Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. Bölüm

@halitziyausakligil

ıştı. Nihal’i dinlerken hayalinin içinde üzerine ziya tufanları, renk şelaleleri dökülmüş köşeler açılıyor, Odéon sahnesinin bir tarafını, Concordia’nın mecnunane bir âlemini görüyor; sonra çıplak omuzlar, kollar, mini mini zarif beyaz satenden iskarpinler bir tayaran-ı seri ile gözlerinin içinde uçuyordu. O zaman kalbinde derin bir tahassür hissediyordu, onun hayatı işte o âlemin heyecanları içinde yuvarlanmalıydı; nasıl olmuştu da koca bir mevsimin o bitmez tükenmez gecelerini bu hazin köhne yalının koltukları içinde, artık ihtiyarlayarak ölümün bürudetlerinden mangal altlarına kaçan hasta kediler uyuşukluğuyla geçirmişti?

Şüphesiz Bihter’i seviyordu, hayatında hiç böyle derin ve uzun bir sevdası vuku bulmamıştı. Bu, elbette onun ilk ve son aşkıydı; lakin bu, hep böyle, aynı mülakatlar, aynı saatlerde söylenen aynı sözler, aynı vefa yeminleriyle teati olunan aynı buseler, izdivaca mahsus bir tarzda ve bir mealde zemzemelerle sürüp gidecek miydi?

Yavaş yavaş bu muaşakanın hep bir çeşit lezzetleri arasında yenilikler, başkalıklar ister olmuştu, ilk haftalarda onları titreten, korkutan şeyler oluyordu; birbirine tamamıyla temellük edinceye kadar, muaşakalarında daha kat olunacak mesafeler, daha göze alınacak tehlikeler kaldıkça, tatmin olunacak emellerin heyecanı hararetini hissederlerdi; fakat sonra, artık bu muaşakanın devamından başka beklenecek bir şey kalmayınca sakin saatler, o, sükûnu bir ihtizar azabına benzeyen muttarit saatler başlamıştı. O farz ettikleri ihtiraslardan, galeyanlardan, cinnetlerden, gözyaşlarından, birbirini daha ziyade sevmek için hırpalaşmaklardan, velhasıl o bir aşkın hayatını daima tazeleyen buhranlardan hiçbir şey yoktu; hatta birbirini kıskanmıyorlardı bile...

Behlül, zannının tamamıyla hilafına olarak, Bihter’de yumuşak, gevşek bir kadın buluyordu; bir kaideye tebaiyet edercesine odasına gelişleri vardı ki Behlül’de fena bir tesir bile uyandırıyordu; bu muaşakada birbirini arzu etmeye vakit bulamıyorlardı. Behlül, pek sarih olmamakla beraber, bu kadının elinde kendisinin evet, asıl kendisinin bir kadın hükmünde kalmaya başladığını fark eder oluyordu. Odasında gelinip aranılan, her arzu olundukça alınıp tasarruf edilen kendisiydi. Pek iyi tahlil etmeksizin bu muaşaka tarzından kendisine bir zillet çıkarıyor ve kalbinin ta derin, kendi nefsine karşı bile hafi tutulan bir noktasında Bihter’e bir husumet hissediyordu.

Kendi tabirince bu nefis kadında sevdanın bir zevk nefaseti eksikti; muaşakalarında Bihter o kadar maddileşiyor, Behlül’ün bütün haris arzularına öyle mağlubiyetle muvafakat ediyordu ki, belki bir fedakârlık olan bu şeyler, aleyhine çevrilerek onu bayağılaştıracak, muhteremiyetten düşürecek zilletler hükmüne geçmiş oluyordu. Behlül’e hiçbir şey reddedilmiyordu, onun hiçbir arzusu fazla bulunmuyordu; halbuki o reddedilmeye, yalvarmaya, istenen şeyin zor istihsal edilmiş olmasından lezzet almaya muhtaçtı.

