Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Bölüm

@halitziyausakligil

Bu ilk aşk günahından sonra Bihter hastalanmış gibiydi, Behlül’ün odasından çıkınca hiçbir şey duymamıştı. Bütün hissini uyuşturan bir uyku içindeydi. Bir şey düşünmeyerek hep sükût etmek istiyordu. Yatağına girince hemen uyumuştu; fakat sabahleyin gözlerini açar açmaz, henüz yatağından kalkmadan, bütün o çirkin hakikati kendisiyle beraber uyanmış buldu. Demek bu sabah Bihter, her sabahkinden başka bir Bihter’di. Artık bedbaht, bedbahtlığına acınacak bir kadın değil, bir daha silinmeyecek bir lekeyle televvüs etmiş, sefil, murdar bir mahluktu. Nihayet işte şimdi büsbütün Firdevs Hanım’ın kızı olmuştu. Bunu kendi kendisine söylüyor ve kendisinden iğrenilecek bir vücuttan kaçarcasına kaçmak istiyordu. Lakin ne için böyle olmuştu? Bu günahı affettirecek bir sebep de bulamıyordu... Behlül’ü sevmiyordu, hayır, bundan emindi; çapkın bir çocuktan başka bir şey olmayan bu adam hakkında aşka benzer hiçbir şey duymamıştı. Şu halde oradan kaçmak, onun kim bilir kimlere karşı binlerce defa tekrar olunmuş sözlerini dinlememek, hatta onun odasına girmemek o kadar mümkün iken ne için, evet ne için gidip adi bir sefile zaafıyla bu adamın kollarına atılmıştı? Bu sukutu affettirecek hiç, hiçbir şey bulamıyordu. Hatta bundan bir küçük saadet bile bekleyemezdi. Kocasına karşı, vazifesine karşı, bundan sonra artık herkese, kendisine hürmet edecek olanların kâffesine karşı hıyanet ederek, hatta kendi nefsine karşı bir mazeret vesilesi bulamayarak kendi kendisini sefil bir mahluk yaptıktan sonra mı, bu suretle mi mesut olacaktı? Şimdi nefsinden iğreniyordu; hayattan her şeyden iğreniyordu.

Nihayet Firdevs Hanım’ın kızı olmuştu; evet, yalnız onun için gitmiş, bu adamın kollarında mülevves bir kadın olmuştu. Başka bir sebep bulmuyordu. Demek onun kanında, kanının zerrelerinde bir şey vardı ki onu böyle sürüklemiş, sebepsiz, özürsüz Firdevs Hanım’ın kızı yapmıştı. Bütün bu günahın, bu levsin mesuliyetini annesine atfediyordu. Bu kadına bir düşmandı, ondan nefret ediyordu, kendisini bu kadının kızı yapan kadere küsüyordu.

Şimdi ne yapacaktı? Bundan sonra artık bir heves baziçesi hükmünde Behlül’ün tasarrufu altına geçmiş demekti. Buna muvafakat edecekti; bir kere sukut etmiş olmak, artık büsbütün uçurumlara yuvarlanmak için bir sebep, bir hak teşkil etmiş olacaktı, öyle mi? Ondan sonra herkese yalan söyleyecekti, kocasına yalan söyleyen gözlerle bakacaktı, Peyker’e “Ben de kocamı seviyorum, ben de kocama hıyanet etmedim ve etmeyeceğim,” demek isteyen bir gururla görünmeye çalışacaktı; hayatı artık baştan başa bir yalan, iğrenç bir yalan olacaktı. Lakin buna nasıl tahammül edecekti? Herkes ona “Yalan söylüyorsun!” demeyecek miydi?

Filanın kocasına bir hıyanetinden bahsedilirken o kızarıp gözlerini indirmeyecek miydi? Ya Behlül’le, o cinayet şerikiyle, bu evin içinde, hep beraber, hep aynı havayı teneffüs ederek nasıl yaşayacaktı?

Hayır, bunların hiçbirine tahammül etmeyecek, hiç olmazsa mütemadi yalanlardan müteşekkil bir hayata katlanmayacaktı. Gidip şimdi kocasına diyecekti ki: “Biliyor musunuz? Ben size layık değilim, ben sefil bir mahlukum, Firdevs Hanım’ın kızıyım. Bırakınız beni, gideyim. Annemin yanına, ben yalnız oraya layığım. Lakin siz de düşünmeli değil miydiniz? Niçin gidip bir Firdevs Hanım’ın kızını almak istediniz?..”

Oh! Bunu söylemeye kuvvet bulsaydı, kendi cinayetinin intikamını yine kendi alsaydı o lekeden nefsini temizlemiş olacaktı. Fakat buna değil, hiçbir şeye kuvvet bulamadı. Bu sukut onda bütün müdafaa kabiliyetlerini, metanet hislerini mahvetmişti; böyle, sabahleyin, o sukutun heyecanı ferdasında kendi kendisinden iğrenirken hüviyetinin gizli derinliklerinde bir vukuf leması hissediyordu ki artık bu başlayan sukutu takip etmemek, yine o odaya, yine onun kollarına avdet etmemek mümkün değildir. Behlül’ün hatırasında tesadüfle temellük edilmiş bir sefile hükmünde kalamazdı, artık onun hayatına tasarruf etmeliydi, onun olmalıydı, onu sevmeliydi, sevmeye çalışmalıydı; bu aşk günahına öyle bir istikbal mecrası tayin etmeliydi ki onu tenzil değil îlâ etsin. Evet, bunu yalnız aşk temizleyebilirdi.

Bu sabah Adnan Bey onun odasına gelip de “Gülüm, beni bu sabah öpmüyor musun?” dediği zaman Bihter hiçbir şey duymayarak, hatta dudaklarında bir asabi tehaşi bile hissetmeyerek kocasını öpmüş ve sonra bu kadar kayıtsız kalışına taaccüp etmişti. Demek, böyle kalbinde hiçbir şey titremeden vücudunu başka birisine verdikten sonra dudaklarını kocasına uzatabilmişti; demek, bu kadar hissiz, bu kadar kayıtsızdı? Kendi kendisine şaşıyordu. Onda bir şey bu sukuta karşı isyan ederken diğer bir şey onu kabul ediyor, tabii buluyordu.

Bir hafta bir ikinci sukutun vukuu ihtimalini hazırlayabilecek vesilelerden kaçındı. Behlül’le münasebetlerinde, o eski kayıtsız, endişesiz münasebetlerde, hiçbir tebeddül vâki olmamış gibiydi; sanki o akşamın hatırası karanlıkların içinde bir rüya hükmünde kalmıştı. Bihter onunla yalnız kalmıyordu, ona ayrıca bakmıyordu, hatta o evde yokken bile odasına girmiyordu. Bu odadan kaçıyor, orada uyuyan bir hatıranın havasını teneffüs ederse boğulacağından korkuyordu. Bu bir hafta içinde o sukutun vukuundan o kadar uzaklaşmıştı ki hatta şüphe etti. Yoksa hiçbir şey vâki olmamış mıydı? Yoksa bu yalnız bir rüyadan mı ibaretti? Bazı dakikalar olurdu ki bir şimşek süratiyle zihninden böyle bir şüphe geçer ve o sırada herkese bağırmak isterdi: “Lakin yalan, yalan! Aldanıyorsunuz...”

O vakaya herkes vâkıf da kendisine merhamet ederek bir şey söylenmiyor gibi bir şey hissediyordu. O günden beri herkesin nazarında sanki bir şey değişmişti, hatta eşyada, bütün evin içinde yüzüne bir vukuf nazarıyla bakan bir hal buluyordu.

Behlül hep o her vakit gülünecek bir hikâye söyleyen, Nihal’i kızdıracak bir mübahase bulan, en sakit zamanlarda bir kahkahanın hayatını uyandıran Behlül’dü. Onda o akşamı ihtar edecek ne bir kelime, ne bir nazar vardı.

