Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13. Bölüm

@halitziyausakligil

Nihal için bu düğün o vakte kadar sarahatle anlaşılamamış, yalnız hissedilerek müphem kalmış birçok hakikatlerin birden inkişafı hükmünde olmuştu. Hep gördükleri, tanıdıkları hayatın uzaktan görülmüş mahdut köşeleriydi. İnsanları, hususiyle kadınları, kendi âleminin kadınlarını bu derece yakından görmemişti.

Düğünde hiç eğlenmemişti, daha ziyade, o zamana kadar uzaktan görülerek tamamıyla temyiz edilemeyen birçok hakikatlerin anif bir sadmesiyle ona çarpmasından yaralanmış gibiydi. Düğünden avdetinden sonra bu iki gün içinde görülen çehreler, işitilmiş cümleler, bir düğün evinin vukuatını teşkil eden bütün o küçük küçük levhalar, gürültüler, çalgılar, karmakarışık, hep birden bir âlemin patlayarak bulutlar içinde deveran eden bir perişan enkazı şeklinde, beyninin içinde çalkalanıyordu.

Neler görmüştü? Neler işitmişti? Bunlara bir intizam veremiyordu; düğünü sırayla birisine hikâye etmek lazım gelse kaybedecek, vakaları birbirine karıştıracaktı.

İlk gece hususi bir müsamereden ibaretti: Buna yalnız akrabadan olanlarla pek iyi görüşülen birkaç aile davetliydi. Bu gece herkes eğlendiğine kaniydi. Nihal eğlenip eğlenmediğine pek vâkıf değildi. Göğsü korsesinden taşan şişman bir genç kadın vardı ki Kadıköy sahnelerinde dinlenen muganniyelerin taklidini yapmak için saatlerle boğazını yırtmış, nihayet Peyker’i piyanoya geçirerek bu taklit ziyafetine bir çoban raksıyla hatime vermişti. Bu o derece temaşaya şayan bir şey addediliyordu ki hizmetçiler bile gülmekten kırışarak sofanın kapılarına yığılıyorlardı. İskemlede oturamayarak kendisine yere bir minder koydurtan bir ihtiyar hanım vardı ki şişman genç oynarken ikide birde vecde gelerek: “Oh! Ömrüne bereket!..” diyor, sonra eliyle gelin olacak kıza bir şey işaret ederek sesleniyordu:

“Elmas kızım! Senin elinden istedi gönül! Bu yok olası ihtiyarlık! Beni yerimden kaldırmıyor ki...”

Gelinin annesi Firdevs Hanım’ı ara sıra kaldırıyor, ikisi beraber çıkarak kapısının bir kanadı kapalı duran bir odaya giriyorlar, bir iki dakikalık bir gaybubetten gülerek, birbirinin kulaklarına bir şey fısıldayarak avdet ediyorlardı.

Bir aralık saz takımı tertip edilmişti. Peyker piyanoda kaldı, Bihter için bir ud buldular, şişman genç, “Daireyi kimseye veremem!” diyordu, minderde oturan ihtiyar hanım, “Firdevs’ime de bir daire bulunuz. O karışmazsa dinleyemem,” diye bağırıyor, sonra takıma seslenerek, “Hiç seni sevmeyeni sevmede lezzet mi olur?” şarkısının unutulmamasını tembih ediyordu. Validelerden biri kızının unutulduğuna tahammül edemeyerek ev sahibesine:

“Hemşire! Kanun yok mu? Naciye de takıma girsin,” diyordu.

Nihayet Naciye Hanım’a bir kanun bulundu. Kara kaşlı, kara gözlü, tombalak bir kız, teklif olunmadan, kalkıyor, sazendelerin yanına gidiyor ve uzaktan Nihal’e soruyordu:

“Siz okumaz mısınız?”

Nihal cevap veremiyordu.

Udla taksim olunurken minderde oturan ihtiyar hanım gözlerini kapamış, iki tarafına sallanarak, dudaklarının arasından anlaşılmaz şeyler mırıldanıyordu.

Suzinak faslı yapılıyordu. Ev sahibesiyle Firdevs Hanım yan yana, zapt olunmuş kahkahalarla gülüşüyorlar; gelin Nihal’in yanına oturarak kulağına, “Başka odaya gidelim mi? Sıkıldınız galiba!” diyordu. Gelinle Nihal’in arasında böyle yavaş sesle bir muhavere başlamıştı. Gelin birer kelimeyle orada bulunanları anlatıyordu: O şişman hanım bir zabiti severek iki çocuğuyla kocasından ayrılmıştı, şimdi zabit de onu almıyordu. Şarkı okuyan tombalak kızın gelecek hafta nikâhı vardı. Çamlıca’da yanlarındaki köşkün beyiyle... Nişanlısı daha on sekiz yaşında, henüz mektepten çıkmamıştı; onun için nikâhtan sonra bir sene bekleyeceklerdi.

Nihal, mebhut, anlamayarak, cevap vermeyerek dinliyordu. Öteden Bihter’in sesi hepsinin fevkinde tayaran ederek “Çekme elem ü derdini bu dehr-i fenanın,” şarkısına başlanıyordu. Gelin şu on dakikalık muarefeyle hâsıl olan teklifsizlikle Nihal’e:

“Hemşire!” diyordu; “Size görücüler geliyor mu?”

Nihal kızarıyor ve “Bilmem!” diyordu.

“Her ne var ise halet-i mestanede vardır,” mısraı okunurken ev sahibesi yine Firdevs Hanım’ı yerinden kaldırıyor, minderde oturan hanım gözlerini açarak bulanmış nigâhıyla gelini arıyor: “Besimeciğim! Neredesin, bakayım? Beni yine unuttun!..” diyor, gelin aldırmayarak Nihal’i: “Başka odaya gidelim. Burada görüşemiyoruz ki...” şikâyetiyle yerinden kaldırıyordu.

Kapısının bir kanadı kapalı duran odanın önünden geçerken gelin içeri baktı, sonra Nihal’i eliyle çağırdı. Firdevs Hanım kanepeye yaslanmış, gelinin annesini bir koluyla boynundan sararak omzuna çekmiş, ikisinin de gözleri kapalı, hâlâ o şarkıyı mırıldanıyorlardı.

Gelin gülerek Nihal’e:

“İkisi de olmuşlar!..” diyordu, Nihal tamamıyla anlamıyor ve ahmak görünmemek için sormuyordu.

