@halitziyausakligil
|
Bu izdivaç meselesi evin içinde tuhaf bir latife olarak bir müddet çalkandı. Adnan Bey açıkça latife ediyor, ne zaman Behlül’le Nihal’i görse: “Nişanlılar!..” diye gülüyordu. Nesrin’le Şayeste bile buna gülüyorlardı. En ziyade gülenler Nihal’le Behlül’ün kendileriydi. İkisinin arasında bu sık sık tekerrür eden bir oyun oluyordu. Bu izdivaç latifesi çıktıktan sonra, ona herkesle beraber çocukça bir oyundan başka türlü nazar etmemekle beraber, bazı dakikalar olurdu ki Behlül, Nihal’in yanında kalbini eriten bir şey duyardı ve o zaman ihtiyarsız kendi kendisine: “Lakin bu izdivaç pek mümkün olmayacak bir şey de değil!...” derdi. Sonra ötekini düşünürdü: “Ya Bihter? Bihter ne olacak?” Bihter’e ilk hıyanetinden, Kette’den sonra bir aralık ikisinin arasında her şey bitmiş zannolunabilirdi. Günler geçmişti, Bihter’le beş dakika yalnız kalamamıştı. O hep dargın çehresiyle duruyordu; artık Bihter’in o üç gecelik gaybubeti affetmeyeceğini, hatta izahat bile istemeyeceğini zannetmişti. Fakat Bihter’i tamamıyla kaybetmiş olduğuna da ihtimal vermek istemiyordu; onun yine küçük bir kazayla kollarına avdet edeceğine emindi. Bu emniyet Bihter’in kayıtsızlığından eza duyan gururuna karşı bir nevi tesliyet kabilindendi. Bihter’in gelip ondan izahat talep etmemesi onu azim bir yükten kurtarmış olmakla beraber bu dargınlık devresi artık yorulmaya başlayan aşkına bir istirahat fasılası ihzar etmiş oluyor, hatta ona yine Kette’ye avdet etmek, o genç sarı kızla yarım bırakılan sevda nûşabesinin son cüralarını da toplamak için fazla bir serbestlik bırakıyordu. Kette’den sonra Bihter’e daha har ve muhteris döneceğini farz ederken aksine o çapkın kız için nefsinde henüz tatmine muhtaç hevesler buluyordu. Yalnız bir şeyi itiraf etmek istemiyordu: Bihter’den usanmış olmak!.. Bu, aşk hayatında nefaset zevkine büyük bir leke sürmüş olacaktı. Onun fikrince Bihter o kadınlardan biriydi ki onlara karşı hıyanet edilir, fakat hiçbir vakit terk edilmiş olmak züllü bırakılamaz. Behlül hatta Bihter tarafından terk edilmek, bu kadın tarafından metrukiyetin acılarını tatmak için bir heves bile duyuyordu. Artık kendi tarafından sebebiyet verilmiş bir rabıta tecdidi vuku bulmaksızın Bihter’in odasına gelmeyeceğinden günler geçtikçe kuvvet kesbeder bir emniyet hâsıl etmiş iken bir gece onun ne vakitten beri terk edilen bu sevda aşiyanına avdetini görmüştü. Bihter şüphesiz teahhur etmiş izahatın teatisi için geliyordu. Sonra bu izahat o kadar çabuk teati olunarak o kadar kolay kabul edilmiş oldu ki Behlül şaşmıştı. Bihter kadınlık gururuna karşı bir borç ifa etmiş, meselenin dış yüzünü kurtarmış olmak için inanmış, aldanmış, aldatılmasına müsaade etmişti. Bu odaya, hakikatte, aldanmak için tekrar gelmişti. Artık Bihter’de haysiyet hissi onlardan biriyle, o vücutlarını her sevda talibine satanlardan bir sefileyle müşarekete mâni olmuyordu. Bu kadın, o hıyaneti keşfetmekle beraber gözlerini kapıyor, tekrar kendisini saran bu kolların arasında bir sefile hayalinin ihtizazını, onun rayiha bakiyesini görmemek, duymamak için kendisini sahte bir itminanın siyah duvarları içinde saklıyordu. Behlül karşısında isyan etmiş, gururunun tuğyanıyla yükselmiş bir Bihter göreceğinden emin iken onu böyle aldatılmaya muvafakat etmiş görünce kendisini üşüten bir hisse mâni olamamıştı. Artık Bihter için başkalarıyla, kim bilir kimlerle bir müşareket başlamış oldu. Behlül ikide birde gaybubet ediyor ve bütün gaybubetlerinden sonra hep aldatılmaya mütevekkil bir muvafakatle gelen Bihter’i daha ziyade küçülmüş, mümtaziyetinden daha ziyade kaybetmiş buluyordu. O zaman insafsızlıklar yapar, bu kadını