Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16. Bölüm

@halitziyausakligil

Bugün Adnan Bey Nihal’e bu müthiş darbeyi vurduktan sonra kalbinde, işte ne kadar zamandan beri örtülü, sanki ölmüş kalan, derin bir damarın, babalık damarının sızladığını hissetmişti. İzdivacından beri Nihal’in ruhunu hırpalayan işkence devrelerinin en küçük alametlerini bile kaçırmamıştı, bunlar onun nazarında öyle zaruri hadiselerdi ki vukuunu izdivacından evvel beklemeye başlamış ve sonra, Nihal’in ıstırapları karşısında onları zararsız, nihayet tehlikesiz geçecek fakat zevali zamana mütevakkıf bir hastalığın nöbetleri kabilinden telakki etmek itiyadıyla kendisini bir müsebbip mesuliyetinden tecrit eder olmuştu. Hatta o işkence devrelerini teşdit ve tecdit edecek şeylere, o şimdiye kadar Nihal’e vurulan darbelere, biraz ağır fakat netice itibariyle şifa veren birer tedavi çaresi nazarıyla bakmıştı. En evvel Nihal’i Bihter’e takrip etmek için kendisinin ondan tebaüdü lüzumuna hüküm vermiş, kızından uzak kalmıştı; sonra onun zaafından istifade ederek evde sulh tesisine mania ihdas etmek istidadında bulunanların tebidine karar vermiş, Şakire Hanım’la kocasını ve kızını çıkarmıştı. Şimdi, artık Bihter’e bir düşman sıfatıyla tanılan, karanlıklarda aile sükûnunu ihlal edecek desise imal eder bir muzır misafir hükmünde telakki olunan o ihtiyar kızın tebidi mutlak lazım bir tedbir ehemmiyetiyle karar altına alınmıştı.

Adnan Bey, bir vakitler çocuklarına bir ikinci anne olarak telakki edilen Mlle de Courton hakkında bu yeni fikrin husulü sebeplerini tayin edemezdi. Bihter’in masum zannolunabilecek birkaç kelimesi, Nihal’in bir hırçınlığına karşı mürebbiyeye bakılarak sonra manalı bir tebessümle kocasına dikilen bir nazarı, o hiçbir şey söylemeksizin ifade edilen manalar, yavaş yavaş, bir iğnenin ucundan bir ipek kumaşa düşmüş bir yağ katresi nüfuz ve sirayetiyle, beyninin içinde büyüye büyüye nihayet onu istila etmişti. Lakin nihayet bu sabah darbeyi vurduktan sonra, şimdiye kadar Nihal’e vurulan darbelerin şifa verecek tesirinden şüphe veren bir korku, bugüne kadar aldanmış olmak, hayır, aldatılmış olmak korkusu, müthiş, elim bir korku, onun kalbini delmiş ve ateşten iğnesinin ucuyla o kalbin mensi bir köşesinde, bir ölü hissizliğiyle susan damarı, babalık damarını bularak, yakmış, sızlatmıştı.

Yoksa kızını öldürüyor muydu?

Nihal bahçede yanından kaçar kaçmaz bu sual karşısında, mahuf bir itham heyulası dehşetiyle titremişti. Bu suali zihninden defetmek istedi; buna cevap vermek için daha nafiz, daha salim bir nazarla meseleyi tahlil etmekte öyle azim bir mesuliyet, öyle acı bir yeis keşfedilebilirdi ki ondan kendisini vikaye etmek için düşünmemeye azmetti.

Biraz işle meşgul olmak için odasına çıktı. Kaç günden beri bir güzel ceviz köküne Bihter’in çehresini oymak için çalışıyordu.

Onu eline alırken, nasıl oldu bilinemez, belki garip bir deruni saikle gözleri, çoktan beri unutulmuş, nakıs hututuyla kırık tahta parçalarının arasına atılıvermiş bir başka çehreyi, Nihal’in o yarım kalmış çehresini araştırdı. Sonra, elinde Bihter’in başlanmış o çehresiyle, duramayarak, süzgün, kendi ihtiyarından ziyade kalbinin müphem bir ihtiyacına tebaiyet eden iradesiz gözlerle odasının ta karanlık bir köşesinde, ne tamamıyla kaldırılmaya ne tamamıyla nazarlara maruz bırakılmaya cesaret edilemeyerek bir yığın ufak tefek arasında boğulmuş bir resme, ilk zevcesinin eskilikten silinmişe benzeyen bir resmine baktı ve zannetti ki bu resim, birdenbire, ne vakitten beri kendisini ihmal eden bu gözlerin ruhundan bu defa canlanarak, bir cisim kesbederek, o karanlık köşede titreye titreye kabarıyor, ona yaklaşıyor; kinden, hırstan ateş saçan gözlerle gözlerine sokularak, ciğerleri sökülen bir ana acısıyla ona haykırıyor:

“Kızımı öldürüyor musun?”

Şu iki senelik izdivaç ömrü bir mesuliyet hayatı mehabetiyle gözlerinin önüne geliyor, küçük küçük, şimşek gibi bir cereyanla tutuşup sönen, görünüp silinen levhalar şeklinde hep Bihter’le Nihal’i görüyordu; zihninde karısı ile kızı birbirini örtmek isteyerek kovalaşıyorlardı. İskemlesinde, bir elinde hâlâ o kök parçasıyla kalbinde derin bir ıstırap yarasıyla düşündü. Bu cerihanın açılmasına beş on dakika kifayet etmişti. Bir zaman oldu ki bu baba kızına avdet etmiş oldu; Nihal için derin bir ağlamak arzusu hissediyor ve bu arzuya nefsini teslim etmek istiyordu. Sonra kendisini mağlup eden bu merhametin neticelerinden, hususiyle artık itiraf edilmek lazım gelen bir hatadan o kadar korktu ki, karanlıkta bizi mütekarrip bir tehlikenin sadmesinden vikaye eden asabi tehaşi nevinden ihtiyarsız bir hareketle, muhakemesi, bu müşevveş izleri takip etmekten geri çekildi. Fakat kalbinde Nihal için açılan bu yaranın ıstırabını uyutacak bir avuç tuz serperken diğer bir cerihanın sızlamasına mâni olamıyordu ve bu ikinci ceriha artık uyutulamıyor, ne vakitten beri ıstırabını takim için üzerine serpilen tuzların altından hep, umulmayan inkişaflarla, biraz daha yırtılarak, biraz daha derinleşerek, ateşli ve zehirli, tekrar uyanıyordu.

