Yeni Üyelik
15.
Bölüm

14. Bölüm

@halitziyausakligil

Bir gün Şayeste, Nihal’e inanılmayacak bir haber verdi. Firdevs Hanım’ın uzun bir misafirlik için yalıya geleceğini işitmişti. Şayeste tafsilat da veriyordu: Hekimler, dizlerinin sızıları için onların yalısının rutubetinden bahsetmişler imiş, nihayet birçok tasavvurlardan sonra buraya gelmeye karar verilmiş...

Şayeste bitmez tükenmez tafsilatla bu haberi verirken Nihal hareket etmeden, bir kelime söylemeyerek, inanılmayacak bir şey dinleyenlere mahsus sabit, mütehayyir nazarla duruyordu. Şayeste bitirince cevap vermedi.

Bu mümkün müydü? Bu karar kendisine karşı iltizam edilerek tertip olunmuş bir şey manasını kesbediyordu. Demek Nihal bundan sonra Firdevs Hanım’la beraber, bir evde, yan yana yaşamaya mahkûm olacaktı. Lakin bu kadından o nefret ediyordu, hele o düğünden beri ona başka türlü yaratılmış, sair kadınların hiçbirine benzemez bir mahluk nazarıyla bakıyordu. Kabil değil, buna müsaade etmeyecekti. Birden karar verdi, artık babasına karşı da isyan edecek, bütün kuvvetiyle cenk edecekti.

Nihal aklına gelen bir şeyi hemen yapmalı, zuhur eden bir niza vesilesini derhal istimal etmeliydi; Şayeste’yi orada bırakarak yerinden kalktı, aşağıya indi; fakat sofada tevakkufa mecbur oldu.

Bugün bir cumartesiydi. Bülent henüz gelmişti, sofada onunla Behlül’e tesadüf etti. Bülent’le öpüştüler. Nihal sapsarıydı, dudaklarında ufak bir ihtizaz vardı. Bihter’e koşmak, artık bu defa müthiş bir müsademeyle her şeyi kırmak istiyordu.

Behlül sordu:

“Ne oluyorsun, Nihal? Sende yine bir şey var.”

Nihal durdu. Birden kararını değiştirdi. Bu şaşılacak haberi onlara söylemekle kendisinin tarafına geçecekler bulacağına hüküm verdi. Behlül’e dedi ki:

“Elbette haberiniz vardır. Bize yeni bir misafir geliyormuş...”

Behlül cevap verdi:

“Firdevs Hanım’dan bahsediyorsun zannederim. Lakin yanılıyorsun, Nihal, o bir misafir değil, senin annen demek olan bir kadının annesi...”

Nihal birden taşan hiddetiyle cevap verdi:

“Evet, fakat o kadın buraya gelemez.”

Behlül, Nihal’e yaklaştı ve bir büyük kardeş mülayemetiyle:

“Nihal!” dedi; “Eminim ki sen şimdi Bihter’e gidiyordun, ona şimdi bana söylediğini söyleyecektin, öyle değil mi? Beni biraz dinler misin, Nihal? Fakat kavga ederek, hiddetlenerek değil, sakin sinirlerle, dudaklarında bir tebessümle... Bilirsin ki bütün kavgalarımızla beraber biz yine dostuz, bir nevi kardeş, birbirini tırmalayıp da yine sevişen kardeşlerden... İşte bak gülüyorsun, mağlup oldun, hiddet bitti, artık beni dinleyeceksin.”

Behlül, Nihal’i elinden çekerek odasına götürüyordu, Bülent onları takip ediyordu, Nihal’i bir koltuğa oturttuktan sonra Behlül bir yer iskemlesini çekti ve karşısına oturdu, Bülent yerde, ikisinin arasındaydı.

Nihal yumuşamış, ihtiyarını başkalarına teslim etmiş bir vücut hükmündeydi, ufak bir tebessüm ince dudaklarını hafifçe açıyordu. Biraz evvelki Nihal’den o kadar başka bir şeydi ki şimdi Bihter’in yanında olsaydı beş dakika evvel söyleyebileceği şeyleri söyleyemeyecekti.

Behlül hep o mülayim, o bir kardeş sesiyle sordu:

“Değil mi Nihal? Bihter’e de, o kadın buraya gelemez, diyecektin.”