Bir gece mutlak reddedilecek bir şey olmak üzere Bihter’i sarhoş etmek istemişti; Bihter isyan edecek, adi bir sefile zaafıyla onun bu hevesine muvafakat etmeyecek ümidindeydi; o zaman Behlül için bu kadının bir mestî garamını aramak, ona nail olabilmek büyük bir saadet olacaktı; bilakis Bihter buna muvafakat edince onu sarhoş etmek Behlül’e iğrenç bir şey göründü. Bu, aralarında netice verilmemiş bir latife hükmünde kalmıştı; fakat Behlül’ün kalbinde, hiç olmazsa, bunu reddetmemiş olmasından mütevellit, ona karşı bir kin vardı.

Bu kin hakikatte Bihter’e hürmet edememekten neşet ediyordu. Erkekler bir kadını sevebilmek için ona hürmet edebilmelidirler; ismetlerinden düşen kadınlar için, en şedit aşklar arasında bile, onlara bir zillet hissesi tefrik etmekten hâlî kalmazlar; hissiyatını sarahatle tahlil etmekten çekinmekle beraber Behlül nihayet Bihter’de izdivaç haclesinden kaçarak başka birinin mahremiyet hücresine giren bir kadın görmeye başlamıştı ve gece odasında, sobanın yanında koltuğun içine gömülerek Paul Bourget’nin o insafsız kadın müşerrihinin, birkaç sahifesini süzerken Bihter’in hem gelmesini ister, hem gelmesinden korkardı.

Bihter ona küsseydi, birkaç hafta, evet, yalnız birkaç hafta dargın olsalardı, Behlül, onu beş dakika yalnız görüp, nihayet affettirmeye muvaffak olmak için günlerce fırsat bekleseydi, sonra gözyaşları içinde tekrar birbirinin kollarına atılsalardı, öyle zannediyordu ki o zaman şimdi istemeksizin düşündüklerini düşünemeyecekti.

Bu bir mevsimlik muaşakanın son günleri Behlül için öyle bir devrenin başlangıç hengâmesi olmuştu ki o devre esnasında ihtiyarsız, henüz garam gınasının başladığına bir celi vukuf hâsıl olacak kadar hissiyat sarahat kesbetmeksizin, sevilen kadına atfolunacak kusurlar bulunur, onu aşkın baharında tezyin eden bütün hülya çiçekleri artık solgun görünür, bir vakitler sevmek için icat olunan sebepler yavaş yavaş sevmemek için birer sebep kuvvetini alır. Behlül’ün nazarında Bihter, hep o nefis ve müstesna kadındı; hep onun giyinişinde, söyleyişinde, oturuşunda, o yelpazesini açarken, peçesini iliştirirken, parmaklarının bir iki mahir darbeciğiyle saçlarına bütün simasının ifadesini değiştiriveren bir başka hal verirken, dudağının köşesinde o mini mini çukuru dalgalandıran tebessümüyle kaşlarını kaldırarak en adi bir kelimeye en güzel bir şiir güzelliğini verirken, bütün o hiçlerden mürekkep bin türlü şeylerde; hâlâ en evvel, ilk gördüğünde alınan tesir devam ediyordu. Bu kadını hiçbir zaman arzu etmekten hâlî kalmayacağına vâkıftı, fakat bu aşkın husul ve devam kolaylığı, bu tehlikesiz, vakasız, gürültüsüz muaşakanın sükûnu onun saadeti içinde öyle uzun boş saatler bırakıyordu ki düşünmeye vakit buluyordu.

Kendi kendisini, böyle düşünürken fark ettikçe silkinir, düşünmemek isterdi. Aşkta kalp sükûta başlayıp da zihin melekelerini istimale başlarsa o aşk öyle bir hasta çocuğa benzer ki damarlarında taze bir kan yerine müsemmim ilaçlar cevelan etsin. O, bu kıymettar hasta çocuğun damarlarına müsemmim ilaçlardan koymamak için kendisini düşünmekten menederdi.

Kaç kereler böyle düşünürken Bihter’e bu aşkın husulündeki ve devamındaki kolaylıklardan bir töhmet hissesi çıkarmıştı. O sukutu, bir akşam odasında en intizar olunmayan bir dakikada, birinci defa olarak cesaret edilip söylenmiş iki kelimeyle vuku bulan o mağlubiyeti, affedilmez bir kabahat olmak üzere telakki ediyordu.

