Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19. Bölüm

@halitziyausakligil

Nihal, Nesrin’i ve Beşir’i beraber almıştı, Nihal’in on beş gün için bir misafirliğe geleceğini haber alan halasının takayyüdüyle ona bütün beyazlardan mürekkep bir oda hazırlanmıştı. Bu, içine mücevher kırpıntıları doldurulmuş azim bir gümüş tabak iltimaıyla parıldayan denize, Heybeli’nin yeşil sırtına nazır küçücük bir odaydı ki pencerelerinin üstünde uçuyor zannolunan beyaz tül perdeleriyle, köşede küçük karyolasının beyaz cibinlikleriyle, üzerlerine beyaz keten örtüleri çekilmiş koltuklarıyla Nihal’i ruha ferah veren bir temizlik tebessümleri içinde istikbal etti. Burası o kadar beyaz, önünde serilen denizden, ötede parlayan güneşten, vâsi ufuklara doğru medid iltimalarla ilerleyen semadan o kadar aydınlıktı ki yalının o ağır perdeleri, sık kafesleri altında bunalmış ciğerlerine çoktan beri beklenen bir baharın taze havalarını doldurmuş oldu. Ellerini çırparak, ihtiyar halasının yanaklarını öperek:

“Ne güzel! Ne güzel!.” diyordu.

Halbuki burada güzel olarak sanki göğsünü beyaz gömleği içinde vâsi ufuklara serbest açan bu taze odanın baharından başka bir şey yoktu: Ne bir levhacık, ne bir ziynet, hiç, hiçbir şey yoktu. Nihal çıplak beyaz duvarlara bakarak halasına:

“Bu oda büsbütün benim, yalnız benim olsun, olmaz mı?” diyordu.

İhtiyar hala gülerek:

“Yalnız senin olmasında biraz güçlük görüyorum,” diyordu; “ihtimal sonra, mesela bu yaz nihayetinde onu seninle beraber paylaşmak isteyen biri vardır.”

Nihal halasına tekrar sarılarak:

“Aman, hala, siz de mi başladınız, şimdi?” diyordu; “Ben asıl bunun lakırdısından kaçtım.”

İhtiyar hala hep gülerek, manalı bir sesle:

“Kim bilir?” diyordu...

Sonra ilave etti:

“Behlül’ü de bütün kış görmedim. Beni bir kere gelip aramadı. Pek mümkündür ki bu sırada, şu fırsattan istifade ederek...”

Nihal kızarıyordu:

“Öyleyse ben kaçarım.”

Sonra birden taşıveren çocukluğuyla sordu:

“Hala! Onun için Beyoğlu’nda bir oda tutacak deniyordu. Bu ne için sanki?.. Siz biliyor musunuz? Şimdi galiba ona da istiskal başladı...”

İhtiyar hala izdivaçtan beri Adnan Bey’in uzaklarında yaşamıştı. Bihter’i evvelden görmüş olmakla tanırdı. Bu izdivaç hakkında yeğenine pek serbest, fikirlerini söyledikten sonra aralarına bir nevi yabancılık girmişti, yalnız kendisine senede birkaç kere gönderilen Nihal’le Bülent’in ziyaretlerinden ibaret bir irtibat bakiyesi bırakılmıştı.

Lakin bu sene, Nihal gelmeden bir hafta evvel, Adnan Bey halasına gelerek kendisini affettirmiş ve uzun bir hasbihalle Nihal’in mutasavver izdivacından bahsetmişti. İzdivaç meselelerinde bir vazife ifa etmek için bütün yaşlanmış kadınlara mahsus merakla hala derhal muvafakat göstermiş:

“Ooh, ne âlâ!” demişti; “İki yeğen çocukları!..”

Bugün Nihal’in son sözünden sonra aralarında bir hasbihal açılmış oldu, Nihal halasına yalının yeni hikâyelerinden bahsetti. İhtiyar hala:

“Bütün bu şeylerin içinde en mühiminden bahsetmiyorsun,” diyordu.

Ve Nihal:

“O nedir?” diye sorarken hala öyle tuhaf gülüyordu ki Nihal kızararak:

“Aman, hala, böyle yaparsanız beni iki günde kaçırırsınız!” diyordu.

Bir cumartesiydi; Nihal odasından, akşam üzeri, sokağa çıkmak üzere hazırlanmış olarak indi; arkasında yalnız omuzlarından tutturularak aşağıya kadar dökülen kolsuz bir yeldirme, başında saçlarını ancak örtebilen hafif bir Japon tülü vardı. Beyaz gazlarla boğulmuş bir leylak kadar taze, narin, esirî bir güzellikle güzeldi. İhtiyar hala bu ince çiçeği yalnız gözleriyle öperek sordu:

“Çıkıyor musun, Nihal?”

Nihal:

“Evet, hala, izin verirseniz!” dedi; “Sizin arabayı alıyoruz, yalnız Beşir’le ben... İskeleye kadar gideceğiz, bu akşam mutlak Bülent gelir. Ondan sonra, belki biraz çamlara doğru çıkarız, değil mi hala? Bu gece mehtap hemen akşamdan başlıyor, zannederim.”

Hala gülümsüyordu:

“İskeleye Bülent için gidildiğinden emin misin, Nihal?”

Nihal evvela anlamayarak durdu, sonra birden kıpkırmızı oldu. Bu sual kendisince bile tamamıyla hallolunamamış bir noktaya dokunarak sanki orada bir hafif örtü altında gizli bir şeyi yırtıvermişti. Lüzumundan fazla telaş etti:

“Aman hala! Hep böyle yapıyorsunuz,” diyordu; “gördünüz mü bir kere? Şimdi gidemeyeceğim. Benim şu küçük seyranımı bozdunuz...”

O zaman ihtiyar halaya ısrar etmek, gözlerini indirerek dargın duran Nihal’e adeta yalvarmak lazım geldi: Niçin sanki? Nihal’in bu derece saygısını artık fazla buluyordu, mademki Behlül artık onun için bir namzet demekti, hatta Bülent’ten ziyade Behlül’ün beklenmesinde daha tabiilik vardı, o küçük mehtap seyranı Behlül’le yapılacak olsa bile itiraz edecek olan ihtiyar hala değildi. Yalnız...

