Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17. Bölüm

@halitziyausakligil

Behlül ancak üç gün sonra avdet etti. Odasına girerken Bihter’e yalnız tesadüf etmek ihtimalinden korkuyor, ufak bir helecanı zor zapt ediyordu. Hıyanetini gözlerinde okuyacağından emindi. Bu üç gecelik gaybubeti tevil edecek bir yalan bulmaktan bütün icat mahareti acze düşmüştü. Ondan başka vücudunu şakrak, çılgın Hollandalının şebab ve neşve rayihasından mürekkep bir canlı haleyle muhat hissediyordu. Bihter’in hassas kadın şammesi bu muattar havayı elbette keşfedecekti.

Bu üç gece delice bir zevk humması içinde geçmişti. İlk gece Concordia çıkışında Kette bir arabaya atılarak –bu defa annesiz– Şişli’de bir eve götürülmüştü. Onunla, gece, karanlıkta, bir araba içinde, tenha sokaklardan uçarken bu aşk seyranında bir kız kaçırmak yeniliğini bulmuştu. Hâlâ Kette, onun üzerinde annesinin yanından ayrılmayan bir masum kız tesirini icra ediyordu. Ertesi gün, geç vakit ondan ayrıldıktan sonra Boğaziçi’ne avdet etmek niyetindeydi. Beyoğlu’nda mağazalarda, bir aralık şekerlemecide tesadüf olunan bir dostun yanında o kadar teahhur etmişti ki kendi kendisine:

“Artık vapur kaçmış olacak…” demek için imkân bulmuştu. Kette’ye iki kelime göndermiş, onu yemeğe getirtmişti; kızı o kadar sarhoş etmişti ki o akşam Kette sahnede kendisini kaybederek göğsünden bir demeti koparıp Behlül’e atmıştı. Üçüncü gece Behlül Concordia halkını Kette’den mahrum etmek istemişti; halk Kette için kudurup ayak teperken o bu latif kızı yalnız kendisi için Şişli’nin o asude evinin küçük odasında hapsetmiş olacaktı...

Bu hevesi de geçtikten sonra Bihter’i düşünmüştü. O, kim bilir, bu üç geceyi ne büyük azaplar içinde geçirmişti. Bu hıyaneti keşfetmesine müsaade edecek miydi? Onu aldatmak için ne yalanlar bulacaktı?

Bunları düşünürken Bihter’i arzu ediyor, Kette’den üç gece içinde hâsıl olmuş bir gına ile tekrar yalıda, o, gecelerin hıyaneti iştirakıyla çalınmış muaşaka saatlerine aşiyan olan odasını görmek, orada o saatlerin hazlarına kavuşmak istiyordu.

Kendisini odasında yalnız bulunca derin bir zevk duydu, sanki zorluk ancak oraya gelebilmekteydi. Odasının penceresi o günden beri açık kalmıştı. Rüzgârla içeriye serpilen yağmurlardan koltuğun bir kenarı, halı, beride tütün takımı ıslanmıştı. Odasında gürültüsüz gezinmeye, yürürken ayaklarını hafif basmaya lüzum görüyordu; uyandırılmaktan ihtiraz olunan bir hasta gibiydi. Şu dakikada Bihter gelecek olursa kendisine söylenecek müstahzar bir şeyi yoktu.

Yavaş hatvelerle pencereyi kapamak için ilerlerken koltuğun üstünde ıslanmış beyaz bir şeye gözleri ilişti. Bunu alır almaz anladı: Bihter’in orada unutulmuş bir mendili... İhtiyarsız bunu dudaklarına götürdü, ıslanmış bir menekşe demeti rayihasıyla Bihter’i kollarının arasında zannetti. Bu mendil ona bütün hazin bir şiir takrir ediyor, onun gıyabında yine onun havasında yaşamış olmak için odasında, intizar işkenceleriyle penceresinin yanında geçirilmiş saatleri söylüyordu.

Kendi kendisine:

“Zavallı Bihter!..” diyordu ve elinde bu mendile bakarak, onun sakit lisanından akan ıstırap ifadesine karşı af diliyordu.