Başka bir odaya çekildikten sonra gelin ona kendi düğününün tarihini anlatmıştı: Bu düğün içeride minderde oturan ihtiyar hanımın bir eseriydi. Bu hanımı Nihal’in bilmemesine taaccüp olunuyordu. İstanbul’da onu tanımayan hemen kimse bulunamazdı. Bütün gelin olacak kızlarla evlendirilecek gençlerin bir hayır işler perisi olan bu kadına daima koynunda birkaç resimle, birkaç pusulayla tesadüf olunurdu. Anneler onu tenha odalara çekerler, uzun uzun konuşurlar, genç kızlar elini öperlerdi. Her kıza bir koca bulan bu kadın yalnız kendisine bir tane bulamamıştı. Menşeine hatıralar erişemeyen bir zamandan beri duldu, ihtimal dul olarak doğmuştu. Başkalarının izdivacıyla o kadar meşguldü ki kendisini ihmal edebilirdi. Bir gün genç kızı olmayacak bir sebeple bu kadının refakatinde Kalpakçılarbaşı’na göndermişlerdi. Orada hiçbir şey almayarak dükkân dükkân gezilmişti; fakat her dükkâna uğrandıkça onlarla beraber bir müşteri daha oraya uğruyor, o da dükkânın başka bir köşesinde, hep onlara, hayır yalnız ona bakarak, bir pazarlığa tutuşuyordu. Genç kız bu Kalpakçılarbaşı seferinin hikmetini derhal anlamıştı. Ondan sonra bir gün annesi ona yakasında erkân-ı harp nişanesiyle bir zabit resmi gösterince artık hiç şüpheye imkân kalmamıştı. Daha sonra...

Genç kız biraz tereddütten sonra Nihal’e itiraf etmişti ki hep o hanımın vesatetiyle nişanlısıyla mektuplar teati etmişlerdi, onun mektuplarını anlatıyordu. Nihayet...

“Nihayet,” diyordu; “yarın koltukta göreceksiniz a, ancak yirmi beş yaşında...”

İçeriden ihtiyar hanımın sesi işitiliyordu:

“Besime Hanım! Besimeciğim! Nerdesin elmas kızım?..”

Gelin nihayet Nihal’i isticvaba başlamıştı. Beybabasına dair tafsilat almak istiyor, izdivacının vukuuna müteallik sualler irat ediyordu. Sonra, Nihal’in müphem bir cevabı arasında sözünü keserek, birden samimiyet kesbeden sesiyle:

“Gücenmeyiniz ama beybabanız Bihter Hanım için pek ihtiyar değil mi? Firdevs Hanım olsaydı…” diyor, bu son cümleyi bir kahkaha içinde bitirmiyordu.

Nihal babasının ihtiyarlığından bahseden bu kıza karşı hafi bir infial hissetmekle beraber, pek iyi tayin edemeksizin, bir de memnuniyete benzer bir şey duyuyordu. O ihtiyarlık bu izdivaçta bir nakısa teşkil ederek güya Nihal’in intikamını alıyordu. Tabii bir cereyanla musahabe Firdevs Hanım’a intikal etmişti. Gelin Firdevs Hanım’a müteallik bildiklerini anlatıyordu.

“Uzaktan akrabalık olmakla beraber,” diyordu, “siz de yabancı değilsiniz a! Siz benden ziyade bilirsiniz...”

Hayır, Nihal hiçbir şey bilmiyordu; Nesrin’le Şayeste’nin gevezelikleri bir muayyen haddi geçemezdi. Şimdi bu yanında, bir küçük musluk şırıltısıyla durmadan söyleyen genç kızı dinledikçe gözlerinin önünde birer birer perdeler düşüyordu. Demek Bihter’in annesi bir... Nihal tabir bulamıyor ve zihninde başlanmış cümlesini yarım bırakıyordu.

Artık hepsini anlıyordu, birdenbire artık o kadar çok şey anlıyordu ki daha ziyade dinlemek istemiyordu. Bir aralık gelin Behlül’den bahsetmişti: Behlül kimdi? Genç miydi? Güzel miydi?

Onu niçin soruyorlardı? Sonra doğrudan doğruya Nihal’den bahsolunmuştu. Hiç gelin olmayı düşünmüyor muydu? Kimin karısı olmayı isterdi?

“İşte, işte kızarıyorsunuz…” deniyordu.

Nihal kızardığına vâkıf değildi, fakat artık bu başbaşa konuşmaktan sıkılıyordu. Şimdi içeride saz bir oyun havası yapıyordu. Tazelerden oynayanlar oluyordu. İhtiyar hanımın sesi yine yükseliyordu:

“A, gelin nerede, çocuklar? Gelini bulunuz...”

Nihal ayağa kalkmıştı. İçeriye girdiler. Siyah kaşlı, kara gözlü, tombalak kız Nihal’e musallat oluyor, mutlaka onu oynatmak istiyordu. Nihal başını silkerek: “Lakin bilmem!” diyor, sonra tombalak kız kanun çalan Naciye Hanım’a eğilerek işittirecek bir sesle fısıldıyordu:

“Ne soğuk şey! Ne şarkı söylüyor ne oyun oynuyor...”

Nihal bu gece mini mini yüreğinin üstünde bir ıstırap ukdesiyle uyumuştu. Bütün işittikleri, gördükleri onu incitmişti. Perşembe günü sabahleyin kalkar kalkmaz Bihter’e sordu:

“Ne vakit gideceğiz?”

Bihter de itiraf ediyordu: O da sıkılmıştı, fakat gidilemezdi, asıl bu gün için gelinmişti. Şimdi gelini giydireceklerdi, kendileri hazırlanacaklardı, koltuk olacaktı, yemek yenecekti, nihayet...

Nihal o günün vakalarını karıştırıyordu. Zayıf asabı hiçbir zaman bu kadar kalabalığa, bu kadar şamataya maruz olmamıştı. Şimdi gözlerini kapayınca bir bulut içinde, bir kanepe üstüne oturtulmuş gelini görüyordu. O gece durmadan söyleyen genç kız bugün gelinlik esvabının içinde, kulağına şüphesiz tuhaf şeyler fısıldayan refikalarına bile bir tebessümü esirgeyecek kadar nazlanıyordu.

Bugün herkeste bir resmiyet vardı, gündüz için davetlileri ciddiyetle istikbal eden şişman taze dulun gece Kadıköy sahneleri muganniyelerini taklit eden zevzek kadın olduğuna ihtimal verilemezdi.

Bu düğün evi bir tezat mecmuasıydı. Nihal birbirine benzemeyen çehrelerin, kıyafetlerin böyle garip bir halitasına hiç tesadüf etmemişti. En güzide, en şık tuvaletlerin yanında en garip kıyafetler görülüyordu. Bir yaşlı hanım vardı ki şal örneği entarisinin üstünde mor kadife kaplı elma kürkünün azametiyle yanında sarı krepten hotozuyla gözlerini kaldırmaya cesaret edemeyen bir tazeyi kaşıyla, gözüyle tekdir ediyordu. Nihal bunların bir kayınvalideyle işkence altında yaşatılan, “Biz zamanımızda böyle gördük!” hükmüyle başına sarı krepten hotoz giydirilen bir gelin olduğunu haber almıştı.

Düğün evinin kalabalık sofasında aşağıdan yukarıya uzun eteklerini sürükleyerek kol kola dolaşan iyi giyinmiş kadınlar vardı ki şüphesiz bu seyranı zarafetin son haddi olarak telakki ediyorlar, kalabalığın içinde herkesin ayaklarına dolaşan uzun eteklerinden pek mağrur görünüyorlardı. Saz takımı için bir köşede yapılan hususi mevkiin etrafında çömelmiş kadınlar, dadılarının kucaklarında huysuzlanan çocuklar, Şam fıstığı yiyerek kabuklarını halının üstüne atan hanım kızlar vardı.