İhtiyar hala artık yumuşayan, gülümseyen Nihal’in damarlarına nüfuz edici sesiyle ilave ediyordu:

“Yalnız, çok geç kalmazsınız, değil mi Nihal? Bunu hiçbir şey için söylemiyorum. Beşir yine öksürüyor, anlıyor musun çocuğum? Gece, rutubet!.. Bana öyle geliyor ki bu çocuk hep durmadan üşüyor...”

İhtiyar hala aldanmıyordu. İlk iki gün zarfında gıcıktan, öksürükten kurtulmuş zannolunan Beşir ondan sonra birdenbire yine öksürmeye başlamıştı. Ada’nın mebzul güneşleri altında, onda ısınamayan, üşümekte devam eden bir şey var gibiydi. Şimdi elbisesini delecek kadar çıkık duran omuz kemiklerini sıkarak, bütün vücudunu sarstıkça artık ağrılar veren o muannit öksürükleri zapt etmek istiyormuşçasına dirseklerini böğürlerine basarak bir yürüyüşü vardı ki onun içinden gelen titreyişlerle üşüdüğünü, donduğunu farz ettirirdi.

Ve, Beşir üşüyordu, Beşir donuyordu; onun ruhunda birdenbire Afrika çöllerinin kızgın kumlarıyla yanan havasına bir iştiyak uyanmış, senelerden beri örtülü duran bir hatıra köşesi yırtılarak gözlerinin önüne ateşler içinde kaynaşan bir sahra sermişti. Hayalinin güneş dolu, o kızgın yazına karşı bir türlü ısınamayarak üşüyor, hep omuzlarını sıkarak, böğürlerine basarak donuyordu. Sonra onu artık gülmekten, artık hayatı sevmekten meneden bir şey vardı. Bu neydi, bilmiyordu; sakit, şikâyetsiz ihtizarında öyle bir mana vardı ki onu ıstırabının mahiyetini tarif edemeyerek sızıldayan bir çocuğa benzetirdi. Her şeye, hatta kendi nefsine karşı kayıtsız oluyordu. Artık o herkesin etrafında dolaşan, koşan Beşir değildi; tenha köşeler arardı. Ekseriyet üzere arandıkça kendisini olmayacak bir yerde, uzak bir kenarda unutmuş, donuk gözlerle hiçbir şey düşünmeyerek, vâsi bir çölün payansızlıklarında kaybolmuş, bulunurdu. Kendi nefsinden bile habersiz olduğuna delalet eden dalgınlıkları oluyordu. O sıralarda kendisine hitap olunurken boş gözlerle bakar, dinler, dinler ve anlamazdı.

Ada’da, o ilk iki günden sonra, tekrar öksürük başlayınca Nihal halasına rica ederek Beşir’i muayene ettirmişti. Ona hiçbir şeyi yok denmişti; fakat katran kokuları neşreden ilaçlar yollamışlar, çam altlarında uzun seyranlar tavsiye etmişlerdi. Nihal müphem bir suretle keşfediyordu: Demek bir şey vardı. Üç günden beri kendisinden ziyade Beşir’i düşünerek halasının tek atlı açık arabasını alıyor, Beşir’i yanına oturtarak çamlara gidiyordu. Bu seyranlar esnasında Beşir bir kelime söylemeyerek, fakat mesut, fakat böyle hep hasta olmak isteyerek, dudaklarında acı bir tebessümle gülümserdi.

Bu akşam tekrar çıkacaklarını söylerken Nihal, Beşir’e:

“Bülent gelecek!” demişti.

Beşir bu defa arabanın arkasında kalmak istemişti, Nihal arabayı yalnız idare ediyordu; uzaktan vapurdan çıkanları görebilmek için halasının küçük sedef dürbününü almıştı. Arabayı deniz kenarına kadar götürdü ve iskeleye çıkanlar görülebilecek bir noktada durdurdu. İskele kalabalıktı, Ada, pazar misafirlerini kabule hazırlanmıştı. Mekteplerinden çıkacak çocuklarını bekleyen anneler, görülmekten haz olunan çehrelere tesadüf helecanıyla henüz görünmeyen vapura bakan genç kızlar vardı.

Nihal bu öbek öbek toplanan açık, şuh elbiselerden mürekkep zümrelere uzaktan bakarken kendi kendisine soruyordu: Sahih, Bülent için mi gelmişti? Sonra kendisi cevap vermek istemeyerek Beşir’e soruyordu:

“Beşir! Bülent kaçta mektepten çıkıyor? Hesapça bu vapurda olacak değil mi?..”

Beşir işitmeyerek susuyordu. Uzaktan vapurun düdüğü işitilmiş, bu bekleyen halkı pürvaat, bir selamla titretmişti. Zümreler birbirlerine daha sokuluyor; iskelenin başında daha toplu bir küme teşkil ediyor, koşuşanlar oluyor, uzaktan bir mızıka işitiliyor, vapuru istikbal etmek için sahilden beş altı sandal ayrılıyordu. Artık akşam olmuştu. Kahveler lambalarını yakıyorlardı.

Tekrar bir düdükle şimdi iskeleye yanaşmak üzere olan vapuru bir an evvel görmek için ayaklarının üstünde yükselenler vardı, Nihal dürbününü alarak arabada ayağa kalktı ve güvertenin üzerinde birbirinin üstüne yığılan yolculara bakarak Beşir’e sordu:

“Bundan başka vapur var mı?..”

Beşir şüphesiz işitmiyordu. Yerinden kalkmayarak, dalgın, bu kaynaşan halka bakıyordu. Şimdi yolcular çıkmaya başlamıştı. Anneleriyle öpüşen çocuklar, elinde çantalarıyla gelmiş misafirler, iskele başında bekleyen zümrelere selamlar tevzi ederek nihayet bir tanesine iltihak eden babalar vardı. Birden Nihal oturarak:

“İşte!..” dedi.