Bihter’e yine hep eski tabiiyet sadasıyla öyle fütursuz hitap edişleri vardı ki genç kadını şaşırtırdı. Behlül kendi kendisine diyordu ki:

“Dikkat! İkinci sukut hemen daima birinci sukuttan daha müşkül, daha naziktir. Birinci sukuttan sonra buhranlar, ıstıraplar, bütün bir kadını sizden kaçıran o şeyler vardır. Kadınlar ekseriyet üzere ikinci sukuta mâni olmakla ilk sukutun günahını affettirmiş olacaklarına inanırlar. Bu devre esnasında onlara ya tekrar tesadüfle temellük etmek yahut onlara karşı kayıtsız kalmak icap eder. Kadınlar takip edildikçe müsterihtirler. Sizin hâlâ onlarla meşgul olmanız, hâlâ onların arkasında koşmanız ekseriyet üzere kalplerinin ihtiyacını tatmine kifayet eder; fakat kayıtsız kalmanızı asla affedemezler ve o zaman o ilk sukuttan sonra onlar sizi takip eder.

 

***

Bir gün Behlül, İstanbul’a inmek üzere odasından çıkarken yukarı kattan Bihter’le Nihal’in çarşaflanmış olarak indiklerini gördü.

“Nereye gidiyorsunuz?..”

“Anneme!..”

Birden, Behlül Bihter’i çarşafının içinde o levent kametiyle görür görmez ona bu haliyle refakat etmek için mukavemet edilemez bir arzu duydu:

“Oh!” dedi, “Ne güzel fikir! Bahis ederim ki sandalla gidiyorsunuz. Yazdan bir gün... Beni de beraber alıyorsunuz, değil mi? Durunuz, bakayım, annenizi görmeyeli kaç gün oldu?..”

Bihter gülerek muhalefet gösteriyordu:

“Siz bizi sıkacaksınız. Biz kadınca görüşmek istiyorduk, değil mi Nihal?..”

Behlül’e ziyaretinin sebebini izah ettiler: Aileye ait bir düğün vardı, oraya hep davet edilmiştiler, Nihal için Bihter de gidecekti. Bugün yapılacak elbiseler için istişare olunacaktı.

Behlül:

“Beni beraber almak için bundan iyi bir sebep daha olamaz,” diyordu; “size ne güzel fikirler vereceğim, göreceksiniz. Şemsiyelerinizle çantaları bana veriniz.”

Behlül şemsiyelerle çantaları ellerinden alıyor ve bir uşak vaziyetiyle önlerine geçiyordu. Sandalda Nihal’le Bihter’in ortasındaydı. Hemen bütün Nihal’le lakırdı ediyordu. Bugün en iyi günlerinden biriydi. Diyordu ki:

“Ben bugün mini mini Nihal’ime bir esvap icat edeyim ki bütün düğün halkının içinde Nihal’den başka kimse görünmesin. Lakin Nihal, bilir misin? Sen şık, hoş bir kız oluyorsun. Gözlerini bana kaldır, bakayım...”

Nihal gözlerini kaldırarak soruyordu:

“Beyefendi, Nihal’in gözlerinden memnun oldular mı? Biraz da güleyim mi? Dişlerimi görmek ister misiniz?..”

Nihal ince dudaklarını kısarak, dişlerini göstererek Behlül’e eğiliyordu. Behlül hüküm verdi:

“Değil mi? Nihal hoş, şık bir kız... Güzel değil, sen de bilirsin a, Nihal, haniya güzel dedikleri bir şey değilsin, fakat güzelden başka her şey: Zarif, nazik, nasıl tabir etmeli, ince, evet ince bir kız... Haniya Japonya’dan, ta o Şark’ın garip memleketinden gelmiş müphem üç dört çizgiden ibaret resimler var ki insandan ziyade bir çiçeğe, letafetine, hoşluğuna doyulamayan, dokunulursa kırılacak zannolunan bir çiçeğe benzer; işte Nihal, sende bir hal var ki bana onları ihtar ediyor. İnce bir şiir, sanki yalnız gözler için yapılmış yaseminden bir kız...”

Nihal, Behlül’e cevap vermeyerek Bihter’e soruyordu:

“Zannederim ki metholunuyorum. Buna nasıl mukabele etmeli, rica ederim?”

Sonra Behlül’e dönerek, gayet resmî, başıyla selam vererek:

“Aman efendim,” diyordu; “mini mini Nihal ne güzel bir kız, ne de ince bir çiçek, yanılıyorsunuz; Nihal elinde küçük bir yelpaze, saçlarında uzun iğnelerle bir Japonyalıdan başka bir şey değil...”

Birden Behlül’ün aklına bir fikir geldi:

“Nihal! Ne için sanki o düğüne bir Japonyalı kıyafetiyle gitmeyeceksin?..”

Nihal derhal bu fikre meftun oldu:

“A,” dedi; “bakınız bu tetkik edilecek bir fikir...”

Bihter itiraz ediyordu. Hiç böyle bir şey görülmemiş, yapılmamıştı. İstanbul’un içinde herkes buna gülecekti, Behlül fikrini müdafaa etti:

“Gülmek! Lakin o bizde kaidedir, biz her şeye gülerek başlarız. Fakat bu, bizi gizli gizli, ta içimizden, hatta ekseriyet üzere nefsimize karşı bile saklayarak yapanları kıskanmaktan, yapılan şeyleri beğenmekten menetmez. Güleriz, gülmekle yapamamak hüsranının intikamını alırız; sonra yavaş yavaş biz de yaparız, artık gülünüp eğlenmekten usanç hâsıl olduktan sonra yapmakta bir beis görmeyiz; fakat vakit geçmiş, o şey adileşmiş, bayağılaşmıştır.”

Behlül müddeasını ispat için misaller getiriyordu. Bihter yavaş yavaş muvafakat ediyor gibiydi. Düğün hususi bir müsamereden ibaret kalacaktı. Firdevs Hanım’ın teyzelerinden birinin kızı gelin oluyordu. Nihal’in böyle bir kıyafetle gitmesi pek yapılamayacak bir şey değildi.

Behlül, Nihal’e:

“Bana vaat et, bakayım,” diyordu; “beni o kıyafetinle yelpazeleyeceksin, değil mi Nihal?..”

Ondan sonra... Nihal’in ince kaşının ucunu göstererek:

“ Ondan sonra şuradan bir buse...”

 

***

 

Firdevs Hanım’ı uzun iskemlesinde uzanmış buldular. Bu kış iptidasından beri o bir türlü itiraf etmek istemediği sızılar onu artık iskemlesine mahkûm eder olmuştu. Bihter annesini öperek:

“Yine rahatsız mısınız anne?” dedi.

Firdevs Hanım:

“Hayır, o kadar değil,” dedi; sonra Nihal’in başını çekerek alnını öptü. Behlül kulağına eğilerek diyordu ki:

“Beni, beni öpmez misiniz?..”

Firdevs Hanım iki parmağıyla Behlül’ün dudaklarını koparmak isteyen bir işaretle:

“Koca bebek!..” diyordu.

Nihal’le Bihter yeni icat olunan fikri Peyker’e anlatıyorlardı, Firdevs Hanım, Behlül’e yanını göstererek:

“Oturunuz bakayım oraya!.” diyordu. Behlül bir yer iskemlesi çekerek ta yanına oturdu.

“Bana ne vakitten beri gelmiyorsunuz, bilir misiniz? Bu günle tam on sekiz gün oluyor. Görüyor musunuz? Artık bana günleri saydırıyorsunuz. Bu on sekiz günü nasıl geçirdiniz?..”

Behlül gülerek cevap verdi:

“Sizi gelip görmek arzusuyla...”

“İşte koca bir yalan!.. Kim bilir bu on sekiz gün içinde ne kadar naklolunacak, yok, hayır, saklanacak şeyleriniz vardır.”

Kendisini Behlül’den uzak buluyor, iskemlesinde daha ziyade doğrulmak istiyordu:

“Yastıkları biraz düzeltir misiniz, Behlül Bey?..”

Behlül ayağa kalkıyor; onu biraz omuzundan çekerek, arkasında yastıkları düzeltiyordu. Avucunun içinde bu kadının yumuşamış vücudunu, bir teslimiyet arzusuyla eriyor, hissediyordu. Kendi kendisine: “Ne kadar yazık ki tam on sene geç kalmış oluyorum!..” diyordu.

Yastıkları düzelttikten sonra Firdevs Hanım geniş bir nefesle ona baktı, sonra ağır bir süzgünlükle gözlerini kapayarak elini uzattı ve Behlül’ün elini tutarak, öyle, gözleri kapalı, sanki gözlerinin içinde hayaline tasarruf ederek, sıktı...

