Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm

@halitziyausakligil

Bugün Adnan Bey açık sarı boyalı yalıdan çıktıktan sonra maun sandalına kalbinde büyük bir hiffetle atlamıştı. Kendisini aylardan beri içinden çıkılmaz tereddütler arasında yoran bu müracaat işte nihayet yapılmış, onun kalbini ezen sıkleti güya göğsünün üstünden büyük bir taş gibi nihayet kalkmıştı; fakat sandalında kendisini yalnız bulduktan sonra bu hiffetin arasında ufak bir helecan hissetti. Bugün mutadın hilafına olarak işte sandalda yalnızdı, Nihal ile Bülent babalarına refakat etmiyorlardı; lakin onların boş kalan yerinde iki masum, mütehayyir çehrenin gölgesi titriyor; mini mini iki ses, iki muhteriz, mütereddit çocuk sesi:

“Beybaba!” diyordu; “Nereden geliyorsunuz? Ne yaptınız?..”

Evet, ne yapmıştı? Şimdi uzaktan, akşamın son ziyaları içinde yeşillikleri gülümseyen karşı tepelere bakarak o da kendi kendisine bu suali irat ediyordu. O zaman, bu müracaata karar vermeden evvel aylarca devam eden tereddütler, cenkler bir dakika içinde tekrar uyandı; zihnen bu mücadelenin bir tarihini, bütün o harp tafsilatının bir fezlekesini çizdi. Kendisini vicdanına karşı muhik göstermek için her vakitten ziyade şu dakikada bir ihtiyaç duydu. O zaman, emeline vusulü temin için tehyie olunan bütün sebeplerin ve bürhanların hücumu altında bunaltılan vicdan her vakitki olduğu gibi gene o küçük itiraz sadasına cevap vermek için bu binlerce sebeplerle bürhanların yükselen, kendi sesini örten savlet velvelesini işitti.

Evet, böyle daha ne kadar devam edebilirdi? İşte dört seneden beri hayatını çocuklarına hasretmiş, evin içinde bir annenin kaybolduğundan onların mini mini ruhunu mümkün mertebe gafil tutabilmek için çocuklarına valide olmuştu; fakat şimdi artık bu fedakârlıkta devama makul bir sebep görmüyordu. Bülent zaten mektebe gidecekti, Nihal birkaç sene sonra gelin olacaktı. Çocuklarının rabıtaları kendisinden yavaş yavaş çözülecek, nihayet bütün çocuklarla babaların arasında açılan uçurumlar onların arasında da –hatta şimdiki rabıtaların samimiyetine nispetle daha büyük bir boşluk bırakarak– açılacaktı. O zaman bu boşluğun yanında yalnız, ara sıra yalnızlığına tesliyet bahşetmek için uğrayan çocuklarının birkaç tebessüm sadakasıyla metruk kalp ısınamayarak, o yalnızlığın bütün kar parçaları hayatının semereden mahrum kalmış fedakârlıklarını kalın bir kefenle örterek, evet, yapayalnız kalacaktı.

Zaten bütün geçen hayatı bir fedakârlıktan ibaret değil miydi? Tereddütlerine karşı fazla bir galebe silahı bulmak için izdivacının bütün şiir ve aşk hatıratını inkâr ediyor, bu ikinci sevdanın mutasavver beşiğini süslemek için biçare ölmüş aşkının mezarından çiçeklerini söküyor, koparıyordu.

O, otuz yaşına kadar nispetle masum bir hayat geçirmişti, hayatının en büyük aşk vakası izdivacıydı. Şimdi düşünürken on altı senelik izdivaç devresi hatıralarında bir zayıf papatyanın bile neşvesinden mahrum uzun, çıplak bir çöl parçası şeklinde uzanıyordu. Bu on altı sene yalnız zevcesinin bitmez tükenmez hastalıklarından mürekkep hatıralar bırakmıştı. O hastalıklarla cenk etmiş çocuklarının annesini kurtarmak için senelerle uğraşmıştı; nihayet, zaten beklenen netice bütün gayretlerini hiçe indirerek işte çocuklarını öksüz bırakmıştı. O zaman sarf olunan emekler şimdi mükâfat bekleyen seslerle hatıralarının arasında bağırıyordu. O vakit ifa edilen bir vazife şimdi bir hak hükmünü almıştı. Lakin kalbinde ufak bir helecanın iskâtı kabil olamıyor, bu sebepleri Nihal ile Bülent’in fikirlerine nasıl kabul ettireceğine karar veremiyordu. İstiyordu ki vicdanına karşı kendisini tebrie eden bu esbab onu çocuklarına da affettirsin...

Birden gözlerini karşı tepelerden ayırdı. Kalender’e takarrüp ediyorlardı; onlara, Bihter’e, tesadüf edebileceğini düşündü. Dümene ufak bir darbeyle daha ziyade yanaştı; işte uzaktan beyaz sandalı fark etmişti; dümene yine bir küçük darbeyle ufak bir inhina daha tersim etti, iki sandal yekdiğerinden ancak çarpmayacak derecede açık kalmıştı.