Birden, bir kasırga cevelanıyla, odasının kapısı itildi ve Nihal atılarak:

“Nihayet gelebildiniz,” dedi, “neredeydiniz, bakayım?..”

Nihal parmağını tehditle sallayarak ilerliyordu, birden Behlül’ün elinde ıslak mendili gördü:

“Nedir o, elinizde ıslak mendil?.. Oo, burası bir göl olmuş! Bu sizin marifetiniz mi?” –çömelerek, perdelerin ucunu kaldırarak ıslak yerlere bakıyordu; sonra elini uzatıp mendili almak istedi– “Bunları mendilinizle mi kurulayacaksınız? A, mendil sizin değil, veriniz bakayım, Bihter’in mendili...”

Bu küçük şeyle Nihal bütün hakikatin tarihine vukuf hâsıl edecekmişçesine Behlül’de bir korku vardı, mendili Nihal’e verdi, Nihal kenarına bakarak ve sonra ucundan tutup ıslak halının üstüne atarak:

“Evet, onun!..” dedi. Sonra çapkın bir tebessümle Behlül’ün yüzüne bakarak: “Babamı işitseniz,” dedi; “sizin için neler farzediyordu.”

Behlül kızardı, fakat fütur getirmemiş görünerek sordu:

“Neler?..”

Nihal dudaklarını kıvırıyordu:

“Onları size Firdevs Hanım nakletsin. Bilirsiniz a, genç kızlar, yanlarında unutularak söylenen şeyleri işitebilirler, lakin onları tekrar etmeye mezun değildirler... Şimdi Firdevs Hanım bizde! Haberiniz var mı? Dün geldi, Mlle de Courton gitti, o geldi... Size Nesrin’i çağırayım mı? Bu gölü kurutsun.” –tekrar mendil gözüne ilişti– “Bu nereden gelmiş? Onu da kendisine versinler...”

Behlül mendil meselesine daha ziyade dikkat etmeyerek sordu:

“Nihal, ne diyordu baban? Söyle bakayım. Haniya senin hiçbir şey söylemeksizin her şeyi söyleyen bir ifaden vardır...”

Nihal hep gülerek devam etti:

“Oh! Bilir miyim? Firdevs Hanım’a anlatıyordu. Pek iyi işitmiyordum ki... Sonra Bihter’le latife etmek için galiba: Ben de ara sıra Behlül’ün odasında misafir kalırım belki…” diyordu. “Nedir, rica ederim, başka bir odan mı var şimdi? Artık sen de gidiyor musun?..”

Behlül anladı. Bu üç gecelik gaybubeti amcasının latifelerine bir vesile olmuştu. Tekrar içinden:

“Zavallı Bihter!..” diyordu. “Kim bilir, bu latifeler onu nasıl işkencelerle kıvırmıştı.”

Nihal’in son sualine cevap vermiş olmak için:

“Çıldırdın mı?” dedi. “Behlül nereye gider? Hem bundan sonra Nihal’i, bu mini mini dostunu yalnız bırakabilir mi?.. Firdevs Hanım nihayet geldi, öyle mi? Bak, onunla ne iyi geçineceğiz, Nihal!.. O da bizimle dost olacak.”

Sonra büyük bir sır tevdi ediyormuşçasına eğildi ve gülerek yavaş sesle ilave etti:

“Herkesten ziyade Bihter’in düşmanı odur, bilir misin?”

Behlül eğilerek bunu söylerken nefesi Nihal’in çehresini sıcak bir temasla, ancak bir saniye, okşamıştı. Nihal bugün şu dakikada birinci defa olarak zapt olunamamış bir asabi tevahhuşla çekildi. Artık bir kadın olduklarını hüviyetlerinde inkişaf ediveren bir vukuf lemasıyla gören genç kızlara mahsus bir his onu ürkütmüştü. Ufak bir ihmirarla Behlül’e gülerek cevap verdi:

“Bu da size mahsus fikirlerden...”

