Yeni Üyelik
21.
Bölüm

20. Bölüm

@halitziyausakligil

Nihal sabahleyin kalkar kalkmaz penceresini açtı. Akşamdan karar verilmiş bir işi vardı: Mlle de Courton’a mektup yazmak ve bu defa, o vakte kadar hiç bahsedilememiş bir şeyden, Behlül’den, saadetinden bahsetmek. Karşıda, Heybeli’nin yeşil sırtları, beyaz binaları güneşin mebzul tufanları altında yıkanıyor, hafif bir nesim muattar buselerle Nihal’in sarı saçlarını öpüyordu ve önünde güneşli mavi dalgalarını seren denize bakınarak beyaz oda, bu sabah handesinde daha başka bir inbisat hazzıyla gülümsüyor gibiydi.

Nihal mesuttu; pek iyi bilmeksizin, gece, hemen yemekten sonra, halasından, herkesten, hele Behlül’den kaçmak, sanki mürüvvetsiz bir dakikanın sert temasıyla bu nazik saadet rüyasının incinmesinden korkarak odasına çekilmek istemişti ve burada kendisini yalnız bulunca birden taşan bir ihtiyaçla o dakikada, yanında, bu mahremiyetin samimiyetinde saadetinden bahsolunabilecek birisini istemişti, öyle birisi ki onun vücuduyla bu yalnızlık muhtel olmuş olmasın, öyle birisi ki ona yalnız uzaktan bakan bir hayal-i şefkate benzesin. Mlle de Courton’u düşünmüştü; söylenecek şeyleri ona söyleyecekti, ona yazarken ihtiyar kızın behiç ve mütebessim çehresini görecek, onun gözlerinin altında, kitab-ı kalbinde açılıveren bahar sahifesini takrir edecekti. Bu sahife, bu saadetler, güneşler vaat eden sahife o kadar meyus ve gözyaşlarıyla harap olmuş sahifelerden sonra geliyor, onların acılıklarına öyle incila ve neşveyle hatime veriyordu ki onu dinlerken ihtiyar kız da Nihal kadar mesut olacaktı. Son gece, mini mini Nihal’ine öyle söylememiş miydi? Onun mesudiyetinden haber aldıkça bahtiyar olacağından bahsetmemiş miydi?

Sonra, yazmak üzere, iskemlesine oturunca, mumunun titrek ziyasıyla gözleri boş kâğıdının üzerine dikilmiş, dalmış ve bu münevver sahifenin ilk kelimesini bulamamıştı. Onda hafi, hallolunamayan bir korku, bu saadetin gaşyeden havasında onu ufak bir lerzişle titreten bir nefes vardı ki bahtiyarlığına büsbütün nefsini teslim etmekten menediyor ve bu yeni şeffaf ufkun üzerine sanki ancak mahsus, ince bir zulmet hattı çiziyordu.

Kendi kendisine bu hissi anlamak istemişti. Yalnız kalbinde derin bir ıstırap noktası acılığıyla sızlayan bir şey buluyordu. Bu izdivaç onun değil başkalarının saadeti için düşünülmüş, onlar için yapılmıştı. Bilinemez nasıl muavveç, muzlim izler takip ederek babasını, gizli gizli, Firdevs Hanım’la, Behlül’le bu izdivacı hazırlıyor, büsbütün rahat kalmak için bu hırçın kızdan kurtulmaya çalışıyor görüyordu. O zaman babasına azim bir kinle düşman oluyordu. Kaç kereler bu hissin sevkiyle, onlardan intikam almak için, bu latifeye nihayet verecek bir isyana cesaret etmek istemişti; fakat her defasında onu meneden, galebe çalınamaz bir zaafla bu latifenin devamını arzu ettiren bir gevşeklik hissetmişti. Behlül’ü seviyor muydu? Kendi kendisine bu suali irat ederken verilecek cevaba kuvvet vermek için başını sallamaya lüzum görerek:

“Zannetmem!” diyordu, fakat yine kendi kendisine itiraf olunan bir hakikat vardı: Behlül’ü belki sevmiyordu, lakin onun tarafından sevilmek istiyordu. Bahtiyar olmak için bunu kâfi buluyordu; sonra bu gece o latife, bir hakikatle bitiverince birden Nihal kalbinin o zamana kadar meşkûk kalan satırlarını okuyuvermiş oldu: Evet, o da Behlül’ü seviyordu. Ve kim bilir ne vakitten beri? Evet, onu seviyordu, yalnız ona zevce olabilirdi. Bunu artık itiraf ettikten sonra büyük bir yükten kurtulmuş oldu.

Ve bu, böyleydi de yine bahtiyarlığından bahsedebilmek için bu beyaz kâğıdın üstüne konacak bir kelime bile bulamıyordu. Yazmaktan vazgeçti, sabahleyin yazacaktı, söylenecek şeylerin heyecanı geçtikten sonra sükûnla yazabileceğinden emindi; fakat bu sabah, penceresinden geniş bir dalgayla giren güneşin altında, bu mavi denizin karşısında yalnız iki satır yazabildi:

“Matmazel!” diyordu; “Nihayet mini mini Nihal’iniz yalnız yaşamaktan vazgeçerek elini birisine uzatıyor, pek tanıdığınız birisine ve mini mini Nihal o kadar bahtiyar, o kadar bahtiyar ki size bu birkaç kelimeden başka yazacak bir şey bulamıyor.”