Daha sonra arkalarından çarşaflarını, başlarından örtülerini çıkarmayarak bilinemez ne bekleyen seyirciler vardı ki bunların içinde Nihal, hizmetçiler arasına karışmış mükellef hanımlar fark ediyordu. Bunlar gelini görmeye gelmişlerdi; hep gelin odasına hücum ediyorlar, perdelere, ayna ile konsola, kanepelere, koltuklara bir fiyat takdir eden gözlerle baktıktan sonra gelinin esvabını muayene ediyorlar, nihayet buradan kâfi bir fikir almış olmakla nefislerini tatmin edince kapısının önüne bir parmaklık konan yatak odasına uzaktan bir göz atarak gelinin cihazına bakıyorlardı.

Merdivende itişenler, kakışanlar, omuzlarıyla yol açanlar vardı. Ve bütün bu halkın fevkinde, elindeki kahve tepsisiyle geçemeyerek bağıran bir hizmetçinin, annesiyle beraber gelini seyretmeye gelerek kalabalığın içinde sıkıntısından uluyan bir çocuğun, ayağına basıldığı için öfkesini etrafındakilere beddua etmekle çıkaran bir zenci karının, yüzüne düzgün sürdüğü için bir hanım nineden çimdik yiyerek “Kör olasıca!” diye haykıran bir fersude halayığın, ta uzakta yemek odasından gelen tabak şakırtısının, yukarıda fark edilmez bir teraneyle devam eden ince sazın birbirine karışmış feryat ve şemateti azim bir gulguleyle tayaran ediyordu.

Nihayet o kadar beklenilen koltuk resmi icra edilmişti. Nihal bunu ancak görebilmişti. Bu iş için mahsus başörtüsü getirmiş hanımlar vardı. İhtiyatla davranmamış olanlar saçlarının ancak topuzunu örten ipek mendillerle saklanıyorlardı. Bu temaşaya şayan şeyi görmek için iskemlelere biniliyordu.

Nihal, nihayet etraftan kopan azim bir takdir sayhası içinde bir kırmızı fes, yakası işlenmiş bir siyah elbise, yanında beyaz bir tül altında elmasları parlayan bir baş görmüştü. Ufak bir fasıla, derin bir gürültü, daha sonra... Nihal anlayamıyordu, havadan beyaz paralar düşmüş ve birden, kabarıp kabarıp sonra etrafa dağılıveren azim bir dalga şeklinde, bir intizar nefesiyle şişkin duran bu halk, o havadan dökülen şeyleri toplamak için yerlere dökülmüştü.

Bu para yağmurları iki tarafa avuç avuç serpiliyor ve bu dalga oradan oraya parçalanarak, çırpınarak üzerine dökülüyordu. Bu beyaz şeyleri kapışıyorlar, kapışıyorlardı. Artık ne koltuk resmi kalmış, ne görülecek güvey kalmıştı; artık gidilebilirdi; fakat hayır, hiç kimse gitmiyordu, gitmeyeceklerdi; burada, birbirine bakarak, bu gürültüyle eğlenerek, öylece oturacaklardı.

Nihal, nihayet kendisini odasının mesut sükûnunda yalnız bularak ta uzaklarda bırakılan bu düğün evini, orada işitilen, görülen şeyleri düşündükçe karar veriyordu:

“Gelin olmak? Asla!...” diyordu.

Onu ne görücüler göreceklerdi, ne de ihtiyar bir kadınla Kalpakçılarbaşı’na göndereceklerdi. O, böyle evde, kendi evinde, kendi odasında, yalnız kendi kendisine, dünyada tek başına oturacaktı.

Sonra babasını düşünüyordu. Babası da beraber olsaydı, yine eskisi gibi, aralarında başka hiçbir kimse olmaksızın...

Onda babasına tekrar bir takarrüp arzusu uyanıyordu, ertesi gün sabahleyin uyanır uyanmaz babasını görmek için yenilemeyecek bir ihtiyaç hissetti.

Böyle sabahleyin babasının odasına gitmek itiyadı ruhunun o kadar uzaklarda kalmış bir hatırasıydı ki aşağıda, o bir vakitler onunla baş başa seneler geçirilen mini mini çalışma odasına girerken kendisini pek mutat haricinde bir şey yapıyormuş zannediyordu.

Adnan Bey pencerenin yanında masasının üzerine eğilmiş yine bir şey hakkiyle meşguldü. Başını kaldırarak, biraz müteaccip, Nihal’e baktı. Nihal babasının karşısında, dudaklarında bir tebessümle bekliyordu. Adnan Bey sordu:

“Küçük hanım nasıl oldu da bu sabah babasını görmeye geldi?”

Nihal gülerek omuzlarını silkti. “Bilir miyim?” demek istiyordu. Evet, bilir miydi? Öyle, nasılsa, sebepsiz dünden beri babasını düşünmüş, sonra bu sabah ihtiyar haricinde, mahiyeti meçhul bir saikaya tebaiyyet ederek işte onun odasına gelmişti. Onun hissiyatında böyle birdenbire en büyük tebeddüller vukua gelmek için bir kelime, bir nazar, bir hiç kifayet ederdi. Kalbinde ufak bir ses vardı ve bu ses ona, babasından bu kadar uzak bulunmakta biraz da kendisinin sebep olduğunu söylüyordu. Onu artık affetmeli değil miydi?... 

Küçük yer iskemlesini çekerek, bir kelime söylemeksizin, babasının ta karşısına oturdu, sağ dirseğini dizine dayadı, mini mini çenesini avucunun içine aldı ve gözlerinde derin bir tebessümle, artık işini bırakarak kendisini seyreden babasına baktı. Sanki onu muayene ediyordu.

Babası, demek, ihtiyardı. Bu fikir ona nereden gelmişti? Hâlâ kulaklarında bu ihtiyarlıktan bahseden müstehzi bir sesin insafsız bir kahkahaya benzeyen ihtizazı vardı. Babasını şimdi sahih ihtiyar buluyordu; hatta biraz zayıflamış, biraz yanakları çekilmiş, biraz sararmış, kendi bildiğinden daha ziyade ihtiyarlamış... Birçok zaman babasını görmemiş gibi onu birden başkalaşmış olarak buluyordu.

“Nihal! Niçin bana öyle bakıyorsun?”

Cevap vermedi. Dudaklarında bir şey titredi, tebessüme benzer bir şey; sonra bu gölge silindi, gözlerinden o hande rengi uçtu, bu çocuk nasıyesinin üstüne muzlim bir endişe sisi düştü. Belki babasının da bahtı fenaydı; belki onun da kalbinde bir keder, kim bilir nasıl bir keder vardı ki ağlıyordu; belki o da Nihal’le bu uzaklıktan mustaripti. Şimdi babasından uzak kalmış olmak affolunamayacak bir töhmet kuvvetiyle kalbini buruyordu. Öyle bir şey söylemek istiyordu ki babasıyla arasında açılan mesafeyi bir saniye içinde silsin, yine onları eskisi kadar dost yapsın. Bir şey bulamıyordu. Ne söylemeliydi ki bu uzun sakit kırgınlığı artık bir buse içinde unuttursun?