Nihal başıyla, gözüyle inkâr ediyordu; Behlül diyordu ki:

“Yok, şimdi utanıyorsun da onun için itiraf etmiyorsun; ya bunu söyleyecektin; yahut buna benzer bir şey... Bak, beş dakika kifayet etti, yapmak istediğin şeyden utanıyorsun. İşte bütün bu kış yaptığın şeyler için beşer dakika bekleseydin onların hepsi vuku bulmamış olacaktı...”

Nihal hep o tebessümüyle susuyordu. O zaman Behlül anlattı. Firdevs Hanım’ın bu misafiretinden hiç kimse memnun değildi, hatta herkesten ziyade Bihter.

Nihal gözlerini açtı, nasıl o da, annesinin geleceğinden memnun değil miydi? Behlül:

“Seni temin ederim ki değil,” diyordu; “sana bunu izah etmek pek uzun, fakat ne kadar memnun olmayacak olursa olsun başkaları kendisine karşı memnuniyetsizlik gösteremez; hususiyle sen, Nihal, buna dair bir küçük işarette bile bulunamazsın. Bu şimdiye kadar aranızda geçen kavgaların hiçbirine benzemezdi... Ondan sonra, Nihal; müsaade eder misin? Sana ne vakitten beri söylenmek istenip de söylenemeyen bir şey söyleyeyim?”

Nihal biraz doğrularak o zamana kadar söylenemeyen bu mühim şeyi bekledi. Behlül ciddi bir sesle söyledi:

“Nihal, sen bilmeksizin babanı meyus ediyorsun...”

“Nasıl? Ben, ben mi babamı meyus ediyorum?..”

Bu sual ağzından bir feryat feveranıyla çıktı. Behlül o sakin sesiyle devam etti:

“Evet, sen, mini mini Nihal, sen... Bilmeyerek, düşünmeyerek, biraz çocukluktan, biraz hırçınlıktan, fakat asıl kıskançlıktan... Senin bütün o Bihter’e yaptığın şeyler, o haksızlıklar, evet, itiraf edersin değil mi? Onlar hep birer haksızlıktan başka bir şey değildir. İşte bütün o nefsini zapt edemeyerek yaptığın kavgalar onu zedeleyecek birer sebep oluyor.”

Behlül bu muhakeme silsilesini takip ediyordu, fakat artık Nihal anlayamıyor, vuzuhla dinleyemiyordu. Bülent’in tasdik eden çehresine bakarken gözlerinde bir sis, Behlül’ün sesini işitirken kulaklarında bir uğultu vardı. Kendisine birinci defa olarak söylenen bu şey o kadar beklenmeyen, o kadar umulmayan bir şeydi ki onu sersemletmişti. Kalbinde bir damar kopuyor gibiydi. Demek o babasını meyus ediyordu. Evet, bu doğru olmalıydı. Nasıl olmuştu da bunu kendisi düşünememiş ve şimdiye kadar hiç kimse ona bu hakikati söylememişti? Birden nefsini azim bir cinayet işlemiş olmak töhmetiyle gördü. Babasını meyus etmiş olmak... Evet, evet, bu böyleydi, böyle olmalıydı. Şimdi ne yapacaktı? Ne yapacaktı ki her şeyi unuttursun?.. Her şeyi affettirsin?.. Şüphesiz artık Firdevs Hanım’ın gelmesine ses çıkarmayacaktı, artık Bihter’le uğraşmayacaktı, fakat evvelkiler nasıl unutturulacaktı?

Behlül söylerken, o dinlemeyerek, Bihter’le geçen şeyleri birer birer tahattur ediyordu. Kendisini ne kadar haksız, ne kadar haksız buluyordu. Nasıl kuvvet bulmuş da bunları yapmıştı?

Nihal Behlül’ün odasından başkalaşmış bir Nihal olarak çıktı. Behlül ona diyordu ki:

“Gördün mü, Nihal? Ne zaman kendinde hiddete benzer bir şey hissedersen biraz kavga arzularına meydan vermek için seninle küçük küçük mücadeleler de yaparız, fakat başkasıyla değil...”