Nihal giyinirken kapısına vuruldu ve halasının sesi:

“Nihal, açar mısın?” diyordu.

Nihal kapısını açtıktan sonra hala perişan bir çehreyle, dağınık beyaz saçlarla girdi:

“Nihal, haberin yok!” dedi; “Beşir bir fena gece geçirdi ki!.. Dün gece üşümüş olacak bu gece bütün ateşler içinde yandı, yalnız şimdi baygın uyuyor.”

Nihal sapsarı; gözlerinin etrafında seri ihtizazlar uçarak dinliyordu. İhtiyar hala derin bir yeisle başını sallayarak ve Nihal’in yataklığına dayanarak ilave etti:

“Bu çocuk... Öyle zannediyorum ki...”

Bitirmedi. Nihal’le birbirine bakıyorlardı. Nihal ellerini kilitleyerek azim bir yeisle:

“Lakin bir çare, bir çare halacığım? Beşir’i kurtarmalı. Değil mi halacığım, Beşir kurtulur, değil mi?”

Nihal’de öyle bir meyus telaş, bu istimdadında öyle bir feryat vardı ki ihtiyar hala birden bulunan sükûnla teminat vermeye lüzum gördü. Şüphesiz o kadar korkulacak bir şey değildi. Tabibe haber gönderilmişti. O katranlar iki gün içinde bile iyi tesirler icra etmişti. Yalnız dün gece, rutubetten öksürükler iştidat etmiş olacaktı. Bu uykudan sonra büyük bir itidal muhakkaktı.

Beşir’i yatağında, baygın, uyuyor buldular. Nihal yatağın yanında, bir kelime söylemeyerek, gözyaşlarını salıvermeye müheyya, gözleri Beşir’in bir gece içinde süzülüvermiş, büsbütün donuklaşmış çehresine dikilerek, hâlâ gelmeyen tabibe sabırsızlanarak, bekliyordu. Bir aralık Beşir gözlerini açtı, en evvel, donuk, sanki hâlâ uyuyan gözleriyle Nihal’i gördü; başının bir cehdiyle doğrulmak, yastığının üstünde kalkmak istedi, sonra yavaşça, dalgınlığının arasında bulanık gözleriyle Nihal’e gönderilecek bir tebessüm bularak tekrar uyudu. Nihal istimdat ederek etrafına bakıyordu. O zaman Behlül’ü tahattur etti. O neredeydi? Nesrin haber verdi: İskeleye gitmişti.

Tabip uzun, bitmek tükenmek bilmeyen intizarlardan sonra geldi. Nihal hep ayakta, yatağın yanında, uyuyan Beşir’e bakarak beklemişti. Muayenede bulunabilmek için kuvveti kifayet etmedi. Odanın kapısında bekledi. Tabip onu temin etti:

“Sizi beyhude korkutmuş!” dedi; “Biraz dikkat, biraz soğuktan, hususiyle –söylerken gülüyordu– gece seyranlarından tahaffuz...”

İkmal etmiyor, küçük bir tebessümle zayıf bir ifakat ümidi bırakarak Nihal’in elini sıkıyordu:

“Ondan sonra, küçük hanım!” diyordu, “Hasta odaları hiçbir vakit, hiç kimse için pek iyi bir yer değildir. Anlıyorsunuz, değil mi?”

Nihal dinlemiyor, işitmiyordu. Tekrar Beşir’in odasına girdi. O, uyanık, yatağının içinde oturuyordu. Nihal’i görünce güldü. Tabibin yalnız odadan bir geçmesiyle Beşir iyi olmuş gibiydi. Nihal:

“Nasılsın Beşir?” dedi.

Beşir cevap vermeden evvel etrafına baktı ve odada Nesrin’den başka kimse görmeyerek Nihal’e:

“Buradan gidelim küçük hanım!..” dedi.

Nihal:

“Şüphesiz, gideceğiz elbette, fakat birkaç gün sonra; sen biraz kalkmalısın, davranmalısın,” diyordu.

Beşir hep başını sallıyordu. O bugün, hemen şimdi gitmek istiyordu. Hiçbir şeyi yoktu, şimdi isterse ayağa kalkacaktı. Nihal gülüyor, onu bir çocuk aldatırcasına hiçbir şey vaat etmeden her şeyi umduran kelimelerle oyalıyordu.

Bugün öğle yemeğinde Nihal, ihtiyar hala ile yalnız, karşı karşı, bir kelime söylemeyerek, zihninde bütün Beşir, hemen hiçbir şey yemedi.

 

***

 

Nihal öğle uykusundan sonra odasından çıkarak Beşir’den haber almak üzere iniyordu, birden köşkün önünde bir arabanın tevakkufunu, bir dakika sonra Bülent’in sesini işitti ve atıldı:

“Bülent! Sen misin Bülent?..”