Sonra Beşir’e bakarak, kıpkırmızı, ilave etti:

“Bülent yok!”

Şu halde Beşir’e gösterilen kimdi? Beşir derin bir elemle gözlerini Nihal’e dikerek bu sakit sualin cevabını bekliyordu.

Nihal:

“Bizi görmeyecek, Beşir!” diyordu.

Ve eliyle iskeleyi göstererek:

“Oraya gidip haber verir misin?”

Beşir bir kelime ilave etmeyerek arabadan atladı. Behlül iskeleden çıkmıştı, Beşir yetişebilmek için biraz koşmaya mecbur oldu. Behlül, Nihal’i uzaktan eliyle selamladı. Bir dakika sonra arabada, yanındaydı:

“Geleceğimden nasıl haber aldın?” diyordu.

Nihal kamçısını şaklatarak:

“Bilmiyordum!” dedi; “Ben Bülent’i bekliyordum. Hain çocuk!.. Niçin gelmedi sanki? Haber de göndermiştim...”

İskelenin kalabalığını arkada bırakarak Nihal arabasının latif bir inhinasıyla bir yarım daire çizdi ve bir müddet sahili takip ederek Behlül’ün yüzüne bakmaksızın; gözleri, şimdi denizin maviliklerini koyulaştıran sisler içinde kaybolmuş, uzun uzun Bülent’ten bahsetti. Artık sevmediğine yemin ediyordu. Onunla yavaş yavaş bütün kalp rabıtaları çözülmüş, şimdi aralarında derin bir yabancılık hüküm sürmeye başlamıştı. Bülent başkalarına sokulmak için ondan uzaklaşmak istemişti. Nihal bundan bahsederken omuzlarını silkerek:

“Öyle olsun!..” diyor, bu metrukiyete karşı kayıtsız görünmek istiyordu.

Sonra, yavaş yavaş, Bülent’in bu hıyanetten mütevellit acılarını saklayamadı, Behlül’le biraz daha samimi hasbihalden çekinmedi, itiraf etti:

“Onu benden kaçıyor gördükçe ağlamamak için, bilseniz, ne kadar güçlük çekiyorum!” dedi ve şimdi dolaşık sokaklardan kurtularak, büyük caddeye çıkan arabasını biraz tevkif ederek sordu:

“Nereye gidiyoruz?”

Behlül:

“Nereye istersen... Herhalde eve değil,” dedi; “böyle, yan yana, iki kişi, arabada sallandıkça kendimi latif bir rüya içinde zannediyorum.”

Nihal güldü ve bu küçük tevakkuftan huysuzlanan atın kulaklarına kamçısıyla dokunarak:

“Lakin yanılıyorsunuz, iki kişi değiliz!” dedi, “Beşir’i unutuyorsunuz...”

Bu zarif iki tekerlekli arabanın hafif, mevzun ve muttarit salıntısıyla ikisi de yavaş yavaş sallanıyorlardı; araba iki kişi için o kadar dardı ki dizginleri idare edebilmek için biraz önde oturan Nihal’in omuzu Behlül’e dayanmış oluyordu. Maden tarafında büyük caddeyi takip ediyorlardı; hafif bir rüzgâr Nihal’in yeldirmesini açıyor, ince örtüsünü uçurarak arkaya atıyordu. Yol o kadar tenhaydı ki Nihal rüzgârın bu saygısızlıklarından telaş etmiyordu. Yanlarından pek nadir arabalar geçiyor, şurada burada artık avdet eden birkaç yaya zümresine tesadüf olunuyordu. Etrafı yarı bir müphemiyet içinde bırakan gecenin ilk esmerlikleri gittikçe koyulaşıyordu. Nihal, yolun tenha ve Kartal kıyısının oraya düşüvermiş uzun siyah bir buluta benzeyen manzarasına karşı bir noktasında, birden karanlıktan korktu ve tekrar dizginleri çekerek sordu:

“Saat kaç rica ederim? Devam edecek olursak geç kalmaz mıyız? Bilirsiniz a, ben karanlıktan o kadar korkarım ki...”

Behlül:

“Hayır, hayır, devam edelim!” dedi; “Ta yukarıda, çamlara kadar. Bak, Nihal senin karanlıkta korktuğuna vâkıf oldukları için fener çekiyorlar.”

Behlül parmağıyla başlarının üstünde henüz donuk, üzerine pembe toz serpilmiş sarı kâğıttan bir fener şeklinde duran ayı gösteriyordu. Araba tekrar yürümeye başlamıştı. Birden Behlül, Nihal’e bir şey daha gösterdi. Biraz ileride, yolun kenarında yan yana iki araba duruyordu. Nihal baktı, arabalardan birinde iki kadınla diğerinde bir erkek gördü. Erkek gülerek, yılışarak bir şeyler söylüyordu. Behlül yavaşça mırıldandı:

“Bir muaşaka! O başımızın üstünde parlayan fener yok mu, Nihal? Onun kadar muaşakalara revaç veren bir şey yoktur.”

Birden Nihal tam arabaların yanından geçerken zor zapt edilmiş bir hayret sayhasıyla:

“A, ben bunları tanıdım,” dedi; “bunlar kimler biliyor musunuz?..”

Arabaları geride bırakarak geçmişlerdi. Nihal anlattı: O arabada iki kadından biri, genci, düğün evinde muganniye taklitleri yapan dul kadındı; yaşlısı da haniya şu her evlenecek kızlara ellerini öptürdükleri kadındı. Nihal ilave ederek:

“Beni gelin olmaktan iğrendiren kadın…” diyordu.

Behlül:

“Herhalde bu defa bir izdivaçtan başka bir şeyle meşgul görünüyor,” dedi.

Nihal pek iyi anlamayarak bakıyordu. Behlül, Nihal’in son cümlesine de cevap vermek isteyerek istizaha mâni oldu:

“Lakin artık seni gelin olmaktan meneden bir şey kalmadı, değil mi? Ben öyle zannediyorum ki bu gece, muaşakalara o kadar revaç veren bu fener başımızın üstünde bizi teşvik ederken, nihayet sen de öyle bir kelime söyleyeceksin ki...”