Bihter, Behlül’e maharetini istimal için vakit bile bırakmamıştı. Kendisini, hüner sahnesinde hiçbir sanat eseri göstermeye henüz zaman bulmadan alkışlanan bir sanatkâr kadar alıklaşmış olarak, kollarında Bihter’le buluvermişti. O kadar kolay düşen bu kadın bütün aşkını vermekte yine o kolaylıkla devam ediyordu. İlk sukutu takip eden o kısa vicdan devresi azabı bile Behlül’ün nazarında birden perdesi düşüveren yarım kalmış, fena tertip olunmuş bir mudhike hükmündeydi; o zamandan beri Bihter bu muaşakanın züllünü, ayıbını hiç hissetmiyor gibiydi. Lakin o züllü, o ayıbı şimdi Behlül duyuyordu. Kaç kereler o, kollarının arasında iken, birden silkinmek, “Lakin hissetmiyor musunuz ki bu aşk mülevves bir şeydir!” demek arzularını hissetmişti. Kendisini affediyordu ve kendisini affetmek için bulunan sebepler bütün Bihter için fazla bir töhmet vesilesi oluyordu. Onu gelip alan kadın hâlâ gelip almakta devam ediyordu, onun ellerinde kendisini günahsız bir cinayet aleti masumiyetiyle görüyordu.

Böyle, bu memnu aşkın mesuliyetini araştırmakla zihnini meşgul görürken birden kendisini muhakemeyi takipten meneder ve düşüncelerine karşı aşkını müdafaa edecek bir cümle bulurdu:

“İşte erkekler!” derdi, “Asla memnun değildirler, artık sevmemek isterlerse bütün sukutun, gınanın kabahatlerini kadınlara yükletmek için çare bulduktan sonra sevmemek kabahatini de onlara bırakmak için biçareleri tezlil edecek şeyler ararlar.”

Halbuki Bihter’i sevememek onun için telafi edilemeyecek bir zarar hükmündeydi; bu kadını kendi kendisine öyle leziz bir sevda kevserine benzetiyordu ki doyduktan sonra yine, hep içilmekte devam olunsun. Onu kaybettiği dakikadan başlayarak tekrar şiddetle isteyeceğinden emindi. Behlül bu muaşakada, kendi nabzı parmakları arasında mariz bir tabip gibiydi. Lakin maraz derin bir bürkân seyyalesinin gizli hıyanetiyle kaynamakta devam ediyordu.

Bihter için Firdevs Hanım’dan bile bir istihkar vesilesi çıkarıyordu. Bir vakitler İstanbul’un güzide zevk hayatında en parlak bir çehre olan bu kadın şimdi taze kalmak için gülünç çılgınlıklarıyla Behlül’e o kadar tuhaf, fakat iğrenç bir tuhaflıkla tuhaf görünüyordu ki Melih Bey takımının bütün şaşaasına, bu neticenin küsufundan, sanki tabaka tabaka bulutlar dökülüyor ve ta uzak müphem bir ufukta Bihter’in çehresi bu bulutların gölgeleriyle örtülüyordu. Bu anne, bu kızın bir istikbal sahifesi gibiydi. Onu da uzun sandalyesinde sızılı dizlerini dinlendirirken henüz bıyıklanmış bir çocuğun elini çekerek sıktığını, defedilemez bir hayal rüyeti içinde, görüyordu. Firdevs Hanım’ın en müstesna bir zevk nefasetinden sonra yavaş yavaş hastalaşan fikrinden çıkmış o garip çehreler, o gülünç elbiseler, iflas etmiş bir gençliğin öyle tuhaf acılıklarıydı ki bir mudhike olarak seyredilirken ağlanmak istenirdi.