 

***

 

Bugün Nihal’in en sakin bir günü oldu. Saatlerle mürebbiyesinin ona okuduğu bir kitabı dinledi. Bugün Nihal için başka bir devrenin mebdeini teşkil edecekti. Bundan sonra artık hiç sesini çıkarmayarak, bütün o çılgınlıklara sevk eden isyan hissiyatını ezmek için zayıf kalbinde kuvvet bulmaya çalışarak makhuriyetinin sükûtu içinde kapanacak, babasını meyus etmemek için susacak, hep dudaklarını kısarak susacaktı.

O okurken Nihal hep bunu düşünüyordu. Bugün ihtiyar kızın da okurken dalgınlıkları vardı; elinden kitabı yavaşça indirerek, sanki bir girye bulutuyla örtülü gözlerini Nihal’e dikiyor, dalgın, uzun bir nazarla ona bakıyordu. Böyle, ikisinin arasında uzun bir dakika cereyan ediyor, bir şey söylemeyerek gözlerini zorla birbirinden ayırıyorlardı. İki defa Nihal sordu:

“Ne düşünüyorsunuz, rica ederim?”

İhtiyar mürebbiye, bir şey söylemek için kuvvet bulmaya çalışıyormuşçasına dudakları kıpırdıyor, sonra:

“Hiç!” diyordu.

Nihal onun bu tereddüdüne o gün fazla bir ehemmiyet vermemişti, şüphesiz ihtiyar kızın kendisine söylenecek bir şeyi yoktu, fakat ertesi sabah bu manasız şeyden müthiş bir hakikat çıktı.

Nihal’i sabahleyin kapısının arasından seslenen Mlle de Courton uyandırdı:

“Bonjour Nihal! Yatağında mısın, çocuğum? Ben gidiyorum, vapura ancak yetişebileceğim.”

Bu pazar, ihtiyar kız sabah duasında bulunmak için erkenden Beyoğlu’na ineceğini bir gün evvel Nihal’e haber vermişti. Nihal yorganının altından başını çıkararak mürebbiyesine bağırdı:

“Rica ederim, çabuk avdet ediniz, bugün hava güzel görünüyor, sizinle bir küçük seyran yaparız...”

Bugün kışın son günlerinden biriydi: Soğuk fakat güzel bir gün... Nihal yatağından güneşin donuk, bir buz nefesiyle buğulanmış denebilen ziyasının penceresinden kayarak perdenin bir kenarını yaladığını görüyordu; çerçevenin dışarısında, beyaz bir süngere benzer, eriye eriye delik deşik olmuş, yumruk kadar bir kar parçası vardı ki uzun uzun fasılalarla birer katre salıveriyor ve bu katreler camın donuklukları arasında açılmış mini mini bir dereyi takip ederek, uzanarak, kıvrılarak, nihayet dağılarak kayboluyordu.

Nihal uzun uzun perdesini yalayan bu ziyaya, katre katre eriyen bu kar parçasına, o mini mini dereye baktı. Yatağının içinde bu güneşli günün latif hararetini düşünerek üşüyordu. Onun da beyninin üstüne, bu güneşin ziyalarını sisleyen buzlu nefese benzer, bir tabaka çekilmiş gibiydi. Bütün vücudundan küçük küçük titremeler akıyordu, ayaklarını çekerek yatağında büzüldü, yorganını çenesinin altına kıstırdı, hep o güneşe, kar parçasına, mini mini dereye bakıyordu; bugün mümkün değil yatağından çıkıp bu soğuk odada yıkanmaya, giyinmeye kuvvet bulamayacaktı; vehmen de suyun soğukluğunu hissediyor, omuzlarından birer buz mecrası açılıyor, titreyerek yatağının içinde daha ziyade büzülüyordu. Bugün tembellik edecek, saatlerle yatağından çıkmayacaktı. Yatağından çıkmamak için bir sebep daha buluyordu: Mademki Mlle de Courton da bugün evde değildi...

Gözleri süzülüyordu, hep öyle, penceresine bakarken yavaş yavaş kirpikleri indi, ince mavi damarları görünen göz kapakları titredi, tekrar uyudu. Bir müddet uyudu; sonra birden gözlerini açtı, ona odasını sallamışlar gibi gelmişti, ilk önce anlayamadı, bir dakika sonra, tekrar aşağıdan yukarıya uçan koca bir kar parçası gelip penceresinin üstüne ezilerek yapışınca anladı. Aşağıda, şüphesiz Bülent, ablasının penceresini kar topuna tutuyordu.

