Yeni Üyelik
23.
Bölüm

22. Bölüm

@halitziyausakligil

Nihal bir cenkten çıkmışçasına yorgun, bu fütursuzluk mudhikesini oynamak için son kuvvetini sarf ettikten sonra sanki kemikleri kırılmış, odasına girer girmez kapısını kilitledi. Artık akşam olmuştu. Behlül muhakkak gelmeyecekti. Demek bu korku bir çocukluktan ibaretti. Bunu nasıl farz edebilmişti? Kendi kendisine gülmeye çalışıyordu. Bu meseleyi düşünmemek için penceresini açarken adeta yüksek sesle:

“Biçare Beşir!” dedi.

Böylece düşüncelerini Beşir’e sevk etmek istiyordu.

Hava tamamıyla örtülüydü, başının üstünde siyah kümelerle birbirinin üstüne yığılan bulutlar vardı. Şüphesiz yağmur yağacaktı. Nihal hemen oraya, penceresinin kenarına dirseğini dayayarak oturdu. Derin bir gulguleyle uzaklarda gök gürüldüyor, tek tük iri iri damlalar ağaçların tozlarla örtülü yapraklarına damlıyordu. Onun da başında böyle küme küme yığılan bulutlar ve ta uzaklarda, beyninin derinliklerinde gürüldeyen uğultular vardı. Sonra bulutların arasında seri, seyyal, mavi bir şuleyle şimşekler tutuşurken o da bir raşe ile sarsılarak, beyninin içinde tutuşup sönüveren şimşeklerle: “Gelmeyecek!” diyordu. Ve tekrar Beşir’i düşünmek istiyordu. Artık Beşir’in öleceğine bugün kanaat hâsıl etmişti. Fakat kendi kendisini, Beşir’i düşünememekten, ona tamamıyla acıyamamaktan muaheze ediyordu. Ne için ağlamıyordu?

Gözlerini açarak şimdi bahçeye, daha sık, daha bol düşen o iri yağmur tanelerine bakıyordu. Bunlardan pencerenin güneşten kavrulmuş tahtalarına düşenler vardı. Elini uzattı, sıcak temaslarıyla bu sıcak yağmur damlaları eline dökülüyordu. Yukarıda, gittikçe kararan semanın üzerinde is renginde bulutlar teakup ediyor, ara sıra derinden, daha sonra pek yakından, hemen, başının üstünden gök gürültüleri çatlayarak yağmur daha mebzul bir cereyanla dökülüyordu. Hava ratıp ve yağmurun ilk sıcaklığından sonra biraz serindi. Bu defa maviden ziyade kırmızı bir alevle siyah bulutlar yırtıldı; o zaman yağmur, artık ince ve sık bir mebzuliyetle, bahçenin kumlarını şişirerek, ağaçları yıkayarak düştü, düştü. Artık Nihal’in gözlerinin önünde siyah bir duvar çekiliyor gibiydi. Gece oluyordu.

Elini çekmişti, mendiliyle kuruluyordu. Ve böyle, uzun uzun elini kurularken düşünüyordu ki artık bundan sonra Behlül gelemezdi. Ne kadar bahtiyardı. Hemen yarın sabahleyin Ada’ya, beyaz odasına koşacaktı. Behlül de oraya gelecekti, ihtimal kendisinden evvel gelmiş olacaktı.

Birden bir ses, babasının sesinden başka bir erkek sesi işitti, sofada Firdevs Hanım’ın yanında sanki birisi vardı, nefes alamadı. Behlül müydü? Biraz pencereden çekilerek dinliyordu, sonra bir ses daha işitti: İnce bir kadın sesi. O zaman tahattur etti: Bu gece için Peyker’le kocasının geleceklerinden bahsolunmuştu.

Sofada gülüşülüyordu. Bütün seslerin üstünde Firdevs Hanım’ın küçük kahkahaları tayaran ediyordu. Nihal kendi kendisine:

“Islanmış olacaklar!..” diyordu.

Sonra bu kahkahalara kızdı. Beşir aşağıda ölmeye mahkûm iken onlar gülüyorlardı.