Behlül:

“Sen bunu anlayacak kadar büyük değilsin!” diyordu; “Şimdi beni yalnız bırakır mısın Nihal? Seninle bu meseleden, sonra uzun uzun bahsederiz...”

Kayıtsızca ilave ederek sordu:

“Baban nerede, Nihal?..”

Doğrudan doğruya Bihter’i soramamıştı. Nihal’den Adnan Bey’le Bihter’in odalarında beraber olduklarını haber alınca derin bir nefes aldı. Onları beraber görmek bu gaybubetten sonra ilk mülakatın güçlüğünü tahfif edecekti. Beş dakika sonra Adnan Bey’in iş odasına girerken Behlül kendi kendisine metanetini tebrik ediyordu. Adnan Bey’in latifelerine kayıtsızca cevap verecek kadar kuvvet buldu. Adnan Bey onu itiraf edilmeyecek bir münasebet peyda etmiş olmakla ithama çalışıyor, Bihter’e bakarak:

“Göreceksiniz,” diyordu; “bu gece, ihtimal bir gece daha Behlül burada kaldıktan sonra yine haftalarca kaybolacak.”

Behlül’le Bihter’in arasında elim, müziç bir nazar teati ediliyordu. Behlül gözleriyle:

“İnanıyor musunuz? Bunlar bütün bir yığın köhne latifeden başka bir şey değil…” demek istiyordu.

Sonra Adnan Bey’e cevap veriyordu:

“Kim bilir, belki hakkınız var. Bütün bir kış uslu bir çocuk olduktan sonra artık her şey affolunabilir, değil mi?”

Bihter bu muhavereye iştirak etmeyerek, gözlerini kaldırmayarak, hummalı ellerle bir çuha parçasını işlemekte devam ediyordu. Adnan Bey garip bir inatla hep bu latifeyi tevsi etmek, Bihter’i de muhavereye karıştırmak istiyordu. Behlül kayıtsız kalmakta devam ederek cevap veriyor, kendisini müdafaa ederken itirafa benzeyen gevşeklikler gösteriyor, sonra muhaverenin bir küçük fırsatından istifade ederek başka bir söz zemini hazırlamaya çalışıyordu. Bu her ikisi için, azim bir işkence oldu. Adnan Bey onları sıkmak istiyor gibiydi. Behlül birinci defa olarak kalbinde bir şüphe hissetti:

“Acaba biliyor mu?”

Henüz Bihter’le doğrudan doğruya bir lakırdı etmemişlerdi, Behlül bir aralık bütün cesaretini toplayarak sordu:

“Anneniz gelmiş öyle mi, yenge? Nerede? Yukarda mı?..”

Ayağa kalkmıştı. Çıkmadan evvel Bihter’in gözlerini aradı, fakat onlar hep o çuha parçasının üzerine merkuz, sakit ve derin bir kinle dargın kaldı...

 

***

 