Bu ceriha izdivacının yarasıydı. Bidayette küçük, bellisiz bir leke gibiydi, Bihter’le mesut olmak ümidi onu öyle mest bırakıyordu ki bahtiyarlığının arasında ufak bir iğne temasıyla sızlayan bu noktayı dinlememeye muvaffak oluyordu; fakat yavaş yavaş o iğne daha ziyade batmış, o nokta bir elim ceriha olmuş ve artık dinlememek, işitmemek mümkün olamamıştı. Bütün izdivaç hayatı bununla zehirleniyordu, bahtiyar görünmeye çalışırken kendisini müzeyyen görünüşler altında müthiş bir maraz saklayanlar kadar sahte buluyordu. Evvelce bahtiyarlığının taze neşvesi o ıstıraplarını örterken şimdi onlar bahtiyarlığını eziyor, boğuyordu. Kendi kendisine öyle sakit buhranları vardı ki bedbaht olduğuna karar verdi. Bu izdivaç bir müthiş hataydı; bunu nihayet, Bihter’i kollarının arasında camit bir cisim ruhsuzluğuyla, ölmüş bir kadın hissizliğiyle, o deraguşların heyecanlarından hisse alamayarak, gözlerini başka bir sevda hayali ararcasına onun gözlerinden ayırarak, vücudunu verip de asıl kadınlığının hararetini vermeyerek, hissettikçe anlamıştı. Bihter onun olurken kendisini başkasına veriyor gibiydi. En har, en haris buselerin altında dudaklarını müncemit bir nefesle donmuş bulur ve o saniyede aşkının en müteheyyic ateşlerinin üzerinden bir kar rüzgârı geçerdi. Bihter’in gevşek kollarla ona sarılışları vardı ki itiyor, reddediyor zannettirirdi; dudakları öyle buselerle uzanırdı ki ateşsiz, ruhsuz temaslarıyla rüyalarda alınan ölü, kuru buselere benzerdi; bütün aşklarında Bihter kendisini onun olmaksızın veriyordu.

Böyle nereden geldiği hissolunamayan bir soğuk rüzgârla, saadet haclelerinin duvarlarından sanki buzlar aktığını ve ta ruhunun derinliklerine kadar üşüdüğünü hissettikçe gözlerinde bir sitemle karısına bakardı. Bu nazarında ıstırabından sızlayan erkeklik gururunun muahezeleri öyle celi bir ifade kesbederdi ki birden Bihter onu tesliyeye, hayır, onu daha ziyade mesut edememekten af talebine lüzum görür ve başını omuzuna koyarak, sakalının altına, bir vakitler Nihal’in yeri olan o kılsız noktaya, dudaklarını kor, küçük küçük temaslarla orasını öperdi.

Bu buselerde öyle bir yalan soğuklukları vardı ki Bihter’i omuzundan silkmek, bileklerinden tutmak, sarsmak, vahşi bir kıskançlıkla büsbütün kendisinin olamayan bu kadını hırpalamak arzuları duyardı. Onu kıskanıyordu, fakat kimseden değil, kendisinden, kendisinin ihtiyarlığından; onun güzelliğinden ve gençliğinden, nihayet ona tamamıyla tasarruf edememekten müthiş bir kıskançlık hissediyordu.

Arada bir isyan etmek isterdi, acı bir kelimeyle onu tahkir ederek intikamını almaya lüzum görürdü, kaç kereler ağlatmıştı; sonra o ağlarken kendisini hodkâm bularak muaheze eder, bütün kıskançlıklarını utanılacak bir zül olmak üzere unutmak ve unutturmak isterdi. Bihter onu okşayarak, öperek odasından çıkarmak isterken o bütün yorgunluk, rahatsızlık bahanelerini muhik bulmak için kendisini oyalamaya çalışırdı; fakat o aralık kapısının anahtarı kilidin içinde muharriş bir gacırtıyla dönerken kalbinde bir şey yırtılırdı.

Kendi kendisine:

“Muhakkak, beni sevmiyor!” diyordu.

Kaç kereler, o buhranlar arasında, bu söz dudaklarının ucuna kadar gelmişti, ona:

“Beni sevmiyorsun!” diyecekti; sonra bu suale karşı verilecek teminatta sevilmediğinin daha sarahati haiz bir bürhanını görmek korkusundan öyle titrerdi ki cesaret edemezdi.

Odasında, şüphe işkenceleri içinde, saatlerle uyuyamazdı. Bihter’in izdivacından evvel birisini sevmiş olabilmesine ihtimal vererek bu mevhum aşkın mevhum hatırasını kıskanırdı. Belki bu aşk hâlâ onun kalbinden silinmemişti; belki bu kadını tamamıyla kendisinin olmaktan meneden onun hâlâ yaşayan hatırasıydı. Kaç kereler bir emare bulabilmek, genç kadının geçmiş hayatında şüphe verecek bir nokta keşfetmek için onu mahir istintaklar içinde söyletmişti.