tahkir etmek isterdi. Şimdi beraber bulundukları geceler, birbirini didiklemekle geçiyordu. İkide bir Bihter bir gurur bakiyesiyle ona mukabele ettikten sonra, henüz bir buse bile teati edilmeksizin, fırlar giderdi; fakat yine hep rabıtayı tecdit eden o olur, kavgaların mesuliyetini kendisine tahmil etmiş bulunurdu. Yavaş yavaş bu kadın Behlül’ün elinde ezilecek, hırpalanacak, sonra en mülevves heveslere alet edilecek sefil bir mahluk oluyordu; muaşakalarına bile bir sefalet rengi geliyordu, Behlül bu güzide sevdanın mümtaziyetini muhafazaya itina etmez olmuştu; Bihter kollarının arasında her defa bir parça daha onlardan biri oluyor ve ara sıra irkilmek isteyen haysiyeti isyanda devam etmek için kuvvet bulamıyordu. Behlül kaç kereler ona Firdevs Hanım’dan bahsetmişti. Onun için: “Hepsini biliyor, bir gün göreceksiniz ki bu kadın bildiğinden bizi haberdar edecek…” derdi. Bihter, Behlül’ün bu korkusuna cevap verirdi: “Biliyorsa ne olabilirdi sanki?..” Adnan Bey’den bahsetmek için ikisinde de kuvvet yoktu, yalnız Nihal’le izdivaç latifesinden bahsedildikçe Behlül temin ederdi ki bu, evin içinde hâsıl olabilecek şüpheler için, en nafiz bir tahaffuz çaresiydi. Bu latifeden bahsolunurken Bihter’in dudaklarında elim bir azap hattı irtisam eder, donuk bir nazarla, bir kelime söylemeksizin, Behlül’e bakardı. Bir latife olmak üzere başlayan bu tasavvur, hissediyordu ki, Adnan Bey’in kalbinde bir latifeye şayan olan ehemmiyetten ziyade kabule mazhar oluyor. Behlül’ün her kimle olursa olsun hıyanet etmesine zımni bir muvafakat gösteren bu kadın, bu izdivaç latifesinden öyle müthiş bir ıstırap duyuyordu ki Behlül’ü Nihal’e lakırdı söylerken gördükçe sapsarı kesiliyordu. Bir gece itiraf etmiş: “Bu latife beni öldürüyor,” demişti. Behlül bir kahkaha içinde onu öperek: “Çıldırdınız mı?” dedi; “Nihal’le bir izdivaç! Olacak şey mi? Unutuyorsunuz ki Nihal bir çocuktur. Ondan sonra, bu latifeyi menetmek de mümkün değil...” Bu teminat Bihter’i iskât ederdi, fakat o ıstıraptan kurtaramazdı. Evet, Nihal bir çocuktu, fakat on beş yaşında bir çocuktu; evet, bu latife menedilemezdi, fakat sonra bu latifenin tahakkuk edebilmesine nasıl mümanaat olunacaktı? Kendi kendisine bunu sorarken ellerini kilitleyerek, ıstırabından kıvranırdı. Behlül bu latifeye her zaman kayıtsız kalamıyordu. Arada sırada gözleri Nihal’e dalarak onun ince simasının rakik şiiriyle ruhunda eriyen bir şey duyar ve kendi kendisine sorardı: “Kim bilir? Belki aranılıp bulunamayan şiir ve sevda bundadır.” O zaman ihtiyarsız aşk hayatını tahlil eder, bütün eski hatıralarını birer saniye tekrar yaşar, nihayet Bihter’in parlak siyah saçlarıyla Kette’nin beyaza benzeyen sarı saçları birbirine dolanarak iki çehreden mürekkep bir müşevveş sima tersim ettikten sonra bu hatıra silsilesini son bir düğümle bağlardı. Nihayet? Evet, nihayet ne olacaktı?.. Bunların hepsinde bir şiirsizlik, hatıralarının bu çiçeklerinde bir kuruluk, bir cansızlık buluyordu. Kim bilir? Belki, sevdanın ruhu, hayatın şiiri, böyle henüz açılmamış bir goncanın saf sinesinde gizliydi. Nihal’le münasebetlerinde her vakit kendisini idare edemiyor, her gün ağabeylik sıfatından bir zerre kaybolarak Nihal’i bir genç kız sıfatıyla görmeye başlıyordu. Nihal’i ince omuzlarından tutmak, yüzünü saçlarının sarı dalgalarına sokarak, onun taze ruhunu bir narin çiçeğin müphem rayihası kabilinden teneffüs etmek için çılgınca bir heves duyuşları olurdu. Sonra kendi kendisini tekdir ederek Nihal’e günlerce kayıtsız kalmak için çalışırdı. O zaman izdivaç latifesinin, ikisinin arasında gülmeye yeni bir vesile teşkil eden bir oyundan ibaret kalmasına dikkat ederdi.