Behlül kendi kendisine:

“Ooo!..” diyordu. “Mesele ciddiyet kesbediyor. Nihayet aşk ilan olunacak. Annelerden sonra kızlar; evet, fakat bilmem ki sevda felsefesinde bu kaidenin makus bir sureti var mıdır?”

Behlül hiçbir zaman Firdevs Hanım’la şakalaşmaktan başka bir münasebet tarzı tesisini düşünmemişti. Firdevs Hanım’a bir kadın değil, bir hususi nevin tetkik olunacak numunesi nazarıyla bakardı. Bu dakikada elini bu kadının elinde sıkılıyor hissetmekten garip bir eza duydu. Nefsinde henüz öyle bir şey kalmıştı ki bu kadınla gülüşmekten başka bir şeyi andıracak münasebetlerden kaçınıyordu. Yavaşça, Firdevs Hanım’ın uzak bir rüya üzerinde uyumaya çalışan kapalı gözlerine bakarak, elini çekti.

Firdevs Hanım bir kelime söylemeden gözlerini açtı ve o derinlerden geliyor zannolunan nazarının bir sitem manasıyla baktı. Behlül şimdi ayağa kalkmıştı. Ötede kanepenin üstüne, geridona, yere serilen moda ceridelerinin karşısında istişare eden Peyker’le Bihter ve Nihal’den mürekkep zümreye sesleniyordu:

“Eminim ki bensiz karar veremiyorsunuz!.. Nihal için düşündüğünüz şeye Peyker Hanım ne diyor?..”

Cerideleri demet demet Firdevs Hanım’ın yanına taşıdılar, artık hep birleşmiştiler. Bihter kendisi için düşündüğü şeyi gösteriyordu. Bihter muhalefet gösterdikçe Behlül’ün fikrini kabulde ısrar eden Nihal, Bihter artık itiraz etmemeye başladıktan sonra Japonya kıyafetinden uzaklaşıyor gibiydi. Behlül, Peyker’e:

“Ya siz, ya siz?” diyordu; “Bilir misiniz? Ben sizin yerinizde olsam nasıl bir şey yapardım.”

O zaman giyinmek hakkında bir nazariye silsilesine başlayarak bunları Peyker’in güzellik tarzına tatbik ediyor: “Siz, asıl sert çiğ renklerden kaçmalısınız,” diyordu. “Sizin sarıya benzeyen gözleriniz, kumral zannolunan saçlarınız, hafif saz renginiz, bütün o müphem renkleriniz donuk, solgun şeyler ister. Sizin güzelliğinizi ben güneş çekildikten sonra renkleri silinmeye, tatlılaşmaya başlayan bir akşam güzelliğine teşbih ederim, buna öyle bir çerçeve lazımdır ki renklerin o muhteriz tecellisine kuvvetten ziyade zaaf versin. Daha solgun, daha müphem, nasıl tabir etmeli, daha akşam güzelliğiyle güzel olasınız...”

Behlül, Peyker’le ziyade iştigal ediyor ve onunla iştigal ettikçe hâlâ bu kadın için kalbinde sönmez bir arzunun vücudunu bulmaktan şaşıyordu. Peyker eliyle onu tevkif ederek:

“Kâfi! Kâfi!” diyordu. “Bütün bu kaidelerinizle bizi büsbütün şaşırtacaksınız...”

Bihter sükût ediyordu. Behlül, Firdevs Hanım’la, Peyker’le, hatta Nihal’le iştigal ederken kendisinde tahlil edilemez bir eda hissediyor; hepsini orada bırakıp yalnız başına bunların yanından kaçmak hevesi veren bir şey duyuyordu. Asabi ellerle cerideleri karıştırıyor, Behlül’e ters bir şey söylemek için fırsat bekliyordu. Annesine sordu:

“Siz anne, nihayet karar verebildiniz mi?”

Firdevs Hanım’ın zihninde bir fikir yuvarlanıyordu. Alla karıştırılmış düz siyah bir şey yapacaktı ki göğsü pek aşağıya inmeksizin omuzlarına kadar yayılarak açık olacak, kolları pazılarına kadar yalnız bir düğmeyle tutturulduktan sonra ince ince kıvrıklarla aşağıya kadar bir cepken tarzında dökülecekti.

Behlül:

“Evet, evet, anlıyorum,” diyordu; “bütün yaşlarının ilerlediğinden korkan kadınlara göstereceksiniz ki bir kadın seneleri yalan çıkararak genç kalabilir ve her zaman gösterilecek bir göğüsle kollara malik olabilir.”

Bihter avdet etmek için acele ediyordu. Bugün Behlül onun üzerinde iğrenç bir adam tesirini husule getiriyordu ve bu adam tarafından temellük edilmiş olmak onu kendisinden de tenfir ediyordu. Birden burada karar verdi:

“Bir şey icat edecekti, kocasına söylenecek öyle bir şey bulacaktı ki bu adamdan onu kurtarsın.”

Avdet ederken sandalda bir kelime bile teati etmediler; fakat Bihter’de Behlül’e bir şey söylemek, onu tahkir etmek, bir kelimeyle aralarına artık unutulamayacak bir adavet koymak ihtiyacı vardı. Sebebini pek iyi bilmiyordu, fakat bu adamı tokatlamak istiyordu.

Yalıda Nihal önden koşa koşa çıkıyordu, onlar merdiveni yan yana çıktılar. Behlül’de ufak bir helecan vardı, Bihter’de galeyan eden hiddeti uzaktan hissediyordu ama bunu kendi istemiş, kendi hazırlamıştı; onu bir haftadır devam eden kayıtsızlıktan çıkarmak için her şeyi yapacaktı; fakat şimdi onun yanında bir kelime söyleyemiyordu. Ayrılacakları sırada, sofada durdular ve birbirine baktılar.

Behlül dedi ki:

“Size bir şey söylemekliğime müsaade etmez misiniz?”

Bihter:

“Söyleyiniz!” dedi.

Behlül eliyle odasını göstererek:

“Orada!” diyordu. “Burada nasıl olur? Düşününüz bir kere, bizi işitebilirler...” Bihter’e daha ziyade sokulmuş, fısıldayarak söylüyordu. Bihter başını sallayarak “Sizin odanıza mı? Asla!..” diyordu.

Sesinde bir istihzayla Behlül sordu:

“Niçin? Benden korkuyor musunuz?”

Bihter cevap vermeyerek dönmüştü, gitmeye hazırlanıyordu. Behlül elinden tuttu, eğilerek kulağına diyordu ki:

“Lakin neden?.. Beni dinlemeden gidemezsiniz. İşitiyor musun Bihter? Gidemezsin...”

Ve yavaş yavaş onu odasına çekiyordu. Bihter elini kurtarmaya çalışıyordu. Fakat artık odadaydılar. İkisini de bir helecan lakırdı söylemekten menediyordu. Tekrar uzun bir nazarla, düşmanca bakıştılar; birden Bihter hemen oraya, bir iskemleye düştü ve hırsından iki eliyle yüzünü kapayarak, ağladı.

Behlül şimdi dizlerinin dibine oturmuş onun serbest serbest ağlamasına müsaade ediyordu, bu buhran çok sürmedi. Bihter artık yalvarıcı bir sesle diyordu ki:

“Rica ederim, beni bırakınız; bırakınız... Nedir bilmiyorum, fakat bu beni öldürecek. Sizin ne iyi bir dostunuzdum, şimdi size düşman oluyorum, sizden nefret ediyorum, sizinle beraber kendimden nefret ediyorum. Yine sizinle eskisi gibi sadece bir dost olurduk; birbirimizi lekesiz, azapsız bir muhabbetle severdik.”