Nihal gülerek ve arabayı çeviriyormuşçasına bir vaziyet alarak:

“Öyleyse dönelim,” dedi.

Behlül eliyle mâni oldu:

“Hayır, daha doğrusu, gidelim, hep böyle gidelim. Ta sen muvafakat kelimesini veresiye kadar gidelim...”

Behlül sesinde bir teessürle söylüyordu. Artık beş günden beri, Bihter’le o elim muhavereden sonra, Nihal’le bu izdivacı ruhunun tek şifa çaresi olmak üzere telakki ediyordu. Bu beş gün zarfında yalıdan kaçmış, Bihter’i düşünmemişti. Bütün hüviyetini bu genç kızın sevda şiiri mest eden bir zülal içinde eritiyor gibiydi. Yalnız onu düşünmüş, yalnız bu pakize saadetin içinde beyaz rüyalarıyla yaşamıştı. Nihayet bir gün Firdevs Hanım’la son bir mübahaseden sonra Adnan Bey takaddüm ederek Behlül’e:

“Halanın yanına gidebilirsin, onun malumatı var…” dedi; “Eğer Nihal muvafakat ediyorsa...”

Bugün Behlül, Nihal’den bu muvafakati istihsal etmek azmiyle geliyordu. Amcasının o müsaadesinden sonra Nihal’in muhtemel olmayan bir reddine tesadüf etmek korkusuyla titremişti. Şu dakikada Nihal’e bundan bahsederken Behlül bütün o tecrübelerle dolgun hayatını yaşamamış, henüz ilk aşk kelimesini, ilk kalp feryadını tercüme edecek lisan bulamayan bir çocuk gibiydi. Nihal’e biraz sokularak, hep o titrek sesiyle devam etti:

“Bilmiyorsun Nihal, baban bana ne dedi: ‘Eğer Nihal muvafakat ederse...’ Anlıyor musun, Nihal? Bütün hayatın saadeti bence senin yalnız bir kelimene muallak duruyor, yalnız bir küçük evet; dünyada beni insanların en bahtiyarı edecek... Seninle ne güzel, ne mesut bir çift teşkil edeceğiz...”

Nihal, dalgın, dudaklarında bir tebessümle, gözlerini çevirmeyerek, hep kamçısının ucuyla atın kulaklarını okşayarak, dinliyordu; birden hatırına bir şey gelerek silkindi ve yavaşça, saçlarını Behlül’ün yüzüne takrip eden bir hareketle dönerek:

“Lakin susunuz,” dedi; “Beşir’i unutuyorsunuz. Sonra, sonra...”

Behlül omuzlarını silkti:

“Şimdi de Beşir!..” dedi; “Sonra, sonra, lakin ne zaman? Yalnız bir küçük kelime! O kadar çabuk söylenecek bir şey ki...”

Nihal tekrar ondan gözlerini çevirdi, şimdi kamçısının asabi darbecikleri hayvanın kulaklarına çarpıyordu ve hayvan ürktükçe araba daha ziyade sallanarak onları birbirine daha takrip ediyordu:

“Şimdi, şimdi, Nihal, anlıyor musun, yalnız bir küçük evet...”

Behlül’ün bu sözü kulaklarında, istirhamlar dökerek, sanki helecanından çırpınarak tekerrür ediyordu; Nihal, sapsarı, bir kelime söylememek için dudaklarını sıkarak, gözlerini yumdu ve uzun bir baş eğmesiyle “Evet,” dedi; sonra birden kamçısının uzun bir temasıyla atın karnını okşayarak arabayı yıldırım süratiyle sürdü, Fransızca olarak:

“Lakin susunuz, rica ederim,” dedi; “birazdan, yukarıda, çamlıkta... Sizin Beşir’den haberiniz yok, haberiniz yok. Beşir hasta...”

Sonra derin bir göğüs geçirerek ilave etti:

“Ve fena hasta...”

Gelmişlerdi, Nihal arabayı çamlığın eteğinde tevkif ederek:

“Şimdi biraz dinleniriz artık…” dedi.

Behlül arabadan atlayarak elini Nihal’e uzattı:

“İner misin, Nihal?”

Nihal cevap vermeyerek elini verdi ve yeldirmesini toplayarak atladı, şimdi başının ince tülü omuzlarına düşmüştü. Behlül terbiyeleri toplayarak Beşir’e verdi:

“Dikkat et, Beşir!” dedi.

Nihal’le yan yana, şimdi üzerine sarı parlak bir toz serpilmiş zannolunan yolun kenarına kadar ilerlediler. Önlerinde, ta ayaklarının altında dik bir bayır, daha sonra sahilin eteklerini saklayan, üzerinde dağınık çamlarla, bir set vardı; burada nezaret münkatı olarak, gözleri ta ötede erimiş mavi bir yaldız donukluğuyla serilen denizi görüyordu. Nihal kollarını açarak, tabiatın bu füsun levhasını deraguş etmek isteyen bir vaziyetle:

“Ne güzel! Ne güzel!..” dedi. Ve bu manzaranın ihtişamındaki samimi şiirle ikisi de mebhut, başka bir kelime ilave etmeyerek, bir hareket edecek olurlarsa bu havadan, ziyadan terkip edilmiş esirî bir levha rikkatiyle titreyen hayal serabı siliniverecekmişçesine hareketsiz, sessiz uzun uzun baktılar. Deniz, derin bir uyku sükûtu içinde gibi, yukarıdan sarı bir ateş şişesi şeklinde afaka sekr veren bir zülalin selsebilini isar eden kamerin altında, baygın, melül bir rüya içinde uzun nefeslerle göğüs geçirerek, seriliyor; uzakta müphem gölge yığıntılarıyla duran sahillerin muavveç rişelerine sokularak daha mahrem, daha samimi köşeler, gizlenecek, siperlenecek tenha, mahfi, muzlim etekler arıyor; beride, ancak siyah birer sırtı görünen Adaların, meçhul bir uçurumdan fışkırıvermiş binlerce sarı gözlerinin hain ateşleriyle bakıyor zannolunan bu mühib siyah devlerin önünden kaçarak, ta uzaklara, bitmez tükenmez ufukların uzak enginlerine doğru imtidat ediyordu. Ve aydan dökülen ziya şelalesiyle yaldızlanarak böyle serilip uzanan deniz o uzak ufuklarda semalarla birleşiyor gibiydi; onların bu visal noktasında beyaz bir fecr hattı inkişaf ederek, parıldayan bir toz galeyanı içinde, sanki orada tutuşup yanmış bir güneşin hâlâ şaşaalı külleri savrularak, kaynaşıyordu.