Behlül hâlâ gözlerinin içinde şüphesiz dizlerinin sızılarından bağırmamak için dişlerini sıkan bu kadının, yastıklarla beslenerek yükseltilmiş açık sarı boyalı saçlarla, o siyahla aldan karıştırılmış garip elbisesinin pörsümüş kollarını açık bırakan cepkenleriyle ona bakan gözlerini görüyor ve bu gözlerle Bihter’in gözü arasında öyle bir müşabehet buluyordu ki o hayalin arkasında ellisini geçmiş bir Bihter’in öyle bir mariz zevkle boyanmış çehresini görmekten nefsini menedemiyordu.

Kendisine kabahat buluşları da olurdu. O, bu muaşakada ilk sevda tecrübesini geçirmeye çalışan bir çocuk beceriksizliğiyle davranıyordu. Bu aşkı, cereyanı sükûnundan çıkarmak, o aranılan ihtirasları, heyecanları hiç olmazsa icat etmek için o da bir şey yapmamıştı. Nihayet yorulmuş, izdivacın yumuşak yastıkları arasına hasta başını koyarak dinlenen bir sevda mefturu usluluğuyla işte uzun bir kış mevsimini bu sakin muaşakanın uykularında geçirmişti.

Nihal fasılasız, parçalar bittikçe kapayıp halının üstüne atarak, hoşuna gitmeyen bir şeyi bırakıp diğer birine başlayarak devam ediyordu. Önünde çalınacak şey kalmadıkça başını çevirmeden Behlül’e soruyordu:

“Başka? Başka?..”

Evet, bütün bir mevsimi uykuda geçirmişti. Nihal’in çehresini yandan görüyordu, düşünürken gözleri bulanıyor ve Nihal’in ince siması sanki titrek sislerin arasında ihtizaz ederek yükseliyordu. Nihal’e böyle bakarken onun çaldığı bir şeyi ıslıkla o da çalıyordu, birden merak etti. Bu neydi?

“O nedir, çaldığın Nihal?”

“Bilir miyim? Şimdi siz verdiniz...”

Ve Nihal sağ eliyle devam ederek sol eliyle parçanın kapağını gösterdi, Behlül eğilerek bakıyordu:

“A, sahih!” dedi...

Bu, bir sene evvel bütün Beyoğlu’nun ağzında dolaşan bir havaydı ki birinci defa olarak Concordia sahnesinde bir Hollandalı kızdan işitilmişti. O vakit Behlül bu parçayı mahsus getirtmişti. Nihal şimdi onu çalarken Behlül kendisini Concordia’da çılgın refiklerinin arasında görüyordu. Sahnede Kette, o çapkın kız, bütün küçük beyaz dişlerini gösteren bir hande içinde, beyaza benzeyen sarı saçlarıyla kendisine zarif bir kedi başı yaparak, en mülevves manalar işrap eden bu parçanın açık saçık mısralarını, küçük sarı gözlerinin ilaveleriyle daha ziyade teyit ederek, birer birer, onun gençliğinden, güzelliğinden iğtinam olunacak parçalara aç, haris, bekleyen halka birer sadaka nevinden atıyor ve bu halk, o genç ve güzel kızın çapkınlıklarıyla tutuşmuş doymayan heveslerin ateşiyle kuruyan ağızlarını açarak bütün göğüslerini şişiren arzuları boşaltacak bir uluyuşla nakaratı, onunla beraber tekrar ediyordu. Sanki bu nakaratın arasında, o sahnede zarif kedi başıyla etrafı taarruza davet eden bu kız, nihayet hırsından çıldırarak, cinnetinden böğürerek atılan halkı, vahşi bir kucaklayış içinde, kollarıyla sıkıyor, kemiklerini kırıyor gibiydi.