Bülent, Behlül’le beraberdi. Dün akşam gelmediğine nedamet etmiş, sonra bugün ablasına koşmak için Köprü’ye inmişti. Bülent anlatırken çehresinde ezberlenmiş bir mudhike oynayanlara mahsus bir şey vardı, ara sıra Behlül’e bakarak gülümsüyor gibiydi. Nihal dikkat etmeyerek, hatta tamamıyla dinlemeyerek onlara Beşir’den bahsetti:

“Artık Beşir! Kimbilir?..” diyor ve kendine mahsus asabi vaziyetiyle ellerini kilitleyerek cümlesini müthiş ve muallak bir sual halinde ikmal etmiyordu.

Bülent, Beşir’in odasına gitmek için yürüdü, Nihal de tekrar buraya avdet etmek için bir hareket etti, fakat Behlül elini uzattı ve onu tevkif ederek:

“Nihal!” dedi, “Seni bugün burada yalnız bırakmaya mecbur oluyorum, şimdi İstanbul’a inmek lazım geliyor.”

Sesinde öyle garip bir kuruluk vardı ki Nihal şu cümleden ziyade bu sesten tuhaf bir tesir hâsıl etti. Ufak bir sükûttan sonra:

“Sizi bugün hep burada kalacaksınız, zannediyordum,” dedi.

Behlül o zaman dolaşık, uzun cümlelerle izah etti. Tamamıyla unutulmuş bir iş vardı ki demin birdenbire kendisini iskelede görünce aklına gelmişti. Eğer mini mini Nihal’den izin almaya lüzum görmemiş olsaydı hemen vapura atılıp gidecekti. Fakat yarın akşam, elbette, artık onu alıkoyacak bir sebep kalmayarak...

Nihal zapt olunamayan bir sayha ile:

“Demek yarın akşam geleceksiniz!” dedi, sonra birden kıpkırmızı olarak, şüphesiz kalbinin bu saffetinden utanarak kayıtsız görünmüş olmak için ilave etti:

“Size bir zahmet versem yaparsınız, değil mi? Geçerken posta kutusuna atılacak bir mektup! Bilirsiniz a, kime?..”

Nihal, Behlül’ü daha ziyade söyletmek istemedi. O söylerken, bir dakika evvel o izahati verirken, kendisini mustarip eden bir şey hissetmişti. Biraz daha evvel pek dikkat etmeksizin Bülent’i dinlerken de ona benzer bir his kalbini tırmalamıştı. Mektubu almak için odasına çıkıyordu, Behlül onu takip etti. Behlül soruyordu:

“Sana ne getireyim, Nihal?..”

O zarfı kaparken cevap veriyordu:

“Her şey yahut hiç, bir şey getirmeyiniz; mektubumu unutmayınız, yetişir...”

Sonra bunu söylerken birden bu mektubu düşündü. Bu mektup onun saadeti müjdesini îsale memur olan bu kâğıt parçası!.. Bilinemez nasıl, kalbinden ancak bir saniye içinde geçen bir hiras raşesi arasında bu mektubu artık bir parça yalan olmuş buldu; fakat bu his o kadar bellisiz bir iz bırakarak o kadar çabuk geçmişti ki Nihal’i, onu Behlül’e uzatmaktan menedemedi. Behlül cebinden cüzdanını çıkarıyor, tuhaf vaziyetlerle fazla ihtiyatlar alıyor görünerek Nihal’in küçücük mektubunu kaybolmayacak masun bir yere koymaya lüzum görüyordu:

“Burada,” diyordu; “mini mini Nihal’in mektubu artık kaybolamaz. Behlül dünyanın içinde, dünya göklerin içinde kaybolabilir; Mlle de Courton’un mektubu yine buradan kaybolamaz.”

Nihal müphem bir tebessümle gülüyor, fakat cevap vermiyordu. Behlül cüzdanını çıkarırken bir küçük kâğıt parçası yavaşça kaymış, hemen oraya, Behlül’ün ayaklarının dibine düşmüştü. Nihal bunu görür görmez:

“Bir kâğıt düşürdünüz!” demek için ağzını açmak üzereydi, sonra birden doğuveren bir his onu tevkif etti. İstedi ki bu kâğıt orada kalsın, onu görsün, okusun. Öyle zannetti ki bu kâğıt ona Behlül’ün ne için gitmek istediğinden bahsedecek... Demin kendisine gösterilen sebepler asıl söylenmemek istenen bir sebebi saklamak için tertip olunmuş şeylerdi, bundan emindi. Sonra Nihal’de kısa bir mücadele başladı. Başkasına ait bir şeye nasıl elini uzatacaktı? Kendisinden saklanan bir şeyi ne hakla alacaktı?

Bu suallere cevap vermemek için Behlül’ün artık orada durmamasını, hemen çıkıp gitmesini arzu ediyordu; o gittikten sonra, bu kâğıtla yalnız kalınca, artık tecessüs galebe çalacak, onu okuyacaktı. Birden, bu, o kadar ehemmiyet kesbetti ki eğer onu okuyamamak lazım gelse çıldıracağına, yaşayamayacağına hüküm verdi.

Behlül cüzdanını cebine koymuştu, hâlâ kâğıdı görmüyordu:

“Bana gücenmedin, değil mi Nihal?” diyordu.