Bu denizin uyuşturan sükûnundan öyle nüfuz eder bir hazin mana, o kadar ruha yakın bir melal vardı ki Nihal’le Behlül kalplerinde bir bellisiz keder, birer küçük kelime teatisinden bile meneden sükût ihtiyacı hissediyorlardı.

Nihal kendisinde, metruk, böyle uyuyan bir denizin sükûn kenarına bırakılıvermiş, ebedi bir nisyana mahkûm, bir çocuk hüznünü duyuyordu. Hayatta bütün sevdikleri insafsız birer hıyanetle onu itmişler, reddeylemişlerdi; dünyada yapyalnız, tek başına bırakılmıştı. Bu sakin gece ile diğer bir gece arasında, o Chopin’den sevdiği parçayı çaldıkça hayalinde uyanan beyaz gece arasında bir mukarenet hâsıl oluyor ve onu ölmüş bir dünyanın içinde yalnız kalmış olmak melaliyle eziyordu: Yalnız, yapyalnız; bütün sevdikleri tarafından unutulmuş, terk edilmiş!...

Denizin o uçsuz bucaksız enginlere doğru imtidatlarına bakıp dalarken bir şey onu çekiyor, ta uzaklarda bir yere atmak için sürüklüyor zannediyordu. Ne tutunacak bir himaye eli, ne kendisine cesaret verecek bir şefkat nazarı vardı. Etrafında hiç, hiç kimse yoktu; o zaman bu yalnızlık vehminin haşyetleriyle titreyerek, başını döndüren bu geniş ateş sahrasından, o uzak ufukların galeyanlı enginlerinden gözlerini ayırıyor ve bakmaksızın, yanında Behlül’ün vücudunu hissettikçe korkunç bir rüyanın dehşetiyle uyandıktan sonra kendisini yatağında bulmaktan mütevellit bir emniyet, bir inşirah sükûnu buluyordu. O vakit hafi bir itminan hazzıyla, sanki yalnızlıktan kaçarak, hissedilmeyen bir takarrüple Behlül’e sokuluyordu.

Yan yana, omuzları hemen birbirine temas ederek, duruyorlardı. Behlül de derin bir füturla uyuşmuş gibiydi; uzakta esmer beyazlıklarıyla müşevveş levhaya, metruk bir hatıranın, bir hayatın silinmiş çizgilerine benzeyen şehre bakıyordu ve açıkça fark olunamayan levhalarıyla, siyah kümelerin altında bellisiz beyazlıklara boğulan safhalarıyla bu manzara eski bir rüyayı andırıyordu. Böyle, eski bir rüyaya benzeyen bu levhanın karşısında kendi hayatını, ihtimal bu geceden başlayarak Nihal’in bir kelimesiyle son sahifesi kapanacak, artık işte böyle soluk çizgileriyle, silik safhalarıyla metruk bir harabeye dönecek olan hayatını düşünüyordu. Daha şimdiden o hayat, uzun senelerin fasılasıyla ayrılmış, uzaklaşmış gibiydi; bütün o çehreler, hatta Bihter, hep o düne ait hatıralar, arada böyle vâsi bir denizle, ta ötede, o eski rüyaların yıkıntılarına gömülmüştü. Şimdi onun yanında taze bir emel çiçeği muhteriz bakışlarıyla ona yeni bir hayat ufku vaat ediyordu. Ve Behlül, Nihal’i biraz daha yaklaşmış, biraz daha sokulmuş hissettikçe onu ellerinden tutmak, çekmek, buradan daha uzağa, daha harim bir yere, çamların gölgelerine götürmek, orada ormanların içinden gelen sıcak nefesler arasında dizlerine kapanarak, ellerini öperek:

“Beni sev, Nihal!..” demek istiyordu. Sonra bunu düşünürken Nihal’e yıpranmış, kirlenmiş bir kalpten başka bir şey verememekten, bu çocuğun yanında şifa kabul etmeyen bir hastalıkla malul kalmaktan azim bir fütur duyuyordu. Bir dakika geldi ki kendisinden korktu: Nihal’i mesut edeceğinden emin miydi? Bu suali kendi kendisine hiç irat etmemişti, belki bu da bir mevsimlik, bir hevesten ibaretti. Sonra Bihter’i düşündü: Onunla her şey bitmişti; şimdi aralarında hiçbir münasebet kalamazdı. O günden sonra yalıda yalnız iki saatlik bir zaman için bulunmuş ve Bihter’i görmemişti. Bir kere izdivaca kati surette karar verilince, Bihter, her isyan hamlesini müteakip çocukça bir gevşeklik gösteren bu kadın bu emrivakiye zaruri muvafakat gösterecekti.

Birinci defa olarak Nihal sükûtu bozarak:

“İşitiyor musunuz?” dedi. Bu sakin gecenin sükûnu içinde Adaların hayat ve levhası derin bir uğultuyla gürlüyordu. Sanki bu uyuyan denizin altında görünmez bir şelalenin boğuk, ancak hissolunan bir iniltisiyle, ayaklarının altındaki topraklarda, başlarının üstündeki rüzgârlarda ufak bir ihtizaz vardı; Nihal parmağını kaldırarak Behlül’ü dinlemeye davet ediyordu; o zaman bu ihtizazın arasında gecelerin sırlarla dolu sinesinden çıkan bir başka ihtizaz, ince, müphem bir şey, sanki müterennim bir nefes, havai bir rübabın tellerine tesadüf etmiş avare bir nefha duydular ve bu o kadar rakik, o kadar hafifti ki ancak işitiliyordu.