Firdevs Hanım’a Mlle de Courton’un odasını vermişlerdi; onu oradan, tekerlekli uzun sandalyesinin içine koyarak, sofaya çıkarıyorlar, sandalyeyi pencerenin yanına kadar itiyorlar; Boğaziçi’nin bu fersude çiçeğini, Kanlıca tepelerinin altında sayelenen yeşil sulara karşı, sanki bir hayatın mezarı kenarında, sabahtan akşama kadar hemen her vakit yalnız bırakıyorlardı. Behlül onu görmeyeli üç ay olmuştu. Yalnız uzaktan uzağa ona ait şeyler işitirdi. Firdevs Hanım uzun, hâlâ bitmeye tahammül edemeyen bir gençlikten sonra birdenbire, genç kalabilmek için sarf edilen kuvvetler ihtiyarlığının sıhhat sermayesini perişan ederek, bir iflas neticesiyle, düşüvermişti. İskemlesinin üstünde o uzun, levent, hâlâ güzel kametiyle yanarken usaresi kuruya kuruya bir gün yolun bir kenarına düşüvermiş metin bir ağaç gibiydi. Dizleri artık sızıların daimi bir mahkûmuydu; sabahleyin yatağından kalkabilmek için muavenete muhtaçtı. En ziyade bu ihtiyaç, kalkabilmek için başka bir elden beklenen bu kuvvet sadakası, onu kudurtur, sonra kudurmuş bir hırsla kendine uzanan eli ısırmak isterdi. Onun için Firdevs Hanım’ın yanında hizmetçileri on beş günden ziyade alıkoymak mümkün olamamıştı. Artık gelin olabilecek kadar para topladıktan sonra müsaade alan Katina’nın yerini sırasıyla sekiz kızdan hiçbiri tutamamıştı; hatta bir gün, kimsesiz kalarak, Firdevs Hanım’ı sandalyesine yatırmak için Peyker, Yakup’a müracaata mecbur olmuştu. Sonra, bu âdet olmuştu; ikide birde Firdevs Hanım’ın, kendi hizmetçisine karşı hırçınlıkları taşarak, Yakup çağırılırdı ve onun ellerinde bu hırçın hasta, sessiz, şikâyetsiz, muti, yumuşak bir çocuk usluluğunu kesbederdi. Bu erkek ellerinde öyle bir sihir hassası vardı ki Firdevs Hanım’ın yalnız kollarından, omuzlarından tutup bu pörsümüş bir yığın eti sandalyesine atmakla günlerce devam eder bir şifa sükûnu bahşetmiş oluyordu.

Firdevs Hanım’da adeta kudurgan bir cinnet başlamıştı; artık herkesle, damadıyla, kızıyla, Feridun’la, ara sıra gelen Bihter’le kavga ediyor; sonra bu hırçınlıklarından herkes kaçışıp da onu sandalyesinde yalnız bıraktıkları vakit kendi kendine bağırıyor, söyleniyor, ağlıyordu. Artık küçük sarı yalının asude hayatında bu hastanın vücudu tahammül edilmeyecek bir yük oluyordu. Bir gün Firdevs Hanım kızının ikinci çocuğuna gebe olduğunu haber alarak püskürmüştü. Bunu ayıp, affedilmez bir kabahat olmak üzere telakki ediyordu, artık evin içinde iki saat rahat bir uyku uyumak mümkün olmayacaktı; bunu mahsus, onun evden kaçmasına sebep olmak için yapmışlardı. Peyker annesinin bu çılgınlıklarına hiç cevap vermezdi. O akşam Nihat Bey eve, uzun bir müddetten beri karı koca tarafından beklenen, mühim bir haberle gelmişti. Memuriyetinin bir derece terfiiyle maaşının zammı nihayet kararlaşmıştı. Bu aile sevinci içinde Firdevs Hanım’dan büyük bir memnuniyet intizar edilirken o bunu da kendisine karşı mürettep bir oyun olmak üzere telakki etmişti: Artık onun vücudundan tamamıyla istiğna edilebilirdi, bu evden kalkıp gitmek isterse kimse itiraz etmeyecekti, bu bir nevi kendisini kovmak demekti. Karı koca bu cinnet tuğyanının karşısında mebhut, sükût ederken o bir çocuk taşkınlığıyla hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.

O günden sonra Firdevs Hanım bu karı kocanın saadetinden bir intikam vesilesi buldu: Her sabah damadına, kızına:

“Haberiniz var mı? Bugün daha iyiyim…” diyordu.

Onları afiyeti ihtimaliyle tehdit etmiş oluyordu. Bir gün tedavi eden tabibin yalının rutubetinden bahsetmiş olmasından fırsat bularak Nihat Bey’le müthiş bir kavga etmişti:

“Ben anlamadım mı, zannediyorsunuz?” demişti; “Bu yalanı siz öğretmiş olacaksınız, benden kurtulmak için! Lakin unutuyorsunuz ki bu evden kovulması mümkün olan ben değilim, siz ikinizsiniz...”

Nihat Bey artık taşmıştı. İşte gideceklerdi, onu yalnız bırakacaklardı, Firdevs Hanım bir kahkahayla cevap vermişti: Yalnız mı? Lakin niçin yalnız kalsın, o da evlenecekti, evet, sadece evlenecekti, bunun için henüz gençti...