Birden yatağından atlayarak penceresine koştu, tam o sırada, bir top daha, bu defa çerçevenin kenarına gelerek dağıldı. Nihal bahçeye baktı. Hep oradaydılar: Adnan Bey, Behlül’le Bülent, kürklü geniş yakasını kaldırmış Bihter, henüz erimemiş karlardan toplamak için çömelen Beşir...

Başlarını kaldırarak ona bakıyorlardı, Bülent bir iki top daha hazırlıyordu, Nihal eliyle işaret ederek “Geliyorum!” dedi.

Beş dakika sonra bahçedeydi. Havada latif bir hararet vardı, güneş bu sabah vaktinden evvel uyanmış bir bahar getiriyordu. Nihal bu havayı teneffüs eder etmez hüviyetinin derinliklerine kadar ısındığını hissetti. Bahçenin yollarında karlar, yumuşamış, gevşemişti; beyaz donuk bir cam tabakasıyla örtülü zannolunan dallardan mütevali katreler düşüyordu, bunlardan bir tanesi geçerken Nihal’in boynuna düştü. Bir sayha ile boynunu kıstı. Hep ellerinde birer topla onun takarrüp etmesine müterakkıptılar, tam o dakikada Bülent emir verdi:

“Ateş!..”

Toplar Nihal’in üzerine döküldü, o, kolunu kaldırarak yüzünü saklıyordu; bir tanesi ta kulağının üstünde, saçlarının arasında dağıldı; Nihal parmaklarıyla saçlarını silkerek:

“Şimdi nöbet bana geldi!” diyordu.

Sekerek yoldan atladı, orada, bir ağacın dibinde bir küme kar vardı; fakat öte tarafta Bülent de durmuyordu, o zaman ikisinin arasında insafsız bir harp başladı. Evvela muntazam bir harp şeklinde başlayan bu oyun yavaş yavaş, aralarında mesafe eksile eksile, toplar nihayet düşmandan evvel yetiştirilebilmek için telaşla alınan birer avuç kardan ibaret kalarak, bir boğuşma haline gelmişti. Etrafta hep gülüyorlar, Adnan Bey, “Artık yetişir!” diye bağırıyordu. İkisi de bu harpten, yorgun, karlara bulanmış, göğüsleri şişkin, çıktılar. Nihal kesik kesik soruyordu:

“Baba, Bülent yenildi, değil mi?”

Bülent yenildiğine kani değildi:

“Kim yenildi?” diyordu, “İstersen yeniden başlayalım.”

Buna hep mâni oldular, Adnan Bey ilerleyerek Nihal’i kolundan çekti, artık harp bitmişti. Şimdi Bülent önlerinden koşarak sıçrıyor, yolun üzerine uzanmış bir dalı çekerek tam onlar geçerken silkiyordu. Babası ile Nihal, böyle, hatveden hatveye bir kar tufanına tutuluyorlardı.

Bir aralık Adnan Bey Nihal’e, yavaş bir sesle, söyleyeceğinden korkarak, sordu:

“Nihal, Mlle de Courton sana bir şey söyledi mi?”

Nihal, müteaccip, fakat birden babasının bu sualiyle ihtiyar mürebbiyenin bir gün evvel kendisine bir şey söylemek için gözlerinden fark olunan tereddüt arasında bir münasebet bularak, durdu ve babasına bakarak:

“Hayır!..” dedi.

Şimdi ikisi de durmuşlardı, bir hatve ötede, elinde yakalanarak hazırlanmış bir dalın ucuyla Bülent de muntazırdı. Adnan Bey dedi ki:

“Senden izin isteyecekti.”

“Lakin o bu sabah erkenden gitti bile...”

Adnan Bey:

“Hayır, öyle değil, Nihal!” dedi; “Yalnız bugün değil, o, artık yorulduğundan bahsediyor. Biraz da memleketinde, kendi akrabasının yanında... Anlıyor musun, Nihal?”