Bir gün kalbine, o vakte kadar hiç düşünülmemiş bir şüphe düştü: Behlül!.. Bu şüphe hiçbir vakadan mütevellit değildi; onları bir gece yan yana, bir musavver risaleye bakarken görerek, kendi kendisine bu genç adamın bir tehlike olabileceğini itiraf etmişti. Fakat Behlül, Bihter’den o kadar uzak görünüyor, Bihter, Behlül hakkında her zaman öyle meyilsiz bir lisan kullanıyordu ki ikisinin arasında bir tehlike vukuunun ihtimalinden korkmak Adnan Bey’e, çirkin, utanmaksızın itirafı mümkün olmayan, kaba bir kıskançlıktan mütevellit bir zelil his göründü. Kendi kendisine bir daha bunu düşünmemek için vaat etmişti. Fakat o sırada fark ederdi ki ihtiyarının haricinde bir his onu Bihter’le Behlül’ü tecessüse sevk ediyor. O zaman nefsini bir ayıp irtikâbıyla itham ederek başka şey düşünmek isterdi.

Bir defa yine onları düşünürken kendi kendisine:

“Mümkün değil!..” demiş ve hayalinde onlara karşı irtikâp olunmuş bir kabahati affettirmiş olmak için:

“Behlül! Hanıma söylesene, bize biraz ud çalsın…” demişti.

Bir gün, Mlle de Courton’a izin verilmek için beynlerinde karar verildikten sonra Behlül öyle bir şey bulmuştu ki Adnan Bey’in, ihtiyarı haricinde zihnini tırmalayan şüpheleri, birden silmişti. Behlül amcasıyla yalnız bulundukları bir dakikayı intihap ederek ona sokulmuş ve ciddiyetle:

“Görüyorsunuz a,” demişti, “ötekiler hep birer birer gidiyorlar. Bihter Hanım’da Mll de Courton’dan sonra beni göndermek arzusu uyanacak zannediyorum. Rica ederim, gülmeyiniz, bunu farz etmek için bende pek kavi sebepler var. Görünüşe bakmayınız, onun beni hiç sevmediğinden eminim. Demek istiyorum ki onda böyle bir arzu görünür görünmez bana gözünüzle bir işaret kâfidir. Size hakikati söyleyeyim mi? Bu yalı hayatından bıktım. Pera Palas’ta şık, zarif bir oda, ondan sonra...”

Behlül, Bihter’in sesini işiterek susmuştu. Adnan Bey’in şüpheleri Behlül’le Bihter’in arasında yalnız bir fazla takarrüp meylinin husulü ihtimalinden ibaret kalır ve karısının mazisine kadar zihnini irca eden muhayyilesinde, utanılmaksızın kıskançlığa hak verecek kadar, münasebetlerinin hususiyet kesbedebileceğini farza kuvvet bulunmazdı. Yalnız kalbinde Behlül’e derin bir kin vardı. Onun kadar şen, onun kadar genç ve artık onun kadar güzel olamamaktan mütevellit bir kin ki ne zaman onu Bihter’in yanında görse onun orada bulunmamasını arzu ettirirdi. Hususi hayatlarında bu genç adamın vücudu Bihter’e kocasının ihtiyarlığından bahseden mücessem bir lisan gibiydi. 

Adnan Bey, Behlül hakkında bu hissini bir gün onun sefaretlerden birine intisap hevesini gösterdiği zaman anlamıştı. O zamana kadar Behlül’ün buna benzer fikirlerine muteriz iken bu defa tasavvurunu birden tasvip etmiş, sonra kendi kendisine bu tenakuzu fark ederek asıl sebebini bulmakta zorluk çekmemişti; evet, artık itiraf edilmeliydi ki bu genç adam onların hususi hayatlarında fazla geliyordu.

Behlül’ün Mlle de Courton vesilesiyle söylediğinden Bihter’e bahsetmemişti, bugün bahçeden avdetten sonra odasında otururken düşüncelerinin arasında bunu tahattur etti. Behlül gittikten sonra Bihter odasına girince sordu:

“Behlül gitti, değil mi?”

Bihter yüzüne bakmaksızın cevap verdi:

“Evet, galiba gece de gelmeyecek...”

Adnan Bey güldü:

“Bütün kışı o kadar uslu geçirdi ki kendisine bir gece izin verebiliriz...”

Bihter ötede kanepenin üstüne oturmuş, eline işini almıştı, gözlerini kaldırmıyordu, Adnan Bey ilave etti, hep gülerek söylüyordu:

“Geçenlerde Behlül bana ne dedi, biliyor musun? Mlle de Courton’dan sonra nöbet kendisine geleceğinden korkuyor.”

Bihter gözlerini kaldırarak bu sözün izahını bekleyen bir nazarla baktı:

“Anlamıyor gibisin, Bihter... Bütün gidenler senden biliniyor a, Behlül de zannediyor ki artık o da evde fazla görünecek.”

Adnan Bey yerinden kalkarak Bihter’in yanına oturdu, yüzünü yüzüne sokarak hep o tebessümüyle sordu:

“Behlül’ün galiba Beyoğlu’nda bir yer tutmak için hevesi var, şimdiden bir sebep icat etmek istiyor. Eğer böyle bir fikri varsa itiraz edecek ben değilim.”

Bihter cevap vermiyordu, yüzüne bir kan tabakasının fışkırdığını hissederek kayıtsız görünememekten korkuyordu. Kalbinde küçük bir şüphe de doğmuştu, tebessüm ederek söylenen bu sözler müthiş bir fırtına saklayan mahir bir istintak da olabilirdi; boğularak:

“Şüphesiz!..” dedi. Sonra bu kelimeye nedamet ederek ilave etti: “Yani bence ehemmiyetsiz bir mesele demek isterim; yalnız rica ederim, eğer Behlül Bey gidecekse beni karıştırmasın, artık her giden için mesul olmaktan usandım...”

Bihter hiddetle söylüyordu, Adnan Bey daha ziyade güldü, daha ziyade sokuldu:

“Yok, itiraf et, Bihter,” dedi; “Behlül giderse memnun olacaksın zannediyorum.”

Başını sallayarak:

“Belki!...” dedi.