İlk önce muhteriz, kendisini saklamak isteyen bir gönül sırrı korkaklığıyla küçük çırpıntılar, havaları okşuyor gibiydi; sonra bu zemzemenin muhteriz mevceleri altın rüyalar altında uyuyan denizlerin, çamları yumuşak temaslarla öperek geçen rüzgârların uyanmak için fırsata muntazır teranelerini, o tabiatın uykuda zamanlarına mahsus sükûta benzer nağmelerini ikaz etmiş oldu; bütün tabiatın üzerinden seyyal bir titreme geçti, sanki gecelerin ruhu derin bir terennüm hazzı içinde inledi.

Behlül cevap vererek:

“Bir mandolin!..” dedi. Bir mandolin! Kim bilir nasıl bir gizli derdi gecelere tevdi etmek isteyerek ya bir çam dibinde aya karşı hüzünlerini döken yahut serseri dalgacıkların üstünde havalara bir selam bırakan küçük bir mandolin!.. Nereden geldiğine dikkat edemedikleri bu ses ikisinde de, bu gece, bu muhteşem levhanın sükûtu içinde garip bir tesir hâsıl etti; birbirlerine daha yakın olmak, onların da kalbinde bir hafi sadayı terennüme davet eden bu müphem zemzeme arasında daha ziyade sokulmak istediler; Nihal ufak bir hareketle Behlül’ün kolunu aldı:

“Zannederim ki geç kalıyoruz,” dedi.

Behlül titreyen eliyle, Nihal’in koluna asılan elini tutarak:

“Hayır, dinleyelim,” diyordu. Elinin altında Nihal’in de eli titriyordu, fakat bu defa bu küçük el, vurulmuş bir kuş teslimiyetiyle, çekilmiyor, kendisini salıveriyordu.

Bir dakika vuzuh kesbedecek zannolunan o ses, bu gece, şurada bu iki eli yekdiğerine birleştirdikten sonra ihtirazla silinmek isteyerek, tekrar kaybolmaya, örtülmeye başlamıştı. Bir müddet, birbirinden ayrılmayarak, tekrar onu işitmek ümidiyle dinleyerek, duruyorlardı. Birden arkalarında, biraz uzakta, gecelerin bu mesut sükûnunu yırtarak, boğuk bir öksürük sesi işittiler.

Nihal titredi:

“İşitiyor musunuz? Beşir yine öksürüyor!” dedi ve elini Behlül’ün kolundan çekmeyerek onu dönmeye mecbur etti:

“Gidelim artık! Biliyor musunuz? Bu gecelerin rutubeti onun için ne fenadır...”

Beşir hep çamlığın kenarında, arabanın üzerindeydi. Oraya geldikleri zaman daha sihirli bir levhanın karşısında bulundular.

Behlül:

“Bak çamlara Nihal!” dedi; “Yalnız beş dakika, yirmi hatvelik bir seyran! Bunu reddedemezsin, Nihal!..”

Behlül şimdi hâlâ elinin altında duran o küçük ele hafif bir tazyikle hükmederek Nihal’i çekiyordu. Uzaktan Beşir’e bağırdı:

“Şimdi geliyoruz, Beşir!..”

Yoldan çıkmışlardı, çamlıktaydılar; Behlül ufak, dar, muavveç izler takip ederek Nihal’i hep biraz daha ileriye götürüyordu. Nihal üç dört adımda bir:

“Lakin korkuyorum!” diyordu. “Bilmem neden, fakat korkuyorum. Bütün bu gölgeler, bu ağaçlar canlanacak, birden bize hücum edecekler zannediyorum.”

Sonra birden durarak parmağıyla gösteriyordu:

“Bakınız! İşte uzun siyah bir yen, iri parmaklarla bir el, görüyor musunuz? Bize uzanıyor.”

Kesik kesik bu korkularıyla kendisi de eğleniyor, fakat korkmakta devam ederek, kaçarcasına biraz daha seri hatvelerle yürüyor, Behlül’e biraz daha sokuluyordu. Sonra birdenbire ilerlemek istemeyerek, korkulu gözlerle sanki gölgelerin arasında titreyen bir şeylere bakarak yavaşça Behlül’ün kulağına:

“Hayır, hayır, artık yetişir! İşte burada duralım!” diyordu; “Yahut geri dönelim, evet, geri dönelim...”

O zaman Behlül’ün koluna asılıyor ve bütün tabiatın meçhul hayalleriyle dolu zannolunan sükûnundan mütevellit bir haşyetle, ayaklarının altında boğuk bir hışıltıyla ezildikçe böyle çiğnenmekten sanki hiddet eden otlara, ancak potinlerinin ucuyla basabiliyordu.

Behlül ona:

“Çocuksun!” diyordu; “Bütün yolun kenarını takip ediyoruz, biraz eğilsek arabanın fenerini fark edeceğiz. Ondan sonra bu masum ormandan ne için korkmalı? Bak ne güzel, Nihal! Sen bunu güzel bulmuyor musun?”

Nihal eliyle yüzünü kapayarak:

“Güzel, evet, güzel, fakat korkunç!..” diyordu.

Gözlerinin önünde orman bir sırta tırmanarak gittikçe koyulaşan, sarıdan ziyade yeşile benzer ziyalar altında nihayet donuklaşmış gölgelere boğularak imtidat ediyordu ve bütün bu ormandan çıkan garip bir nefes, sanki muzlim derinliklerin acibelerle dolu göğsünde uyuyan perilerin bir hayat nefesi, ta içerilerden mırıltılar getirerek, görünmez kanatlarla çamların arasında çırpınarak, uçuyor gibiydi. Daha uzakta, bir derin uğultu içinde, Ada’nın velvelesi, ormanın karanlıklarında açılmış bir uçuruma iniltilerle yuvarlanan, her şeyi mukavemet edilemez bir seylabe ile sürükleyerek götüren bir mühib çağlayan farz ettiriyordu. Onlar ormanın henüz kenarındaydılar; Nihal artık daha ziyade gitmekten imtina ediyordu. Yukarıda yeşil bir yağmur altında çalkalanıyor zannolunan çamlık, hemen oraya çökmeye müheyya, yüksek bir set, fakat canlı zulmetlerle geniş geniş nefes alan bir set korkunçluğuyla titriyordu. Daha yakınlarında, yer yer, açık tirşeye meyyal meydancıklar, ayın yeşil bir rüya rengine boyanarak akan ziyalarıyla, geniş birer inbisat handesi şeklinde gülümsüyordu. 