***
Bir gün Behlül bir ceride kenarına kurşun kalemiyle tuhaf bir baş çizerken Nihal odasına girmiş ve kendisini görmemişçesine devam eden Behlül’ün etrafında dönüp dolaştıktan sonra nihayet arkasında durarak omuzunun üstünden kurşun kalemini tutmuştu. Behlül sanki onun vücudunu hâlâ fark etmemiş, elinde hareketten kalmış kurşun kalemiyle, omuzundan sarkarak ince bileği dudaklarına sürünen Nihal’in küçük eliyle, bir kelime söylemeyerek, bir ufak hareket etmeyerek duruyordu. Sonra yavaşça parmakları kurşun kaleminden tırmanarak Nihal’in parmaklarını tuttu. Nihal elini çekmeyerek bırakıyordu. Behlül elinde bu ince, rakik eli, dudaklarının kenarında o mavi damarları görünen sanki şeffaf bileği hissedince kalbinde bir şeyin eridiğini duymuştu. Bu eli çekerek dudaklarına götürdü ve onu, zapt edilemeyen bir his zaafı içinde kokladı. Nihal hâlâ elini çekmeyerek, göğsü Behlül’ün arkasından omuzuna biraz yaslanmış, bırakıyordu; ikisinin ruhunu esirî bir deraguş içinde eriten bir mestlik dakikası geçmişti. Birden Nihal silkinerek, hüviyetinde uykuda kalmış bir şey uyanıvererek, elini çekti ve Behlül’ün yanına oturarak: “Nişanlı bey!” dedi; “Bana anlatır mısınız? Niçin sanki evlenirler?..” Bu sualinde öyle tuhaf bir safvet, gözlerini açarak cevap bekleyişinde öyle hoş bir çocukluk vardı ki, Behlül demin onu mağlup eden kısa şiir dakikasının perişan bakiyesinden sıyrılarak güldü: “Çünkü!..” dedi. O kısa mağlubiyet dakikasından sonra Behlül tekrar kayıtsızlığa avdet edebilmek için büyük bir cehdetmişti. Nihal’in sualine yalnız bir “Çünkü!..” ile cevap veren Behlül bir dakika evvel Nihal’in elini ihtiyarsız bir hareketle çekip dudaklarına götüren Behlül değildi. Nihal, Behlül’ü taklit ederek: “Çünkü!.. Çünkü!..” dedi. “Bilir misiniz? Siz bu kelimeyi telaffuz ederken kime benzediniz? Mlle de Courton’a... Onun da bana böyle cevap verişleri vardı. Ne zaman cevabı müşkül bir şey sorulacak olsa –Nihal, Mlle de Courton’u, Fransızcasıyla taklit ediyordu– başını sallar, çünkü,” derdi. “Ah! Bu yarım kalan çünküler bana ne kadar şeyler kaybettirdi. İşte şimdi de herkesin ne için evlendiğine vâkıf olamayacağım.” Nihal bunu söylerken tuhaf bir fütur vazı takınıyordu, birden aklına başka bir şey geldi: “Durunuz,” dedi; “bana başka bir şeyi anlatınız. Evlenmek için sevmek lazımdır, değil mi? Bunu biliyorum, hatta bu sevmek, anlaşılan mesela benim babamı, Bülent’i, şunu, bunu sevişimden başka bir şey! Şu halde bu nedir, rica ederim ki o bir sevmeklere benzemiyor?” “İşte küçük bir sual ki Nihal, beni sana anlatılamayacak şeylere sevk edebilir. Mesela –en iyisi misalleri yakından intihap etmektir- Mesela, Nihal, sen beni nasıl seviyorsun?..” Nihal gözlerini kapayarak, omuzlarını kaldırdı: “Bilir miyim?” dedi; “Hatta sizi seviyor muyum? Zannediyorum ki sevmiyorum; her halde, nasıl söylemeli? Evlenmek için sevmiyorum. İşte, bakınız, bir şey itiraf edeyim, bu izdivaç latifesi beni ilk önce pek iyi eğlendiriyordu, fakat şimdi iş değişti; tamamıyla!.. Artık bundan sıkılıyorum!..” Nihal’in bunu söyleyişinde öyle hoş, öyle çocukça bir şikâyet tarzı vardı ki onun latife eden sesine, sirayet etmemesi mümkün olmayan bir rikkat ihtizazı ilave ediyordu. O söylerken Behlül dalgın gözlerle bakıyordu. Bir müddetten beri onun karşısında böyle ihtiyarından hariç dalgınlıkları vardı. Onda o vakte kadar dikkat edilmeyen, görülüp de anlaşılmaksızın geçiliveren şeyler buluyordu. Nihal her manasıyla güzel değildi, onda güzellikten daha iyi bir şey vardı ki, kaidesizliğiyle, tuhaflığıyla, gözü eğlendirerek cezbediyordu: Hoşluk... Bütün vücudu, bütün