Şakakları vuruyordu, şimdi bu muhavereden yalnız bir şey zihnini işgal ediyordu. Demek Behlül gidecekti, yalnız bu gece değil her gün, her gece kimbilir kimlerle nerelerde kalacaktı. Ya o, bütün ruhuyla kendisini ona veren bu kadın ne olacaktı? Birden Behlül hakkında öyle taşmak isteyen bir husumet duydu ki hemen şu dakikada hepsini, evet, ondan intikam almak için bütün o mülevves hıyanetlerini kocasına itiraf etmek istedi. Bir saniye içinde hayatı gözlerinin önünde yıkılıyor gibiydi. Sonra birden kendi kendisini aldatacak bir şey buldu:

“Lakin bunlar hep yalan olabilir. Bu gece ihtimal gelecek, belki gündüz, şimdi bir iki saat sonra avdet edecek...”

Yalnız kalmak için azim bir ihtiyaç duydu, kocasıyla biraz daha beraber bulunursa kayıtsız kalamamaktan, kendisini idare edememekten korktu. Yemeğe davet etmek için kapıyı açan Şayeste onu kurtarmış oldu.

 

***

 

Bugün akşam üzeri, avdet eden Mlle de Courton’la beraber Nihal, biraz sonra Adnan Bey çıkmışlardı; Bihter yalıda yalnız kalmıştı. Bugünü bütün düşünememekle geçmişti, kendisini ihtiyarı haricinde sürükleyen bir dalga üzerinde gibiydi. Onlar gittikten sonra Behlül’ün odasına girmiş, orada, bu güzel kış gününün incitmeyen serin havasını teneffüs etmekten bir bahar hazzı alarak, açık pencerenin yanında, Behlül’ün koltuğunda, nihayet saatlerle düşünmüştü.

Güneşin son ziyaları baygın buselerle Kanlıca tepelerini yalıyor, ta ötede Beykoz’dan bati bir seyelanla gelen beyaz bir bulut parçasının bir kenarı donuk şişe beyazlığıyla parlarken altında geniş bir hat tedrici koyulaşan bir gölge şeklinde duruyordu. Bu latif kış gününden istifade ederek Boğaz’ın sakin sularını okşayan sandallar, kayıklar geçiyordu; karşıda Şirket’in bir vapuru siyah dumanlarını serperek yer yer yalıları gizlerken iri bir İngiliz şilebi, güvertesinde öteye beriye koşan dört beş başla, sakit, tenha, sanki yapyalnız, Karadeniz’e doğru ilerliyordu.

Her gün bu şeylere kayıtsız bakan Bihter bugün, burada düşünürken uzun uzun nazarlarla dalıyordu. Düşüncelerine yalnız bir netice verebilmişti; Behlül’ü beklemek. Bu gece gelmeyecek olursa artık her şeyin bitmiş olduğuna hüküm verecekti. O zaman artık sefil, bedbaht bir kadın olacaktı.

Eğer o gelmeyecek olursa bu geceyi nasıl geçirecekti? Aman yarabbi! Demek saadeti bu kadar küçük bir şeye merbuttu. Kendi kendisine:

“Lakin mümkün değil,” diyordu; “onu aldatmak için icat olunmuş bir yalan! Bunu keşfedememek için ne kadar ahmak olmalıdır.”

Sonra kocasından işittiğiyle Behlül’ün sözlerini birleştiriyor, ikisinin arasında münasebetler buluyordu. O zaman azim bir makhuriyet içinde:

“Hayır, gelmeyecek,” diyordu; “artık bitti, hepsi, hepsi bitti.”

Böyle kendi kendisine her şeyin bittiğinden bahsederken, hafif bir mırıltıyla rıhtımın kenarında çırpınan sulara bakıyordu. Bunlar, bu Boğaz’ın, ta mini mini bebekliğinden beri ona ninni söyleyen suları, kadim ve kalbinin sırlarına vâkıf birer muhip samimiyetiyle tekrar ediyorlar gibiydi:

“Evet, hepsi, hepsi...”

Bütün hayatı bu denizin kenarında, fütur getirmeyen ve nihayet bulmayan bir cereyanla sahilleri yalayarak kim bilir ne kadar düşünceler, ne samimi hasbihaller toplaya toplaya geçen bu suların zemzemelerini dinleyerek geçmiş iken onları hiçbir zaman böyle vicdanına harim, hissiyatına enis bulmamıştı. Onu kendi kendisiyle daha yalnız bırakmak arzusuyla manzarayı hafif hafif silmeye başlayan bir zulmet mukaddemesi yarı şeffaf tülden eteklerini salıvererek karşı sahili sisliyordu, tepede gurubun son bir şulesiyle kırmızı birer göz şeklinde parıldayan bir çift pencere vardı ki yakuttan nigâhını çoktan kapamıştı, Kanlıca eteğinde parlayıp hemen sönüyor zannolunan birçok gözler açılıp kapanıyordu. Yavaş yavaş semalardan ruhu uyuşturan bir samt ve sükûn yağıyordu. Tabiata sakit bir ninni söyleniyor gibiydi. Birden, bu sükûn ârâmişini yırtan bir ses, bir düdük sesi Bihter’i titretti; belki bununla geliyordu. Kalbinde bir şey onun her halde geleceğini temin ederken diğer bir şey ona “Aldanıyorsun, gelmeyecek, artık hepsi bitti, hepsi hepsi...” diyor, sonra gözlerinin altında gizli kahkahalarla sular tekrar ediyordu; hepsi hepsi...