Nihal cevap vermek için kuvvet bulamadı, başıyla cevap verdi. Sapsarıydı. Behlül çıkarken Nihal bütün mafsallarını gevşeten bir zaafla duvara dayandı. Nihayet kâğıt orada kalmıştı. Dakikalar geçtikçe onun ehemmiyeti artıyordu, sanki onda birçok garip sırlar vaat eden bir hain tebessüm vardı. Nihal’in kulaklarında bir şey uğuldayarak, hareketsiz, göğsü bir helecanla şişkin, dinliyordu. Behlül’ün evden çıkmasına muntazırdı. Daha evvel cesaret edemeyecekti. Uzun dakikalar geçti. Sonra bir araba gürültüsü işitildi. Nihal pencereye koştu. Arabada Behlül başını çevirerek eliyle onu selamladı, bir dakika sonra bir toz kasırgası içinde kayboldu. O zaman Nihal kâğıda koştu, onu aldı, açtı, evvela donuk bir zihinle, bulanık gözlerle, sanki bir bulut içinde, anlamayarak okudu. Yalnız iki satırdan ibaret bir şeydi: “Hepsini itiraf etti. Artık o tasavvur mümkün değil. Bu akşam her halde burada bulununuz.”

Nihal geniş bir nefes-i inşirah aldı. Bunda hiçbir şey yoktu, sonra ancak bir saniyelik bir inşirahı müteakip kalbine ateşnâk bir şiş saplanıyor zannetti. Birden bu iki satır müthiş bir kitab-ı hakikat kesilivermişti. Tekrar okudu. İmza yoktu. İnce, büyümek için kuvvet bulamayarak kavrulmuş çocuklara benzeyen harflerden mürekkep bir yazı, bir kadın yazısı, Firdevs Hanım’ın yazısı...

Evet, bu Firdevs Hanım’ın yazısıydı. Nihal bu iki satırın altında şimdi bir imza değil, Firdevs Hanım’ın kendisini, çehresini, hain nazarlarıyla bir muzlim kuyunun içinden bakıyor zannolunan gözlerini görüyordu.

Artık mümkün olmayacak olan tasavvur neydi? Kim hepsini itiraf etmişti. Elinde kâğıda bakarak ondan daha ziyade esrar istiyor, ona: “Söylesene! Ne için susuyorsun? Artık sen de hepsini itiraf edebilirsin!” diyordu.

Sonra birden, sanki bu kâğıt parçası yırtılarak, ortasından Bihter’in çehresi çıktı. Bihter, evet, Bihter’di, itiraf eden oydu. O zaman Nihal’in beyninin içinde bir bulut, her şeyi dumanlandıran, siyah bir örtüyle boğan bir bulut parçalandı. Artık düşünemiyor, şimdi, zihninde patlayarak başını kırmak isteyen sualleri işitmemek için çalışıyordu ve yine o asap buhranı zamanlarında ensesinden saplanıyor zannolunan çiviler, yavaş yavaş dönen, döndükçe daha ziyade saplanarak delen burgularıyla beynini deliyordu.

Birden ayağa kalktı ve elinde kâğıdı sıkarak:

“Ben de, ben de gideceğim!” dedi.

Yüksek sesle söylüyordu. O zaman, artık zihninde gitmek kararından başka bir şey yaşamayarak, giyindi. Halasına ne diyecekti? Elbette denecek bir şey bulacaktı. Nesrin’e bağırdı. O gelince kati sesiyle:

“Gidiyoruz!” dedi.

Ve onun hayretine kızarak birden hiddetlendi, kısılan sesiyle bağırdı:

“Ne duruyorsun? Ne için öyle yüzüme bakıyorsun? Sana söylüyorum, gidiyoruz, anlamıyor musun? Hemen şimdi...”

İhtiyar hala, Nihal’in sesini işiterek koşmuştu. Bu hemen verilivermiş kararı anlamıyor, kendisine gücenildiğine atfediyor, Nihal’den izahat istiyordu. Nihal hazırlanmakta devam ederek:

“Hiç, hiç!” diyordu; “Hiçbir sebep yok, sizi nasıl temin edeyim, halacığım? Haniya benim arada sırada nasıl tuhaf fikirlerim vardır. İşte onlardan biri, öyle bir fikir! Yarın sabahleyin yine avdet edeceğim...” 

Hararetli hararetli, kesik kesik söylüyor, sonra geçerken kendisine anlayamayarak bakan halasını öperek kapıdan Nesrin’e sesleniyordu:

“Ne kadar uzattın, Nesrin? İşte sen böylesin.”

Artık yapacak bir şey kalmayınca, arkasında çarşafıyla, halasının karşısına oturdu ve kuru gözlerle ona bakarak, bir kelime söylemeksizin, sağ ayağının seri darbecikleriyle tahtaya vurarak, bekledi. Hala tekrar sordu:

“Demek hiçbir sebep yok?”

Nihal gözlerini süzerek, başını sallayarak sakit bir cevapla: “Hiç! Hiç!” demek istiyordu. Odaya Bülent girdi. Bir şey söylemeden ablasına baktı. Nihal onu sanki görmemişti. Bu oyuna, velev masum olsun, tavassut eden bu çocuk, kendisini bedbaht etmek isteyenlerle iştirak eden bir müttehim hükmündeydi. Bülent anlamayarak demin Behlül’ün, şimdi Nihal’in bu azimetleriyle Firdevs Hanım’ın o küçük tezkereyi göndermek için kendisini buraya kadar sevk etmiş olmasının büyük bir münasebeti olduğuna hüküm veriyordu. Neydi o küçük kâğıt parçası ki böyle halasının asude köşkünde birden bir fırtına gibi patlayıvermişti?