Behlül kendisini sevdirmek isteyen bir çocuk sokulganlığıyla onun dizlerine dayanıyor, başını koluna koyuyordu:

“Lakin,” dedi, “sizi böyle sevememek kadar azap olur mu? Bilseniz bir haftadan beri ne kadar mustarip oldum. Bir daha seninle böyle yapyalnız kalamayacağım, bir daha sizi böyle dizlerinizin dibinde dinleyemeyeceğim zannediyordum. Nasıl mümkün olur, Bihter? Sizi sevmemeye mahkûm olduktan sonra ben nasıl yaşarım? Fakat sizi böyle sevmek, ayaklarınızın altında bahtiyarlıktan ölerek, ölmekten bahtiyar olarak sevmek... Ah! Sizi sevemediğim, size bunları söyleyemediğim dakikalar, işte onlar birer azaptı, birer işkenceydi. Siz de beni seviyordunuz, uzaktan uzağa bunu hissediyordum, şu halde bahtiyar olmak için ne mâni vardı? Bugün bahtiyar olduktan sonra sevişmemeye, bu saadeti kendi ellerimizle öldürmeye sebebiyet verecek ne olabilir?”

Bihter şimdi daha ziyade söyletmemek, bu muhakeme zemini üzerinde onu daha ziyade dinlememek için elinin tersiyle Behlül’ün ağzını kapıyordu. Behlül bu eli öpüyordu. Burada, bu kadının yanında, onun şu gaşyeden havasında Behlül kendisini değişmiş buluyordu. Artık söylediklerini hissediyordu, artık bir oyun icra eden sahte sıfatından çıkıyor, söylediklerinin gerçekliğine nefsini teslim ediyordu. Yavaşça Bihter’in yanına oturmuştu, onu yavaşça kendisine çekerek hafif bir sevda zemzemesi kabilinden ancak mahsus bir sesle:

“Oh! Bilseniz, sizi sevmekle neler kazanıyorum; hayatımı, kendimi, varlığımı, işte siz bana bunları kazandırıyorsunuz. Sizi sevmeden evvel hissiz, ruhsuz bir şeydim; bütün o koştuklarım, o uğraştıklarım yapılmak için yapılmış şeyler, boş geçirilmek istenilmeyen bir gençliği doldurmuş olmak için icat olunan yalanlardı. Anlıyor musunuz? Bütün o hayat baştan başa bir yalandı. O yalanların içinde ruhumun bozulduğunu, artık onda saf ve ulvi bir muhabbetle titremek istidadının mahvolduğunu hissediyordum. Siz bunların hepsini değiştirdiniz, o ölmüş zannolunan ruhun bütün saf ve pakize emellerini uyandırmış oldunuz. Artık sevmeye iktidarı yok kıyas edilen kalbin o vakte kadar hiç sevmediğini bundan sonra, yalnız bundan sonra ve yalnız sizi seveceğini siz gösterdiniz.

Bilsen Bihter seni nasıl seviyorum? Seni ölünceye kadar, öldükten sonra bile, nasıl seveceğimi bilsen... Sen de beni seviyorsun, değil mi, Bihter? Benim olacaksın, yalnız benim, değil mi?”

Dudaklarıyla genç kadının dudaklarını araştırıyor, beklenen cevabı oradan dudaklarıyla toplamak istiyordu. Uzun ve bu defa ruhlarının bütün ateşleriyle ciğerlerini söken bir buse içinde dudakları birleşti. Birden Bihter silkindi:

“Lakin bu çılgınlık!” dedi. “Bir saatten beri buradayım...”

Ayağa kalkmıştı, gitmek istiyordu. Behlül de şimdi ayaktaydı, onu ellerinden tutarak salıvermemek istiyordu. Birbirine bakıyorlardı. Tekrar öpüştüler ve genç kadın ellerini kurtararak kaçtı.

Bu ikinci mülakattan sonra Bihter’in bütün azapları sükût etmiş oldu. Artık kendi kendisine itiraf ediyordu ki Behlül’ü seviyor. Yavaş yavaş son endişeler sevdasının ufkundan siliniyor, orada gittikçe incila kesbeden bir münevver sabah inkişaf ediyordu. Bu aşk günahının bütün memnu lezzetleri onun garam atşını öyle mest ederek teskin ediyordu ki artık bu sevdanın haricinde kalan hayatı siliniyordu. Bu muaşakaya bütün hüviyetiyle nefsini teslim ediyor ve şimdi bundan ne bir azap, ne küçük bir endişe hissediyordu. Kendisini bahtiyar, tamamıyla bahtiyar buluyordu; yalnız, dakikadan dakikaya, kalbinde birdenbire inkişaf ediveren bir korku, ancak bir saniye uyanıp sönen bir his, onu bahtiyarlığının içinde titretirdi.

Bu muaşaka onlar için asıl tehlikeleriyle, zorluklarıyla cazibeli oluyordu. Herkesin gözü önünde herkesten saklanan, yalnız, ikisine ait gizli bir hayat vardı ki bütün gizlilikleriyle onları daha ziyade birbirine yakınlaştırıyor, münasebetlerine bir fazla samimiyet veriyordu.

Dakikalardan ibaret fırsatlar oluyordu ki onlara birbirinin elini sıkmak, küçük bir buse teati etmek, iki kelimeyle bir mülakat vaadi almak için ancak müsaade ediyordu. Mülakatları pek nadirdi, yalnız kalmak için fırsat bulamayan nişanlılara mahsus daimi bir iştiyak içindeydiler.

İkisinde de her vakit tatmin olunacak hevesler kalıyor, aşklarının bu nadir ve kısa zamanlarında teskin edilememiş emellerle birbirine mütehassir bulunuyorlardı. Bütün etraftan korkuyorlardı, münasebetlerinden evvel pek tabii görülecek şeyler şimdi fark ediliverecek olursa bütün esrarı meydana çıkarmak için kâfi birer sebep hükmünü alıyordu. Bir gün karşı karşıya, yalnız gözleriyle birbirine gülümserken birden Adnan Bey’in gözlerini onlara bakıyor görmüşler ve ikisi birden sapsarı olmuşlardı. Böyle bakışırken fark edilmiş olmak Bihter için o kadar ehemmiyet kesbetti ki o gün saatlerce kocasının birden üzerine yürüyerek ve ellerini kavrayarak “Bana hıyanet ediyorsun, bunu senin gözlerinde gördüm!” demesinden titredi. Bütün ev halkını, vâkıf da sükût ediyorlar kıyas ettiren bir şüpheden kendisini kurtaramıyor; onların yanında adeta yavaş söylemeye, Nesrin’le Şayeste’nin mümkün mertebe uzaklarında kalmaya lüzum görüyordu. O vakte kadar bu hizmetçilerde vücudu nazar-ı dikkatinden kaçamayan isyanı ezmek için bir fırsat kaçırmazken şimdi halinde onlarla artık uğraşmaktan feragate benzeyen bir şey vardı.

Bihter, Nihal’le birbirinden uzak gibiydiler. Şakire Hanım’ın ayrılışından sonra aralarına artık saklanmak mümkün olamayan bir kin girmişti. Nihal ondan hep kaçıyordu. Şimdi o babasından da kaçıyordu, evin içinde hemen herkese karşı süzgün çehresinde dargınlıklar hissediliyordu.

Ara sıra Bihter’de Nihal’e sokulmak, bu çocukla tekrar muhabbet tesis etmek için çare bulmak ihtiyacı uyanırdı. Onu beraber almak için sokağa çıkmaya lüzumlar icat ederdi. Nihal onunla beraber bulundukça başkalaşır, fakat eve avdet edince yine ondan kaçan, mürebbiyesiyle köşelere çekilen bir çocuk olurdu. 

Şimdi Bihter, bir evin içinde bulunmakla beraber bu çocuktan böyle ayrı kalışına memnun oluyordu. Ondan korkuyor denebilirdi, hissediyordu ki Nihal kendisinden kaçmasa o ondan kaçmaya mecbur olacaktı.

Bir gün bunu Behlül’e itiraf etmişti:

“Bilsen,” demişti; “en ziyade Nihal’den korkuyorum.”

Behlül bunun manasını anlayamayarak sormuştu:

“Nihal’den mi? Sebep? Kıskanıyor musun, civanım?”

Nihal’i, bu çocuğu kıskanmak mümkün müydü? Ne için kıskanacaktı?.. Behlül’e yalnız:

“O! Ne garip bir sual!” demişti; beynlerinde buna dair başka izahat teati edilmedi.

Bir gün Behlül ondan büyük bir şey istedi, ilk önce söylemeye cesaret edemiyordu. Bu ricası o kadar icrası mümkün değil gibi görünecekti ki Bihter onu dinlemeden reddedecekti. Söylemeden evvel ondan muvafakat vaadini almaya çalışıyor, ne olduğunu haber vermeden onun icrasındaki kolaylıktan bahsediyordu. Bihter anlamadan evvel vaat etmek istemiyordu. Nihayet o söyleyince hayretinden bir küçük sayhayı zapt edemedi:

“Benim odamda?.. Bütün bir gece! Siz çıldırmışsınız...”