Bunlardan birinin içindeydiler. Nihal:

“İster misiniz? Burada oturalım,” dedi; “fakat yalnız bir dakika, biraz korkuyu unutacak kadar... Şimdi geri dönecek olursak, ne zannediyorum, biliyor musunuz? Bütün bu orman, bu arkamızdan uzun elleriyle kollarını uzatan çamlar, hareket edecek, koşacaklar, bizi tutacaklar, sonra...”

Bunu söylerken omuzlarından akan bir titreme seyyalesiyle yeldirmesinin içine sarınıyordu. Hemen oraya, latif bir büzülüşle, çömeldi; Behlül ayakta ona bakıyordu. Bir saniye birbirine karşı, gözleri bu yeşil aydınlığın içinde bakışarak durdular. Nihal, böyle Behlül’ün gözlerinin altında dururken onu yerinde sallayan, sanki azim bir zaaf içinde bayıltarak oraya düşüverecek, ihtimal bir dakika içinde öldürüverecek bir şey duyuyordu. Birden kendisinde uyanan başka türlü, mahiyeti meçhul bir korkuyla bağırmak istedi:

“Lakin beni tutunuz, beni buradan götürünüz! Arabaya, eve; evet, evet, eve, eve!..”

Bu dakika evde, odasında, o beyaz yatağının içinde bulunmak istiyordu; şimdi yalnız arkasında siyah heyulalarıyla duran ormandan değil, karşısında bakan bu adamdan da korkuyordu. Bu gece fena bir rüyaya benziyordu. Korkusunu unutmak için en evvel hatırına gelen bir şeyle Behlül’e hitap etti:

“İtiraf ediniz ki bu gece buraya gelmek epeyce tuhaf bir fikir...”

Behlül işitmiyor gibiydi. Hep o dalgın gözleriyle Nihal’e bakıyordu; sonra, birden, oraya, Nihal’in dizlerinin dibine oturarak titrek bir sesle:

“Nihal!” dedi, “Beni bir parça seviyor musun?”

Nihal, ufak, kesik bir kahkahayla güldü:

“İşte! Anlaşılan bunu söylemek için gelmiş olacağız. Lakin bu o kadar sade bir şey ki bundan bahsetmek için buraya kadar gelmeye hiç hacet yoktu.”

Nihal böyle başlayan muhavereyi bir latife zemininden çıkarmamak istiyor gibiydi; büyük bir cebr ile, dudaklarında bir tebessümle söylüyordu. Behlül pek samimi, hatta biraz münfail, cevap verdi:

“Seni temin ederim ki, Nihal,” dedi; “bu gece, şu dakikada, bu meseleye dair en küçük bir latifenin beni pek ziyade kıracak bir ehemmiyeti olabilir. İşte, sen de, evet, sen de hiç latifeye meyyal değilsin. Bana cevap vermemek için zorla gülmek istiyorsun, zorla... İnkâr etme! Bu anlaşılıyor. Şu halde neden söylememeli? Evet, neden Nihal? Muhakkak, beni bir parça, pek çok değil, fakat bana kifayet edecek kadar seviyorsun. Bunu söyleyivermek o kadar sade bir şey iken...”

Nihal hep o tebessümüyle cevap vermek istedi:

“Lakin yanılıyorsunuz; ben sizi pek çok seviyorum. Hususiyle artık kavgalarımız bittikten sonra!.. Şimdi sizinle bir dosttan daha fazla, sadece birer kardeş değil miyiz?”

Behlül acı bir tebessümle baktı, bu tebessümünde öyle derin bir serzeniş vardı ki Nihal’in dudaklarından o latife etmek isteyen tebessümü birden silinerek:

“Behlül!” dedi, “Bana söyler misiniz? Ne için benimle teehhül etmek istiyorsunuz? İtiraf ediniz ki bu bir latifeden başka bir şey değildi. Siz her şeye ihtimal verebilirdiniz; buna, bu latifeye, mini mini Nihal’le, haniya şu Japonya yelpazelerinin resimlerine benzeyen kızla bir teehhüle ihtimal veremezdiniz. Öyle tesadüf etti ki sizin önünüze sandalyesine esir, boş saatlerine eğlence arayan bir kadınla, genç karısıyla rahat kalabilmek için fırsat bekleyen bir baba çıktı. Bunların elinin altında ilk zuhur edecek talibe verilmeye mahkûm bir kız vardı: En evvel, en yakın olduğunuz için siz hatıra geldiniz. Siz de biraz hayatınızdan yorulmuş, bezmiştiniz, ufak bir tahavvül arıyordunuz. Önünüze bu latife yuvarlanınca elinizi uzattınız. Kendi kendinize: ‘İşte âlâ bir oyuncak!’ dediniz; bir müddet eğlenmek için pek iyi bir çare! Sonra kırılınca, bozulunca atmak bir şey değil...”

Nihal yine ufak bir tebessümle Behlül’e baktı, sonra latif bir hareketle, kırık oyuncağını atan bir çocuk vaziyetiyle ilave etti:

“Artık öyle zannediyorum ki bu oyuncağı atmak lazım geliyor.”