siması ince şeylerden mürekkepti; garip bir tesadüf latifesiyle isminden bile ince ve uzunca boyuna fazla bir narinlik sirayet ediyordu. Sonra, bu incelikler, renklerin müphemiyetiyle imtizaç ederek, onun tozlu zannedilen donuk sarı saçlarından, üzerine düşen her endişe sayesinde kâh koyulaşır kâh açılır gözlerinden, hafif bir saz altında nadir ve ancak mahsus pembe mevceler tayaran eden teninden daha ziyade bir incelikle inceleşerek, Nihal’i, bir ressamın fırçasında unutulmuş renklerin tesadüfi bir hediyesine, fakir hatlar ve renkler içinde çizilivermiş bir hurda çehreye benzetirdi. Nihal’in maneviyatına da bu cismaniyetin mahfazasından müebbet bir çocukluk sirayet etmişti. Bugün on beş yaşında bir genç kız iken herkes için bir çocuk kalan Nihal yarın bir kadın, bir zevce, bir valide sıfatlarıyla yine bir çocuk kalmaya mahkûm gibiydi. Behlül bu çocuklukların en yakın bir şahidiydi. Nihal şu uzun buhran devresini hep ıstıraplarının, ruhunda harabeler bırakan işkencelerin çocukça isyanlarıyla geçirmişti. Bugün, şu dakikada, karşısında, kendine mahsus çocukça bir edayla ellerini kilitleyerek artık bu izdivaç latifesinin usanç verdiğinden bahseden Nihal yine bir çocuktu; fakat o ıstırap devresinin çocuklukları altında derin bir ruh azabı saklayan Nihal’in belki bu çocukluğunun, şu itirafının altında da bir şey, onu mustarip eden, henüz mahiyeti anlaşılmamış yeni bir ruh hadisesi saklıydı. Behlül bunu kendi kendisine sorarken mest eden, uyuşturan bir şiir nefhasından, kalbinde çürümüş kalan sevda çiçeklerine taze bir hayat serpiliyor gibiydi. Bu genç kızın saf ruhunda ilk haşyet lerzişini uyandırmış olabilmek, onun şeffaf rüyalarına ilk şiir ve hülya nurlarını serpmek, yıpranmış, her türlü ihtiraslardan artık yorgun çıkmış kalbi için öyle nezih ve mücella bir yeni hayat ufku açıyordu ki Behlül tekrar bir dakika mağlup olarak Nihal’e: “Lakin bu seni niçin sıkıyor?” dedi; “Bu latifenin ciddiyet kesbetmesine bir mâni var mı?” Bu sual öyle ihtiyarsız, öyle bir dakikalık samimiyetle mühtezdi ki Nihal, sanki kendisini birden korkutan bir şeye karşı, büyümüş gözlerinin sabit bir nazarıyla baktı. Sonra Behlül’ün sualinin yalnız ilk kısmına cevap vererek: “Bu beni neden sıkıyor, biliyor musunuz?” dedi; “Size anlatmaya çalışayım; fakat, bakınız, bu biraz karışık bir şey, ben de pek iyi anlamıyorum ki... Herkesle beraber bu latifeye gülerken, birdenbire, içimde darılmak, latifeyi bir kavgaya çevirmek için heves duyuyorum. O zaman babama, Firdevs Hanım’a sert bir cevap vermemek için kendime cebrediyorum. İşte durunuz, size bir şey daha söyleyeyim, ben ki size hiçbir şeyi söylemekten sıkılmam, değil mi? Bunu pekâlâ bilirsiniz. İnanır mısınız? Şimdi size bunları anlatırken sıkılıyorum. Hep böyle, sizden artık sıkılır oldum. Gördünüz mü bir kere? Biz ki dost olmaya karar vermiştik, bu latife çıktıktan sonra artık mümkün olmayacak. Bana gücenmezseniz, size bir şey daha itiraf edeyim? Şimdi mümkün mertebe sizden, hatta herkesten, bütün bu latifeyi yapanlardan uzak kalmak, kendi kendime kapanmak istiyorum; evin içinde herkes her vesileyle bundan bahsediyor, yalnız biri, Beşir... Oh, bilseniz, şimdi herkesten ziyade onu seviyorum. Anlıyor musunuz, demek istiyorum ki siz de bu latifeden bahsetmeyecek olsanız sizi de yine sevmeye başlayacağım.” Behlül bu saf çocuk kalbinin bu bilinmeksizin taşan itiraflarını, mebhut, dinlemişti. Nihal bitirdikten sonra elini uzattı, Nihal’in elini tuttu ve sesinde ufak bir lerzişle: “Hayır, aksine... Bundan bahsedelim, Nihal; ne için sanki bu latife neticesiz bir oyundan ibaret