Daha ziyade dinlemek istemiyordu. Kabil değil, buna muvafakat edemeyecekti. Bütün melhuz olan tehlikeler mümkün olmasa bile kocasına ait olan bu mahremiyet köşesini telvis etmeyecekti. O zaman artık kendisine o kadar alçak bir kadın nazarıyla bakacaktı ki yaşamaya kuvvet bulamayacaktı. Elleriyle bu fikri itmek isteyerek:

“Mümkün değil!” diyordu.

Sonra birden aklına başka bir fikir geldi. Bir geceyi tamamıyla Behlül’le geçirmek sevda saadetini ikmal edecek, bütün nakıs kalan emellerin mükâfatını verecek bir şey hükmündeydi. Bu öyle bir şeydi ki onu tamamıyla âşığının edecekti. Behlül’e:

“Hayır, öyle değil,” dedi; “fakat bir gece sizin odanızda...”

Bu fikir ikisini de helecan içinde bıraktı. Bir geceyi beraber geçirmekle birbirinin üzerinde temellükleri teeyyüt etmiş olacak, artık aralarında hiçbir yabancılık kalmayacaktı; asıl o gece birbirinin olacaklardı.

Fakat nasıl?

Bihter: “Bana bırakınız,” diyordu; “bir gece, yalnız bir gece değil mi?”

Behlül’ün yazı odasından bir kapıyla geçilir küçük bir yatak odası vardı ki Bihter burasını yalnız eşiğinden bakmış olmakla tanırdı, bu oda onun için Behlül’ün bir esrar mahfazasıydı. Evet, burada bir gece geçirecek ve bu suretle Behlül’ün bütün ruhuna tasarruf etmiş olacaktı.

Bu fikir, onlarda doğduktan sonra, münasebetlerinde bir helecan devresi başladı. Bihter buna cesaret etmekle her şeyi tehlikeye koymuş oluyordu. Odasında gaybubeti hissolunabilir, yahut gecenin vakitsiz bir hengâmında bir tesadüfle her şey meydana çıkmış olurdu. Bihter bu tehlikeleri düşünüyor ve bu tehlikelerin verdiği korkularla o tasavvur başka bir kıymet kesbediyordu. Aşkta asabını uyutacak bir sükûn değil, böyle korkular, heyecanlar, titreyişler istiyordu. Buna bir de fedakârlık lezzeti inzimam ediyordu. Böyle tehlikelere atılmakla: “Görüyor musun? İşte bunlar bütün senin için!” demiş olacaktı.

Bir gece, herkes uyuduktan sonra, o, yatağından süzülerek inecek, çıplak ayaklarına terliklerini takacak, omuzlarına bir şey atacak, nefes almaktan korkarak kapısını açacak... Ah! O heyecan dakikası!.. Kalbinin çarpıntısını işittikçe ayak sesleri tevehhüm edecek, bir demirden el bileklerini sıkıyor, bir boğuk ses kulaklarına “Nereye gidiyorsun?” diyor zannedecek. O zaman hepsini itiraf edecek, “Oraya! Ötekinin odasına!” diyecek; kalbinin taze emellerine bir tesliyet katresi serpilemeyen bu zifaf haclesinden kaçarak ötekinin, o günahının ihtiras yuvasına koştuğunu söyleyecek, bunu söyledikten sonra orada, bilinemez nasıl bir intikam darbesiyle yıkılacak, önünde korkunç bir ati girdabı bırakarak bütün hayatı mahvolacak; fakat o yine bahtiyar, böyle her şeyi kaybetmekten, hatta ölmekten bahtiyar, yine aşkına koşacak...

Kaç kereler böyle yatağından, karanlıklarda bir cinayet fikrinin hummasıyla hareket edenlere mahsus ateşlerle kavrularak inmiş, odasının kapısına kadar gitmişti; fakat orada tevakkuf ediyor, gözleri karanlıkta bir noktaya dikilerek uzun bir intizar içinde hareket edemeden, kalıyordu, böyle ne beklerdi? Zulmetlerin bir ilham lütfuna muntazır gibi dururdu.

Hissederdi ki o dakikada, onun gibi nefes almaya cesaret edemeyerek, birisi kendisini bekliyor, helecanından bayılarak her dakika odasının kapısında bir hareket tevehhüm ediyordu. Onun da böyle intizarını düşündükçe garip bir itminan duyar ve artık daha ziyade cesaret etmekten vazgeçerdi.

Behlül gözleriyle “Yine gelmediniz!” derdi. O, bir dakika, fırsat bekleyerek Bihter’e bakar, yalnız kalmak için, yalnız bir kelime söyleyecek kadar onu yalnız görebilmek için gözleriyle rica ederdi. Bihter bir gecesini ona vermeden evvel onun hiçbir şey söyleyebilmesine imkân bırakmıyordu.

Behlül şimdi her gece evdeydi. Haftasının hemen yarısını hariçte geçirmek itiyadında iken işte bir aydan beri bir gece bile gaybubet etmiyordu. Adnan Bey ikide birde onunla latife ediyor: “Behlül tarik-i dünya oldu!” diyor, sonra buna birtakım sebepler icat ederek Behlül’ü böyle inzivaya mecbur eden bir meyus aşkın vücuduna zahip oluyordu. “Behlül bütün muvaffakıyetlerini nakleder, mümkün olsa da mahrumiyetlerini de naklettirebilsek!” diyordu.

Bihter bu latifeler esnasında gözlerini çevirir, ikisine de bakamazdı; mümkün olsaydı da herkese bağırsaydı: “Lakin anlamıyor musunuz? Behlül benim için, yalnız benim için her şeyi terk etti.”

Evet, yalnız onun için her şeyi terk etmişti de o bir gece bulup ona veremiyor, “İşte ben de bütün hayatımı senin için tehlikeye atıyorum!..” diyemiyordu.

Nihayet bu geceyi bulabildi.

Düğüne artık karar verilmişti. Düğün yalnız aileye mensup olanlarla pek sıkı dostlara mahsus olarak bir müsamereyle başlayacaktı. Firdevs Hanım kızlarıyla, Nihal’le bu müsamereye davet edilmiştiler; çarşamba günü gidecekler, perşembe günü akşam üzeri avdet edeceklerdi.

Çarşamba günü yalıda azim telaş vardı. Henüz sabahleyin Firdevs Hanım’la Peyker, elbise kutularıyla gelmişlerdi. Burada hazırlanılacak ve mahsus tutulan bir istimbotla düğün evine gidilecekti. Beraber götürülecek şeyler o kadar çoktu ki başka bir çare bulunamamıştı: Gecelik esvaplarından, tuvalet takımlarından, perşembe günü giyilecek elbise kutularından mürekkep bir alay eşya vardı. Herkes bu gürültüde şaşırıyor, Firdevs Hanım kendisine bir muavin bulamayarak bağırıyor, Nesrin’le Şayeste bu müstesna günde herkesten ziyade kendileriyle iştigali daha muvafık bularak odalarından çıkmıyorlar, Bihter dolabının bulunamayan anahtarı için kıyametleri koparıyor, Peyker korsesinin şeridini çekerken koparan kocasıyla kavga ederken Firdevs Hanım’a yardım etmek için Katina’nın yalnız bıraktığı Feridun ağlıyordu. Karısına muavenet etmek için odasından çıkmayan Adnan Bey’e Bihter:

“Beni yalnız bırakırsanız daha rahat giyineceğim,” diyor; sonra kocasının eline pudra tüyünü tutuşturarak omuzlarını gösteriyordu:

“Mademki gitmek istemiyorsunuz, bari iş görünüz.”

Uzaktan Firdevs Hanım’ın sesi işitiliyordu:

“Bihter! Bana maşalarını göndersene!...”

Nihal’in potinlerini iliklerken düğmesini koparan Beşir, iğne iplik istemek için Şayeste ile Nesrin’in kapandıkları odaya vuruyor, aşağıdan nihayet iğne ile iplik bulan Mlle de Courton Türkçesine mahsus telaffuzla bağırıyordu:

“Beşiğ! Beşiğ!.. Buğaya gel. Buğda vağ!..”