Elini uzatarak babasının bıraktığı tahta parçasını aldı:

“Ne yapıyorsunuz, babacığım?”

Bu daha hiçbir şey değildi, Adnan Bey henüz ne yapacağına karar vermemişti. Hatırına bir fikir geliyordu; fakat...

“Beni yoracak bir fikir,” diyordu; “bir asma yaprağının üzerine konmuş bir salkım üzüm, üzüm tanelerini oyuk yapmalı, içlerini pamukla doldurup üzerlerine bu renge uyacak küçük kadife parçaları çekmeli... Anlıyor musun, Nihal? Zarif bir iğne yastığı...”

Nihal bu fikri pek beğeniyordu:

“Ne güzel!” diyordu; “Onu bana verirsiniz değil mi?”

Sonra birdenbire başka bir şey tahattur etti; işte bu, yine baba ile kızı yekdiğerine takrip edecekti:

“Haniya,” dedi; “siz bir kere benim resmimi oymaya başlamıştınız da yarım kalmıştı. Nerede o parça?.. Kim bilir, nerelere atıldı?...”

Ayağa kalkmış, babasının köşede iş masasını dolduran tahta parçalarını, aletleri, o bir yığın kalabalığı karıştırıyor; o bahtiyar hayat devresinin yarım kalarak bir nisyan köşesine atılan hatırasını arıyordu.

Adnan Bey onu tevkif etti:

“Beyhude arıyorsun, Nihal! Onu bitirmek mümkün değil. O zaman sen bir çocuktun, şimdi...”

Nihal’i kolundan çekerek pencerenin yanına, vereceği hükmü vermek için onu daha iyi görmek üzere ziyaya götürüyor ve kızının artık bir çocuktan ziyade bir genç kız çehresine benzeyen sivrice simasına, alnını tetviç eden yumuşak saçlara, ince ve uzun kametine bakarak cümlesini ikmal ediyordu:

“Şimdi artık bir genç kızsın.”

Rakik bir muhabbet havası içinde ruhu babasının bu nazarıyla kucaklaşırken Nihal’in kalbinde bir şey azim bir saadet hazzıyla eriyor gibiydi. Babasının kollarına atılacak ve tekrar beş dakika içinde babasını bulmuş olmak bahtiyarlığıyla ağlayacaktı, bunu yapabilmek için kuvvet bulamadı. Adnan Bey hâlâ ona bakıyordu. Nihal bir şey söylemiş olmak için:

“Genç kız!” dedi; “Baba, bir çocuk genç kız olunca nihayet gelin olur, değil mi? Sizin haberiniz var mı? Ben karar verdim, bir daha değiştirilemeyecek bir karar: Küçük Nihal gelin olmayacak. Haniya bana küçükken sorardınız: ‘Nihal, kime varacaksın?’ derdiniz. Ben, şüphesiz, ciddi bir kanaatle: ‘Size!’ derdim... Telaş etmeyiniz, şimdi o fikirde değilim, fakat sizin yanınızda kalacağım, anlıyor musunuz, baba? Her zaman sizinle beraber...”

Adnan Bey sesinde derin bir rikkat ihtizazıyla:

“Lakin kızım,” dedi; “nihayet gelin olmaya karar vermek lazım gelecek. Bir gün, olabilir ki, baban, seni yalnız bırakmaya mecbur olur...”

Nihal evvela anlamadı, sonra babasının titreyen gözlerinden anladı, yalnız ta ruhunun derinliklerinden kopan acı bir iniltiyle:

“Oo!...” dedi.

Bu mümkün müydü? Böyle şey olabilir miydi? Annesinden sonra bu da, babası da... Zihninde o kelimeyi söyleyemeyerek kendi kendisine:

“Kabil değil!” diyordu.

Sonra babasına sokuldu:

“Söyleyin, bakayım,” dedi; “bana söyleyin ki bu dediğiniz şey mümkün değil...”

Adnan Bey gülüyordu, ona sordu:

“Bu kararı nereden çıkardın, Nihal?”

Babasına hakikati söyledi. Bu kararı işte dün gördükleri düğünden çıkarmıştı. Nihal şimdi çocukluğuna mahsus neşvesini bularak bütün tafsilatı maskaralaştıran bir tarzla ellerinin, çehresinin bin türlü tuhaflıklarıyla düğünde gördüklerini, taklitlerle karıştırarak anlatıyordu.

Bu düğün hikâyesi Nihal’de yaşayan bir mudhike kuvvet ve hareketini kesbediyor, Adnan Bey’in gözlerinin önünden bütün bir düğün evi garibeleriyle, tuhaflıklarıyla parça parça levhalarını sürükleyerek cereyan ediyordu. Nihal, iki kurşun kalemi darbesiyle bir hayat uyandıran bir ressam sanihasıyla düğünün hayali bir manzarasını çizdikten sonra babasının karşısına geçiyor, ciddi görünmek için somurtan gelini taklit ediyordu.

“Düşününüz bir kere,” diyordu; “işte böyle, hep böyle, saatler geçecek, bütün gün geçecek, siz hep böyle somurtacaksınız. Sanki gelin olduğunuza pişmansınız, bütün bu görmeye gelenlere dargınsınız... Sizi ondan sonra, yok, ondan evvel...”

O zaman Nihal parmağını kaldırarak ciddi bir vaiz vaziyetiyle:

“Başka bir şey daha var, bu ne kadar gülünçse o kadar iğrenç bir şey daha var…” diyordu. O zaman o minderde oturan hanımı anlatmak için halının üstüne oturuyor, gözlerini kapayarak sazın gaşyeden nağmeleriyle başını ağır ağır iki tarafına sallıyor, ortaya boğuk bir sesle: “Oh! Ömrüne bereket!” duasını atıyordu.

Bu kadın onu alacak, Kalpakçılarbaşı’na götürecek, beğendirilecek bir meta zilletiyle o güne kadar görülmemiş, tanınmamış bir adama satacaktı.

Nihal tekrar ayağa kalkarak:

“Anlıyor musunuz baba? Asla!..” diyordu. Bunu söylerken ince sesinde ahenin bir metanet vardı.

Adnan Bey gülüyordu:

“Lakin kızım,” diyordu; “bütün kızlar Kalpakçılarbaşı’nda gelin olmaz.”

Birden Nihal’in ağzından bir sual fırlayacaktı:

“Başka nerede gelin olurlar? Kalender’de, Kâğıthane’de, Göksu’da...”

Ağzından çıkmamakla beraber bu sual onu o kadar korkuttu ki sapsarı oldu; fakat ta deminden beri bu düğünden bahsederken bir fırsat bulmak, biraz da Firdevs Hanım’dan, onlardan bahsetmek istiyordu. Lakin o zaman babası kaşlarını çatacak, en sert sesiyle ona, “Nihal! Beni yalnız bırakır mısın?” diyecekti. Onlardan bahsetmemek için başka bir şey buldu:

“Bakınız itiraf edeyim,” dedi; “gelin olmak için bence bir sebep olabilir: Mücevher!.. Bilmezsiniz, babacığım, o gün ben gözyaşlarımla sarhoş oluyordum. Sanki bütün o elmaslar, zümrütler, yakutlar damarlarıma giriyor, başımı döndürüyordu. Onlardan herkeste vardı...”