İstemeksizin gözleri, bir köşesi görünen rıhtıma dikiliyor, oradan bir gölgenin belirmesini bekliyordu; bir aralık başını uzattı; arkalarından takip eden Beşir’le Nihal ve ihtiyar mürebbiye geliyordu, onlara görünmemek isteyerek çekildi. Şimdi bir cereyan inhinasıyla düşüncelerine başka bir mecra çizilmişti. Bu kız ona uzun bir işkence hayatı ihtar eden bir hayal tesirini icra etmişti. Birkaç müphem hututla izdivacının bir tarihini yaptı. Onu acı, boş, beyhude ıstıraplarla, umulup da bulunmayan şeylere bedel mütemadi cenklerle zehirlenmiş buluyordu. Bu izdivaçtan ne beklemişti ve hâlâ ne bekliyordu? İşte tamamıyla sahip olmak itminanını duymaksızın, vaktiyle genç kızlık rüyalarını ziya tufanları içinde bırakan emellerin hepsine malik demekti. Servet, tantana, ziynet; o hayalinde beslenen emeller bugün tasarrufundaydı; fakat bunlar öksüz çocuklar mahzunluğuyla, elim bir boyun büküklüğüyle duruyorlardı. Bu izdivaç ona genç kızlık emellerini vermiş, fakat kadınlığını aç bırakmıştı. Tamamıyla aldandığına, bedbaht bir kadın olduğuna çoktan karar vermişti. Sonra hayatının ufkunda bir saadet leması belirmişti, bütün ruhuyla kendisini ona vermişti; bu zayıf ziyayı söndürebilecek hiçbir kuvvetin vücudunu düşünmemişti. Bugün birinci defa olarak bir serseri rüzgâr, bilinemez nereden esen bir hain nefes, o ziyanın, o güneşinin üstüne bir parça bulut sevk etmek istemişti. O sönerse ne olacaktı? Ebedi bir zulmet...

Bunu düşünürken kendi kendisine gülmek istiyordu. Şimdi o gelecekti, iki kelimeyle izahat verilmiş olacaktı, her şey bitecekti. Nihayet bugün onu bu derece korkutacak ne olmuştu? Kendisini çocuk buluyordu. Daha son vapur gelmemişti. Sonra onun belki gece geleceğini düşündü. Lakin nasıl gelecekti? Bebek’e kadar arabayla gelecekti. Sonra? Hayalinde Behlül’ü gece karanlıkta, sandal içinde, kendisine gelmek için tehlikeler geçirerek, geliyor görüyordu. Ona ne kadar minnettar olacaktı!

Bir aralık odaya baktı, sobayı yakmaları için kızlara bir şey söylememişti, birden hissetti ki bunu söylemek için kuvvet bulamayacak. Oda karanlıktı. Bu saatte, sebepsiz burada bulunmak ona o kadar münasebetsiz göründü ki kalkıp gitmek istedi. İhtimal Adnan Bey avdet etmiş, onu sormuştu; fakat şu dakikada, şu zulmet ve boşluğuyla karanlıkların uykuda ruhuna gömülen hatıralarıyla, mahrem bir telaki yeri samimiyetini kesbeden bu oda onu daha ziyade alıkoymak istiyordu. Sanki Behlül’ü burada beklerse onun avdeti ihtimali kuvvet peyda etmiş olacaktı. Ondan başka, şimdi kendisini üşüten bu açık pencerenin altında, kendisini söylemeye davet eder bir tesliyet lisanı, uzaktan uzağa gelen bir zemzeme vardı ki ona: “Söyleseniz a, ne için söylemiyorsunuz?” diyordu; “Bilseniz bize bu sahillerin pencerelerinden atılmış ne hafi sırlar, ne kırık hülyalar, ne solgun çiçekler, ne yıpranmış emeller, ne ölmüş ümitler var! Bilseniz bu biçare hazin ölüleri, biz ne ruhu okşayan matem neşideleriyle sallayarak, ne rakik ve nermin köpüklerden kefenlere sararak, birer nazenin cenaze şeklinde yavaş yavaş, kehkeşanlarını teessüründen damlayan mersiye katreleri altında, yuvarlaya yuvarlaya götürürüz. Bilseniz bize iltihak ederek akıp giden ne kadar ıstırap giryeleri vardır. Sizin de bize tevdi edilecek ölmüş bir hülyanız, arkasından dökülecek birkaç katre matem yaşınız mı var? Siz ki o kadar şen, o kadar şatır, ağlamaktan o kadar uzaktınız. Demek hepsi bitti, hepsi hepsi...”

O zaman bu tesliyet lisanının arasında bir istihza kahkahası fark ediyordu ve bu sakit kahkahayı birisinin sesine benzetiyordu: Peyker’in...

Çoktan anlamıştı ki Peyker haklıydı. Küçük, fakir, adi bir izdivaç; fakat aşka, muhabbete müstenit bir izdivaç; bir izdivaç ki sizin ruhunuzu hararetinin feyziyle ısıtsın, size çocuklar versin; bir kocanız, bir eviniz, bir hayatınız olsun ki onlarla sizin aranızda başka hiç, hiçbir şey olmasın. Eniştesine dair takdir hissine benzeyecek bir fikir taşımamakla beraber Peyker’i bahtiyar buluyordu: Mademki kocasını seviyordu. O da kocasını sevebilseydi; fakat sevememişti ve asla sevemeyecekti.

Demek bütün bir hayat işte bir hatanın kurbanı oluyordu. Bundan sonra saadet ümidi, saklanmak lazım gelen utanılacak bir aşktan ibaretti ve bu aşk, bir gün onun yüzüne müthiş bir tahkir sillesiyle çarparak “Artık yetişir!” diyebilirdi. O zaman ne yapacaktı?

Tekrar bir düdük sesi onu sarstı, son vapur geçiyordu, beklemeye lüzum görmeksizin hissetti ki Behlül bu vapurda da değildir. Birden onda acı bir emniyet uyandı: Behlül gelmeyecekti ve kendisi, böyle ıstırabından kıvranırken o, bu gece başka bir kadının kollarında bulunacaktı.