Adnan Bey kendi kendisine: “Şimdi, on dakika sonra haber alacaklar,” diyordu. Bihter’in muvafakat cevabı vereceğinden emindi, bunu genç kızın zaten gözlerinde sarahaten okumuş, gözlerinin bakışında müracaatta teahhurundan şikâyete benzer bir şey bile fark etmişti.

Kendi kendisine bir nakarat gibi: “Evet,” diyordu; “şimdi on dakika sonra...” tekrar birden aklına Nihal’le Bülent geldi. Eve gidince onun da yapılacak bir işi vardı. Bugün çocukları hazırlamak istiyor, saadetinin tam olmasına mâni olacak olan şu helecanı da hemen iskât için acele ediyordu.

Maun sandal artık yapılacak bir işi kalmamış gibi süratle suları yararak ilerlerken bu helecan büyüyordu. Hâlâ bir kolay tarik bulamamış, aklına gelen çarelerin hiçbirine karar verememişti. Bir aralık Şakire Hanım’ı –zevcesinin gelin halayığı iken Nihal’in doğmasını müteakip çırak edilen ve o zamandan beri evde aile efradından olmak ehemmiyetiyle kalan kadını– düşünüyor; ara sıra “Hayır, mürebbiyesini tavsit etmek daha iyi olur...” diyordu. Sandal rıhtıma yanaşıp da kapının önünde muntazır olan küçük Habeş Beşir koşunca Adnan Bey hemen sordu:

“Çocuklar gelmediler mi?”

Gelmediklerini anladıktan sonra bir inşirah duydu; şimdi onları hem görmek istiyor, hem görmek zamanını tehire çalışıyordu. Bugün yalnız kalmak için çocukları mürebbiyeleriyle beraber Bebek Bahçesi’ne göndermişti.

Soyunup ev içinde giydiği ince şayaktan pantalonunu, beyaz saten gömleğini taktıktan sonra siyah alpaka ceketini aradı; asabi ellerle aynalı dolabın kapağını çekti, odanın köşesinde duran elbise askısına baktı, ceketini bulamıyordu. Eliyle zile bastı, Nesrin’e çıkıştı: “Her şey karmakarışık, hiçbir işime bakılmıyor, işte bir saattir siyah ceketimi arıyorum...” diyordu.

Siyah ceketin bir kolu iskemlenin kenarından sarkıyordu, Adnan Bey arkasından çıkardığı elbiseleri onun üzerine atmıştı. Nesrin ilerleyerek ceketi elbiselerin altından çıkardı.

O, “Gördünüz mü? İskemlenin üstünde bırakmışsınız, hiçbir şeyi yerine koymak âdetiniz değil ki...” diyordu. Bir müddetten beri böyle hizmetinin noksan görüldüğünden, hiçbir şeye bakılmadığından, hanımsız evde ne kadar dikkat edilse hizmetçilere meram anlatmak mümkün olmadığından bahsetmeyi âdet etmişti.

Nesrin çıkarken sordu:

“Çocuklar gelmediler mi?”

Yatak odasından aşağı indikten sonra bir aralık sofanın penceresinden denize baktı, artık sabırsızlanıyordu. Sonra odasına, iş odasına girdi; bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Onun başlıca merakı tahta üzerine oymacılıktı; bütün boş saatlerini kâğıt bıçakları, hokkalar, kibrit kutuları, üzerinde kabartma resimlerle kâğıt baskıları oymakla geçirirdi. Birkaç günden beri ortasında Nihal’in yandan çehresiyle bir küçük tabak çıkarmak için uğraşıyordu. Bunu eline almak, çalışmak istedi; çalışamadı. Tekrar zile bastı. Nesrin tekrar içeriye girdi:

“Nihal’le Bülent gelmediler mi?..”

Nesrin bu defa gülümseyerek cevap verdi:

“Gelmediler, efendim, fakat şimdi neredeyse gelirler.”

Kız çıktıktan sonra Adnan Bey kalbinde vazıh bir korku hissi duydu. Evet, şimdi gelecekler; o zaman, o zaman ne yapacak?