Nihal pek iyi anlıyordu. Cevap vermeyerek, kalbinde derin bir acıyla, gözlerini indirdi. Öteden Bülent soruyordu:

“Nasıl baba?.. Kim, kim?.. Mlle de Courton öyle mi?.. Ah, şu, ihtiyar papağan! Nihayet memleketine bir seyahat mi düşünüyor?..”

Nihal, gözlerinde birer katre yaş kuruyarak:

“Bülent!” dedi, “Bize annelikten başka bir şey yapmayan bir kadın için böyle söz söylemekten seni menederim.”

Bülent bir kahkaha içinde cevap verdi:

“Oh, evet, fakat onu ihtiyar bir papağan olmaktan menedemezsin.”

Sonra elinden dalı bırakıp karları silkerek başını çevirdi ve yolun ötesinde uzaklaşan, artık memleketine giden o ihtiyar papağanın hayaline seslenerek elini salladı:

“Uğurlar olsun, Matmazel! Sizin hısımlara benden çok çok selamlar!..”

Nihal’in vereceği cevabı işitmemek için Bülent koştu, fakat Nihal cevap verecek bir halde değildi. Babasına da bir şey söyleyemiyordu, arkasında Behlül’le Bihter’in ayaklarını işitiyordu, başını çevirmeksizin, gözlerini kaldırmaksızın yürüdü; Adnan Bey de beraber yürüyordu.

Nihal kendi kendisine: “Biçare ihtiyar kız!..” diyordu ve bir nakarat hükmünde içinden tekerrür eden bu cümlenin arasında düşünüyordu. Düşünüyordu ki onun artık yorulduğundan bahsederek memleketine gitmek istemesi bir efsaneden başka bir şey olamazdı. Bihter’in ona karşı hiçbir vakit tamamıyla saklanamayan bir husumeti vardı. Nihal’in bütün huysuzluklarına o bir müşevvik olmak üzere telakki ediliyordu. Kaç kereler Bihter bunu ihtiyar kıza ima etmişti. Onun evde vücudu Bihter’i rahatsız ediyordu. Şüphesiz bu onun tarafından tertip edilmişti. Nihayet bir gün kocasına, “Bu kadından beni kurtarın,” demiş olacaktı. O zaman o biçare kızın bütün o senelerce bir dakika fasılaya uğramayan fedakârlıkları unutularak kendisine anlatılmış olacaktı ki bu evin sükûnu onun artık Nihal’i yalnız bırakmasıyla mümkün olabilecek. Bu kendisine örtülü bir lisanla anlatıldıktan sonra nankör bir hizmetçi zilletiyle kovulmuş olmamak tesliyetini bırakmak için ihtimal onun müsaade talep etmesine imkân vermişlerdi.

Ya bu adam, yarabbi! Ya bu baba nasıl görmüyor, hissetmiyordu ki kızının elinden bütün sevdikleri böyle birer birer alındıktan sonra o yaşayamayacak, evet, böyle yapyalnız yaşayabilmek için artık kuvvet bulamayacak.

Nihal tekrar üşüyordu. Demin kendisini ısıtan bu güneşin hararetini artık hissetmiyor, yalnız bahçeye henüz indiği vakit boynuna damlayan kar damlasını duyuyordu; bu katre orada büyüyor, bütün vücudunu titreten bir buzlu su oluyordu.

Sonra da ona diyorlardı ki:

“Sen babanı meyus ediyorsun!..”

Lakin, onu, işte onu da meyus ediyorlardı. Kim? Nasıl? Niçin? Bilmiyordu, fakat işte meyustu. Bugün her zamandan ziyade... Demek şimdi ondan, onun zayıf kalbinden bu müthiş fedakârlığı da bekliyorlardı? Demek o bunun için ağlayacak olsa, isyan etse karşısına çıkacaklar ve:

“Nihal! Sen babanı meyus ediyorsun!..” diyecekler.