Bu odada daha ziyade durmak istemedi; karşıdan karanlık gecelere mahsus rüyet hadisesiyle deniz küçülmüş, sahil yaklaşmış, etraf zulmetlerden istifade ederek birbirine sokulmuş gibiydi. Kanlıca tepeleri mühib zulmet kütleleri şeklinde Bihter’e takarrüp ediyor, onu ezmek istiyordu. Pencereyi açık bırakarak kalktı, aralık kapıdan bir ziya huzmesi tozlanarak odanın biraz içerisine kadar dökülebiliyordu. Bu karanlık ve boş yerde hafi bir cinayet ika edercesine kendisini titreten bir şey vardı. Yürürken yüzüne soğuk bir hava mevcesi çarpıyor gibiydi. Vücudunda ihtiyarsız bir hiras lerzişi koşuşarak, bu zulmetlerin uyuyan vuhuşunu uyandırmaktan ihtiraz ediyorcasına sol eliyle arkasından elbisesini biraz kaldırarak, sağ eliyle bir yere çarpmamak için siperlenerek yürüdü; ileride, kapının yanında halının bir parçası aralıktan kayan ziya tozlarıyla yaldızlanmıştı, oraya doğru ilerliyordu; birden, bir el sanki orada bir perde yırtarak zulmetleri bir ziya safhasıyla deldi. Kapıyı açmışlardı. Bihter titredi; henüz, bu birden açılan kapının eşiğinde kim olduğuna dikkat edecek kadar zaman bulmadan seri bir hareketle çekildi, arkasına bir kanepe tesadüf etti, dizlerinde galebe çalınamayan bir gevşeklikle oraya düşmek nevinden oturdu. Ancak o zaman eşikte dikilen gölgenin Mlle de Courton olduğuna vâkıf olabildi.

İhtiyar mürebbiye elinde birkaç kitapla karanlık odaya bakıyor, zulmetleri delerek içerisini görmek istiyordu. Bihter nefes almaktan korkuyordu. Şüphesiz hiç hoş olmayan bu tesadüften iki kelimeyle çıkmak pek mümkün iken şu dakikada Bihter bir meşhut cürüm halinde yakalanmış olmak perişanlığıyla selameti Mlle de Courton tarafından görülmemekte arıyordu. Herkesten ziyade bu kadının gözlerinde bir şey sezerdi ki onun ketumiyetini delmek isteyerek altında gizlenen hakikati görmeye çalışan bir nüfuzu vardı; ne zaman ihtiyar kızın bir burgu tesirini icra eden bu nazarına tesadüf etse: “Şüphesiz bu biliyor!” derdi. Nasıl olmuştu da bu sır onun nazarında taayyün etmişti? En evvel manasız bir hiç onun vesveseli sinirlerini tahrik etmiş olacak, Behlül’le Bihter’in nefes alışlarına kadar teftiş altında tutularak nihayet muhakkak bir şey elde edilmemekle beraber delail itibariyle bütün hakikat anlaşılmış bulunacaktı. Onun elinde bu hakikat Bihter’in aleyhinde o kadar müthiş bir silah olabilirdi ki Bihter silahı iptal edememeye o silaha malik olandan kurtulmak suretiyle çare bulmayı düşünmüştü. Onun için Mlle de Courton gönderiliyordu.

İhtiyar kız buna her zaman, fakat asıl düğüne gidilecek gün aranılmamış bir tesadüfle Bihter’le Behlül’ün sırlarına vâkıf olduğu ve o sırada kapısını vaktiyle kapayamadığı dakikadan başlayarak, intizar etmişti. Onun için bir gün Adnan Bey dolaşık bir cümleyle artık Nihal’in bir mürebbiye refakatinden istiğna hâsıl edecek yaşa geldiğinden bahse imkân bulabilmek üzere bir mukaddeme serdine başlarken ihtiyar mürebbiye derhal meseleyi anlamış ve onu bu müşkül mukaddemeden kurtararak asalet haysiyetini velev süslüce olsun kovulmuş olmak züllünden muhafaza etmişti. Adnan Bey’den kendisi izin istedi.

İhtiyar kız bu meselede en ziyade Nihal’i düşünüyordu ve ondan ayrılmayı o kadar müşkül görüyordu ki zihninde o dakikayı hep uzatıyordu; nihayet artık o dakika daha ziyade uzatılamayacak kadar takarrüp edince buna dair Nihal’e bir kelime söylemek için kuvvet bulamamış ve o vazifeyi babasına terk etmişti.

Bugün öğleden sonra avdet edince Nihal kendisini görür görmez birden:

“Hepsini biliyorum, hepsini, hepsini.. Bana buna dair bir kelime söylemeyeceksiniz, anlıyor musunuz? Size ne gün gideceğinizi ben haber vereceğim, mümkün mertebe çabuk, belki yarın. Bir an evvel bitsin, çok sürecek olursa kuvvet bulamayacağım zannediyorum. Şimdi beni öpünüz ve hiçbir şey yok gibi gezmeye çıkalım...”

Gezdikleri sırada Nihal bundan hiç bahsetmedi, neşeliydi, yalnız ara sıra ihtiyar mürebbiye onun gözlerini sıkarak kaşlarını kaldırdığına dikkat etmiş ve bir defasında sormuştu:

“Neden kaşlarınızı kaldırarak gözlerinizi kapıyorsunuz, çocuğum? Başınız mı ağrıyor?..”

Nihal:

“Hayır,” demişti, “belki güneşten...”

Eve avdet ettikleri zaman Nihal mürebbiyesine:

“Matmazel,” demişti; “ihtimal bu gece beraber geçecek son gecemizdir. Hemen yemekten sonra yukarıya çıkarız, sizinle o kadar çok şeylerden o kadar uzun uzun bahsederiz ki hiç olmazsa bir sene birbirimizi görmek hatırımıza gelmesin.”

 

***

 

Mlle de Courton, Behlül’ün kapısında içeri girmeyerek duruyordu. Ufak bir tereddütten sonra seslendi:

“Behlül Bey! Orada değil misiniz?”

Bihter karanlığın içinde fark edilmekten titriyordu, burada saklanmış olmak şimdi kendisine o kadar çocukça bir şey görünüyordu ki kendi kendisine hırsından “Ahmak!” diyordu. Bu saatte, hususiyle Behlül orada olmaksızın, bu odada bulunmak, pencerede hava almış olmak pek tabii bir şeydi ki yalnız saklanmış olmakla şüphe celp edebilirdi. Bu, Mlle de Courton’un nazarında bütün içindeki sırlar bir dakikada okunan bir kitap kadar belagat kesbedecekti. İhtiyar kız içeri girebilirdi, onu orada görebilirdi, o zaman?...