Nihal’e söz söylemeye cesaret edemeyerek istifsar eden gözlerle bakıyordu. Nihal’in gözleri hep kendisinden kaçındı. Yalnız Nesrin hazırlanmış olarak çıkınca Bülent cesaret ederek sordu:

“Abla! Beni de beraber alır mısın?”

Nihal yalnız bir kelimeyle, kati ve itiraz kabul etmeyen bir kelimeyle cevap verdi:

“Hayır!..”

Halasıyla öpüştüler:

“Bir iki gün sonra yine buradayım, hala! Benim beyaz odama dokunmayınız…” diyordu; sonra ta merdivenin altında bir şey tahattur ederek arkasından inen halasına döndü, ilave etti:

“Beşir’ime iyi bakarsınız, değil mi hala? Ben asıl sizin için fakat bir parça da onun için avdet edeceğim...”

Nihal halasına eliyle son bir selam göndererek sofanın kapısından geçerken medid bir hayretle donup kaldı. Karşısında Beşir vardı. Şimdi pek bol gelerek üzerinde bir cübbe genişliğiyle duran elbisesini giymiş, hazırlanmış, dudakları, o zavallı kavrulmuş soluk dudakları beyaz dişlerini mesut bir tebessümle açarak, gözlerinde onu dirilten, yeni bir hayatın şulesini uyandıran bir handeyle, Beşir oradaydı; o da beraber gidecekti...

Nihal: “Mümkün değil!” diyordu. Beşir hep o tebessümüyle, hep o hande şulesiyle, birinci defa olarak Nihal’e itaat etmiyor, yapacağından emin bir adam kuvvetiyle bir kelime söylemeyerek Nihal’in el çantasını alıyordu. Bütün ısrarlar onun inadına karşı tesirsiz kaldı.

O, yoldan geçen bir arabaya seslenmiş, kimseyi dinlemek istemeyerek köşkün merdivenlerini inmişti. Nihal’le Nesrin takip ettiler. Vapura yetişemediler. Nihal bunu düşünememişti. Behlül’le bir vapurda bulunmamak ancak tesadüfün bir lütfuydu. İskelede, hamallar içinde bekledi. Vapur, iskeleyi terk edinceye kadar Nihal’i düşünmekten meneden bir şey vardı. Nesrin iki üç kere Nihal’i söyletmek istemişti, o yalnız kaşlarını kaldırarak susuyordu. Ensesinde beynini delen ağrılardan mustaripti. Vapur hareket edince makinenin gulgulesi onu sanki bir rüyadan uyandırdı. Yerinde doğrularak baktı. Nesrin’le yalnızdı. O da kendisine bakıyordu. Tekrar Nihal’den sordu:

“Niçin böyle birdenbire gitmeye kalktınız, sanki? Yoksa yalıdan bir haber mi geldi?”

Nihal, sakin, cevap verdi:

“Hayır, hiçbir şey yok.”

Sonra birden hiddet etti, böyle istintak edildiğine kızıyordu. Önünde bir alay niçinlere tesadüf etmeksizin bir adım atmak mümkün olmuyordu. Şimdi herkes onun işine karışıyordu. Canı inmek istemişti, iniyordu, sonra? Bu kadar adi bir şeye neden karışıyorlardı? Şimdi evde de herkes soracaktı. En evvel babası...

İşte, bakınız, ona, asıl ona böyle inmek istediğinin sebebini anlatacaktı. Ve Nesrin’in yüzüne haykırarak:

“İşitiyor musun? Asıl ona…” diyordu.

Birden boğazında bir şey tıkandı. Bir gözyaşı tuğyanıyla taşacak zannolundu, sonra bu ukde boğazında kilitlendi ve ağlamayarak, bir kelime ilave etmeyerek başını arkasına dayadı, gözlerini kapadı, vapurun sallantısıyla hafifçe sallanarak düşünmek istedi.

Evet, ne için iniyordu? O iki satırı görür görmez her şeyden evvel aklına Ada’dan gitmek, eve dönmek fikri gelmiş ve bu fikir geldikten sonra başka bir şey düşünmeye vakit bulamamıştı. Şimdi ne yapacaktı? Bu sual zihninde tırmalayan bir kalemle irtisam ederken kendisini babasının karşısında görüyordu. O kâğıdı avucunun içinde buruşturarak babasının yüzüne atacaktı:

“İşte, kızınızın hayatını böyle ezdiniz, buruşturdunuz, bir paçavra yaptınız; şimdi artık onu pencereden atabilirsiniz,” diyecekti.

Demek, bu annesinin yerine gelen kadın, bu babasının karısı, bu her şeyi onun elinden yavaş yavaş, insafsız bir gazapla birer birer alan mahluk nihayet son saadeti de almak için tırnaklarını uzatıyordu. Demek onu aldatmışlardı? Demek bu izdivaç bir latifeydi? Hain, onu öldürmek için tertip edilmiş bir müthiş oyundu?