Behlül oda kapılarına uğrayarak soruyordu:

“Muavine ihtiyacınız yok mu? Evin içinde boş adam var...”

Bihter hepsinden evvel hazırlanmıştı, yalnız belinin kurdelesini iğnelemekte Adnan Bey umulmaz bir beceriksizlik gösteriyordu. Behlül’e bağırdı:

“Behlül! Buraya gel. Burada iş var...”

Bihter gülerek sıkılıyor, bunu Behlül’e havale edilemeyecek kadar mahrem bir iş buluyordu. Behlül diz çökmüş, amcasının elinden iğneyi alıyor:

“Nihayet!..” diyordu; “Sabahtan beri boş yere hizmet teklif etmekten usandım.”

Behlül bitirerek ayağa kalktı, Adnan Bey galiba uzaktan kahkahası işitilen Nihal’e bakmak üzere aralık kapıdan geçmişti, Bihter’le Behlül yalnızdılar, birbirine baktılar.

Behlül sokuldu ve yavaş bir sesle:

“Ne güzelsiniz!” dedi; “Sizi böyle güzel gördükçe ağlamak istiyorum.”

Bihter bütün şebabının şaşaa ve ziynetiyle, gerdanını, kollarını açık bırakarak iki taraftan sinesini sardıktan sonra dökülen ve uzun eteğiyle billurdan bir bahar heykelinin dalgalanan devamını teşkil eden ipeklerin beyazlıkları içinde ince ve uzun kametiyle güzelliğin bir zafer timsali gibiydi.

Behlül’e bakarak müphem bir tebessümle gülüyordu. Birden o güne kadar söylenmemiş bir şeyi ona söylemek, bu haliyle kendisini bir kelime içinde ona vermek için bir ihtiyaç duydu:

“Ne için?” dedi, “Mademki seni seviyorum.”

Behlül ellerini tutmak ve öpmek istiyordu, Bihter etrafına bakarak ve Behlül’ü iterek mırıldandı:

“Bırakınız, çıldırdınız mı? Yarın gece...”

Yarın gece!.. Bunu düşünmeden söylemişti. Nasıl? Yarın gece mümkün olabilecek miydi? Bilmiyordu. Fakat Behlül’ün ona bakışında öyle derin bir meftuniyet, demin dudaklarından çıkan birkaç kelimede öyle samimi bir istirham vardı ki mümkün olsun olmasın artık yarın gece ona gidecekti.

Behlül bir şey söylemeye vakit bulamadı. Adnan Bey:

“Size şık birini getiriyorum!..” diyen sesiyle oradaydı.

Nihal’i getiriyordu. Nihal, nihayet herkesin gülünç bulduğu Japonyalı kıyafetinden vazgeçmişti. Ona simasının bütün rakik zarafetini teyit edecek bir şey bulmuşlardı. Solgun bir sarı ile beyazdan hasır şeklinde dokunmuş bir şeydi. Corsage gövdesinin yarısından başlıyordu. Boğazından oraya kadar beyaz boncuklarla işlenmiş bir göğüslük takılmış, yenler ince kollarını yarı üryan bırakan ince gazlardan yapılmıştı.

Yalnız o kadar; ne saçlarında bir çiçek, ne üzerinde bir mücevher parçası; sade, zarif bir elbise; fakat Nihal bu elbisesinin içinde öyle ince, öyle havai bir güzellikle güzeldi ki Bihter bir hayret nidasını zapt edemedi:

“Oh! Benim mini mini Nihal’im!..”

Koştu, Nihal’in iki ellerinden çekerek onu öptü, ellerinden bırakmayarak çekiliyor, ona bakıyordu; sonra Adnan Bey’e bakarak:

“Ne güzel kızımız var!” diyordu.

Behlül diyordu ki:

“Bilir misin, Nihal? Ne giysen sende yine bir Japonyalı kız görüyorum. Bilmem bu fikir bana nereden geldi? Fakat öyle zannediyorum ki sen güzel, insanın parmakları arasında kırılacak kadar zarif, ince bir Japonyalıdan başka bir şey değilsin...”

Sonra kulağına eğilerek soruyordu:

“Haniya Nihal, sen bana şuradan, kaşının ucundan, o Japon yelpazelerinin üzerindeki çizgilere benzeyen kaşından öptürecektin...”

Nihal gülerek, eliyle kaşını saklayarak çekiliyor: “Beni hâlâ çocuk zannediyorsunuz,” diyor, sonra babasına bakarak soruyordu: “Değil mi, baba, artık Behlül beni öpemez, değil mi?..”

Bihter ötede aynasının önünde mücevher takımlarını çıkarıyordu. Ona Adnan Bey tarafından izdivacı müteakip nefis bir zümrüt takım hediye edilmişti ki şimdiye kadar takılmak için bir fırsat bulanamamıştı. Nihal bunu görmemiş, yalnız kızlardan işitmişti. Ne kadar demişlerdi? Hizmetçilerin ağzında ifrat kesbeden bir fiyat mukabilinde alınmıştı. Nihal’in yalnız kulaklarında etrafı mini mini incilerle ortasında tek birer küçük taştan ibaret bir küpesi vardı. Kaç kere onları görmek için Bihter’den rica etmeye niyet etmişti. Her defasında da kıskanıyor görünmek korkusu mâni olurdu.

Şüphesiz kıskanıyordu; yalnız bunları değil, en küçük şeyleri kıskanıyordu ve bu, biçare ruhunu daimi işkenceler içinde ezerdi. Nihal bu hissini pek iyi anlamıştı. O şeylerin kendilerini değil, onların delalet ettiği manayı, evet, babasının kendisini unutarak hep bu kadını düşünmesini kıskanıyordu.

Bugün hayatında birinci defa olarak bir düğüne gitmek sevinciyle bahtiyar iken orada, Bihter’in bir kanepe üstüne henüz kapağını açmaksızın bıraktığı al kadife kutunun müşahedesiyle kalbinde bir şey buruldu.

Şimdi kutuyu Adnan Bey açıyor, hem tarak hem iğne olarak kullanılabilen bir parçayı göstererek Bihter’e soruyordu:

“Saçlarına mı takacaksın, gülüm?..”

Nihal kaçtı. Sofada Peyker hazırlanmış, içeride Katina’yı salıvermemek isteyen annesine sesleniyordu. Şayeste, Nesrin nihayet inmişlerdi. Beşir siyah setresini giymiş, al kravatını takmıştı. Nihal kravatın bağlanışına itiraz ediyor, parmaklarının bir iki darbesiyle tashih ediyor:

“Aman Peyker Hanım! Bakınız benim Beşir’ime, ne güzel, değil mi, hepimizden güzel, değil mi rica ederim?” diyordu.

Nihayet hep hazır oldular, hep sofada Firdevs Hanım’a muntazırdılar; Nihal muhteriz bir nazarla Bihter’e bakmış, tarağı, küpeleri, parmağındaki yüzüğü görmüştü. Nesrin’le Şayeste perşembe gününe mahsus esvap kutularını, gecelik çantalarını istimbota konmak üzere indiriyorlar, Mlle de Courton, Nihal’e çarşafını giydiriyordu. Uzun eteğiyle çarşaflanamayan Bihter’le Peyker mantolarını giyeceklerdi. Hâlâ odasından çıkmayan Firdevs Hanım’a, sabırsızlanarak, hep bağırıyorlar, Feridun’u susturmak vazifesiyle memur edilen Nihat Bey:

“Bari Katina’yı salıverin, çocuk üzüldü,” şikâyetiyle odanın kapısına vuruyordu.

Birden Behlül bağırdı:

“Dikkat! Kapı açılıyor..”

Nihayet kapı açılmıştı, Katina yol vererek duruyordu. Hepsi mütebessim bekliyorlardı. Bir feşafeş mukaddemesi Firdevs Hanım’ın ilerlediğini haber verdi. Onu eşikte görünce hep birden bir hayret nidasını zapt edemediler. Bir müddetten beri artık daha ziyade ihtiyarlayan, daha ziyade çöken bu kadın bugün, sanki tamamıyla sönmeden evvel letafetinin son bir şaşaa halesi içinde görünmek isteyerek büsbütün değişmiş, on sene evvele avdet etmişti. Onu az kaldı tanıyamayacaklardı. Küçük Feridun haber verdi: “Anne!”