Halbuki herkes bu kızın iffetinden bahsediyordu, ona ancak on altı yaştan ziyade verilmiyordu, garip bir sergüzeşt uyduruluyordu; babası Avustralya açıklarında gemisiyle beraber kaybolmuş bir gemici deniyordu; annesi, namusuyla yaşayan bir dul, kızını büyük şehirlerin küçük sahnelerinde dolaştırıyordu. Kette için bu sahnelerin çirkabı üstünde batmaksızın yüzen bir yasemin kalmak şöhreti, bu muhitlerde bütün heveslerini kolay istihsal etmekten usananlar için çıldırtıcı, kudurtucu bir emel uyandırıyordu. Concordia’yı zelil bularak istihkar edenler bile o kış buraya tatmin edile edile yorulmuş heveslerinin arasında feveran eden açlıklarını getirmiştiler. Lakin bütün vaatler, fedakârlıklar hep sahneden ileriye geçemiyor, bu halk bir kayadan seddin menaatine düşüp bayılan dalgalar acziyle bu sahnenin ayaklarında yıkılıp kalıyordu. Yalnız birkaç kere kendisinin yemeğe davet edilmesine muvafakat etmişti, fakat hep zayıf omuzları köhne matem elbisesinin altında sefil bir hayatın ıstıraplarını gösteren annesiyle beraber...

Ve, bu on altı yaşında kızın, bu küçük sahnelere mahsus edebiyatın en çapkınına en çapkın manalarla tercüman olan bu kızın, annesinin refakatinde sade bir akşam yemeğinden başka bir şey kabul etmemesinden bütün Beyoğlu’na bir çılgınlık gelmişti; herkes kendine âşıktı, herkes Concordia’daydı, herkes o nakaratı tekrar ediyordu.

Sonra birden, kış nihayetinde Kette unutuldu, üzerinden bir yaz geçti. Bu şöhretler öyle narin çiçeklere benzer ki üzerinden bir mevsim geçmek onları öldürmek için kifayet eder. Bu kış Kette, yine Concordia’daydı, yine annesiyle beraber bir yemekten başka bir şey kabul etmiyordu; fakat artık kimse yoktu. Asıl Beyoğlu’nun hayatını terkip edenlerde bu kız için ilk cinnet devresi geçmişti, şüphesiz başka cinnet sebepleri bulunmuştu. Bu tebeddül neden neşet etmişti? Bilinemez... Kette hakkında türlü hikâyeler naklolunmuştu. Hele bir tanesinin sıhhatine kanaat ediliyordu. Lahey’in zabıtaca müseccel bir evinden, annesinden başka her şeyi olan o ihtiyar karı tarafından alınarak zengin bir izdivaç şikârına çıktığından bahsedilen bu kızın bütün yazı bir berber kalfasının evinde geçirdiğine yemin ediliyordu. Şimdi Kette kabul olunan yemeklerden annesini hazfe muvafakat ediyor deniyordu ve bir kış evvel Concordia’ya hayatını vakfedenler bu hikâyeye o kadar inanıyorlardı ki tecrübeye lüzum görmüyorlardı. 

Kette için herkesle beraber çıldıran Behlül yine herkesle beraber bu hikâyeye inanmıştı, hatta onu tamamıyla unutmuştu. Bugün düşüncesinin arasında, Nihal o parçayı çalarken uzun bir senenin nisyanı içine gömülen Kette’nin çehresi uyanıvermişti ve birden onu tekrar görmek için galebe çalınamaz bir arzu duydu.

Acaba hâlâ Concordia’da mıydı?

Bu suali kendi kendisine sorarken gülüyordu. O hayatın bu derece cahili kalacak kadar uzaklarında yaşayabildiğine şaşıyordu. Bu akşam gidecekti, hemen bu akşam Kette’ye bir yemek verecekti. Bir saniye içinde karar vermişti, sonra Bihter’i düşündü. Bu ona karşı bir hıyanet değil miydi? Bihter için bir merhamet duyuyordu, kendi kendisine: “Biçare kadın!” diyordu, Behlül’ün bir aralık bunu düşündüğüne vâkıf olsa kim bilir, ne kadar ağlayacaktı. Hayır, hayır, bu denaetini asla kabul etmeyecekti. Sonra birdenbire kendi kendisine:

“Lakin ahmak,” dedi; “sen bunu asıl Bihter için yapacaksın, onu daha ziyade sevmek için...”

Hayır, hayır, gitmeliydi, Bihter’le aşkının devamı için buna ihtiyaç vardı, Nihal’den rica etti:

“Tekrar eder misin Nihal?..”