En ziyade Nihal’i düşünüyordu. Tereddütlerine galebe çalmak için icat ettiği sebeplerin arasında hiçbir zaman susturmaya muvaffak olamadığı bir korku, bu vakanın Nihal üzerindeki tesirini düşünmekten mütevellit bir korku vardı. Babasıyla kendisinin arasında başka bir vücudun, başka bir muhabbetin hail olmasına bu nazik, rakik, suda yetişmiş bir çiçeğe benzeyen kızın lakayt kalamayacağından emindi. Pek iyi hissediyordu ki henüz pek çocuk iken onu annesiz bırakan matemin o zaman tamamıyla duyulmayan acılarını sonradan, büyüyüp düşünmeye başladıkça birer birer duymuş, onlar çehresine gittikçe derinleşen bir yetim mazlumiyetinin hüzünlerini çekmişti. Babasına gülümseyerek bir bakışı vardı ki ta gözlerinin içinde, ta o tebessümün altında tamamıyla tanıyıp sevmeye vakit bulunamamış, hatta siması bile tahattur olunamayan annesi için bir matem giryesi saklıyor gibiydi. Şimdi bu babayı, bu ikinci anneyi bir parça onun elinden alacaklardı. O biçare yüreği bu ikinci iftiraktan nasıl elim bir cerihayla yırtılacaktı! Bunu düşündükçe kalbinde Nihal için ağlayan bir damar sızlardı; fakat bu artık nazarında önüne geçilmek mümkün olmayan, hatta vukuuna müsaade edilmek lazım gelen bir zarar hükmünü almıştı.

Adnan Bey şimdi odasının kahverenginde uzun perdeler altında yarı bir zulmete boğulan derinliklerine dalarak iş masasının yanında meşin yarım koltuğa yaslanmış, ayaklarını uzatmış, düşünürken Nihal’le bütün refakat hayatı parça parça levhalarla koparak gözlerinin önünde yaşıyordu. İlk önce annesini kaybettikten sonra çocuğun huysuzluklarını, o bin türlü olmayacak sebepler icat olunarak saatlerce devam eden ağlayışlarını görüyordu. O vakitler babasından başka onu kimse susturamazdı. Onda bir de asabi maluliyet vardı ki ıttıratsız fasılalarla mini mini nahif vücudunu saatlerce süren buhranlar içinde ezer, hırpalardı. Küçük yatağının yanında, o matem devresinde, o sinir buhranı saatlerinde, geçirdiği ıstırap gecelerini düşündü. İşte şimdi hatırına geliyor:

Bir gece uykusunun arasında, çocuğun, kim bilir nasıl bir rüyadan sonra, korkulu bir sesle onu uyandırmak için “Baba! Baba!..” dediğini işitmiş, yatağından kalkmış, yanına giderek sormuştu: “Ne istiyorsun, kızım?” O zaman o, babasını yanında gördükten sonra müsterih olarak, gülümseyerek, annesinin vefatından sonra birinci defa olmak üzere istintak etmişti: “Yarın gelecek mi?” Böyle, ismini söylemeyerek, kim olduğunu tasrih etmeyerek annesinden bahsederdi. “Hayır, kızım!..” Her vakit yalnız bu cevapla kanaat ederken bu gece uykusunda galiba bir rüyayla başlayan bu bahsi takip etmişti: “Pek mi uzaklara gitti? Oradan gelmek zor mu, beybaba?..” O cevap vermeyerek başını sallamış, bu iki suali tasdik etmişti. Çocuklara mahsus bir inatla o mutlaka bir cevap istiyordu: “Öyleyse biz oraya gidelim, olmaz mı? Baksanıza o gelmiyor, hiç, hiç, bir gün olsun gelmiyor...” Sonra babasının sükût ettiğini görerek birden küçük çıplak kollarını yorgandan çıkarmış, onun başını çekerek, ağzını kulaklarına yapıştırarak, kandilin titrek ve zulmete benzeyen ziyası altında etraftan gizli bir şey söylüyormuşçasına hafif, bir kuş nefesine benzeyen sesiyle “Yoksa öldü mü?” demişti. Bu hakikat birinci defa olarak ağzından çıkıyordu. Sonra mini mini parmağını uzatarak ve babasının gözlerinden akan birer katre muhteriz yaşı silerek ilave etmişti: “Lakin siz ölmeyiniz, babacığım siz ölmezsiniz, değil mi?”

O, çocuğu teskin etmiş, yatağına biraz zorla yatırarak örtüsünü üstüne çekmiş, fakat yanından ayrılamayarak saatlerle, sakit, uyumasını beklemişti. Çocuk o gece bütün içini çekerek nefes almıştı.

Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihal’le Bülent aralık kapısı daima açık duran yanında bir odada yatarlardı; daha ötede mürebbiyelerinin –ihtiyar Mlle de Courton’un– odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı rabıtalarla bağlamıştı ki ancak birbirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı; mürebbiye Nihal’den ziyade Bülent’in bir refikasıydı. Gece Nihal, Bülent’in uykusunu bekler, kadınla beraber çıktıktan sonra babasıyla yalnız kalmakta garip bir lezzet bulur. Güya hayatının bir türlü dolmayan boşluğu içinde babasıyla böyle başbaşa kalış kalbinin bütün ıssız köşelerini saadetle dolduracak bir samimiyet kesbederdi.

Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken etrafına, odasına; hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sakit şahitlerine bakıyordu. İşte ta odanın karşı duvarını boydan boya kaplayan yüksek, geniş, oyma cevizden, yekpare camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün vakur, iri kitaplarla memlu; ötede, kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki karmakarışık, fakat perişanlığında gözleri okşayan latif bir zevkle tertip edilerek duvarı kaplamış; sonra, diğer duvarda, son merakının yadigârları: Oyulmuş tahtadan mini mini hücreler, resim çerçeveleri, mendil kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı... Bugün, bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.

Duvarda oymaları uzun uzun temaşa ediyordu. Bu ufak tefek bütün Nihal’in yanında, işte şurada yeşil kalpaklı lambanın altında geçirilen muhabbet ve rikkatle dolu saatlerin mahsulleriydi.

Adnan Bey elini uzattı, masanın üstünden daha ikmal edilemeyen Nihal’in çehresini aldı. Bu henüz bitirilememişti; henüz ne saçlarının simasını ipekten bir çerçeve içine alan dalgaları, ne de nahif çehresinin mariz süzgünlüğü belliydi; fakat o, yüzüne baktıkça kendisine ağlamak arzusunu veren hasta simayı şu müphem çizgilerin arasından tam bir vuzuhla görüyordu.

Ah! Nihal’in o yaşamaktan şikâyet ediyor zannolunan sarı, sarılığında uçucu bir pembeliğin aldatıcı neşveleri hemen solacak bir gül rikkatiyle titreyen hazin çehresi! O hasta iken sizi yalancı handeleriyle aldatmaya, etrafındakileri sahte bir saadet içinde iğfal etmeye çalışan, derinliklerinde mariz ruhu ağlarken gülen gözleri! Bunları bütün manalarıyla görüyordu. O vakit kızının hastalıklarını, o sinir buhranlarını, o ta ensesinden başlayarak haftalarca devam eden baş ağrılarını tahattur ediyordu...

Birden, karşısında, Nihal’in bu hazin simasını ağlayarak kendisine bakıyor zannetti. Bir dakika içinde hayatından bugünün silinmiş olmasını arzu etti. Evet, bugün silinmiş olmalıydı, bugün de bütün diğer günler gibi netice vermeyen mücadelelerle geçmeliydi, mağlup olmamalıydı; fakat şimdi yapılmış olan müracaat geri alınamayacak bir adım gibi görünüyordu; onu tebdile, geçilmiş olan mesafeden ricate imkân bulmak hatırına gelmiyordu. O ağlayan mariz çehrenin arkasında diğer bir çehre, siyah saçlarıyla, uzun kaşlarıyla, iri mahmur gözleriyle, şiir ve şebab dolu bir çehre ona çıldırtıcı tebessümlerle gülümsüyordu.

 

***

 

Nesrin kapıdan görünerek haber verdi:

“Geldiler, efendim!..”

Nesrin’in arkasında Nihal’in sesi işitildi:

“Baba!” diyordu, “Siz bizden evvel mi geldiniz?..”

Kuşaksız açık mavi elbisesinin içinde yaşına nispetle uzun duran ince vücuduyla, zarif bir keçi yavrusu çehresinin rikkatini ihtar eden süzgün simasıyla, Nihal, koşarak içeri girdi; iki elleriyle babasının iki ellerini tuttu ve potinlerinin ucuna basıp yükselerek alnını babasının dudaklarına uzattı.

“Siz bizi başınızdan savar, kaçarsınız, öyle mi?” diyordu. “Nereye gittiniz, bakayım?.. Niçin bize çıkacağınızı söylemek istemediniz? Şimdi Beşir’den haber aldık. Oh! Benim mini mini Beşirciğim, bana hepsini haber verir...”

Babası gülerek dinliyor; o, durmaz dinlenmez çocuklara mahsus bir kıpırdaklıkla kâh masanın üstünde bir şeye dokunarak, kâh elleriyle eteklerine vurarak, ağzından çıkan her kelimeye bir hareket terfik ederek söylüyordu:

“Biz de ne iyi eğlendik. Bilseniz, bugün Matmazel’in bütün tuhaflığı üstündeydi. Bülent’e kendi çocukluğunda tanıdığı bir dilencinin hikâyesini naklediyordu. Ne tuhaf! Ne tuhaf!.. Bu bir ihtiyarmış ki bir büyük parça ekmeği...”

Nihal naklederken ince, arasından güneş geçebilecek zannolunan nahif ellerini birbirine birleştiriyor, ağzına götürerek güya koca bir parça ekmeği küçük ağzının renksiz dudaklarıyla yutuyordu:

“İşte böyle! Matmazel yaparken görmelisiniz ki... Bülent’i bilirsiniz ya? Çıngırak gibi kahkahasıyla gülerken bütün bahçe halkı bize bakıyordu. Matmazel’e söyleyelim de sofrada size de yapsın, babacığım...”