Behlül, sakit, dinlemişti. Telaşsız, hafif ve sakin bir cereyanla söyleyen Nihal bitirince cevap verdi:

“Lakin işte ben asıl onu atmak istemiyorum, anlıyor musun? Evet, mini mini Nihal, evet Japonya resimlerine benzeyen kız, mademki öyle söylüyorsun öyle olsun. Sen bir oyuncaksın, hayatımda artık yapılan, eğlenilen şeylerden bezildikten sonra tesadüf olunmuş bir oyuncak; fakat kırılıp atılacak bir şey değil, pek kıymetli, hayata tek irtibat bağı olarak alıkonacak, her zaman için, işitiyor musun, en yumuşak, en nazik çiçekler arasında saklanacak bir oyuncak!.. Bilsen Nihal, sana böyle söylerken kendime ne kadar şaşıyorum! Hep değişmiş, başkalaşmış bir Behlül! Çünkü sen beni değiştirdin; evet, evet, büsbütün... Senin çocukluğundan, safvetinden bana bir şey sirayet etmiş oldu; sanki hayatımın birkaç senesi, bütün o boş emellerle dolmuş sahifeleri birden yırtılıverdi. Senin karşına çocuklaşmış, hatta ne için itiraf etmeyeyim, temizlenmiş olarak çıktım. Bana o mini mini elini uzatıverirsen ben kurtulmuş bir adam olacağım. Mesut, artık başka emeller arkasından koşmaya lüzum görmeyecek, kendisine mukadder saadete vasıl olduktan sonra orada, bahtiyarlığının içinde yaşayacak bir adam... İtiraf et ki, Nihal, senin de böyle bir ele, böyle bir sıyanet ve refakat eline ihtiyacın var...”

Nihal, gözleri inmiş, eli yeldirmesinin bir kenarını kıvırarak, göğsü ufak bir helecanla şişkin, dinliyordu. Behlül devam ediyordu:

“Evet, ihtiyacın var, Nihal. Ben sanki senin bütün o acılarını, o gizli gizli ağlayan yeislerini hissetmiyor muyum? Sen şimdi kendini herkesten, bütün kalplerden uzak buluyorsun; bütün sevdiklerinin arasında yapyalnız... Sen ki sevilmeye o kadar muhtaçsın...”

Birden Behlül sustu, daha ziyade eğildi, Nihal’in gözlerini görmek istiyordu:

“Ağlıyor musun, Nihal! Evet, evet, işte ağlıyorsun. Lakin ne için? Mademki bu yalnızlığın içinde seni seven, seni her zaman sevecek bir kalp var. Sen de bir parça, evet, bir parça, seviyorsan... Seviyorsun, değil mi Nihal? Ancak bir parça, bak şimdi gülüyorsun işte... Seninle muhabbetimizin içine girer, etrafımızdakilere dikkat etmeyerek, hiçbir şeye ehemmiyet vermeyerek, onun içine girer, onun içinde, yalnız birbirimizle meşgul, saklanırdık. İşte böyle münevver bir orman, başımızın üstünde bizi ziyalarıyla okşayan bir ay, yeşil bir yuva, bir saadet aşiyanı ki hep tekerrür eden yıldızlı rüyalarla bizi uyutsun...”

Nihal artık ağlamıyordu, gözlerinde henüz bir nem bakiyesiyle, kendisine bu yıldızlı rüyaları vaat eden adama bakıyordu. Şu dakikada bu çocuğun elemli ruhunda nasıl bir sevda ihtiyacı uyanmıştı ki bu saadet zemzemesini böyle bitmez tükenmez saatlerle dinlemek arzusunu veriyordu. Bunu dinlerken iki senelik hüsran hayatını o hayatın işkencelerini düşünüyordu; daha sonra, garip bir hayal hadisesiyle bu düşüncelerinin arasında anne çehresine benzeyen müphem bir gölge görüyordu.

Sevilmek! Sevilmek! Mariz ruhunda yalnız bu feryat vardı. İşte şimdi onu seven biri vardı, dizlerinin dibinde bu tekrar olunuyordu ve kendisinden, buna mukabil yalnız bir parça sevilmek isteniyordu. O da Behlül’ü bir parça sevmiyor muydu?

Kaç kere bunu söylemek için cesaret etmek istemişti, fakat kendisini meneden bir şey vardı. Zannediyordu ki onu söyleyecek olursa Behlül gülecek, eğlenecek, bütün etraftan, bu çamların arasından binlerce istihza kahkahası patlayacak, ona: “Lakin çocuk! Seninle eğlendiler!..” diyecekler. O zaman? O zaman artık ölmek lazım gelecek...

Daha sonra, kalbinde müphem bir şey uzaklardan gelen bellisiz bir ses: “Behlül’den sakın!” diyordu. Bu ne demekti? Bunu ne zaman işitmişti? Bu mesut hülyanın içinde rahat bırakmayan bu ses nereden geliyordu?

Ve Behlül’ün hep o rakik, müteessir sadası o saadet teranesiyle kulaklarını okşuyordu:

“Muvafakat ediyorsun, değil mi Nihal? Söyle bakayım, yalnız bir kelime, bir küçük kelime, ondan sonra buradan kalkar gideriz, arabamıza biner uçarız, ihtiyar halaya: ‘İşte size bir çift bahtiyar getirdik,’ deriz. Evet, değil mi Nihal?”

Nihal başını eğdi ve ta Behlül’ün kulağına, kendisiyle eğlenecek olanlardan saklıyorcasına, bir hafi nefese benzeyen bir sesle:

“Evet!” dedi.

O zaman Behlül bu narin, zarif başı iki elleriyle çekti ve ta kaşının ucundan, o incecik çizginin kenarından öptü. Şimdi uzaktan sesler, hayvan hatveleri, kesik kahkaha parçaları işitiliyordu.

Nihal ayağa kalkarak:

“Yoldan geçiyorlar!” dedi, “Artık biz de gideriz. Kim bilir ne kadar geç kaldık...”

Ağaçların arasından arabanın fenerini gördüler; daha sonra Beşir’in boğuk, medid bir öksürüğünü işittiler.

Nihal:

“Beşir yine öksürüyor!” dedi.

Sonra göğsünü göstererek ilave etti:

“Bilir misiniz? O böyle öksürürken burada, göğsümde bir şey yırtılıyor zannediyorum.”

Loading...
0%