O parçayı bir daha işitmek istiyordu, Kette artık kalbinde tamamıyla taze bir hayat bulmuştu, evet gidecekti. Birden aklına bir şey geldi, bu defa maddi bir mâni vardı. Ona da bir çare buldu, tekrar ettirdiği parçada Nihal’i tevkif ederek:

“Nihal,” dedi, “ben sana ne kadar borçluyum?”

Behlül, Nihal’e daima borçluydu, ikisinin arasında daima Behlül’ü medyun bırakan cari bir hesap vardı, Nihal cevap vermeyerek dudaklarını kıvırdı.

“Baksana Nihal, bugün seninle büsbütün dost oluyorum amma, bilirsin ya, ücretsiz iş yapmak pek de mizacıma muvafık bir şey değil. Para çantan nerede, Nihal?..”

Nihal, Behlül’ün bu teklifsizliklerine o kadar alışıktı ki başıyla ceketinin sol cebini gösterdi. Behlül çantayı avucuna boşalttı. Hepsini alıyordu, Nihal de o kadar zengin değildi, fakat ikisi de yarım zengin kalmaktansa iki sermayeyi bir yere getirerek yalnız birinin zenginleşmesi daha muvafıktı. Hem haftaya babasından para bekliyordu, birinci defa olarak bu sefer Nihal’e o ikraz edecekti:

“Değil mi Nihal?”

Nihal pek iyi anlamayarak, dinlemeyerek başıyla:

“Evet!” dedi.

“Ben gidiyorum Nihal, sana İstanbul’dan bir şey getireyim mi?”

Nihal piyanoyu bırakarak çevrildi:

“İstanbul’a mı gidiyorsunuz? Hemen şimdi?..”

Evet, hemen gidecekti, fakat kabahat Nihal’indi, bu piyanosuyla ona bu geceyi Beyoğlu’nda geçirmek hevesini vermişti. Nihal güldü ve cevap vermeyerek tekrar piyanosuna döndü.

 

***

 

Bihter, Behlül’e sofada eldivenlerini takarken tesadüf etti:

“Bir yere mi çıkıyorsunuz?” dedi.

Behlül onun gözlerinden içtinap ederek ve eldiveninin iliklenmekte güçlük gösteren bir düğmesiyle meşgul olarak:

“Evet!” dedi, “İstanbul’a kadar yalnız, inip çıkmak, ancak iki saatlik bir gaybubet...”

Birden yalan söylediğine nedamet etti. Bu nedametinde hiddete benzer bir şey bile vardı, kendisini saatlere kadar hesap göstermeye mecbur eden bu muaşaka artık isyan ettirecek bir yük oluyordu; ilave etti:

“İhtimal bu gece avdet de etmem.”

Bu son sözünün tesirini anlamak için gözlerini kaldırmıştı, Bihter’i sapsarı gördü. Genç kadın ufak bir tereddütten sonra:

“Lakin,” dedi; “bu geceyi bana vaat etmiştiniz.”

Behlül o vaadini unutmuştu. Kendisini birden kaba, sert bir adam olmaya sevk eden bir tuğyanı zor zapt etti. Nihayet bu kadın en küçük muhtariyetlerine müdahale eden sevdasıyla can sıkacak bir şey oluyordu. Sert bir cevap vermemiş olmak için:

“Avdet etmemek muhakkak bir şey değil,” dedi; “bunu her ihtimale karşı söylüyorum. Böyle havalarda, böyle bir güneşle damarlarımda bir şey tutuşuyor, beni evin dar havasından kaçmaya, gezmeye, geniş, serbest ufuklara bütün ciğerlerimi açmaya sevk ediyor...”