kalsın?” dedi. Nihal elini çekmek isteyerek güldü: “Bakınız, şimdi sıra bana geldi.” Ve yine Mlle de Courton’un taklidini yaparak ilave etti: “Çünkü!...” Behlül onu söyletmek istiyordu: “Hayır, söyle, söylesene, çünkü?.. Çünkü neden?..” Nihal tereddütsüz cevap verdi: “Çünkü, çünkü evlenmek için sevmek lazım değil mi? Bunu herkes söylüyor, demin siz de tasdik ediyor gibiydiniz. Şu halde mademki ben sizi sevmiyorum. Seviyorum, fakat, anlıyor musunuz?” Nihal nihayet elini çekerek ayağa kalkmıştı, Behlül’ün karşısında duruyordu. Behlül de ayağa kalktı ve bu defa bir itirafın samimiyetiyle: “Lakin işte ben seni seviyorum, Nihal!” dedi; “Ben de buna ilk önce garip bir latife olmaktan ziyade ehemmiyet vermemiş iken işte bugün, hususiyle bu dakikada, işitiyor musun Nihal, amcama gidip: ‘Artık bu latife bir latife olmak için lüzumundan fazla devam etti, Nihal’i bana veriniz ve iş bitsin,’ demeye bir mâni görmüyorum...” Bu cümle ağzından bir hamlede çıkmıştı. Nihal, dudakları bembeyaz, duruyordu; şakakları vuruyordu. Birden bir hışıltıyla başlarını çevirdiler; Bihter, sapsarı, odanın kapısını iterek girmişti. Behlül dudaklarını ısırdı. Bihter işitmiş miydi?.. Bihter tutuk bir sesle: “Behlül Bey!” dedi; “Bugün İstanbul’a inecek misiniz? Size havale olunacak bir iş var!” Bihter bunu söylerken Behlül’e bakan gözlerinde vahşi bir mana vardı, Nihal durmayarak odadan çıkıyordu, Behlül müthiş bir hiddet tuğyanını zor zapt ederek yalnız: “Evet!..” demişti. Nihal odadan çıkar çıkmaz, henüz onun uzaklaşmasını beklemeyerek, Bihter oturdu ve her şeye hazır bir kadın hırsıyla, göğsü şişkin, gözlerinde derin bir azim manasıyla: “Artık bu latife lüzumundan fazla sürdü, siz de teslim edersiniz ki bu daha ziyade süremez,” dedi. Birden, Behlül’de, böyle her türlü tehlikeye karşı odasına gelen bu kadına karşı yenilemez bir isyan hissi uyanmıştı, derhal cevap verdi: “Ben de şimdi Nihal’e bundan bahsediyordum. Bu latifenin bir hakikate tebeddülü zamanı artık geldi, zannediyorum.” Bihter’in biçare makhur aşkı sanki göğsünü yırtan bir iniltiyle sızladı; ağzından bir hırıltıyla, boğulurcasına bir sayha ile, boğuk, vahşi bir ses çıktı: “Ah!” dedi, bir saniye devam edemeyerek durdu, sonra taşarak: “Demek, nihayet itiraf ediyorsunuz, nihayet bütün oyunlar bitti, artık beni aldatmaya bile lüzum görmüyorsunuz, öyle mi? Fakat bu izdivaç olmayacak, anlıyor musunuz? Her şey, evet her şey, hatta Kette... Bakınız, ismini bile biliyorum, evet hatta Kette, yalnız Nihal değil, yalnız bu izdivaç olmayacak.” Behlül artık her şeyi kırmak, bu kadını tahkir etmek ve bu defa unutulmayacak bir hakaretle aralarına bir adavet koymak için bir saniye içinde karar verdi: “Bu latifeden başka bir şey daha var ki asıl o lüzumundan fazla devam etti. Size ceplerimi karıştırarak mektuplarımı okumak, odamın kapılarında içeride söylenen şeyleri dinlemek hakkını veren münasebet nihayet tahammül olunamaz bir esaret oluyor. O münasebet size beni bir izdivaçtan menetmek hakkını veremez.” Bihter bu dakikada, Behlül’le muaşakasında ezilen, tahkir olunan, her şeye tahammül eden Bihter değildi; Bihter Behlül’ün tasavvur ettiği, görmek istediği Bihter, kendisine verilen hukuku yırtıcı tırnaklarla müdafaaya gelen bir Bihter olmuştu. Derhal cevap verdi: “Bir izdivaçtan belki, fakat bu izdivaçtan menetmek bence bir hak değil, hatta mutlak bir vazifedir,” –vahşi bir handeyle gülüyordu– “amcanızın kızıyla izdivaç!.. O amcanızın ki...” –birden, tehevvürle ayağa kalktı– “Lakin anlamıyor musunuz ki bugün, şimdi o burada iken içeriye giren kadın, onun yüzüne karşı da