Şimdi biraz kızararak, bu itirafının hicabını örtmek için tatlı bir tebessümle gözlerini babasının gözlerine sokarak ilave ediyordu:

“Hususiyle, birisinde, bilirsiniz ya kimde, bir zümrüt takımı vardı ki...”

Bir şey onu boğuyor gibiydi, boğazında ikmal etmekten meneden bir tıkanıklık vardı, sükût etti. Adnan Bey onun saçlarını parmaklarıyla tarayarak gülüyor ve rakik bir sesle:

“Evet,” diyordu; “fakat bunun için gelin olmak icap eder. Ne zaman kararını değiştirirsen bana haber verirsin, o zaman küçük Nihal için de bir zümrüt takımı gelir.”

Nihal bir kahkaha içinde cevap verdi:

“Zavallı zümrüt takımı!.. Küçük Nihal’e gelmek için ne kadar, ne kadar bekleyecek.”

Bunun böyle bir şarta talik edilmesine darılmıyordu, bugün babasıyla barışmış olmaktan o kadar bahtiyardı ki bunun için değil, hiçbir şey için darılmayacaktı. Şimdi onda her şeyle, herkesle, bütün hayatıyla barışmaya bir ihtiyaç vardı; ruhunun muhabbet kabiliyetleri, bilinemez nasıl bir nesim nefhasıyla serpilip ziya, hararet arayan bir gonca inkişafıyla açılıveriyordu. Hatta piyanosuyla bile barıştı. Bugün evin içi saatlerle Strauss’un valslerini, Métra’nın kadrillerini dinledi. Behlül’den gidip kitap istedi. Mlle de Courton evvela kendisine gösterilmek şartıyla ona bazı hikâyelerin okunmasını tecvize başlamıştı. Kitap bahanesiyle Behlül’ün odasında yarım saat gecikti. Bugün iki iyi dost gibi gevezelik ettiler. Babasıyla barışmanın sanki şenliğini yapıyordu.

Bu ifrata taşan sevincinin içinde ara sıra kendi kendisine gülerek soruyordu: Mademki barışmak ancak onun elindeydi, neden şimdiye kadar beklemişti? Mlle de Courton’u taklit ederek kendi kendisine parmağını kaldırıyor ve:

“Artık, bundan sonra uslu çocuk olacaksın, değil mi küçük Nihal?” diyordu.

 

***

 

Fakat böyle uslu çocuk olmakta devam edemedi, nihayet bir gün en umulmaz bir vesileyle o zamana kadar aralarında bir sert kelime bile teati edilmeyen Bihter’le Nihal’in arasında birdenbire muhasame başlamış oldu. Nihal haksızdı, bunu kendi kendisine de, Bihter için husumete benzer bir his duydukça hep itiraf ederdi; bu kadına, babasının karısı olmaktan başka atfolunabilecek hiçbir husumet sebebi bulamıyordu. Fakat bu haksızlık onun için öyle bir ihtiyaçtı ki mutlak hükmüne tebaiyet edecekti; bu kadınla mümkün değil dost olamamıştı, onunla düşman olacaktı.

Bir gün sabahleyin Nihal babasının iş odasına gülerek, elinde bir kâğıt parçasını yarım saklayarak girdi. Bihter elinde küçük bir tüy süpürgeyle duvardaki levhaların tozunu alıyordu. Nihal babasının yanına kadar sokuldu, hep gülüyordu, kâğıdı uzaktan gösterdi, sanki kapılmasından korkarak çekti.

“Nedir o Nihal?”

Nihal kollarını açarak:

“Müthiş bir hesap!..” dedi.

Şimdi Adnan Bey de gülüyordu, Nihal para istemeye geliyordu. Babasına anlattı: Bunu Matmazel’le beraber yapmışlardı, birçok şeyler, neler neler, küçük Nihal’in o kadar eksikleri vardı ki, kâğıda bakarak, saydıkça, babasına tuttuğu elinin parmaklarını kapayarak birer birer haber veriyordu: Evvela ayakkabı alacaklardı, bir; eldivenleri patlamıştı, bunları alacaklardı, iki... Alınacak şeyler taaddüt ediyordu. Nihal, istedikleri reddolunmamaya alışmış çocuklara mahsus bir şımarıklıkla:

“Gördünüz mü?” diyordu; “Cüzdanınızdan bir beşlik kâğıt aşırmak için kifayet edecek kadar şeyler var..”

Adnan Bey, Bihter’e sordu:

“Bugün Beyoğlu’na ineceğinizden haberim yoktu.”

Ta yüksekte bir levhaya yetişmek için kanepenin üstüne çıkan Bihter başını çevirmeden cevap verdi:

“Ben de bilmiyordum.”

Nihal fütursuz cevap verdi:

“Biz Matmazel’le ineceğiz; öyle kararlaştırmıştık. Baba! Bize bu vapuru kaçırtırsanız geç kalacağız...”

“Kızım, niçin annenin ineceği bir günü beklemiyorsun?”

Nihal’in birden çehresi değişti. Cevap vermemek istediğini anlatan bir sesle dudaklarını şişirerek:

“Çünkü!..” dedi, sonra ilave etti: “Bugün de Matmazel’le bir kaçamak yapmak istedik. Zannederim ki bir genç kız mürebbiyesiyle beraber sokağa çıkabilir.”

Nihal’e bir kelime daha söylemek mevcut olmayan bir cidal zemini yaratmak demekti, Adnan Bey parayı vermeyi tercih etti, Nihal çıktıktan sonra Bihter’e sordu:

“Nihal’le neyiniz var, Bihter?”

Bihter işitmemiş gibiydi, fark etmemişçesine cevap verdi:

“Nihal’le?.. Hiç!..”

Bugün Nihal, Beyoğlu’ndan avdet ettikten sonra odasına girince birden burada bir tebeddül gördü. Odasında bir başkalık vardı, burasını boşaltıveren bir tebeddül vukua gelmiş gibiydi. Çarşafını çıkarmadan, ayakta, ne olduğunu anlayamayan gözlerle bakıyordu. Sonra birden anladı: Bülent’in yataklığı eksikti.

Bu o kadar beklenmeyen bir şeydi ki gözlerine inanamıyordu, belinden çarşafı sarkarak odasından çıktı, merdiven başına kadar koştu:

“Şayeste! Nesrin! Bülent’in yataklığını ne için kaldırdınız?”

Kulağını dikerek cevap bekliyordu. Merdivenleri indi ve o zaman karşısında Bihter’i gördü:

“Ne koşuyorsun, Nihal?”

Bihter muhakkak bir müsademeye cesaretle mukavemet için karar vermiş gibiydi. Nihal:

“Bülent’in yataklığım kaldırmışlar!” dedi.

Bihter metin bir sesle cevap verdi:

“Evet, ben kaldırttım, Bülent artık ayrı bir odada yatacak, geçen hafta kendisiyle öyle karar verdik...”