Bir an içinde Mlle de Courton’u büyük bir muzafferiyet sayhasıyla üzerine atılıyor, kolundan tutuyor, “Ah, siz misiniz hanımefendi, siz, Behlül Bey’in odasında, kendinizi saklayarak, karanlıklarda gizleyerek, öyle mi? Siz, siz ki beni kovduruyorsunuz, lakin hanım, bu evden gidecek olan ben değil, sizsiniz...” diyor zannetti. İhtiyar mürebbiye eşikte kendi kendisine bir karar vermiş görünerek ilerledi, şüphesiz Behlül’e iade olunacak kitapları oraya hemen bırakıvermek fikrindeydi. Karanlıkta yürüyenlere mahsus bir mütereddit mişvarla ilerliyordu, Bihter’in önünden geçecekti.

O zaman ihtiyar haricinde sanki, mihaniki bir saikle yerinden fırlanılarak, Bihter ayağa kalktı. Karanlıkta iki kadın nefes nefese, yüz yüze gelmişlerdi. Mlle de Courton kimse bulunmadığından emin olunan karanlık bir yerde birisine tesadüf edivermekten münbais helecanla:

“Ah, hanımefendi,” dedi; “beni korkuttunuz. Behlül Bey’in kitaplarını getiriyordum...”

Bihter cevap vermiyordu, ona böyle tesadüf etmek o kadar beklenmeyen bir şeydi ki Mlle de Courton da daha ziyade söylemeye kuvvet bulamıyordu. Bir saniye içinde Behlül’ün de orada olabileceğini, kendisinin onları karanlıkta bulmak maksadıyla geldiğine ihtimal verileceğini düşündü; Bihter’de böyle bir fikrin husulü onun vakarına nispetle o kadar zillet iras edecek bir şey göründü ki bir kelimeyle bu muhtemel zehabı tashih etmek istedi:

“Sizi temin ederim ki, hanımefendi…” diye başladı; fakat kendisinin her şeye vukufunu ima etmeksizin cümlesinde devama imkân yoktu, birden sesi tutulmuşçasına sustu. O zaman Bihter, bir dakika içinde, yarın kovulmuş bir hizmetçi zilletiyle bu evi terk edecek olan bu kadının yanında, kocasına hıyanet etmiş bir kadın ayıbını ve zilletini duyarak, boğulan sesiyle:

“Matmazel,” dedi; “Behlül Bey burada değil; ben de, bilmem niçin, pencerede biraz oturduktan sonra, burada uyuşmuş gibiydim.”

Müziç, ağır bir sükûtla karanlıkta, birbirine bakıyorlardı. Mlle de Courton, bu kadının ağzında günahının zelil bir itirafına benzeyen bu kelimelere cevap vermeyerek, karanlıkta aranmaksızın önüne çıkan bu sırrın yanından silinmek isteyerek iki adım daha ileriye attı ve Bihter ağır hatvelerle çıkarken, o artık karanlığa alışmış gözleriyle Behlül’ün orada bulunmadığına kanaat bile hâsıl etmek istemeksizin, kitapları yavaşça bir geridonun üzerine koydu.

 

***

 

Bu gece mürebbiyesiyle geç vakte kadar oturmak isteyen Nihal erkenden yatağına girmiş, fakat nihayet uykusuna mağlup oluncaya kadar onu, yatağının yanında alıkoymuştu.

Mlle de Courton ona tasavvurlarından bahsetmişti: Evvela Paris’e gidecek, orada ancak bir ay akrabasından ihtiyar bir amcanın yanında misafir kaldıktan sonra ta vilayetlerden birinin kaybolmuş bir bucağında, harap bir kâşanenin henüz zamanın yumruklarıyla tepelenmeyecek kadar metanet gösteren bir kanadında sakin bir örümcek ailesi meskenetiyle yaşayan hısımlarına iltihak edecekti. Bu sükût ve metrukiyet hayatını tatlı bir saadet rüyası şeklinde süsleyerek naklediyor, ikide bir eğilerek Nihal’in solgun çehresine dudaklarının ucuyla kondurulmuş bir buse içinde:

“Yalnız,” diyordu; “bu saadet içinde küçük Nihal’imi düşünerek ağlayacağım. Fakat sen de burada mesut olacaksın, saadetinden bana bahsedeceksin, değil mi Nihal?.. O zaman mini mini Nihal’imin de saadetinden haberdar oldukça artık ağlanacak bir şey kalmayacak.”

Nihal yalnız dudaklarını buruyordu. Böyle saatlerle ihtiyar mürebbiye ona ninniler söylemiş oldu. Artık yarın sabahleyin ihtimal henüz Nihal uyanmadan ihtiyar papağan kafesinden uçmuş bulunacaktı; bütün eşyası –tebessüm ederek ilave ediyordu– Behlül Bey’in o kadar itirazlarına hedef olan şapkaları bile kutulara yerleştirilmiş, küçük bir işarete muntazırdı. Sonra Behlül’ün ismini söylerken ihtiyar kızın fikri bir saniye içinde garip bir mecra takip etti, ne kadar zamandır vicdanının üzerinde müthiş bir yük ağırlığıyla duran o sırrı tahattur etti; o dakikaya kadar düşünülmemiş bir fikir olmak üzere zihni müphem, muavveç birtakım izler takip ederek daha ziyade düşünemeksizin, ihtimal bir dakika sonra nedamet edilecek bir sözü zapt edecek kadar kuvvet bulamaksızın Nihal’in yatağına tekrar eğildi ve artık süzülen gözlerine bakarak:

“Nihal,” dedi; “sana yalnız son bir nasihat olmak üzere söylüyorum, buna dair benden izahat istemeyeceksin.” Ve bir saniyelik bir tevakkuftan sonra ilave etti: “Behlül’den sakın...”