Dizlerinin dibinde Behlül’ü görüyor, onun yalvaran, derin bir rikkat içinde titreyen sesini işitiyordu. Behlül ona yeşil bir ay altında bir aşk yuvası hararetiyle açılan ormanın eteğinde:

“Seni seviyorum, mini mini Nihal!” diyordu.

Lakin şimdi, evet şimdi, bu sabahtan beri, o gittikten sonra, o da Behlül’ü seviyordu. Hatta anlıyordu ki onu her zaman sevmişti. Onun için saadet imkânı yalnız bu izdivaçtaydı. Bu sabaha kadar nasıl bahtiyardı! Mlle de Courton’a yazılan mektubu düşündü: “Mini mini Nihal o kadar bahtiyar, o kadar bahtiyar ki,” demişti. Yarım saat sonra mini mini Nihal o kadar bedbaht, o kadar bedbaht olmuştu ki...

Yalancı kâğıt! Ve acı bir tuhaflıkla bu kâğıt şimdi Behlül’ün cebinde, o yalan saadet müjdesiyle gizli gizli gülüyordu. Birazdan Behlül’ün elleri onu posta kutusuna atacaktı. Birkaç gün sonra o yalan söyleyen kâğıt da uzaklarda Nihal’i düşünen birini aldatırken, kimbilir, Nihal burada ne olacaktı?

Demek bu izdivaç olmayacaktı? O iki satırı zihninde tekrar etti: “Hepsini itiraf etti... Artık o tasavvur mümkün değil... Bu akşam her halde burada bulununuz!”

Birden kalbi bir ümitle titredi. Belki bu hiçbir şey değildi! İhtimal başka bir tasavvurdan, ona hiç taalluku olmayan şeylerden bahsediliyordu. Sonra bu ümide karşı kalbinde hain bir sesin istihza kahkahasını işitiyor ve bir demir elin göğsünü delerek ciğerlerini söktüğünü hissediyordu. Ve bir saniye içinde, bilinemez nasıl serseri birtakım fikirlerin birbirine iltihakından tutuşan bir vukuf leması içinde bu iki satırın arasında gizlenmiş hakikati, asıl o müthiş hakikati gördü. Bu ancak bir saniye içinde parlayan bir şerareydi. O zamana kadar yalnız kendisini bedbaht etmeye çalışan bir kadının hıyanet-i simasından başka bir şey görmemişti. Bu simanın arkasında şimdi o mülevves, o çirkin hakikatin çehresini gördü.

Demek böyleydi?..

Gözlerini açarak Nesrin’e baktı. İhtimal bu hepsini biliyordu. Yalnız o değil herkes, herkes biliyordu, ancak kendisinden saklamışlardı. Onu daha ziyade bedbaht etmek, daha nafiz bir silahla öldürmek için. Onunla beraber aldatılan bir bedbaht daha vardı: Babası!.. Biçare adam! Sonra birden onunla beraber, aynı darbeyle bedbaht olmakta garip bir tesliyet buldu. Bu darbe onu öldürecekti, fakat babasından intikam almış olarak... Bu, kalbini öyle vahşi bir lezzetle dolduruyordu ki babasından intikamını alarak onu öldürecek olan bu darbeyi takdis etti.

Nihayet o hak ve zafer, ihraz etmiş oluyordu; ölerek, can vererek, fakat nihayet anlaşılmış olarak! Babasına gülerek koşacaktı, kâğıdı ona gösterecekti:

“İşte!” diyecekti, “Görüyor musunuz? Behlül kızınıza koca olamayacak, çünkü o annemin yerine gelen kadının âşığıdır. Bu, mini mini Nihal’inizi bir parça öldürecek, fakat ne beis var? Mademki siz İstanbul’un en nefis kadınına malik oldunuz...”

Bunu söylerken nasıl gülecek, sonra böyle gülerken bu babanın ayaklarına düşerek hep öyle, ölmekten mesut, kahkahalarının içinde, ne kadar bahtiyar, can verecek! Evet, işte Ada’dan bunun için kaçmak, eve bunun için avdet etmek istemişti. Babasından intikamının tamam olması için ölmesi lazım geliyordu. Bu fikre karşı bir tesliyet hiffetiyle ayağa kalktı. Artık düşünmemek için pencereden baktı. Vapur Heybeli’den, acele etmeyerek, konuşa konuşa binen yolcuları alıyordu. Uzun uzun bunları seyretti. Vapur iskeleden ayrıldıktan sonra o hâlâ gözlerinin önünde kaçışan dalgalara bakıyordu. Berrak bir sabahtan sonra havada şimdi bir bulanıklık, yağmura bir istidat vardı. Zihninde hiçbir şey olmayanlara mahsus bir kayıtsızlıkla havaya takayyüt etti, uzun uzun etrafa mütekarrip bir yağmur haber vererek dağılan dumanları takip etti, dönerek Nesrin’e:

“Galiba yağmura tutulacağız,” dedi; “yazık yeni çarşafıma!..”