O zaman karı koca bu cinnetin karşısında birbirine bakarak sükût etmişlerdi. Ertesi gün Firdevs Hanım Nihat Bey’i görmek istemiş ve o yanına gelince:

“Kararımı değiştirdim,” demişti; “yalının rutubeti belki sahihtir, ben Adnan Bey’e gidiyorum.”

İşte böyle bir gece içinde Firdevs Hanım, mariz dimağında doğuvermiş bir fikir neticesiyle, iki günden beri Adnan Bey’in yalısındaydı. Burada kendisini o büyük sofanın bir köşesinde köhne, metruk bir kırık sandalye kabilinden yapyalnız bırakılmış görünce derhal hissetmişti ki bu yeni hayatta elim can sıkıntılarından mürekkep uzun saadetlerle mütemadi bir azap saklıyor. Kızıyla damadı yalnız sabahları ve yemekten sonra geceleri onun yanında ufak, kısa tevakkuflarla kanaat ediyorlardı; Nihal gelip geçtikçe bir rüzgâr savrukluğuyla duramıyordu; Nesrin’le Şayeste uzaktan bir tuhaf tebessümle bakarak geçiyorlardı. Firdevs Hanım, Adnan Bey tarafından buldurtulan bir Alman karının elinde bırakılmıştı. Yegâne eğlencesi uzun sandalyesinin yanına konulan bir masanın üzerinden ikide birde alınan bir küçük ayna, ufak bir pudra kutusu, bir sürmelikti. Bunlar bir vakitler mini mini birer günah kabilinden çantasının içinde saklanırken şimdi üzerlerine bir mendil atılmaya bile lüzum görülmüyordu. Hatta Adnan Bey’in vücudu bile bunların ara sıra alınarak mesela gözünün bir kenarında bozulmuş bir sürmenin tamir edilmesine mâni olmuyordu.

Behlül bugün yukarda Firdevs Hanım’ı, Alman karısına dizlerini oğdururken, küçük aynasında şakaklarının saçlarını düzeltiyor buldu.

Firdevs Hanım, Behlül’ü bir meserret sayhasıyla kabul etti: “Ah! Siz misiniz? Nihayet gelebildiniz mi? Neredeydiniz, bakayım? Yok, yok oraya değil, şu iskemleyi alınız... Emma, bizi yalnız bırakınız...”

Aynasını masanın üzerine bıraktı ve Behlül’ün bir sualine cevap vererek:

Ben mi?” dedi; “Pek fena değil, hele iki günden beri büyük bir fark hissediyorum. İnanır mısınız? Bu iki gün içinde bir kere gelip aramadılar bile...”

Nihat Bey’le Peyker’den bahsediyordu, onlar için en olmayacak vesilelerle taşan bir husumeti vardı. Şüphesiz kendisini salıvermiş olmalarını affedemiyordu:

“Bu herif hakkında muhabbete benzer hiçbir şey duyamadım. Yalnız nefsini, menfaatini düşünen bir adam! Oh, bilmezsiniz ki... Bakınız size bir şey söyleyeyim; şimdi Peyker’e bir çocuk daha yaptı, iki sene sonra bir tane daha, her iki senede bir Peyker otuz yaşında altı çocuk anası oluyor. Ondan sonra bir gün Nihat Bey onu ellerinde kollarında altı çocukla kendi haline bırakacak, kaçacak. Gülmeyiniz, onu Peyker’i sever mi sanıyorsunuz? Hep kendi işine geldiği için... Bihter niçin Adnan Bey’e verildi? Neden öyle yüzüme anlamayarak bakıyorsunuz? Artık Adnan Bey’den beklenecek bir şey kalmayınca, o vakit?”

Bu düşünceyi takip ettikçe onlardan intikam alıyor gibiydi:

“Göreceksiniz a,” diyordu; “Bihter otuz yaşında, altı çocuktan sonra benden daha ihtiyar olacak. O zaman bana yalvarılacak, bugün bir nevi kovulan annenin elleri öpülecek...”