haykırabilirdi: ‘Seni aldatan bu adam şu dakikaya kadar beni de aldatıyordu. O senin için bir koca olamaz, çünkü daha evvel kendisini başka birisine vermişti: Bana!..’ diyebilirdi. Bu izdivaç! Lakin bu mülevves bir şey, daha fena: Bu bir cinayet...” Behlül bu tehdidin karşısında titremişti, fakat mağlup olmamak istedi: “Unutuyorsunuz ki aramızda ondan daha mülevves bir şey, ondan daha büyük bir cinayet var...” Bihter bir adım geri çekilerek bu zalim hakarete yalnız uzun bir nefretle cevap verdi: “Ooh!” dedi. Demek bu aşk, bir vakitler bu adamın ağzında onu ihya eden, bütün çürümüş hislerini tasfiye eden muazzez, mukaddes bir şey olmak üzere temin edilirken bugün, o yalanlara inanan biçare kadının yüzüne mülevves bir cinayet olarak fırlatılıyordu. Bir an içinde Bihter ikide birde aşklarının keşfedilmesi ihtimaline karşı bu adamın ağzında tekerrür eden o rüya zemzemesini, o yeşil sevda yuvasını tahattur etti; bu yalana inanmıştı, bu adamın bütün yalanlarına inanmıştı. Ooh! Ne acı aldanış!.. Birbirine bir kelime söylemeyerek, gözlerinde derin bir adavetle bakıyorlardı; bir saniye oldu ki Bihter kendisini tahkir eden bu adamın karşısında hemen oraya yığılıvererek ağlamaktan korktu ve burada daha ziyade kalmak istemeyerek bir kelime ilave etmeksizin yürüdü. Son bir ümidi vardı: Bellisiz bir ümit... İhtimal bu adam onu böyle salıvermek istemeyecekti, o çıkarken koşacak, ellerine sarılacak, “Hayır, aramızda yalan olan bir şey varsa o da bunlardır, ötekiler sahihti, evet, yalnız onlar sahih!..” diyecekti. Fakat Behlül, hareket etmeden, bu kadına bir rica nazarını bile diriğ ederek, çıkmasına müsaade etmişti.
***
Nihal, Behlül’ün odasından ayrıldıktan sonra yukarıya çıkmış, sonra Firdevs Hanım’ın yanında babasını bulmuştu. Firdevs Hanım onu eliyle çağırarak: “Nihal! Bakınız, babanız ne diyor?” demişti. Nihal, mütecessis, yaklaşmıştı. O vakit, Adnan Bey, gülerek, hâlâ bir latifeden bahsedercesine anlatmıştı. Mademki artık Nihal gelin olacaktı, o kadar hoşuna giden zümrüt takımının alınmasına bir mâni kalmamış demekti. Firdevs Hanım her bulunan fırsattan istifade ederek Adnan Bey’i her gün bir parça daha bu izdivaç fikriyle istinas ettiriyordu. Bugün beynlerinde bir şey daha karara bağlanmış gibiydi. Nihal henüz cevap vermeden o ilave etti: “Nihal! Biz bir şeye daha karar verdik. Sizi birkaç gün sonra halanıza, Ada’ya gönderiyoruz. Bir kere bu küçük hava tebdili sıhhatinize lazım, ondan sonra halanız ihmal edildiğinden o kadar şikâyet ediyormuş ki...” Nihal bu fikre karşı sevincini saklamamıştı: “Sahih mi baba?” diyordu, “Bilseniz burada, o gittikten sonra öyle sıkılmaya başladım ki...” Nihal, Mlle de Courton’dan bahsediyordu. O gittikten sonra bu evin içinde, uzun, bitmez tükenmez can sıkıntılarından mürekkep saatler başlamıştı. Artık herkesten sıkılıyordu, kitap okuyamıyordu, bu evin havasında onu boğan bir darlık vardı. O zaman kızlardan birini ve Beşir’i alır, rıhtıma çıkar, uzun uzun, serin havayla inşirah duyarak, yürürdü. Behlül’le izdivaç latifesinden ilk önce eğlenmişti; sonra bu, onu, bilmeksizin sıkan bir şey oldu. Geceleri ihtiyarsız bunu düşünüyor; uykusu kaçıyordu. Kalbinde bir ses vardı ki ona: “Behlül’den sakın!..” diyordu. Bu ses Mlle de Courton’un sesine benziyordu. Sahih, o kendisine böyle bir şey söylememiş miydi? Pek iyi tahattur etmiyordu. Bir gece, sanki rüyasında, onun kulağına birisi, galiba Mlle de Courton, eğilmiş ve bu iki kelimeyi fısıldamıştı. O zamandan beri bu iki kelime onun kulaklarında kalmıştı. Bir kere kendi kendisine cesaret ederek: “Mademki bir kız için mutlaka gelin