Lakin kimdi asıl öyle olan?.. Bir aralık, ayağının ucuyla henüz yolun üzerinde erimeyerek mini mini adacıklar şeklinde kalan kar parçalarına dokunarak, gözlerini kaldırmaksızın, sakit, ağır ağır hatvelerle babasının yanında yürürken, bütün metanetini toplayarak, yavaş yavaş, itidal ile, adeta yalvararak, Mlle de Courton için müsaade talep etmek istedi: “Evet, artık yalnız onu bırakınız,” diyecekti; “düşününüz, o giderse hayatımda ne azim bir boşluk açılacak. Bakınız şimdi etrafımda beni sevecek kimse yok, hep birer birer gidiyorlar. Evvela siz, baba, siz, sanki benden uzak bir yerdesiniz, artık beni duymuyorsunuz. Sonra onlar, Şakire Hanım’la Cemile, onlar da birer yabancı oldular; daha sonra Bülent, onun yalnız kendisini değil, benden kalbini de çaldılar; artık beni sevmiyor, hep beni sevmeyenlerle beraber düşünüyor... Şimdi, şimdi de Mlle de Courton; lakin baba, bana hastalıklarımda kim bakacak, yalnızlıklarımda kim refakat edecek? İşte bakınız, yalnız bunun vehmiyle üşüyorum. Bundan sonra bu evde hep üşüyeceğim. Gidenlerle beraber sanki evimiz de, o eski evimiz de parça parça koparak gidiyor. Siz bunu duymuyorsunuz, fakat ben hissediyorum, işte bütün bu ev değişmiş odalarıyla, sofalarıyla bir başka şey oluyor, katre katre ölerek yerine bir başka evin çehresi çıkıyor...”

Bunu düşünürken Firdevs Hanım’ın çehresini, bütün boyalarıyla, sahte gençlikleriyle, gizlenen fersudelikleriyle o çehreyi görüyordu; bu çehre o eski evin ölmüş ruhu üstünde yükselen yeni ev, yabancı evdi.

Bunları değil, babasına hiçbir şey söylemedi; artık kendisini müdafaadan üşenen bir makhur, mecalden kalmış keselanıyla söz söylemeye hacet görmüyordu. Hem buna ne lüzum vardı? O ne yapsa, ne söylese dinlenilmeyecekti. Hep o kadına itaat olunacaktı. Bunu şimdi tamamıyla hissediyordu. Babası onun elinde bir oyuncaktan başka bir şey değildi; fakat bu oyuncak ona karşı müthiş bir silah olarak kullanılıyordu. Halbuki babası fena bir adam değildi, bundan emindi; o kızını yine seviyordu, evet, severek öldürüyordu...

Ne için bu böyleydi? Onu bilmiyor, bilmeye de lüzum görmüyordu; mademki ondan fedakârlık bekliyorlardı, işte o da her şeyi, kendisini de feda edecekti. Şimdi onlar bahçenin köşesini dolaşmışlar, yalıya götüren diğer bir yolu takip ediyorlardı; Nihal uzaktan yalının kapısında Behlül’le Bihter’i görüyordu. Onlara takarrüp etmeden evvel nazarında makhur bir teslimiyetle gözlerini babasına kaldırdı:

“Baba!..” dedi, “Ne vakit gidecek? Bugün avdet etmeyecek mi? Bu akşam beraber gezmeye gidecektik.”

Mustarip ruhunun bütün sitemleri bu cümlenin içindeydi. Adnan Bey cevap verdi:

“Bu akşam gelecek, kızım. Sen ne vakit izin verirsen o vakit gidecek..”

Nihal tekrar gözlerini indirmişti, Adnan Bey bir saniyelik bir tevakkuftan sonra ilave etti:

“Senin için başka bir mürebbiye arattırayım mı, Nihal?”

Nihal birden başını kaldırdı:

“Ooh! Hiç lüzum yok, mademki Firdevs Hanım bize gelecekmiş!..”

Babasının yanında daha ziyade duramadı, ağzından istemeksizin taşan bu cümleden sonra birden koştu, Behlül’le Bihter yalının kapısında onlara muntazırdılar, Nihal Bihter’e bakarak Behlül’e dedi ki:

“Behlül, haberin var mı? Mlle de Courton’u kovuyoruz.”

Sonra elini uzatarak Behlül’ü elinden tuttu ve beraber gelmeye icbar ederek sürükledi; yalının uzun merdivenlerini beraber, Behlül’ün eli hâlâ Nihal’in elinde, çıktılar. En yukarıda, sofada, Nihal soluyarak durdu ve Behlül’ün elini bırakarak bütün vakayı, fedakârlığını, bu sakit faciayı tafsil eden bir kelime olmak üzere:

“İşte!..” dedi.