Nihal bulanık uykulu gözlerini açtı, bu söz beyninin içinde müphem bir bulut arasında hemen geçiveren bir lema müşevveşiyetiyle geçmişti. Bunu birisinin söylediğinden bile emin değildi, tekrar gözleri kapandı, dudaklarında uçan bir tebessüm gölgesiyle:

“Lakin biz onunla bugün karar verdik. Artık dost olacağız…” demek istedi, dudakları ufak bir titreyişle kıpırdandı, sonra birden beyninin üzerine uyuşturucu bir iksir döküldü, artık uyuyordu.

Mlle de Courton bu defa son veda busesini koymak üzere tekrar eğilirken Nihal uykusunun arasında ince kaşının ucunu birisine göstererek:

“Buradan…” diyordu.

 

***

 

Bihter bu gece odasında yalnız kalınca bugünün tarihini zihninde icmal etmişti. Bu bir günlük hadiseler o kadar umulmayan şeylerdi ki ancak bir senenin havsalasına sığabilecek bir vakayi silsilesi hükmünde büyüyor, birbirine karışan tafsilatla bir buhran devresi kadar velveleli görünüyordu. Bir aralık Bihter asabında bu derece büyük tesir hâsıl eden bu vukuat silsilesini asıl mahiyetlerine tenzil etmek istemişti. Bunların hiçbirinde korkulan manalar yoktu, ne Behlül aşklarına hıyanet edecekti, ne Adnan Bey bir şüphe hâsıl etmişti, ne de ihtiyar mürebbiye kendisinden intikam almaya vesile aramıştı; sonra zihni bu muhakeme tarzının üzerinde bir rici hat takip ederek mülahazat silsilesi tersine neticeler çıkarıyordu. İhtiyar mürebbiyeyi yavaş, hain bir sesle kocasına bir şeyler anlatıyor görüyordu. İhtimal şimdi Adnan Bey kapısına tık tık vurarak, gündüz Behlül’e dair yarım kalmış muhavereyi bitirmek isteyecekti. Halbuki o burada işkenceler içinde ezilirken Behlül kim bilir nerede kimlerin kollarında:

“Hayatımda yalnız siz, siz varsınız!..” diyordu. Kalbini mukavemeti kırarak bir ıstırapla yoran, bu rüyet hayali içinde onu görürken hepsini unutuyordu; artık ihtiyar mürebbiye bildiklerini söyleyebilir, Adnan Bey gelip kendisinden izahat isteyebilirdi...

Ellerini karnına basarak vahşi bir kıskançlık azabıyla kıvranıyor, sonra birden, bir rüzgâr darbesiyle gıcırdayan sobanın külahını, rezeleri üstünde yavaşça sallanan bir pancur kanadını dinleyerek:

“Belki o geldi!” diyordu.

Böyle, ancak bir saniye tutuşan bir ümit lemasından sonra kendisini salıvererek derin bir keselan içinde artık gelmeyeceğine, artık hepsinin, hepsinin bittiğine elim bir kanaatla hüküm verdi. O zaman gözlerini kapar ve şedit bir ağrının ıstırabını uyutmak için kendisini unutmaya çalışan hastalara mahsus bir azm ile gözleri kapalı, kaşlarının bir takallüsüyle dimağını faaliyetten tatil etmek isteyerek, dururdu. Bir aralık, böyle dururken kendisini uykudan uyanıyor zannetti; böyle, sandalyesinde uyuşarak uyumuş, saatler geçmiş ve uykusunun arasında onu birisi sarsarak:

“Lakin ne uyuyorsun? İşte geldi…” demiş gibiydi.

Sahih uyumuş muydu? Etrafına bakınıyordu, saat kaç olmalıydı, geridonun üstünde mum yavaş yavaş bir tarafından sızarak şamdanın yanında unutulmuş bir bağa tarağa damlıyordu. Yerinden kalkıp tarağı kaldırmak için üşendi; yine uyuşmak, hemen burada bir ölü hissizliğiyle kalmak istiyordu. Lakin Behlül, sahih, gelmiş miydi? Buradan kalkmak, yavaşça çıkmak, karanlıkta yine o odaya gitmek... Fakat ya gelmemişse? Bu defa kalbinin ta derin bir noktasında bu dakikaya kadar sakin kalmış bir damar, kadınlık gururunun damarı, terk edilmiş bir kadının isyan eden damarı titremişti. Birden kendisini böyle metrukiyetinin içinde hiçbir şey yapmayarak, dayak yemiş bir çocuk acziyle, o kadar sefil, o kadar müstahkar buldu ki yerinden fırlamak, bütün metanet ve kudretiyle ayağa kalkarak, etrafında yıkılan saadet hülyasının içinden yıkılmamış olarak çıkmak, kendisine bu hakaret sillesini vuran eli kıracak kadar kuvvet bulmak için karar verdi. Şimdi artık Behlül gelebilirdi, artık onu gidip odasında aramayacaktı. Bütün vakarı silkinerek ayağa kalkmış, esareti inanını parçalayan mütehevvir canavar isyanıyla, daha ziyade itaat etmek, sürüklenmek istemeyerek irkilmişti. Artık Behlül’ü hatta düşünmemek istedi. Şimdi hiçbir şey olmamışçasına yatağına girip yatacaktı. Elbisesini koparırcasına çekip fırlatarak yatağına girdi; gözlerini kapamak, hiçbir şey düşünmeksizin hemen uyumak istiyordu; sonra gözleri açılarak ötede, söndürülmek tahattur olunmaksızın bırakılan muma dikildi; mum hep bir kenarından sızarak yavaş yavaş onun hayatına damlayan birer telehhüf katresiyle ağır ağır, bağa tarağa akıyordu. Her dakika kalkıp onu söndürmek isteyerek, fakat vücudunu gevşeten azim bir rehavetle hep bu işi bir dakika sonraya bırakarak, gözleri oraya mıhlanmış, fikri boş, uzun uzun bu ağlayan muma baktı.

Loading...
0%