Şimdi babasının dizlerine dayanarak halının üstüne diz çökmüş, Bebek Bahçesi’nde seyranlarını, en küçük tafsilata kadar, fikri oynak bir kelebek gibi oradan oraya sıçrayarak, naklediyordu. Sonra birden lakırdısının arasında ciddi bir çehreyle sordu:

“Siz nereye gittiniz, söyleyiniz bakayım, siz bizden gizli nereye gittiniz?”

Düşünmeksizin:

“Hiç!” dedi; sonra bu cevap, bu yalan ağzından çıkar çıkmaz zapt edilemeyen bir hicapla kızardı, tashihe lüzum gördü:

“Kalender’e!..”

O, birden, sinirleri mariz çocuklara mahsus garip bir hadiseyle bu yalanı keşfetti:

“Değil, babacığım işte, işte kızarıyorsunuz, demek bizden saklamak istiyorsunuz.”

Ayağa kalktı, sahte bir küskünlük vaziyetiyle, başını eğerek, dudaklarını kabartarak, gözlerinin eğri bir nigâhıyla babasına bakıyordu. Şimdi, hemen şu dakikada, hiçbir şey hazırlamaksızın, hiçbir ihtiyata teşebbüs etmeksizin bu masum çocuğun karşısında, semavi bir mahluk huzurunda tenzih-i vicdan edercesine, hepsini söylemek, göğsünün üzerinde bir taş ağırlığıyla duran hakikati bu zayıf kızcağızın önüne atmak için mübrim bir ihtiyaç duydu. Elini uzatarak Nihal’in bileğinden tuttu; bu ince, içinden bir kadın vücudu çıkabileceğine ihtimal verilemeyen nazik bir dala benzer nahif çocuğu kendisine çekti; parmaklarını küçük başının üstünde ipekten bir bulutu andıran saçlarına soktu. Bir saniye evvel neşeli neşeli öterken, birden asabının hassasiyetiyle, aşiyanının sükûnundan bir kış nefesinin geçeceğini duyan kuş gibi şimdi çehresinde bir endişe manasıyla bekliyordu. O vakit kendisini zapt edemedi, sordu:

“Nihal! Beni seviyorsun, değil mi? Çok, pek çok seviyorsun, değil mi?..”

Çocuklara mahsus bir hilekârlıkla bu sualin künhünü anlamadan evvel cevap vermek istemedi.

Babası devam etti:

“Nihal, senin için bir şey düşünüyorum...”

Bu yalanı söylerken kalbini bir pençe sıkıyordu:

“Fakat bana vaat et, bakayım, yemin et ki itiraz etmeyeceksin, kabul edeceksin; beni sevdiğin için evet, beni sevdiğin için...”

İkmal edemiyordu, kendi sesinde öyle bir şey fark etmişti ki soğuk bir raşe ile vücudunu titretiyordu. Cinayetini itirafa kuvvet bulamayan bir müttehim cebanetiyle bu çocuğun karşısında sustu. Nihal yavaşça elini çekmişti, babasından bir hatve uzaklaştı; sakit, sapsarı, dudaklarında bir sualin ihtiraz nefesi titreyerek babasına baktı. Bu suali irat etmedi. Niçin? Bilinemez. Hiçbir şey farz etmeyerek, babasının sözlerinde hiçbir fikir keşfetmeye çalışmayarak birden hissetmişti ki şu dakikada dünyada her şeyden ziyade sevdiği bu adam, bu baba, birinci defa olarak, her vakitkine benzer bir hiç için ufak bir yalanla değil, hayatını hemen orada kırıverecek müthiş bir yalanla kendisini aldatmak istiyor.

Şimdi oda karanlıktı, yekdiğerini bir gölge arasından görüyorlardı, beynlerinde bir gecenin sinirleri üşüten soğuk rüzgârı uçuyor gibiydi. Baba kız, bir kelime söylemeyerek, sinirlice bir ihtiraz hissiyle hareket etmeyerek, bakışıyorlardı. Başlandıktan sonra mutlak devam etmesi lazım gelen bu muhavere birden bir sekteyle kopmuş, kesilmiş oldu; fakat bu sükûttan çıkmalıydı. Adnan Bey şimdi kendisini muaheze ediyordu; evet, hemen bugün, henüz bir şey yapılmadan henüz bir cevap bile alınmadan, niçin söylemeye lüzum görmüştü?

Birden sofada Bülent’in bir çıngırağa benzeyen kahkahalarıyla koştuğunu işittiler, arkasından birisi kovalıyordu. Bülent kaçıyor, kâh kahkahalarıyla mini mini ayaklarının gürültüleri bu sakit facianın kenarına kadar gelip yuvarlanıyor, kâh sofanın uzak köşelerinde kayboluyordu. Adnan Bey bir şey söylemiş olmak için: 

“Yine Bülent’i Behlül kovalıyor, galiba…” dedi.