Bihter’e, mütebessim, bir çocuk aldatan gözlerle bakarak söylüyordu; birden tevakkufa mecbur oldu. Kendi sesinin, bu yalanın soğukluğundan üşüyerek sustu. Bihter’in şimdi o dudağının köşesinde, bir tebessümün gölgesiyle titreyen o bellisiz çukurda, acı, elim, aldatılan bir kadının, ilk emeller sukutunu hisseden bir kalbin ıstırap handesi belirmişti. Bihter bu karşısında gülümseyen adamın, bu kendisine özür bulmaya çalışan sesin bir yalan olduğunu, kadın hissiyle, aldatılmaya başlanan, artık sevememekte takaddüm etmeyen bir kadın hissiyle, anlamıştı. Bu nasıl bir yalandı? Ne için yalan söyleniyordu? Bilmiyordu, fakat yalandan emindi, bunu Behlül’ün gözlerinde sarahatle görmüştü.

Varlığının derinliklerinde bir şey öldürülüyormuşçasına azim bir azap duydu, bir kelime daha ilave etmeyi yahut bir kelime daha söylettirmeyi fazla buldu, cevap vermedi, fakat bakışında öyle bir şey vardı ki Behlül’e: “Yalan söylüyorsun!..” diyordu. Behlül bu nazarın beliğ manasını anladı ve yalanının içinden başka bir yalanla çıkmak isteyerek:

“Doğrusunu söyleyeyim mi, Bihter?” dedi, “Nihal’den kaçıyorum, evet, asıl ondan... Düşün bir kere, birazdan o mürebbiyesi gelince kıyamet kopacak. Ben Nihal’i biliyorum, bütün tuğyanını sonraya saklıyor. Ondan başka, mademki hepsini söylemek lazım geliyor, biraz da Nihal’e acıyorum. Böyle meselelerde o kadar zayıf adam olurum ki, anlıyor musunuz? En iyisi bu gürültünün içinde bulunmamaktır...”

Bihter, sakit, sapsarı dinliyordu. Behlül başlandığı gibi bitmemek istidadını gösteren bu nutkun içinden çıkmak istedi:

“Ondan sonra,” dedi; “kim bilir, belki gece kimsenin haberi olmadan...”

Cümlesini bitiremedi, uzakta kavgaları işitilen Nesrin’le Şayeste’nin bir gürültüsünden ikisi de titrediler. Sofada, böyle, yavaş sesle bu muhavere affedilmez bir ihtiyatsızlıktı. Behlül yüksek sesle:

“Kızlara söyler misiniz, yenge?” dedi, “Benim odamın ateşini yakmadan yatmasınlar. Belki gece avdet edecek olurum...”

Yukarıda Nihal’in piyanosu devam ediyordu. Bihter başına bir şey düşmüşçesine sersem, bir dakika içinde onu en asude zannolunan bir mesudiyetten en müthiş bir azaba atan bu vakanın mahiyetini düşünemeyerek, başının üstünde parçalanmış bir dünyanın intırakı velvelesine benzer bir gürültüyle yuvarlanan bu piyanoyu dinleyerek, bekliyordu. Kendi kendisine, beyninin bulutları arasında yalnız bir şey soruyordu:

“Demek, demek artık yalan başlamıştı?”

Bu kısa muhaverenin bütün teferruatını şu dakikada unutmuştu, tahattur etmek için nefsine cebretse bile muvaffak olamayacaktı; yalnız o yalan, Behlül’ün gözlerinde sarahatle okunan o yalan yaşıyordu. Sonra yavaş yavaş, başının üstünde hep o velveleli musikinin fırtınaları, azim kasırgalarının içinde parçalanmış dünyaların enkazını süpürüp götürürken, beyninin içinde bulutlar, parça parça hatıra kırıntıları bırakarak dökülmeye başladı. Burada, ayakta, iki dakika içinde bu kısa muhaverenin bütün azabı anlarını birer birer yaşadı, Behlül’ün o yalan söyleyen sesini hep o yalan kelimelerle birer birer işitti. Demek Nihal’e acıyordu, bunu söylemek onu muaheze etmek demekti. Sonra o bulutlar daha uzak hatıra ufuklarını açarak, bütün unutulmuş, vukuunda ehemmiyet verilmeyerek zapta şayan bulunmamış şeyleri, şu son haftaların son mülakatlarına ait küçük küçük kelimeleri, yalnız şimdi birer mana kesbeden, birer kuvvet alan hiçleri gösterdi; iki dakika içinde genç kadın sevdası mebnasının yanında o vakte kadar görülmemiş, vücuduna imkân verilmemiş bir uçurumun müthiş, karanlık ağzını açarak barit, müncemit nefesiyle yüzüne soluduğunu hissetmişti. Yukarıya çıkıp Nihal’in yanından geçmek için kuvvet bulamadı, kocasının iş odasına atıldı.