Firdevs Hanım’ın sıfatı, o büyük anneliğin müthiş sıfatı bile çocuğun ağzından düzgünlenerek, boyalanarak, gençleşerek çıkıyordu. O, şimdi etrafında uyanan bu hayreti fark etmemişçesine, daha düne kadar onu uzun iskemlesinde esir eden sızıları, sanki onları da sanatının sihriyle örterek, elli yaşının içinde genç ve güzel kalmış olmak zaferiyle ilerliyordu. Üzerinde o tasavvur olunan elbise vardı: Siyah bir eteklik, alla siyahın tezatı imtizacı içinde göğsünün ve kollarının beyazlıklarına bir fazla taravet veren corsage ve sinesinin ta ayrılık noktasında iri bir kırmızı gül...

Firdevs Hanım etrafa:

“Sizi beklettim!” dedi ve gözlerinin derinliklerinden kopup gelen bir süzgün ve sitemli nazarla Behlül’e bakarak: “Görüyorsunuz a, hâlâ genç ve hâlâ güzelim!..” demek istedi.

Bihter şimdi telaşla bağırıyor, herkese söylenecek bir söz, sorulacak bir şey buluyordu:

“Nesrin! Annemin çarşafını... Peyker! Feridun, Nihal’in odasında yatacak değil mi? Matmazel, rica ederim, gece çocuğu ara sıra yoklayınız...”

Sonra birden unutulmuş bir şey tahattur etti:

“A, çanta, çanta nerede, benim küçük el çantası?..”

Etrafa cevap bekleyerek bakıyordu. Herkes meşguldü. Çarşaflar giyiliyor, peçeler iliştirilmek için Nihal’le Firdevs Hanım aynayı paylaşamıyorlar, yeldirme giyen Peyker ince tül örtünün saçlarını bozmasından korkuyor, Nesrin’le Şayeste bellerinden sarkan çarşaflarını başlarına iliştirmek için hanımlardan uzak bir köşeye sokuluyorlardı. O zaman Bihter, Behlül’e baktı:

“Rica ederim,” dedi, “odama bakar mısınız? Zannederim ki orada kaldı...”

Behlül koşarak gidiyordu, o dehlizde kaybolunca Bihter başka bir şey daha tahattur etti, kendi kendisine soruyordu:

“Ya eldivenler? Onları çantaya koymuş muydum?”

Şimdi herkes merdivenlerden iniyor, Nihal Mlle de Courton’la öpüşerek veda ediyor, Adnan Bey, Nihat Bey’le rıhtımdan istimbota binişlerini görmek için pencereden sarkıyorlardı. Bihter eldivenleri için koştu. Behlül odada, etrafa dağılan, kanepelerin, sandalyelerin üzerine serilen elbiseler, çamaşırlar arasında çantayı arıyordu.

Bihter: “Bulamadınız mı?” dedi. Sonra birden çantayı yere, halının üstüne düşmüş gördü: “İşte burada...”

Behlül çantayı aldı, fakat vermeyerek Bihter’e bakıyordu: “Yarın gece!” dedi.

“Evet, yarın gece!.. Çantayı veriniz, rica ederim, herkes indi, yalnız kalışımıza bir mana verirler...”

Behlül çantayı verirken birden bu yalnız kalmış olmak sözüyle tutuşan bir heves onu Bihter’in ellerinden tutmaya sevk etti. Dudakları birbirine kilitlendi; uzun bir buseyle, birbirini hırpalayarak öpüştüler, ikisinin de başları dönüyordu; ihtimal şu sırada, her türlü tehlike içinde, birbirinin kollarına düşeceklerdi. Birden bir gıcırtı, bir kapı gıcırtısı işittiler; titreyerek birbirini ittiler. Bihter dehlize atıldı; Behlül, kendini toplayarak takip ediyordu. Bihter, önünden geçerken, Mlle de Courton’un kapısı sallanıyor göründü. Şüphesiz hiçbir şey değildi, ihtiyar mürebbiye odasına girmiş olacaktı...

 

***

 

Nihayet o kadar heyecanlar içinde beklenen bu gece gelmişti. Evin içinde herkes uyuyordu, Bihter kocasıyla kısa bir buse teatisinden sonra aralık kapısını kapayalı belki saatler olmuştu.

Düğün evinde hemen uykusuz, çılgınca bir eğlence içinde geçirilen bir geceden, perşembe gününün izdihamından, gürültüsünden sonra sersemleşmiş bir haldeydi. Odasında çini sobaya ayaklarını uzatarak ısınıyordu. Birden kalbinde bir şey oraya gitmek için en emin dakikanın geldiğini haber verdi. Gecelik haliyle, omuzlarına yalnız bir atkı alarak, kapısına gitti; bu gece kapısının topuzunu çevirirken ne vücudunda bir korku raşesi, ne kalbinde bir helecan vardı; sanki gayet tabii bir şey yapıyordu. Odasının anahtarını beraber almıştı, kapıyı dışardan kilitledi; işitilmediğinden emindi. Dehlizi geçtikten sonra artık hiçbir korkuya mahal yoktu; sofada, merdivenlerde, aşağı katta ne görülmek, ne işitilmek mümkündü. Dehlizde bir tesadüf ihtimaline karşı bir cevap hazırlamıştı. Uykusunun kaçtığından, kocasının kütüphanesinden bir kitap almak için indiğinden bahsedecekti. Merdivenlerden, sofadan geçerken kendisini düşünmekten menediyordu. Düşünürse, tereddüt ederse ihtimal geri dönecekti ve geri dönmek istemiyordu, mutlak oraya gidecekti. Bir sairfilmenam ihtiyarsızlığıyla oraya sürükleniyordu. Behlül’ün kıynaşık kapısını itti. O kendisine muntazırdı. Bir kelime söylemeden, onu dinlemeden elinden tuttu; buradan, bu kapıdan uzaklaşmak, o gidilecek yere, o esrarla dolu sevda odasına bir an evvel giderek, artık geri dönmek ihtimalini mahvetmek için kendisi onu sürükledi.

Ve nihayet Behlül’ün menekşe sularıyla tatir ettiği bu odanın havasında, kendisini gece vakti evin yalnızlıklarında ihtiyarsız dolaştıran bir müthiş uykudan uyanırcasına, silkindi ve birden kırmızı kalpaklı lambanın pembe ziyasıyla etrafı, Behlül’ün serseri hevesleriyle bu yatak odasına yığılan bin türlü ufak tefeği, hususiyle orada, köşede perdeleri çekilerek sanki saklanan yatağı görünce bunları, şu ayıbı canlandıran bütün bu ziyayı görmemek isteyerek iki elleriyle yüzünü kapadı.

Behlül onu çekiyor:

“Çocuk!” diyor, sonra ona teşekkür etmek için kelimeler buluyor:

“Beni seviyorsun, Bihter! Oh! Bundan eminim, bu gece gelmiş olmak için her halde beni seviyorsun…” diyordu.

Sonra Bihter vicdanının azabından, hıyanetinin bu züllünden bahsetmek istedi; bunlardan bahsederse bir cinayet itirafından duyulan hiffeti bulacağına zahipti.

Fakat sadasında bir şey fark ediyordu ki bu kendi kulaklarında bile yanlış bir nağmenin tesirini uyandırıyordu. Yoksa bu söyledikleri hep yalan mıydı? Hiçbir vicdan azabı duymuyor, bu hıyanetin züllünü ruhunun samimiyetiyle hissetmiyor muydu?

Behlül:

“Niçin böyle fikirler icat ediyorsunuz?” diyordu; “Bu gecenin saadetini hissetmiyor musunuz? Bırakınız, bu saadet, lekesiz, endişesiz kalsın.”

Bihter onu haklı buluyordu, sustu; sonra birden başını Behlül’ün omuzuna koydu:

“Evet, mademki seni seviyorum!” dedi.