Nihal:

“Zannederim,” dedi; “söyleyeyim de bıraksın. Çocuk yorgun, bugün bütün yürüdük...”

Nihal, şüphesiz, kaçmak için bir sebep arıyordu. Fakat bu muhavere orada bırakılamazdı, şimdi o noktada tevakkufu daha fena bularak Adnan Bey mutlak söylemek ve Nihal’e söyleyemezse başka birisine söylemek için o anda karar verdi:

“Nihal!” dedi; “Mürebbiyene söyler misin? Kendisini görmek istiyorum.”

Nihal, karanlıkta beyaz bir gölge gibi hafifçe silinerek çıktı. Sofada gürültü devam ediyor; Bülent kendisini sanki tutamayarak kovalayan Behlül’den kaçmak için, artık yorulmuş nefesi kahkahalarına kifayet edemeyerek, koltukların arkasına, köşelere sokuluyor; muakkibin hamlesine muntazır, heyecanla, bekliyor; hamle vuku bulunca bir çığlıkla tekrar sofada cevelan başlıyordu.

Nihal çıkar çıkmaz ciddi bir sesle Bülent’e bağırdı:

“Bülent!.. Yeter artık, yine terleyeceksin, seni böyle azdıranlarda kabahat!..”

Bu, Behlül’e karşı sarih bir itirazdı. Nihal, Behlül’ün yüzüne bakmıyordu. Onlar –bu iki kardeş çocukları– evin içinde iki düşmandılar. Yine üç günden beri Nihal, olmayacak bir sebepten, mürebbiyenin şapkasına dair Behlül’ün bir itirazından doğan müthiş bir kavgadan sonra onunla lakırdı etmiyordu.

Behlül onu görünce durdu, dişlerinin arasından çıkardığı diliyle ince sarı bıyıklarını ıslatarak müstehzi gözlerle yandan bakıyordu. Nihal, Bülent’i elinden yakalayarak yukarıya götürürken Behlül burnunun ucunu kaşıyarak arkasından bağırdı:

“Mlle de Courton’a arz-ı hulus ederim.”

Heceleri çekerek ilave etti:

“Ve o güzel şapkasının latif çiçeklerine...”

Nihal mukabele etmedi, her zaman bu kadar bir istihza saatlerle kavga için kifayet ederken bu defa şüphesiz deruni bir mukabeleye tercüman olan latif bir dudak burmasıyla kanaat etti. Hâlâ salıvermemek için bileğinden tuttuğu Bülent’le koşarak çıkıyordu. Bülent artık zapt olunamayan tutuşmuş taze kanıyla, şimdi ablasının elinde, sıçrıyor, basamaklardan hopluyordu. Yukarıya sofaya çıkınca bileğini kurtardı ve birden serbest kalmış bir tay sevinciyle koşmaya başladı. Nesrin avizenin bir iki mumunu yakıyordu, yetişebilmek için bir iskemlenin üstüne çıkmıştı, “Aman paşam, bana çarparsan düşerim...” diyordu. Bülent ona cevap vermiyordu. Arkalarından, sakit, takip ederek yukarıya çıkan Beşir’i görmüş, ona koşarak ancak beline yetişen mini mini kollarıyla, kızlığa yakışan zarafeti henüz on dört senelik tazeliğiyle daha ziyade teeyyüt eden bu zarif, ince Habeşi’nin vücuduna sarılmıştı. Ona yalvararak, Peyker’in hoşuna giden yumuk yumuk gözleriyle Beşir’in insana öpmek hevesini veren süzgün, rakik çehresinden bir muvafakat cevabı bekleyerek: “Haydi!” diyordu. “Yine arabaya binelim, hani biliyorsun a, geçen gün nasıl koşmuştuk!.. Haydi, Beşirciğim, haydi!..” Ona tırmanarak, artık biraz muvafakate razı görünen bu çehreyi buselerle örtmek için yükselmeye çalışarak yalvarıyordu. Beşir, şimdi gözleri Nesrin’in yaktığı avizenin fanuslarına merkuz zihninin dağınıklığı içinde yukarıya ne yapmak için çıktığını arayan, Nihal’e bakıyor; ondan bir emir, bir küçük işaret bekliyordu.

Onun böyle, nefes almak için muvafakatini bekleyen bir teslimiyet nazarıyla; itaat etmekten, emir almaktan, hayatına tasarruf edilmekten bahtiyar olan gözlerle Nihal’e bakışları vardı ki bu biçare mahlukun ruhunu genç kızın ayaklarının altına sererdi.

Birden Nihal tahattur etti, kendi kendisine: “Matmazel!..” dedi. Nesrin şimdi elinde şema ile yukarı katın işini bitirmiş aşağıya inmek için gecikiyor, artık serbest kalan iskemleyi Beşir’in önüne getiren Bülent’e: “Aman paşam, o iskemle bana lazım, daha aşağıki sofanın avizesini yakacağım...” diyerek fakat asıl araba oyununu seyretmek için sırıtıyordu. Nihal geçti, sofanın bir kapısından yatak odalarına giden bir dehlize girilirdi. Üçüncü odanın kapısına vurdu.