olmak lazım, şu halde bir başkasıyla olacağına…” demişti. Bunu bir kere söylemeye cesaret ettikten sonra artık istemeksizin tekrar etmişti ve her tekrar ettikçe büyük bir kabahat işlemişçesine kendi kendisinden kaçmak isteyerek yalnız kalmaya çalışırdı. Birkaç gün, kendi kendisine ahdederek, bu izdivaç latifesini tahattur etmemek için gayret etti; fakat o latife evin içinde, her hatvede takip ediyordu. Asıl Behlül’den sıkılmaya başlamıştı. Onunla artık tamamıyla bir kardeş olamıyordu. Kendisinde zapt olunamayan asap isyanları keşfediyordu. İkisinin samimiyetine, bu latife icat olunduktan sonra, sanki meçhul bir elin parmaklarından buzlu katreler serpiliyordu. Nihal bir şeye daha dikkat etmişti: Bundan mecbur olmadıkça bahsetmiyordu. Bunu kendisine karşı mültezem bir içtinap vazına hamleden Nihal, sonraları Bihter’in bu izdivaçtan memnun olmadığına hüküm vermişti. Bu bakımdan o latife Nihal için bir kıymet kesbetmiş oluyordu. Bihter’i tazip eden bir şeyin devamını mene muvafakat edemeyerek herkesin bundan bahsetmesine bir zımni müsaade, hatta gizli teşviklerde bulunuyordu. Bir gün Şakire Hanım’la Cemile gelmişlerdi. Onlar pek uzun fasılalarla ve ancak bir gece için gelirlerdi. Bu defa mühim bir haberle geliyorlardı. Cemile gelin oluyordu, söz kesilmişti, hemen nikâh olacaktı. Onu bir dökmecinin oğluna istemişlerdi, iyi bir çocuk deniyordu, babasının dükkânında işliyordu, Süleymaniye’de bir evleri vardı. Şakire Hanım’ın ağzında bu tafsilat uzun hikâyelere zemin oluyordu. Nihal sevincinden Cemile’ye sarılıp yanaklarından öperken Nesrin de yalıda cereyan eden şeyden onları haberdar etti: “Haberiniz yok,” dedi; “bizim de düğünümüz var...” Şakire Hanım’a anlattılar. Artık ondan bir latife olmak üzere bahsetmiyorlardı; Nihal sanki işitmeyerek, hep Cemile’yle meşgul, onların gevezeliklerine müsaade etmişti. Yalnız bir aralık Şakire Hanım’ın Şayeste ile Nesrin’e gözünün ucuyla bir şey göstererek: “E?..” dediğine dikkat etmişti. Hiçbir şey ifade etmeyen bu sualin zengin manaları var gibiydi. Nihal onları bir hafta alıkoydu. Bu müddet zarfında o sualin manalarını izah edecek şeylere tesadüf etmek ümidindeydi. Onlar gittikten sonra o sualin ehemmiyetini artıracak bir şeye vâkıf olamamıştı, fakat hep hayalinde Şakire Hanım’ın gözünün ucuyla birisini göstererek: “E?..” deyişini görüyor ve bununla, bilinemez nasıl, Bihter’in memnun olmayışı arasında bir münasebet buluyordu. Bugün Ada’ya gitmek tasavvuru çıktıktan sonra Nihal odasına girdi. Mlle de Courton’a başlanmış bir mektubu bitirecekti. Ondan üç uzun mektup almış ve bunlara adeta birer küçük kitapla mukabele etmişti. Mürebbiyesine her şeyden, binlerce ufak tefeklerden sahifelerle tafsilat vererek bahsediyordu. Yalnız şimdiye kadar bir şeyden bahsedememişti: Behlül’den.. Her şeyden ziyade bundan bahsetmek için heves duyuyordu, fakat tam bu hevese mağlup olmak raddesinde iken bir ses ona: “Behlül’den sakın!..” derdi. Bugün mektubuna bir yaprak daha ilave ederek bu Ada seferinden bahsederken: “Yalnız Beşir’i alacağım!..” diyordu. Sonra birdenbire kalemi başka bir zemine sıçrayarak ilave etti: “Bakınız, az kaldı size Beşir’den bahsetmiyordum. Beşir hasta... Evin içinde bunu benden başka gören yok. Ben onun hastalığından bahsederken kendisiyle beraber herkes gülüyor. Fakat bana inanınız; Beşir hasta! Bunu nasıl tarif edeyim? Onun şimdi öyle bir gevşek yürüyüşü, nazarında öyle sönmüş bir şey, renginde öyle cilasını solduran bir donukluk, gülüşünde bile bir şey yırtılıyormuşçasına öyle acı bir mana var ki bunları fark ettikçe Beşir’ime ağlamak istiyorum...”