Bu uzun geceyi beraber nasıl geçireceklerdi? İkisinin arasında hâlâ soğuk bir hava, bir yabancılık, münasebetlerinin soğuk bir nefesi vardı ki onları tamamıyla sevişmekten menediyor gibiydi. Bihter odanın bütün eşyasını görmek istiyor, uzun uzun tevakkuflarla en olmayacak şeylerin karşısında kalarak odayı dolaşıyordu. Duvarda kadın resimlerine bakarken güldü: “Bütün elbise merakıyla alınmış şeyler…” diyordu.

Birden aklına bir fikir geldi. Behlül ona bütün muaşakalarını anlatsa, birer birer, bütün tafsilatıyla onları nakletse nasıl olurdu? Sevinerek, bir çocuk haliyle, bu fikre ellerini çırpıyordu. Behlül nazlanıyordu. Onun hayatında hiç muaşaka yoktu. En büyük günahı bir serçenin yüreğini bile dolduramazdı. Kendisi dünyada bütün erkeklerin en safı olmakla beraber en fena tanınmışıydı.

Behlül söylerken gülüyordu. Bihter ısrar ediyordu, hayır, mutlak bu gece onun bütün hayatına, mazisine vâkıf olmalıydı. O zaman Behlül hikâyeler icat etti, gülünç muaşakalar anlattı; bu günahlar o kadar tuhaf şeylerdi ki Bihter hep affediyordu.

“Lakin hiç, hiç kimseyi sevmediniz mi?” diyor ve bu sualle kaşları derin bir endişe ifade ederek yükseliyordu. Bu tuhaf hikâyeleri dinledikçe gülerken onda hafi bir elem uyanıyordu. Bu adamın hayatında bu gece de böyle gülünecek ve güldürmek için başka bir kadına naklolunacak bir tuhaflık olabilirdi.

Behlül bu endişeyi anlayarak onun ellerini alıyor, göğsüne çekerek: “Seni, yalnız seni…” diyordu ve sadasında öyle bir samimiyet vardı ki genç kadın bu vicdan nidasını ta menbaından içmek için dudaklarını uzatıyordu.

Oh! Ne kadar bahtiyardılar. Böyle, daimi bir aşkla sevişeceklerdi. Bihter bir aralık bir cümleye başlamak istedi:

“Lakin…” dedi.

Behlül soruyordu:

“Lakin?..”

“Ya bir gün, mesela burada, böyle bahtiyarlıktan sermest iken öyle bir şey olsa ki o...”

Kocasının ismini söyleyemiyordu. Behlül onu hemen temin etti:

“Ne iyi olurdu!” dedi. “O zaman sizinle beraber buradan giderdik. O zaman büsbütün bahtiyar olurduk!..”

Bihter anlamıyormuşçasına yüzüne bakıyordu. Buradan nereye gideceklerdi? Demek o kendisiyle beraber yaşamak için her şeyi terk edebilecekti. Sahih, sahih, buradan beraber, yalnız iki kişi, artık bir daha avdet etmemek üzere, birbirinin kollarında ölmek üzere uzak, uzak bir yere gidebileceklerdi, öyle mi? Bu fikir onu mesut ediyordu, kalbinde adeta hemen şu dakikada görülmek, anlaşılmak için bir emeli bile uyanıyordu. İki ellerini Behlül’ün omuzlarına koyarak, gözlerini gözlerine dikerek soruyordu:

“Demek o zaman buradan giderdik!.. Lakin nereye? Nasıl?...”

Behlül:

“Bilir miyim?” diyordu; “Uzak, her şeyden uzak bir yere...”

O zaman genç kadına bir sevda kasidesinin rüyalar içinde uyutan şiir ufuklarını açıyordu: Ummanları geçeceklerdi; aşklarına bir nazla, neşeyle örülmüş yuva, öyle müstesna bir köşe bulacaklardı ki ebedi bir baharın taravetlerine aşiyan olsun. Ağaçlarının arasında kaybolunacak korular, saf mevceleri kenarında istiğraklar içinde uyuyacak şelaleler sevdalarının daimi bir bahar sahnesi olacaktı. Onları mini mini bir selamla alkışlayan kuşlar, saf tebessümleriyle tebrik eden çiçekler arasında kol kola, baş başa gezeceklerdi; sonra yuvalarına, gece kamerin, işitilmez hazin bir musikinin mezamirine benzeyen ziyaları altında deruni sevda nağmeleri dinleyerek avdet edeceklerdi. Küçük, zarif yuvalarında, yeşillikler içinde boğulmuş yeşil bir kafese benzeyen o kutunun içinde sevişecekler, hep sevişeceklerdi; o kadar sevişeceklerdi ki senelerin geçtiğinden habersiz, daima genç, daima bahtiyar, artık ölmemek isteyeceklerdi; belki bu sevda köşesi o kadar cennetten bir parçaya benzeyecekti ki ölüm bile onları unutacaktı.

Behlül yavaş yavaş, bu sevda şiirinin kendisini de latif bir hararet içinde saran tesiriyle mest olarak, söylüyordu. Bu hülya levhası Bihter’i uzaklara götürüyor, meçhul bir âlemin şiirle, aşkla örülmüş ufuklarına atıyordu. Bir kelime ilave ederse bu kasidenin saadet rüyasını ihlal etmiş olacağından korkarak sükût ediyordu. Yalnız bir şey düşünüyordu: Behlül kendisiyle beraber gelebilecekti, her şeyi onun için terk edecekti... Şimdi onun boynuna atılmak, teşekkür etmek, “Bilsen beni ne kadar bahtiyar ediyorsun!” demek istiyordu. Evet, artık bahtiyardı; artık günahının işte mükâfatını topluyordu.

Bu gece avdet etmek zamanının geldiğine hükmedince Bihter birden bir korku duydu. Gelirken hiç avdeti düşünmemişti. Neden korktuğunu tayin edemiyordu. Geldiği gibi gidecekti. Giderken melhuz olan tehlike aynıyla gelirken de mevcuttu. Odasından hiçbir helecan duymaksızın çıkmış iken şimdi tekrar oraya avdet etmek için korku duymasına bir mana veremiyordu. Karanlıktan, gecenin nefesinden, uzun sofalardan, duvarlardan, her şeyden korkacağına, birtakım eller uzanarak kendisini tutacağına, bir haşyet sayhasıyla zulmetlerin içinde düşüp bayılacağına hükmediyordu; fakat gitmek lazımdı, daha ziyade duramazdı, sabaha karşı evin içinde uyananlar olabilirdi.

Behlül kapısını yarı açık bırakacaktı. Bihter omuz atkısını kaparak bir cesaret hamlesiyle atıldı. Sofada karanlıktan geçerken koşuyordu, merdivenlerin bir basamağında tahta gıcırdadı, bir adım daha atamayarak durdu, sonra durmaktan korktu. Kapısının önüne kadar nasıl geldiğine vâkıf değildi. Orada anahtarı tahattur etti. Anahtarı nereye koymuştu? Bunu düşünmeden evvel anahtarı bulamamak ihtimalinin neticelerini düşündü. Mümkün değil anahtarın nerede olabileceğine hatırasını sevk edemiyordu. Ebediyet kadar uzun bir dakika geçti; artık takatini kıran bir mücadelede son kuvvetini sarf etmişçesine oraya düşüverecekti. Birden tahattur etti, anahtar atkının kurdelesine bağlanmış, göğsünde sallanıyordu. Nasıl olmuştu da bunu görmemişti?

Kapıyı açarken titriyordu. Gürültü olup olmadığını tayin edemedi, odasına girip kapısını kapadıktan sonra bir müddet durdu, etrafı dinliyordu. Hiç, hiçbir ses yoktu. Bu büyük ev derin bir uyku içinde, her şeyden habersiz, geniş geniş nefeslerle uyuyordu.

Demek gecelerin kara gözlerinden başka hiçbir göz onu görmemişti, demek bu kadın bu geceyi başka bir odada geçirmişti ve buna kimse vâkıf olamamıştı. Bihter bunun bu derece kolay olabildiğine şaşıyordu. Şu halde isterse yarın gece, isterse her gece oraya gidebilecekti.

Nihayet belki bir defa görülebilirdi, fakat bundan artık korkmaya sebep yoktu; mademki onunla beraber gideceklerdi, ta ummanların öte tarafına... Bihter kendisini Behlül’ün kolunda, yeşil ormanlar içinde, mavi şelaleler arasında bir aşk istiğrakı içinde yavaş yavaş yürüyor görüyordu.

Loading...
0%