Firdevs Hanım, Behlül’e bir küçük kelime için müsaade etmeyerek söylüyor; Peyker’i altı çocukla, otuz yaşında ihtiyar olmuş, kocasından ayrılmış, yalnızlığının, metrukiyetinin tesliyetini annesinin affından bekleyerek, sefil, zelil, tasvir ettikçe garip intikam kevserinin lezzetinden mest olarak taşıyordu. Bu kadının anneliğinde öyle bir yırtıcılık vardı ki Behlül’ü korkutuyordu. Bu bir ana değil, kızlarının saadetine düşman bir rakipti. Peyker’den sonra Bihter’den bahsetti. Onun bu izdivacına hiçbir zaman razı olmamıştı. Bu izdivacın neticesinden de emindi. Bihter’den bahsederken Behlül’ün gözlerine bakarak fazla izahat vermekten çekiniyor gibiydi. Yalnız hükmünün neticesini söyledi:

“Bihter de Peyker’e nazire yapacak. O da bir gün bana muhtaç olacak. Birbirini takip ederek ikisi de bugün böyle bir köşeye atılıveren Firdevs Hanım’ın ellerine kapanacaklar, lakin o zaman...”

Cümlesini bitirmeden evvel tekrar elini uzatıyor, sürmeliğiyle aynasını alarak dökülmüş kirpiklerini tamir ederken ufak bir tevakkuftan sonra tekrar ediyordu:

“Lakin o zaman Firdevs Hanım affetmeyecek.”

Bu söz ağzından bir gayz ve kin hükmü kuvvetiyle düştükten sonra birden elinden aynasıyla sürmeliğini atarak fikri başka bir zemine sıçradı:

“Deminden beri size bütün lüzumsuz şeylerden bahsediyorum. Asıl size söylenecek başka bir şey var. Keşfediniz, bakayım?”

Behlül masanın üzerine eğilip bakarak:

“Pek kolay!” dedi; “Créme Simon bitmiş, Beyoğlu’na ilk çıkışımda sizin için ondan bir kutu almak...”

Firdevs Hanım darılarak:

“Latifeyi bırakınız, rica ederim,” dedi; “size dair pek ciddi bir mesele. Sizi iki günden beri bunun için bekliyorum, bana öyle çapkın gözlerle bakmayınız, bütün ciddiyetinizi takınınız...”

Behlül gülüyordu:

“Lakin mümkün olmayan şeyler teklif etmeyiniz, rica ederim. Ciddiyet! Siz beni hiç ciddi gördünüz mü?”

“Hayatınızda birinci defa olarak gayret ediniz. Bakınız, size dört kelimeyle söyleyeyim. Buraya gelip de sizi bulamayınca kendi kendime dedim ki: Bu çocuğu böyle kendi haline bırakmak hiç iyi değil. Bu hayat bir gün ona öyle bir cinnet yaptıracak ki tamiri mümkün olmayacak. O halde ona öyle bir şey yaptırmalı ki, anlıyor musunuz?”

“Anlamamak ne kadar mümkünse, o kadar anlamıyorum. Bana bir cinnet yaptırmamak için başka bir şey yaptıracaksınız, öyle mi? Lakin dünyada en güzel şeyler çılgınlıklardan mürekkeptir. Ben o sizin dediğiniz çılgınlıklardan yapmayacak olursam hayatıma tamam olmamış nazarıyla bakarım. Beni böyle bir cinnet yapmaktan menedebilmek için nasıl bir çare buldunuz?..”

Firdevs Hanım biraz doğrularak cevap verdi:

“İzdivaç!..”