Nihal dondu. Nasıl, nihayet Bülent’i büsbütün ondan alıyorlardı, haftada bir gece bile onu ablasına bırakmak istemiyorlardı ve bu, bu haksızlık Bülent’le ittifak edilerek yapılıyordu da ona haber bile vermeye lüzum görülmüyordu, bilhassa onun evde bulunmadığından istifade edilerek... Oh!...

Ağzından bir kelime çıkamıyordu, gözlerinde hırsının ateşinden kurumuş bir kin nazarıyla Bihter’e bakıyordu, birden tuğyan etti:

“Lakin siz, siz ne karışıyorsunuz, rica ederim? Şüphesiz Bülent’i aldatmış olacaksınız, o sizin yalan tebessümlerinizle... İşte yine gülüyorsunuz, fakat ben artık biliyorum, anlıyor musunuz, bu tebessümlerinizi biliyorum, onlarda zehirleyen bir şey var. İşte etrafınızdakiler, hep sizden zehirleniyorlar. Bülent sizin için mektebe gönderildi, şu kadar çocuk sizin için oraya atıldı, şimdi ablasının odasından da atılıyor. Onu nereye atıyorsunuz? Selamlığa mı atılıyor?”

Bihter acı bir tebessümle dinliyordu, yavaş bir sesle cevap verdi:

“Haksızlık ediyorsun, Nihal? Ne için beş dakika sonra sana nedamet ettirecek bir tarzda lakırdı söylüyorsun? Düşünsen a, Nihal! Bülent artık senin odanda yatamazdı, bu, kaideye mugayir bir şey olurdu.”

Nihal atıldı:

“Hayır,” diyordu; “yalan, yalan söylüyorsunuz!”

Narin, mariz vücudu zapt olunamayan bir raşe ile titriyordu, dudakları bembeyaz olmuştu, sesinde bir kısıklık, tırmalayıcı, ıslık çalıcı bir şey vardı:

“Bunlar hiçbir şey için yapılmıyor, yalnız beni, anlıyor musunuz? Bu evin içinde artık fazla gelen kızı kahretmek için yapılıyor. İtiraf etseniz a, niçin saklıyorsunuz, sanki? Siz beni herkesten uzaklaştırmak, yapyalnız bırakmak istiyorsunuz, işte geldiğinizden beri buna çalışıyorsunuz.”

Bihter sapsarı, dudaklarını ısırarak dinliyordu. Nihal’i bu haliyle hiç görmemişti, şimdi o hırçın bir kız olmuştu, hep o hiddetinden kısılan sesiyle, hiçbir şey düşünmeyerek, hiçbir şey dinlemek istemeyerek söylüyordu. Birden Bihter’e daha ziyade yaklaştı:

“Demin ne diyordunuz?” dedi; “Aldanıyorsunuz, ben, asıl şimdiye kadar size söylenememiş şeylerden nedamet ediyorum. Ben sizi hiçbir vakit sevmedim, sevemedim, sizden nefret ediyorum, işitiyor musunuz? Sadece nefret!”

Bihter’in kulakları uğulduyor; yukarıda tahtalar gıcırdıyor, dehlizde bir kapı yavaşça açılıyor, bütün evin halkı, Mlle de Courton, Şayeste ile Nesrin, Beşir, dudaklarında bir haz tebessümüyle onun tahkir edildiğini dinliyorlar zannediyordu, Nihal’in son sözü çehresine birden bir al dalga fışkırtan bir kamçı oldu:

“Nihal!” dedi; “Mürebbiyenizin yanına çıkar mısınız? Size daha verilecek terbiye dersleri olmalı...”

Nihal’in cevabını işitmemek için Bihter döndü, Nihal cevap verememek hırsından titriyordu, Adnan Bey’in kapısı açıldı ve karşısında babasını gördü. Baba kız, dik, titremeyen, husumeti andıran bir nazarla bakıştılar. Adnan Bey sordu:

“Ne oluyor, Nihal?”

Nihal cevap vermedi, boğuluyor gibiydi, artık hiddeti son kuvvet hamlesini sarf etmişti; şimdi bütün asabında bir gevşeklik, hemen oraya atılıvererek ağlamak isteyen bir makhuriyet vardı. Adnan Bey şimdi gözlerinde hiddetten ziyade merhamete benzeyen bir nazarla ona yaklaşmıştı:

“Kızım,” dedi; “biraz benim odama gelir misin?..”

Birden, kendisini babasının odasında, onunla karşı karşıya, onu biraz dargın, biraz muaheze haliyle, vakur, ciddi bir sesle kim bilir neler söylerken, kim bilir kalbini nasıl ezecek nasihatlar verirken; kendisini, zelil, aciz, hicabından ağlayamayarak, makhuriyetinden söz söylemeye kuvvet bulamayarak, hemen orada bu biçare kalbin yeislerini anlamamak isteyen babasının ayakları altında can çekişirken gördü ve birden hayalinde hayat bulan bu manzaradan o kadar korktu ki babasının uzanan elinden elini çekti, döndü, hiçbir cevap vermeyerek kaçtı.

Beş dakika sonra Nihal odasında yalnız, Bülent’in boş kalan yerine bakarak, kendisini o kadar haksız buluyordu ki nedamet etti. Şimdi aşağıya inmek, bu kadının tekrar yüzüne bakmak için nasıl kuvvet bulacaktı? Şimdi bu hiddet tuğyanını affettirecek, kendi nefsine karşı muhik gösterecek bir sebep bulamıyordu. Kendi kendisinden o kadar utanıyordu ki ondan izahat talebiyle kapısına vuran Mlle de Courton’a odasını açmaktan imtina etti.

Bu vakayı herkes, sanki bir ittifakla unutmuş göründü. Bihter, Nihal’le beynlerinde hiçbir şey cereyan etmemiş gibiydi. Fakat nedameti tekrar bir muhasame vesilesi bulmak ihtiyacı takip ediyordu, artık onda bir şey vardı ki sebep olmadan taşıyor, ancak Bihter’e soğuk birkaç kelime içinde istiabı fazlasını boşalttıktan sonra sükûn buluyordu. Artık küçük küçük münazaalar teakup ediyordu; Bihter’in masum bir kelimesi fena tevil olunuyor, pek dostça bir musahabe arasında bir fikrine tuğyan ettirecek bir itiraz yapılıyor, kocasına söylenen bu sözün arasına tırmalayıcı bir kelimeyle müdahale ediliyordu. Nihal artık tahammül edilmez hırçın bir kız oluyordu. Bihter’le küskünlükleri vardı ki günlerce sürerdi, bir kere Bihter’in bir sözünde tevehhüm edilmiş bir mana bahanesiyle peşkirini sofranın üzerine fırlatarak yemekten kalkmıştı; beraber yapılmak üzere kararlaştırılan seyranlar oluyordu ki Nihal’in birdenbire zuhur ediveren rahatsızlıklarıyla teahhur ediyordu. En olmayacak şeylerde Nihal bir muhalif vazı ittihaz ediyor; Bihter’i bir istihza kahkahasıyla tekzip etmek, haksız çıkarmak, utandırmak için her dakika bir fırsat bekliyordu ve Bihter’in sakin bir tebessümle, mutedil bir kelimeyle mukabele ettiği bu mücadelelerden kendisini mağlup çıkmış gördükçe Nihal büsbütün hırçın oluyor, büsbütün haksızlaşıyordu.