Kalbinde bir ukdeyle tekrar uzun uzun yağmuru seyretti. Yağmur gittikçe inceleşiyor; semada, hemen örtülmek üzere, parça parça mavilikler görülüyordu. Birden bu siyah bulutlar yırtıldı, parça parça koptu, artık yağmıyordu; bulut parçaları, aralarında gittikçe genişleyen mavilikler, fakat gece mukaddemelerine mahsus esmer mavilikler bırakarak yekdiğerinden uzaklaşıyor; sonra hepsi birden harekete gelerek, birbirinin arkasından, kanatları gergin, acib, iri kuş alaylarını andırarak, uçuyorlardı. Nihal, dalgın, bunlara bakıyordu. Bir aralık sema temizlenmiş göründü, sonra birden esmerliğine sanki bir tabaka gölge daha düştü ve dakikalar geçtikçe bu gölge tabakaları, daha seri, daha koyu, sıklaşıyordu. Artık geceydi.

Nihal kendi kendisine, derin bir inşirah nefesiyle tekrar etti: “Gelmeyecek.” Evet, gelmeyecekti. Karanlık odası ona pek kasvetli göründü. Artık bu odanın yalnızlığından kaçmak istedi. Dışarda hâlâ gülüşüyorlardı. Demin onu kızdıran bu kahkahalar şimdi, tersine, onu cezbediyordu. O da gülecekti. Ayağa kalkmak istedi; fakat onda bütün azasını gevşeten, en küçük bir hareketten üşendiren azim bir keselan vardı. Bu yağmur, bu ilk önce sıcak sonra serin ratıp hava, şimdi bahçeye yığılıyor zannolunan karanlıklar, aşağıda taze ıslak topraklardan yükselen ağır bir rayiha, her şey, onu derin bir uyuşukluk içinde uyutmak istiyordu. Gözleri kapanıyordu, uzaktan parça parça gelen sesler, bir uyku içinde kesik kesik, kopuk kopuk, örtülüyordu. Hatta düşünmüyordu...

İçinden, dışarıda kendisini davet edenlere cevap veren bir ses:

“Geliyorum!” diyordu.

Sonra gözleri kapalı, bu uyuşukluğun içinde, açık sesle:

“Gelmeyecek!” diyor ve kendi sesiyle uyanarak bulanık gözleriyle açık pencereye, karanlık odasına bakıyor ve bu uyuşukluktan silkinemeyerek, mukavemet edilemez bir kuvvet tekrar gözlerini kapıyordu.

Böyle, uyuyor muydu? Ondan, asabını ezen teessürlerden sonra, uykuya benzeyen uyuşukluklar olurdu ki onu uzun bir hastalık kadar sarartır, zayıflatır, gözlerinin altına mavi gölgeler kordu. Böyle ne kadar zaman kaldı?

Kendisine iskemlesinden kalkıyor, odasında yürüyor, mumunu yakarak aynasında saçlarını düzeltiyor, kapısını açarak çıkıyor gibi geliyordu. Artık aydınlık bir yerdeydi, etrafta kalabalık vardı, hep gülüşüyorlardı, o da beraber gülüyordu; sonra birden, bir saniyelik vukuf arasında, kendisini, yine iskemlesinde uyuşmuş, karanlık odasında, şimdi üşüten penceresinin yanında bu uykudan silkinemiyor hissediyordu. O zaman yanında birisinin bulunmasına ihtiyaç duyarak:

“Baba!..” demek istiyordu; fakat sanki boğazını sıkıyorlar, ağzını kapıyorlardı.

Birden:

“Geldi!” dedi. Ve gözleri, korkuyla dolu, karanlığın içinde açıldı. Geldi!..

Bu ses odanın içinde başka birinden çıkmış gibiydi. Sanki birisi, karanlıkta, soğuk bir nefesle onun yüzüne haykırmıştı:

“Geldi!..”

İskemlesinden fırladı. Kendi kendisine:

“Evet, geldi, şimdi orada belki onunla beraber!” diyordu. Bundan emindi: Behlül gelmişti. Karanlıkta, elleriyle araştırarak, bir sairfilmenam yürüyüşüyle kapıya ilerledi.

 

***

 

Bir fırsat dakikasından istifade ederek Bihter annesine:

“Eminim ki Nihal’in hepsinden haberi var!” demişti.

Anne kız, uzun, yekdiğerinden rey istifsar eden sakit bir nazarla bakışmıştılar. Sonra Bihter ilave etmişti:

“Behlül gelmeyecek...”

Firdevs Hanım kati bir sesle, bu meselelerde verilecek hükümlerinin isabetinden emniyetle yalnız: 

“Gelecek!..” demişti.

Ancak bu kadarcık bir muhavereden sonra Bihter’de bir intizar azabı başladı. Behlül’ün geldiğinden bir an evvel haber almak için olmayacak vesilelerle aşağılarda dolaşıyordu. Eniştesiyle Peyker gelince onların yanında, bir aralık kendisini unutmuş, hatta Feridun’la iskemlelerin arasında bir küçük yarış bile yapmıştı.