Mürebbiye her seyrandan avdette çocukların elbiselerini değiştirdikten sonra odasına kapanır, soyunmak, yıkanmak, tekrar giyinmek için saatlerle orada kalırdı. Bu esnada ihtiyar kızın mahrem hücresi çocuklara, herkese karşı mesduttu.

Nihal bağırdı:

“Matmazel! Babamın yanına gider misiniz? Sizi görmek istiyor...”

Sonra, cevabı işitmeden kaçtı, tekrar sofaya çıktı.

Sofada şimdi araba cevelanı başlamıştı. Seyirciler bile çoğalmıştı: Nesrin hâlâ elinde şemasıyla iskemlenin serbest kalmasına muntazırdı; Şakire Hanım’ın kızı Cemile –henüz on yaşında bir çocuk– oyuna iştirak etmek için hevesle dolu gözleriyle seyrediyor, Nesrin’i çağırmak için yukarı çıkan Şayeste –Şakire Hanım’ın izdivacından sonra baş kalfa olan– ara sıra: “Kız, ne duruyorsun? Aşağıda göz gözü görmüyor, beyefendi ne der?” sualini fırlatarak Bülent’in seyranına bakıyordu.

Nihal oturdu. Evvela biraz tereddüt ederek oyuna ufak bir fasıla veren Beşir, onun itiraz etmediğini görerek tekrar üzerinde Bülent’le iskemleyi çekmeye başlamıştı.

Ara sıra Mlle de Courton çocukları Beyoğlu’na indirir; onları, öteden beriden bin türlü şeyler almak heveslerine serbest bir cevelan vermek için, mağazadan mağazaya dolaştırırdı. Bu seferler esnasında Bülent’i en ziyade çıldırtan araba seyranıydı. Yaz kış mahkûm oldukları yalı hayatından böyle nadir vesilelerle kurtularak arabada gezmek onun için bir bayramdı.

Şimdi Beşir’le beraber Beyoğlu’nda böyle bir araba seyranı yapıyorlar, koltukların önünde tevakkuf ederek mağazalara uğruyorlar, ufak tefek alıyorlardı:

“Arabacı!” diyordu; “Şimdi Bon Marché’ye!.. Ah! geldik mi? Evet, geldik! İşte camlığın içinde bir kılıç!.. Baksanıza, bu kılıç kaç lira! Beş lira mı?.. Hayır, pahalı! Onbeş kuruş... Amma iyi sarınız? Hazır mı?.. Ne kadar da uzun! Arabaya sığmayacak...”

Kim bilir, bu, hayalhanesinde o kadar büyüyen kılıç, ne kadar uzun bir şey oluyordu ki Bülent güya elinde tuttuğu paketi koyacak bir yer bulamıyordu. Sonra nihayet arabanın bir köşesine sıkıştırarak bir itminan nefesiyle arabacıya o tekrar emir veriyordu:

“Şimdi şekerlemeciye, Lebon’a!.. Biliyorsun a, arabacı, şekerlemeci Lebon’a!..”

Araba hareket ediyordu. Cemile nihayet dayanamamış, iskemleyi arkadan itmek suretiyle oyuna karışıyordu; Nesrin: “İlahi! Paşam, beni işimden alıkoydun!” diyerek iskemlesinden vazgeçmiş, aşağıya inmişti. Şayeste öteden bağırıyordu: “Beşir, çok koşma!.. Çocuğu düşüreceksin.”

Nihal, hareketsiz, sakit, asabına çöken bir gevşeklikle, Bülent’in gevezeliklerini dinleyerek, dalgın dalgın gözlerle duruyordu. Bülent şimdi şekerlemeciye diyordu ki:

“Hayır, hayır! Anlamadınız. O değil, öteki sepet, görmüyor musunuz? İşte üstünde torbası, kurdelelerinin arasında bir kuşu var... Onu ağabeyime götüreceğim. Bildiniz ya? Behlül Bey... Haniya bana her vakit çikolata getirir... İçine fondan koydunuz mu? On tane de kayısı koyunuz... Tamam!.. Aman bozulmasın...”

O vakit büyük ihtiyatla güya şekerlemecinin elinden sepeti alıyor, “Burada dursun, dizlerimin üstünde!..” diyor, sonra arabacıya tekrar emir veriyordu:

“Köprü! Köprü’ye!.. Artık alınacak bir şey kalmadı... Çabuk ol, vapura yetişemeyeceğiz, koş, koş... Geç kalırsak beybabama ne deriz?..”

Öteden Şayeste, Beşir’e yine bağırıyordu:

“Şimdi konsola çarpacaksın. Sen de!.. Çocuğun dediğine bakıyorsun.”