Behlül bir kahkahayı zapt edemedi:

“Yanlış işittim, zannederim. Ne dediniz, rica ederim? İzdivaç mı? Lakin işte asıl tamir kabul etmeyecek bir cinnet ve ahmakça bir cinnet! Bence izdivaç üç sebeple yapılır: Ya ikide birde nezleye uğrarsınız, ıhlamurunuzla hatminizi içirecek, arkanıza kızgın pamuk sokacak birisine muhtaç olursunuz; ya çoraplarınızı delerseniz evde örecek bir kadın bulundurmak istersiniz; yahut iki senede bir defa daha baba olmaya heves edersiniz, sizin küçük damat bey gibi. Ben tabibimin tavsiyesiyle üzerimde kırmızı mühür mumu taşıyalıdan beri nezleden kurtuldum. Size de tavsiye ederim, anlaşılan tabiplerin nezleye karşı bundan daha nafiz bir ilaçları yok. Delinip de örülmüş çoraplar hakkında galebe çalınamaz bir nefret taşırım. Çocuklara gelince: Başkalarının çocukları için çıldırırım, fakat küçük Behlül’lere şimdiden husumet ediyorum. Şu halde?..”

“Dördüncü bir sebep daha var ki unutuyorsunuz. Bence erkekler asıl sizin gibi yaşamamak için evlenmelidirler. Nihayet erkeklerin hayatında bir saat çalar ki bütün o gelip geçici sevdaları bırakarak hayatta saadeti bir genç kızın ellerinde aramak zamanını ihtar eder.”

“İşte oldukça şiir çeşnisinde bir cümle! Bilir misiniz? Böyle sözlerin beni mağlup etmekte garip bir kuvveti vardır. Cümlenizde bir ikinci şiir daha var: Genç kız!.. Genç kızlar bence hiç tanınmamış, henüz tecrübe olunmaya muhtaç mahluklardır. Fakat bu şiirin tecrübesini diğerlerinden usandıktan sonraya bırakacağım.”

Firdevs Hanım mağlup olmamaya karar vermiş gibiydi:

“Evet, fakat genç kızlar yalnız bir kere tecrübe olunur ve onların saf sinelerine tevdi olunacak emeller lüzumundan fazla çürümemiş, yıpranmamış olmak lazım gelir.”

Behlül bir tebessümle cevap verdi:

“Siz bu cümlelerinizde devam ederseniz ben şimdiden hezimet ilan ederim. Lakin bana malik olacak kadar bahtiyarlığa şayan bulduğunuz genç kız kim oluyor?..”

Behlül bu sualini irat ederken sofanın camlık kapısı açılmış, Beşir girmişti; galiba Firdevs Hanım’a bir şey söyleyecekti. Onun beklediğine ehemmiyet vermeyerek devam ettiler. Firdevs Hanım diyordu ki:

“Anlamadınız mı? Hâlâ anlamıyor musunuz? Lakin Nihal, sadece Nihal!.. Bu fikir bende buraya gelip de onu büsbütün değişmiş, üç ay içinde büyüyüvermiş görünce doğdu.”

Behlül uzun bir “Ooo!..” ile ayağa kalkmıştı, bir kahkaha içinde sordu:

“Siz ne vakitten beri böyle harikalar doğurmaya başladınız?.. Nihal... Lakin siz ona bir koca değil bir hoca arayınız. Hem, bakınız, şimdi aklıma geliyor, Nihal’in kocası olmak mümkün değil. Azim bir mâni var: Ben Nihal’in borçlusuyum. İşte şimdi, siz anlamıyorsunuz. Hesap ettim, tam ona dört lirayla bilmem kaç kuruş borçluyum, faizleri de hesap ederseniz...”

Firdevs Hanım artık darılıyordu:

“Ama siz bütün latife ediyorsunuz. Nihal’i, bu mücevher parçasını başka birisine mi bırakacaksınız?”

Behlül, Beşir’e bakarak Firdevs Hanım’a cevap verdi:

“Lakin yanılıyorsunuz, Nihal bir mücevher parçası değil bir ateş parçasıdır. Onunla kavga etmediğimiz bir gün yoktur... Değil mi Beşir?..”

Beşir orada hareketsiz, nefessiz, donuk gözlerle, duruyordu. Behlül’ün kendisine bu hitabını işitmemiş gibiydi. O zaman Firdevs Hanım sordu:

“Ne istiyorsun, Beşir?”