Şimdi çarşafına, bu bahar için Bihter’le beraber yapılan bellisiz yeşil kumlu nefti çarşafına acıyordu. Sonra birden kendi kendisine:

“Mademki artık öleceğim!” dedi. Demek biçare Nihal artık sahih ölecekti. Bu nefti çarşafı bir öksüz kıza verirlerdi. Sonra bütün o sevilerek yapılan elbiseler, çarşaflar, o çekmesinin gözlerini dolduran bin türlü ufak tefek, hepsi birer birer hatırına geldi. Bunlar artık hep beyhude, atılacak, öksüzlere verilecek şeylerdi. Halbuki bunların hepsinde onun bir gönül rabıtası gizliydi, onlarla kalbinin arasında sıkı münasebetler vardı. Bunları, hatta bundan sonrası için düşünülen şeyleri, hepsini unutmak lazım geliyordu. Kadife kaplı iri bir kutu birden gözlerinin önünde açılıyor, ona yeşil gözlerinin münevver handeleriyle bakıyordu. Ve bundan, bu zümrüt takımından da vazgeçilecekti; mademki artık gelin olmayacaktı.

Demek böyleydi?

Zihninde şimdi bu sual tekrar canlanıyordu, yine oturmuş, yine vapurun sallantısıyla hafif hafif sallanarak gözleri kapalı, düşünüyordu. Mütehacim bir teakubla hatırasında küçük küçük tafsilat uyanıyordu. Şayeste ile Nesrin’in o zaman anlaşılmayan, ancak şimdi birer mana kesbeden sözlerini tahattur ediyor, sonra onun mutasavver izdivacından bahsedilirken Şakire Hanım’ın gözlerinin ucuyla garip birisini göstererek, “E?..” deyişini görüyordu. Birden aklına mendil geldi, bir gün Behlül’ün odasında, onun elinde görülmüş o ıslak mendil. O gün bu mendilin hiçbir manası yok iken yine onu meşgul etmişti. Bir şey düşünerek değil, yalnız Bihter’in mendilinin orada, Behlül’ün elinde bulunmuş olmasından mütevellit bir eza duymuş, sonra bunu tamamıyla unutmuştu. Şimdi, aylardan sonra bu manasız şeyi, şu dakikada, bu düşüncelerin, bu işkence saatinin arasında neden tahattur etmişti?

Demek o daima Behlül’ün odasına gidiyordu. O halde onu, evet bu her şeyden habersiz çocuğu ne için aldatmışlardı? Demek Behlül onu sevmemişti. Sevmiyordu; dün gece, dizlerinin dibinde yalan söylüyordu? Doğruldu, gözlerini açarak ta ruhunun sızlayan bir yarasından kopup gelen feryadı zapt etmek için kıvrandı. Nesrin karşısında uyukluyordu.

Onun karşısında hep böyle uyumuşlardı. Lakin artık onları uyandıracaktı; hele babasını, evet, babasını gidip artık sarsacak ve:

“Artık uyanınız,” diyecek; “işte vakit geldi, kızınızı öldürdünüz.”

Ağlayamıyordu, hep boğazında onu tıkayan bir ukde vardı ki gittikçe daha ziyade sıkışarak onu boğmak istiyordu. Ve hep kuru gözleriyle, uyuklayan Nesrin’e bakarak ellerini göğsüne basıyor; artık bir karışıklık içinde, müzdehim, perişan bir cereyanla zihnini dolduran düşünceler arasından, uzun uzun fasılalarla silkinerek kendi kendisine soruyordu.

Demek böyleydi?

 

***

 

Boğaziçi vapurunda geniş bir nefes aldı. Nihayet geliyorlardı. İkide birde başını çevirerek pencereden bakıyordu. Onu düşünmekten meneden geveze hanımlarla beraberdiler. Beşiktaş’tan binen bir hanım vardı ki Nihal’le beraber Köprü’den binen iki hanıma bir dakikalık bir muarefeden sonra veremden ölmüş bir kızının faciasını anlatıyor ve ağlıyordu. Nihal pencereden Beylerbeyi’nin üstünde azim siyah bir küme halinde, muallâkta, parçalanmaya müheyya duran buluta bakarak kendi kendisine:

“Ölmek, veremden ölmek, genç, henüz bir çocuk iken, ne güzel!..” diyordu. Ve babasını ağlıyor görüyordu.

Daha sonra Küçüksu Köşkü’nü gördü, gözleri bir şey arayarak Göksu’nun methalini uzun uzun seyretti, burada verilen ziyafeti tahattur ediyordu. En evvel o gün sabahleyin taşmıştı. Biçare Mlle de Courton, Nihal’in taşkınlıklarına mâni olabilmek için ne kadar telaş etmişti. O da, evet o da bütün hakikati biliyordu. Onun kulağına o cümleyi söyleyen oydu: “Behlül’den sakın!..” Bu cümleyi ihtiyar mürebbiyenin sesiyle işitiyordu ve asıl şu dakikada bu iki kelimenin içinde mühlik muhataralar haber veren manalar buluyordu. O gün Göksu’da, ağacın dibinde, yüreğinin üzerinde birer taş sıkletiyle duran o küçük kederlerini söylerken ihtiyar kız onu nasıl bir şefkat nazarının sıcak deraguşlarıyla tesliye etmişti; şimdi o yüreğini koparan, ezip hırpalayan artık o küçük kederlerden biri değildi, bütün hayatının, bütün saadetinin bir inkırazıydı. Bu adam, daha dün gece onu uyuşturan bir zemzemenin kanatlarıyla yeni açılan parlak bir ufka götüren Behlül, demek sakınılacak bir yırtıcı mahluktu ki onun biçare masum kalbini yırtmak, son katresine kadar onun kanını içmek istemişti. Ve bu canavarı Nihal sevmişti. Sahih sevmiş miydi? Kendi kendisine:

“Hayır, aksine,” diyordu; “şimdi ona adavet ediyorum.”