Sonra eliyle tokatlarcasına piyanosunun iskemlesini döndürdü ve yüzü Behlül’e karşı oturarak, ellerini dizinin üstünde kilitledi, kelimelerin seri bir cereyanıyla devam etti:

“Evet, işte şimdi artık benden memnun olabilirsiniz. Bir küçük itiraz bile etmedim. Bakınız, gözlerime, bir ufak damla bile yok. Halbuki, bilirsiniz a, bu defa hepsinden mühim, hepsinden acı... Buna hiç ihtimal vermezdim, bu o kadar düşünülemeyecek bir şeydi ki beni en ziyade öldürecek bir çare bulmak vazifesini bana havale etselerdi ben bile bunu tahattur edemezdim, o kadar mümkün olmayan bir şey görünüyordu. Onlar bulmuşlar, bugün bana sadece kararı tebliğ ettiler: ‘Gidecek,’ dediler. Pekiyi, gitsin, anlıyor musunuz, gitsin, işte o kadar! Başka, benden başka bir şey daha istiyorlar mı?..”

Kuru gözlerle Behlül’e bakıyordu. Behlül bütün felsefesinin metanetiyle beraber bu ıstırabın feci tesirinden mebhuttu. Bu kız için azim bir rikkat duyuyordu.

“Benim mini mini Nihal’im!” dedi, “Bilir misin? Sana acıyorum.”

Kesik, kuru bir kahkahayla gülerek Nihal cevap verdi:

“Sahih? Acıyor musunuz?.. Lakin ne için?.. Bunlar bütün birer çocukluktan başka bir şey mi?..”

Sonra bu istihzayı bırakarak ciddi bir sesle ilave etti:

“Size bir hakikat söyleyeyim mi? Şimdi ben bu şeylerden lezzet alıyorum. Bilmezsiniz, bugün bu acı fedakârlığı yaptıktan sonra içimde öyle bir lezzet var ki...”

Behlül tesirine galebe çalınamayan bir rikkat içindeydi. Titrek bir sesle dedi ki:

“Nihal, ister misin? Bundan sonra seninle dost olalım, her zaman için...”

Nihal elini uzattı, sonra:

“Durunuz,” dedi; “mademki öyle, sizle çoktandır yapmadığım bir şeyi yapayım.”

Eliyle ince kaşının ucunu gösteriyordu:

“Buradan öpmek istiyordunuz, değil mi? Mademki artık benim için bir iyi dost, bir büyük kardeş, ağabey olacaksınız. Şimdi, şuraya, yanıma oturunuz. Size piyano çalacağım, evet, saatlerle bütün sevdiğiniz, istediğiniz parçaları...”

Asabi ellerle piyanosunun üstünü, yanında ayaklı hücreyi dolduran parçaları, defterleri Behlül’ün önüne yığıyor ve:

“Herkes bilsin ki,” diyordu; “Nihal’i öldürüyorlar da o, yine...”

Cümlesini hareketiyle ikmal ediyor, piyanosunun kapağını şedit bir darbeyle arkasına atarak meşhur Gece ve Gündüz operetinden çıkarılmış velveledar bir galopun şatır kahkahalarını evin içine serpmeye başlıyordu.

Behlül’ün, bu Tepebaşı temaşagâhının sadık müdaviminin, kendine mahsus, en neşveli, en şetaretli parçalardan mürekkep bir müntehabat silsilesi vardı ki bunları hemen ezber bilirdi. Önünde yığılan kümeden birer birer çekerek Nihal’in önüne bırakıyordu: Gran Via’lar, Moscatte’lar, Les Cloches de Corneville’ler, Le Petit Duc’ler, Granatieri’ler, bütün o çılgın musiki kahkahaları birbirini kovalayarak evi azim bir neşve tarrakasının galeyanları içinde boğuyordu ve Behlül, arada bir ıslıkla refakat ederek, hatırında kalan bir nakaratı söyleyerek, Nihal’in yanında, gözleri yandan görünen ince soluk çehresine tesadüf ettikçe gecikerek, Beyoğlu’nun hummalı eğlencelerini ihtar eden bu şeyleri dinlerken, düşünüyordu.

Loading...
0%