Bihter bir buhran devresinin başladığına hükmetmişti. Onda teheyyüclere galebe çalan bir nefse hüküm vardı ki Nihal’e karşı yalnız bir tedafü vaziyeti almasına müsaade ediyordu. Kendisine hasta bir kızını hırpalamayarak terbiye eden bir anne hareketini tersim etmişti. Bir gün kocasına rica etti:

“Sizin küçük bir müdahaleniz bu buhranın pek çok sürmesinden başka bir şeye hizmet edemez. Bana vaat ediniz, bakayım, hiç karışmayacağınızı vaat ediniz...”

Adnan Bey etrafında cereyan eden bu şeylerden iltizam ederek sanki habersiz kalıyordu; yanında vuku bulmuş bir münazaaya bile müdahale etmemek için dudaklarını ısırır, eline bir ceride alırdı.

Bihter için bu bir cehennem hayatı oldu; en sakin, en emin zannolunan dakikalarda Nihal’le cenk etmek lazım geliyordu. Bütün sözlerinin, bütün hareketlerinin derhal bir niza vesilesi olarak yakalanmak üzere bu kızın teftiş nazarı altında tutulmasından mütevellit daimi bir eza içindeydi; fakat bu buhran devresi başladıktan sonra en ziyade mustarip olan Nihal’di. Bu hırçınlıklar, biçare mariz ruhunu yakıp kavuran müthiş bir hummanın önüne geçilemez nöbetleri hükmündeydi. Devamı esnasında, onu, düşünemeyen bir çılgın yapar, vahşi bir sekr lezzetiyle mest bırakır, sonra zedelenmiş asabıyla, titreyen renksiz dudaklarıyla, boğazına tıkanan bir azap ukdesiyle ve hep o ensesinden başlayarak şakaklarını geren ağrılarla bu mücadelenin içinden kafesinin tellerine çarpa çarpa hırpalanmış mecnun bir kuş haraplığıyla çıkınca kendisini bütün çılgınlıkları, bütün buhranları daha ziyade kuvvetle, daha ziyade vuzuhla tahattur olunan bir hezeyan nöbetinden uyanıvermiş bulur; bu hatıraların hicabından, herkesin o haksızlıkları muaheze edecek zannettiği nazarından kaçmak için odasına koşar, kapısını kilitler ve orada yalnızlığın içinde irileşmiş gözleriyle, takallüs etmiş parmaklarıyla kendi kendisini parçalamak, yemek isterdi. Haksızlığını tamamıyla biliyordu, işte onu herkesin gözlerinde de okuyordu; “Lakin kızım, düşününüz, rica ederim...” diye başlayan Mlle de Courton’dan onu bir tebessümle, yanından geçerken mırıldanılmış bir kelimeyle tasvip eden Şayeste ile Nesrin’e kadar herkes onun haksızlıklarına birer şahitti; kızların onu iltizam etmeleriyle haksızlıklarını daha çirkin bir mana kesbetmiş buluyor, kendisini onların derekesine inmiş, onlarla şerik olmuş görmekten iğreniyordu. Lakin niçin, niçin böyle oluyordu? Mlle de Courton’un dediği kadar düşünmeye neden muktedir olamıyordu. O zaman bu haksızlıkları kendi nefsine, herkese affettirmek için fazla nümayişlere lüzum görürdü. Babasıyla yine çocuklaşmak ister, Behlül’e sokulur, Bülent’i hediyelere boğar, nihayet Bihter’le, hiçbir şey vâki olmamışçasına, sokulgan bir refika olurdu; fakat bu nümayişlerin arasında hissederdi ki bütün etrafındakiler, hatta Bülent, ta gözlerinin içinde ona karşı bir hafi muaheze nazarı saklıyorlar. Bihter’in kısılmış dudaklarında zapt olunan kelimelerin bir lerzişini fark ederdi ve artık daha ziyade nefsini zapt etmeyerek, nihayet herkesi kendi tarafına celp edecek, artık bu defa kendisini muhik gösterecek bir vesile zuhur ettiğine kani olarak, geçmiş haksızlıklarının tamirini yeni bir haksızlıkta arardı. Lakin her defasında aldanırdı, bu mücadelelerin hiçbirinde ona hak verecek bir nazara tesadüf etmemişti. İstiyordu ki kendi kendisini haksız bulmakla beraber herkes ona hak versin, ona acısın. Evet, kendisine acınılmasını istiyordu, onun merhamete ihtiyacı vardı. Ta kalbinde bir şey ona kendisini çekerek saçlarını gözyaşlarıyla ıslatacak şefik bir kalp aratıyordu. O şefkat kalbi, o kerem sinesi kimin olabilirdi? Bunu tayin edemiyordu; fakat biliyordu ki o, gözyaşları, o derin bir rahmet menbaından saçlarına akacak sıcak yaşlar, kalbinin, biçare mecruh kalbinin yaralarını yıkayacak, zehirlerini tathir edecek ve yalnız o vakit işte kendisini mahveden bu müthiş, bu ciğerlerini kavuran hummadan şifayab olacak.

Bu kalp kimin kalbi olabilirdi? Bütün etrafındakilerin kalpleri ondan uzaklaşmıştı; hiç, hiçbir müşfik kalp görmüyordu ki o şifa verecek gözyaşlarını serpmeye muktedir olabilsin, şimdi artık hepsiyle yabancılaşmıştı, hepsiyle... 

Zihninde acı bir hüsran nidası şeklinde bu kelimeyi tekrar ederken, öksüzlüğünün bütün yeisiyle bu feryadı yalnızlığının matemine bir ıstırap enini hükmünde atarken kendisini o kadar metruk, o kadar yalnız görürdü ki hemen ölmüş bulunmak isterdi.

Sonra dışarda kışın siyah günleri penceresinden ona dalga dalga ölüm zulmetleri dökerken birden titrerdi, üşürdü. Ölmek! Kim bilir, bu ne güzel bir şeydi! Fakat ne korkunç bir şey... Asıl korkunçluğunda bir güzellik bulunuyordu. Siyah bir çukur, o, büsbütün beyazlaşmış çehresiyle sarı saçlarının arasında, beyaz, kar kadar beyaz kefenler içinde yatıyor ve ta yukarda, o siyah toprakların üstüne siyah bir semadan yavaş yavaş, bu genç kız mezarını okşar gibi yağmurlar dökülüyor; işte o şifa veren gözyaşları!.. Mademki bu hayatta sarı saçlarını onlarla ıslatacak bir kerem kalbi yoktu, bu gözyaşlarını mezarında bulacaktı; sema, kızına ağlayan bir anne matemiyle ağır ağır, yavaş yavaş, gözyaşlarını serperken o, mezarında, ruhuyla bunları içecekti, bu ölmüş genç kızın renksiz dudakları mesut bir tebessümle taravet bulacaktı; sonra, kim bilir, belki mezarların karanlık yollarından, o toprakların altında muhtefi siyah dehlizlerden bir ölü, annesi, beyaz kefenleriyle sürüklene sürüklene, tırnaklarıyla toprakları deşe deşe, yol açacak, geceleri kızını yalnız bırakmamak için onun yanına gelecek, dudaklarıyla saçlarının arasında kulağını arayacak ve başkalarına, hayattakilere işittirmemek için yavaş bir sesle: “Nihal’im! Benim mini mini Nihal’im!” diyecek; “İşte ben, yalnız ben sana hak veriyorum.” Evet, mini mini Nihal’e yalnız o hak verecekti.