***
Nihal yanılmıyordu; Beşir hastaydı. Onu gittikçe incelten, sanki seneler geçtikçe makus bir neticeyle küçülten bir şey vardı ki bu rakik, zarif, mini mini Habeşi, mafsalları kopmuş zannolunan sarkık kollarıyla, şimdi merdivenleri sürte sürte çıkan gevşek bacaklarıyla bütün vücudunun, omuzlarında daimi bir yükün yorgunluk kahrı eziyormuşçasına, derin bir çöküklüğüyle, kırılmış bir oyuncağa benzetiyordu. Bir şey söylemek üzere gelirken, verilen bir emri dinlerken, kendisini unutuşları oluyordu ki bunlardan silkinip çıkabilmek için kuvvetinin fevkinde cehdlere lüzum görüyordu. Nihal ona: “Lakin ne oluyorsun, Beşir?” dedikçe, incelmiş dudaklarını açarak beyaz, mücella, muntazam dişlerini gösteren bilinemez nasıl derin, meçhul elemlerle acı bir tebessüm içinde “Hiç!..” derdi ve bu hiç, bu anlaşılmamış, anlaşılmayacak ruhun yeislerini, kendisince bile halledilemeyen, mahiyeti bilinemeyen o müthiş muammayı her lisandan daha beliğ ve müessir bir ifadeyle icmal etmiş olurdu. Bu müebbet meçhul kalacak ruhun o karanlık dertleri öyle elim ve kahir bir hiçten ibaretti ki bu kelime, onun zehirlerle ölüyor zannolunan tebessümünün içinde hafi bir derdin feryadıyla inleyen bu hiç, her şeyi söylemiş, her şeyi izah etmiş oluyordu. Bir gün Nihal rıhtımda bozuk bir kaldırımdan atlamak için onun elini istemişti, eldiveninin arasından hissetti ki Beşir’in bu serin havada çıplak eli ateşler içinde yanıyor: “Beşir! Ateşin var, hasta mısın Beşir? Haydi eve, eve gidelim. Sana sıcak bir şey, hemen yatağına yatarsın...” Nihal ona çay kaynatmış, içine bolca konyak koyarak zorla içirmişti. Nihal’in bu ufak tefek takayyütlerinin arasında Beşir ölmekten bahtiyar gibiydi. Lakin Nihal’in ibramlarına karşı onu bir günden ziyade yatakta alıkoymak mümkün olamıyordu; yalnız bu meselede gülerek, gülmekle kendisini affettirmiş olarak Nihal’e itaatsizliklerde bulunuyordu. İkide birde Nihal ona hastalığından bahsettikçe başını sallayarak: “Hiçbir şeyim yok!” derdi. Ve bu cevabında öyle bir kavi itimat vardı ki herkes Nihal’e güler, Nihal bile aldandığına hüküm verirdi. Sonra onun olmayacak vakitlerde, gece soğuklarda bahçede, rıhtımda seyranları haber alınmıştı; selamlıktan şikâyet olunmuştu, Şayeste ile Nesrin bir gece hırsız var zannıyla korkarak yorganlarının altında saatlerle büzüldüklerinden bahsetmişlerdi. Beşir’e soruldukça gâh inkâr eder, gâh: “Uyuyamadım da!..” derdi. Bir gün birdenbire, Nihal’le bir seyrandan avdeti müteakip onu bir gıcık tutmuş, saatlerle, kıvranarak, kuru kuru öksürmüştü. O günden sonra hep bu gıcık tekerrür ediyor; evin içinde, bütün yalıyı çürük bir göğüs gibi gümleten öksürükler işitiliyordu. O zaman Nihal şaşırır, ne yapmak lazım geleceğine karar veremezdi. Bir gün Bihter ona yine bir şeyler kaynatırken tesadüf ederek: “Bu ne telaş!” demişti; “Soğuk almış, o kadar! Geceleri ayazlarda dolaşmasaydı...” Mayıs sıcak günleriyle geldikten sonra Beşir’in öksürüklerine de bir itidal gelmiş oldu; fakat o, bu gıcık nöbetlerinden, ezilmiş, ihtiyar olmuş zannettiren bir düşkünlükle çıkmıştı. Nihal ona beraber Ada’ya gideceklerini haber verdikten sonra: “Seninle beraber bol bol güneşlerde gezeriz, değil mi Beşir?” demişti. “Ondan sonra Bülent’e de haber göndeririz, o da mektepten doğru oraya gelsin. Yine hep beraber merkeplere bineriz. Yalnız içimizde zavallı Mlle de Courton eksik...” Beşir, bu Ada haberiyle bütün eski neşvesini bulacak kadar sevinmişti, sonra bir aralık gözlerine müphem bir endişenin gölgesi düşerek bir şey soracak zannolundu, fakat sormadı... |
0% |