Göksu, Hisar’ın eski duvarları, ta uzaklarda kalmıştı, o hâlâ dalgın gözlerle bakıyordu. Geldiklerini Nesrin haber verdi. Nihayet, evet nihayet gelmişlerdi. Rıhtımda, öksürmemek için bol esvabının içinde omuzlarını kısarak Beşir önden yürüyordu. Nihal yalının pencerelerine bakıyordu. Birden kendi kendisine sordu:

“Ya değilse, ya olmayacak bir şüphe üzerine yanılmışsa!..”

Bu tezkere bugün gelmiş bir şey olmayabilirdi. Kim bilir ne zamana ait, nasıl bir meseleye dair bir şeydi. İhtimal Behlül bugün onu bırakmak için mücbir bir işini tahattur etmişti. Belki bir dakika sonra yalıda her şey mutat halinde bulunacaktı ve Behlül orada olmayacaktı, hatta gece bile gelmeyecekti. O zaman ne kadar sevinecekti. Bu çocukluğuna gülecek ve sebebini söyleyemeksizin Behlül’den af isteyecekti:

“Beni affediniz, işte yalnız o kadar!..” diyecekti.

Hatta ondan sonra Bihter’i bile sevecekti, onun masumiyeti tahakkuk ettikten sonra şimdiye kadar kendisini Bihter’i sevmekten meneden bütün çocuklukları unutacaktı.

Yalıda, karşılarına gelmek için merdivenlerden atılarak koşan Şayeste’den sordu:

“Behlül Bey geldi mi?..”

Şayeste hayret etti. Behlül Bey kaç günden beri görünmemişti. Ada’da değil miydi?

Nihal onun suallerine cevap vermiyordu. O gelmemişti. Ona bu lazımdı. Şayeste’nin boynuna atılacak, onu öpecekti. Gelmemişti ve gelmeyecekti. Şimdi Nihal bundan emindi. Kendi kendisine:

“Ne çocukluk!” diyor ve çarşafını Nesrin’in kollarına atarken bu çocukluğa gülüyordu.

Adnan Bey, Bihter’le beraber Firdevs Hanım’ın yanındaydı. Bihter sofaya çıkınca hep şaştılar. Nihal gülüyordu; babasına:

“Sizin için,” –sonra diğerlerine bakıp ilave ederek– “hepiniz için geldim!” diyordu, “Yarın sabahleyin Nihal yine kaçacak.”

Bihter’le öpüşmüştü, Firdevs Hanım’a alnını uzattı, sonra beyaz odasını, ihtiyar halasını, seyranlarını geveze bir kanarya şuhluğuyla anlattı. Tuhaf kelimeler buluyor, halasının taklidini yaparak kesik kahkahalarla gülüyordu. Hatta Bihter’e akşam Behlül’le beraber çamlığa çıkarken bir garip tesadüf vuku bulduğundan bahsederek:

“Keşfediniz bakalım, kime tesadüf ettik?” diyordu.

Bihter sapsarı, yalnız Nihal’in Behlül’le beraber arabayla gezdiklerine dikkat ederek takayyüt etmiyor görünmemek için:

“Kime?” diyordu.

Adnan Bey gülerek soruyordu:

“Demek nişanlılar dün akşam seyrana çıktılar?”

Nihal ona yalnız bir kahkahayla cevap vererek Bihter’e tesadüfünü anlatıyordu. Birden kendisini tamamıyla saadetine avdet etmiş buluyordu. İçinde öyle bir sevinç vardı ki onu babasını, Bihter’i, Firdevs Hanım’ı öpmeye, sonra:

“Haberiniz yok, ben asıl öyle bir çocuklukla indim ki…” demeye sevk ediyordu.

Bihter’e anlatırken kendi kendisine karar veriyordu:

“Yarın sabahleyin yine Ada’ya... O, şüphesiz, buraya uğramadan doğru Ada’ya avdet edecek.”

Sonra birden, o behiç saadet nasıyesinde bir keder hattı çizildi:

“Ah!” dedi, “Size Beşir’den bahsetmedim, lakin Beşir ölüyor.”

O zaman uzun uzun anlattı. Beşir’i görmek istediler, Nesrin’i gönderdiler, Adnan Bey tabibe haber gönderilmek üzere Bihter’den rica ediyordu. Nesrin haber getirdi; Beşir avdet eder etmez, başı dönmüş, titreyerek, hatta soyunmadan yatağına girmişti.

Hep telaş ettiler. Adnan Bey’le Bihter koştular, Nihal onları takip ediyordu, sonra birden dönerek Firdevs Hanım’ın yanına geldi ve kulağına eğilerek:

“Babama söyleyiniz ki Nihal muvafakat etti…” dedi ve kaçtı.

Loading...
0%