Bülent artık Mlle de Courton’un taklidini yapıyor, iki elleriyle başını tutarak ihtiyar kızın Fransızcasıyla:

“Oh! Aman yarabbi!.. Zannolunacak ki bir kasırga içinde yuvarlanıyoruz…” diyordu.

Sonra birden Türkçeye, fakat Mlle de Courton’un Türkçesine çevirerek arabacıya bağırıyordu:

“Ağabacı, duğ! Duğ!..”

Bülent, ihtiyar mürebbiyenin tavrını, edasını, telaşını o kadar güzel taklit ediyordu ki, Nihal’in ince dudaklarında bir tebessüm beliriyordu; birden yanı başında Mlle de Courton’un sesini işitti:

“Nihal! Kapıma siz vurdunuz, değil mi?”

Sıçrayarak, derin bir hülyasında birdenbire uyandırılmış gibi ayağa kalkarak, bir saniye cevap veremedi; sonra tahattur ederek ve birden kalbinde meçhul bir musibetin önsezen korkusu uyanarak haber verdi:

“Beybabamın yanına inmenizi söylemiştim, sizi görmek istiyor...”

Bir şey daha ilave etmek istiyormuşçasına duruyordu, sonra o ilave olunacak şeyi bulamayarak ve gözlerini Mlle de Courton’un yüzünden ayırarak oturdu.

İhtiyar kız aşağıya inerken o, gene Bülent’i seyretti. Bülent arabacıya Köprü için emir verdiğini unutmuştu, şimdi Taksim Caddesi’nden iniyorlardı: “Hah! Burada duralım,” diyordu; “artık biraz bahçede gezeriz...”

Nihal, gözleri Bülent’in arabasına dikilmiş, fakat artık kardeşinin ne dediğini işitmiyordu; küçücük dimağında siyah bir bulut parçalanmış, orasını gecelere boğmuş gibiydi.

 

***

 

Bu akşam sofrada Behlül’den başka hep sükût ettiler. Bülent yorgun, vaktinden evvel uykusu gelmiş, somurtuyordu. Behlül tuhaf bir hikâye anlatıyordu galiba.. Söylerken gülüyor, hatta kahkahaları ötede Nihal’in arkasında duran Beşir’e bile sirayet ediyordu.

Nihal onun yüzüne bakmıyordu. Bir aralık gözlerini bir kuvvet cezbetti; Behlül’ü dinliyor görünmek için gülümseyen babasının garip, güya ifadesinden merhametler saçılan bir nazarla kendisine baktığını gördü. Bu nazar onu sıktı, gözlerini çevirdi, fakat hep bu gözlerin bakışındaki ağırlığı hissediyordu.

“Kızım! Bu akşam yine etlerini yemiyorsun?”

Bu her sofrada tekerrür eden bir nakarattı. O zorla et yerdi, Adnan Bey için bu bir daimi dertti. Boğularak cevap verdi:

“Yiyorum, babacığım!..”

Ağzında lokma büyüyor, mümkün değil yutmak için kuvvet bulamıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısında Mlle de Courton’a baktı. İhtiyar kız dalgın ve güya bir facianın matemini tutuyor zannolunacak kadar gamla dolu bir nazarla ona bakıyordu. Birden, tayin edilemez bir rikkat, babasıyla bu ihtiyar kızın iki taraftan merhamet nazarı, o kendisine ağlıyor gibi bakan nazarları arasında bulunmaktan mütevellit derin bir mazlumiyet yeisi duydu. Bu iki nazar ona babasıyla mürebbiyesinin mülakatı neticesi göründü, daha mahiyetini keşfedemediği musibetinin orada beliğ bir senedini okumuş oldu. Lokmasını hâlâ yutamıyordu, birden boğazına bir şey tıkandı; ve oraya, sofranın üzerine kapanarak, zapt olunmaya vakit bulunamadan coşan gözyaşlarıyla, şedit hıçkırıklarla ağladı...

 

***

 

Ertesi gün, sabahleyin, babasının iş odasına girdi: “Baba!..” dedi; “Bugün benim resmime çalışacak mısınız?” Sonra, oraya girmek için bir vesile olan bu sualin cevabını beklemeyerek koştu, kollarıyla babasının boynuna sarıldı, başını omuzuna koydu: “Baba!..” dedi; “Beni yine seveceksiniz, şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?”

Babası, dudaklarına sürünen bu yumuşak saçları öperek mırıldandı:

“Elbette!..”

Nihal, bir saniye, güya söyleyeceği şeye kuvvet bulmaya çalışarak durdu; sonra başını babasının omuzundan, güya ziyasından korkup da kaçırmamak istediği bu istinat noktasından kaldırmayarak: “Öyleyse zarar yok, gelsin!..” dedi.

 

Loading...
0%