Beşir bir uykudan uyandı ve söyleyeceğini tahattur etmek isteyerek ufak bir tevakkuftan sonra cevap verdi:

“Beyefendi soruyor, eğer izin verirseniz buraya bir küçük sofra kurduracaklar, bu akşam beraber yemek için...”

Firdevs Hanım hemen muvafakat etti ve Beşir indikten sonra hâlâ kendisine gülümseyerek bakan Behlül’e:

“Siz istediğiniz kadar gülünüz,” dedi; “Nihal’i siz alacaksınız, mademki ben öyle karar verdim...”

Behlül biraz eğildi ve şüphesiz bu muhavereyi bir latifeyle bitirmek isteyerek en çapkın sesiyle:

“Lakin,” dedi; “siz henüz başkalarının izdivacıyla fikrinizi meşgul edecek kadar gençlikten uzaklaşmış değilsiniz. Nihal biraz daha büyüyünceye kadar bu evin içinde beni izdivaca razı edebilecek birisi daha var ki...”

Firdevs Hanım bitirmesine müsaade etmedi ve bu defa büsbütün darılarak:

“Susunuz bakayım,” dedi; “ben ciddi meselelere karışan latifelerden hiç hazzetmem.”

Sonra birden bir şey daha tahattur etti:

“Ha, size söylenecek bir şey daha unutuyordum: Bu Nihal meselesinden ben birisine daha bahsettim...”

Garip gözlerle Behlül’e bakarak o birisinin keşfedilmesine muntazır duruyordu. Firdevs Hanım’ın gözlerinde öyle delici bir nazar vardı ki Behlül cevap veremedi ve zapt olunamayan bir zaafla gözlerini indirdi. Firdevs Hanım sadasının bütün tabiiyetiyle haber verdi:

“Bihter’e...”

Ve küçük bir tevakkufu müteakip elini tekrar aynasına uzatarak ilave etti:

“O bu izdivacı pek tabii buluyor...”

Behlül derhal anlamıştı. Bu kadın, şüphesiz görülmüş, işitilmiş hiçbir şeye istinat etmeksizin yalnız bir faraziyeyi takip ederek hakikati yoklamak istemişti. İlk tecrübe Bihter’de yapılmıştı. Bihter bu tecrübeden nasıl çıkabilmişti? Kendisi hemen bulunuveren bir mukabeleyle bu kadının hâsıl olabilen şüphelerini izaleye çalışarak:

“O, tabii muvafakat edecek,” demişti; “pekâlâ bilir ki benimle Nihal arasında bir izdivaçtan sonra ikimiz de bu evde oturamayız, şu halde, anlıyor musunuz?..”

Firdevs Hanım gözlerinde tuhaf bir handeyle bakıyordu, anlamıyor gibiydi; Behlül öyle sakat bir mütalaa zeminine girmişti ki devam ederse idare edememekten korktu. Muhavere bitmeksizin kesilmiş oldu. Behlül bu kadının her şeyi anlamış olduğuna hüküm veriyordu. Bu kadında kızlarının saadetine öyle sönmek bilmeyen bir husumet vardı ki bu sır onun ellerinde Bihter’e karşı müthiş bir silah olabilirdi. Birden Bihter’le muaşakalarının yeni bir tehlike devresine girdiğini anladı. Bundan sonra bu sandalyesine mıhlanmış kadının gözleri karanlıkları, duvarları delerek hafi bir düşman hıyanetiyle onları takip edecekti. İhtimal yine en güzel tahaffuz çaresi bu izdivaç latifesindeydi. Bu dakikaya kadar Bihter’le bir mülakatın güçlüğünden kaçarken bu dakikada aksine onunla mülakata lüzum gördü. Fakat nasıl görüşecekti? Bihter’in tekrar onun odasına gelmesine ihtimal vermiyordu.

Muhaverenin bu inkıtaından mütevellit azaptan Behlül’ü Firdevs Hanım kurtardı:

“Behlül Bey! Rica ederim, Emma’yı çağırır mısınız?” dedi.

Loading...
0%