bu eksikti. Lakin, azizim Behlül, sen felsefende tedenni mi ediyorsun yoksa?.. Mademki Adnan Bey en bahtiyar bir kocadır ve şüphe yok ki, bu bahtiyarlığa zerre kadar halel verecek bir şeye vâkıf olamayacaktır; şu halde vaka, vâki olamamış hükmündedir.”

Vicdanında uyanan muaheze avazesini felsefesinin bu sade kaidesiyle iskât etmişti. Ondan sonra kendisinde uçmak, oynamak hevesi veren bir hiffet duydu. Bu muaşaka bütün tehlikeleri ve zorluklarıyla onun için daha cazibeli, daha ihtiraslı bir şey olacaktı. Kendisini bir hikâyenin kahramanı ehemmiyetiyle telakki ediyordu. Eski muaşakalarının hepsini inkâr ediyor, onların hiçbirinde, asıl aşktan beklenen şeyleri, o ruhu titretip mahveden heyecanları, cinnetleri, hatta gözyaşlarını, ıstırapları duymadığına, görmediğine hüküm veriyordu; fakat Bihter bunları hep verecekti, asıl onu sevecekti, hayatının hemen tek aşkı bu olacaktı. Ötekiler hep bir yığın oyuncaktan ibaret kalacaktı.

Şimdi odasının içinde geziniyordu. Kendisini meşgul etmek için yavaş yavaş, kesik kesik ıslıkla uydurma bir hava çalıyordu. Bir tefekkür ihtiyacı onu penceresinin yanına sevk etti. Dışarıda karlar küçük küçük parçalarla gecelerin siyahlıklarına beyaza yakın bir esmerlik vererek mütemadi bir sukutla düşüyordu. Hiçbir şey görünmüyordu: Ne karşıdan küçük bir ziya, ne denizden ufak bir köşe... Yalnız siyah bir uçurumun içinde bu beyaz şeyler kaynaşarak dökülüyordu.

Artık oradan ayrılamadı. Bu siyah manzaranın karşısında donuk bir beyinle bu geceden başlayacak ihtiras hayatını düşünüyordu. Herkesin gözleri önünde kimseye hissettirmeksizin sevişmek... Oh! Bu gizli şeyde öyle küçük saadetler olacaktı ki onları o zamana kadar duyulmamış bir bahtiyarlık içinde yaşatacaktı. Herkesin içinde Bihter’e yabancı dururken onun bir nazarı olacaktı ki kendisine: “Ben seninim, yalnız seninim!” diyecekti. Bir hafta birbirine bir kelime söyleyemeyeceklerdi, aynı evde yaşarken bir hafta hicran işkenceleri içinde ezileceklerdi, sonra herkesin tecessüs nazarından çalınabilen on dakika içinde bütün o işkencelerin mükâfatını göreceklerdi.

Bu zorlukların her biri onların aşklarını tazeleyecek, ölmekten menedecekti ve onlar her vakit taze bir aşkla sevişeceklerdi.

Loading...
0%