Ve yukarıda mini mini Nihal, o saadetinin müthiş mateminin son darbesiyle bir daha sarsılan mariz, biçare vücudunu yerlere atarak, ıstırabından, ıstırabının tehevvüründen, makhuriyetinin aciz tuğyanından, boğazlanmış bir güvercin yeisiyle çırpınmamak, kıvranmamak için, önüne geçen, hatırına gelen bütün çılgın parçalarla piyanosundan kıyametler koparırken hep o ensesinden beynini çekerek koparıyor zannolunan ağrılar dakikadan dakikaya şiddetini artıran pençeleriyle başını deliyor, çengelleriyle damarlarını söküyor gibiydi. Birden çocuk kolları gerilmiş, elleri piyanosunun üstünde donmuş, ensesine sanki saplanan bir çiviyle başını oynatamayarak, boğuk bir ıstırap sayhasıyla, tevakkuf etti. O zaman birinin koştuğunu, onu sallanırken kollarının arasında tuttuğunu, hafifçe kucaklayarak biraz evvel Behlül’ün oturduğu koltuğa koyduğunu hissetti. Bütün bu baygınlık yalnız bir dakika sürmüştü; bu patlamadan geçen bir fırtına gibiydi; Nihal bu baygınlığın içinden mütebessim gözlerle çıktı. O zaman dizlerinin dibinde, birer buz parçası kadar soğumuş ellerini avuçlarının içinde sıkarak, bembeyaz, bütün o rakik Habeş çehresi donuk bir beyazlıkla beyaz, Beşir’i gördü.

“Beşir, sen misin?” dedi.

Evet, oydu. Bugün de bahçeden sonra, ona esir bir gölge sadakatiyle takip etmiş, orada, merdiven başında, cam kapının yanında beklemişti. Behlül’ü, Nihal’in kaşının ucundan öperken görmüştü; sonra, o gidince, yavaşça daha ziyade yaklaşarak, bilinemez biçare mahrum beşeriyetinin nasıl bir ihtiyacıyla, nasıl meyus bir merbutiyetle ayaklarının altında ölmek istediği Nihal’in bütün ıstıraplarını hissederek, o ıstıraplarla kendi ruhunun da eridiğini, ezildiğini duyarak sessiz, hareketsiz beklemişti.

Gözlerinde bir saadet şeraresiyle Nihal’e bakıyordu, Nihal hep o tebessümüyle onu daha ziyade temin etmek istedi:

“Küçük bir baygınlık! Yorgunluktan...”

Sonra amiriyetini takınarak metin bir sesle ilave etti:

“Kimseye söylemeyeceksin, Beşir, anlıyor musun, öyle istiyorum.”

O zaman Beşir’in gözlerinde bir saniye evvel tutuşan saadet şeraresi birden bir bulutla, bir girye bulutuyla örtüldü ve ruhunun ıstırabını daha ziyade saklamaya kuvvet bulamayarak, ince, rakik, o işlenmiş zarif bir oyuncağa benzeyen çehresini, Nihal’in dizlerine kapadı; ağladı, ağladı...

Nihal onu bırakıyordu; başını koltuğun arkasına yaslayarak, gözlerinde derin bir inbisat handesiyle sanki bu dizlerine dökülen yaşların safvetinden azim bir tesliyet duyarak duruyordu. Nihayet onun anlatılamayan ıstıraplarına işte açıktan açığa, saklanmaya lüzum görülmeden dökülecek gözyaşları bulunmuştu ve bu gözyaşları Beşir’in saf ruhundan, onun da kim bilir nasıl inleyen katre katre zehirlerle kanayan mustarip ruhundan çıkıyordu.

Loading...
0%