Böyle, odasında yapyalnız, ölümü düşünürken hülyasının nazarında bir genç kızın taze mezarını görür; elini çenesine dayayarak, gözleri kaybolmuş, sanki o mezarın başında matem tutardı.

Böyle ikiye inkısam etmek mümkün olsaydı! Ölmüş, mezarının içinde annesiyle öpüşen bir Nihal ve o mezarın başında, böyle eli çenesine dayanmış, sarı saçları perişan, gözleri insanların göremedikleri bir ufka küşade, kımıldanmayarak, yaşamıyormuşçasına yaşayarak, yalnız ağlamak için oraya dikilmiş bir heykel, fakat canlı, matem heykeli şeklinde bir başka Nihal...

Bu mateminin arasında onunla beraber ağlayacak birisine ihtiyaç duyar ve o zaman musikinin teselli eden giryelerine koşardı. Bu elim saatlerde parmakları piyanosunu inletecek şeyler bulurdu. Ya Chopin’den bir leyle, ya Schumann’dan bir neşide, yahut Mendelsohn’dan bir hazin lahn içinde bu aletin ruhuyla onun mariz ruhu hüviyetlerini eritip mahveden bir deraguşun vecde giren ihtizarlarıyla çırpınırlar; sonra birbirini kırarak, birbirini öldürerek son bir ıstırap şehikiyle, havada derin bir matem zemzemesi bırakarak, bitap, şikeste, mecruh, sürüklene sürüklene sanki bir kenara düşerlerdi. İnleyen bu şeyler, biçare beşer hayatının o ifade edilmez ıstıraplarına gözyaşlarından dizilmiş bir lisan olan bu musiki kasideleri Nihal’in asabından geçtikçe, onun acılarıyla zehirlendikçe daha hastalanarak başka bir mana, geceleri semaların hazin handelerinden mezarlara damlayan terahhum katrelerine benzer rakik bir elem ifadesi kesbederdi. Nihal kendisini unuturdu; kısık dudaklarla, kuru gözlerle, bir bulut arasından gördüğü o siyah işaretlere dalgın, onların sakit lisanından canlanarak uçan şikâyetlerle kavrulmuş denebilecek nazarında hiçbir fikrin hayat leması parlamaksızın, sanki hissiz, hayatsız, gaşyeden bir ölümün rüya dalgalarında asude bir cereyanla yüzerdi.

Chopin’in prelütlerinden biri vardı ki onu çalardı ve bunu ezberden, gözlerini kapayarak çalarken ta ruhunun içinde beyaz bir gece, son bir hayat gecesinin kefenli ufuklarını görürdü. Bu neşidenin, bilinemez neden, onda böyle bir ilham kuvveti vardı, ne vakit onu çalsa gözlerinin içine bütün kâinatı kefenlere saran bir beyaz gece, karanlıkla aydınlıktan, bulutlarla güneşlerden mürekkep bir gece, fakat ölmüş bir cihanın ölmüş bir gecesi sanih olurdu.

Beyaz! Beyaz! Beyaz!.. Bu gecenin azim, yüksek ağaçları vardı ki beyaz başlarını, beyaz kollarını kaldırarak silkiniyorlardı; beyaz bulut kümelerinden yığıla yığıla göğüslerini germiş dağların arasında beyaz saçlarının beyaz köpüklerini savurarak yükselen dalgalarıyla bir deniz kabarıyordu; ta yukarıda, bir sukut vakfesi içinde kalıvermiş kar tufanlarının arkasında beyaz bir ay... Sonra bütün bu beyazlıkların üzerinden koşan alay alay gölgeler, bu beyaz cihanı siyah bir memat nefesi içinde saran bulutlar ve her tarafta azim bir sükût; ne bulutlarda küçük bir zemzeme ne dalgalarda hafif bir feşafeş; hiç, hiçbir şey yok, yalnız bu ölmüş gecenin üstüne ta uzaklardan, kim bilir nerelerden, belki mevcut cihanın ötesinden kâinatın hayatına mersiye okuyan bir ses; nihayet kefenlerinin altında dinlenen bu ıstırap mahşerinin üstüne bir rahmet kevseri hükmünde dökülen son enin...

Ve bu son kâinat gecesinin tek temaşakârı olarak, bütün o karlarının altında incimat etmiş manzaraların kenarında kendisini görüyordu; bir kişi, bu ölmüş kâinatın içinde yapyalnız!... Şimdi de böyle değil miydi? Yapyalnız... O zaman rüyasıyla hakikatin müşabehetinden titrer ve musikinin şifa verirken öldüren bu tesliyetlerinden silkinerek çıkmak isterdi.

Artık uyuşan, can çekişen asabı tekrar hayat bulmak için sarsılmak, hırpalanmak ihtiyacını duyardı; birden, demin inleyen alet çıldırır, kudururdu; demin havanın içine serpilen son elem nevhaları henüz son ihtizar nefesini vermeden bir sürat temrininin kasırgaları patlar, çılgın deveranları içinde bütün hüzün neşidelerinin inleyen bakiyelerini müthiş tarrakalarıyla boğardı.

Nihal bu velvelenin içinde sersemleşmek, düşünmemek için düşünememek isterdi; sonra yorgun, göğsü şişkin, sapsarı, bu mücadelenin içinden çıkarak başını çevirince ihtiyar mürebbiyesinin endişeli bir nazarla kendisine bakan gözlerini görürdü. O, bu musiki hummalarının hemen hepsinde bir gölge ihtirazıyla gelmiş, biraz uzakça oturmuş bulunurdu.

Onun uzaktan Nihal’e öyle bir bakışı vardı ki, “Zavallı çocuk, kendisini öldürüyor,” demek isteyen derin bir merhamet manasıyla doluydu. Evet, bu musiki hummaları, insafsız bir marazın takip eden ateş nöbetleri kahrıyla bu zayıf çocuğu kırılmış bir halde bırakırdı. Bu musikinin tesliyetinde mest eden bir zehirli içki hıyaneti vardı.

O zaman Nihal’i almak, ona neşe verecek şeyler okumak isterdi; fakat Nihal bunlardan sıkılıyordu, mürebbiyesinden öyle kitaplar istiyordu ki ona ölümü düşündürsün. Mürebbiyesine itiraf ediyordu:

“Ölüm! Ölüm! Şimdi hep bunu istiyorum,” derdi.

Loading...
0%