Fakat gece oluyordu, Nesrin elinde şemasıyla sofanın büyük avizesini yakıyordu. Demek Behlül gelmeyecekti, demek bu gece izdivacının son gecesiydi. Eniştesiyle Peyker gittikten sonra, kocasıyla beraber odalarına çekilirken, o kendi odasında kalacak ve orada hepsini, hepsini itiraf edecekti. Bunu düşündükten sonra birden orada Nihat Bey’in, tuhaf bir hikâyesini dinlerken gülen kocasına baktı, onun bu mütevekkil neşvesinin yanında duramadı, içinden:

“Biçare adam, bu gece kendisini bekleyen şeyden ne kadar uzak!..” diyordu.

Şimdi buradan kaçmak istiyordu. Bir müddet yalnız kalmaya muhtaçtı. Bir aralık bir bahane icat ederek Nihal’in odasına gitmek, onu görmek, ondan bir şey anlamak arzusunu duydu. O, odasında yalnız ne yapıyordu? Buna kuvvet bulamadı. Aşağıya indi. Kendisine işler icat ediyordu. Yemek odasına uğrayarak sofraya nezaret etti, Şayeste’ye fena silinmiş bir tabak için çıkıştı. Sonra Beşir’i tahattur etti. Onun odasında gecikti. Beşir’i istintak etti. O, yatağından çıkmış, oturuyor, kendisini pek iyi buluyordu. Bir aralık Bihter, Beşir’le Ada’ya müteallik görüşmek istedi: 

“Ada’da üşümüş olacaksın!” dedi.

Beşir donuk beyaz gözleriyle ona bakarak hiçbir cevap vermedi. Beşir’in bu bakışında öyle bir adavet vardı ki Bihter devam etmek istemedi.

Bu katran kokularıyla dolu odada daha ziyade duramadı, bunalıyordu. Onu gittikçe daha ziyade istila eden bir heyecan içindeydi, o itiraf dakikasına kadar böyle hummalar içinde kayıtsız kalmak icap edecekti. Bu ne müthiş işkenceydi. Fakat bir kere itiraf ettikten sonra, o zaman artık müsterih olacaktı.

Beşir’in odasından çıktıktan sonra dehlizi geçti, sofaya çıktı, Adnan Bey’in iş odasına girmek üzere ilerliyordu, Behlül’ün odasının kapısını açık gördü.

Gelmiş miydi?

Ancak bir saniye imtidat eden bir tereddütle durdu. Bu bir saniye içinde, odanın karanlığında bir gölge hareket ediyor zannetti. Birden döndü. Artık kocasının odasına da girmeyecekti. Şimdi Behlül’le yalnız kalmaktan korkuyordu. Yukarıya çıkmak için merdivene teveccüh ediyordu. Arkasından takip olunduğunu hissetti, tam merdiven başındaydı, bir adım daha, artık Behlül kendisini takip edemezdi. Yukarıdan kocasının sesi, Feridun’un kahkahaları işitiliyordu, fakat bu adımı atamadı.

Behlül orada, ta yanındaydı. Başını çevirdi. Behlül yavaş bir sesle:

“Niçin benden kaçıyorsunuz?” dedi, “Yalnız bir dakika, ikimizin de selameti için...”

Bihter cevap vermeyerek, bir hareket edemeyerek ona bakıyordu. Behlül ilave etti:

“Nihal’in hepsinden haberi var. Tezkere onun elinde...”

Bihter vahşi bir tebessümle güldü. Hâlâ cevap vermiyordu. O zaman Behlül taştı:

“Lakin siz gülüyorsunuz, bu ikimizi de mahvedebilir. Buna müsaade edemezsiniz.”

Behlül tehdit edercesine Bihter’e yaklaşıyordu:

“Hususiyle aramızda masum bir kız, bir çocuk var. Bu onu öldürmek için kâfidir. Anlıyor musunuz?”

Bihter hâlâ o vahşi tebessümüyle gülüyordu. Birden, pek yakından, zapt olunamamış bir öksürük işittiler; Beşir’in öksürüğü... Behlül Bihter’in gözlerine bakarak:

“Beşir!” dedi, “Beşir burada mı?”

Ve birden anladı. Sapsarı oldu. Demek Nihal inmişti? Demek her şeyi anlamıştı? Derin bir keselanla Bihter’e bakıyordu, sonra amir bir sesle:

“Bu gece geleceksiniz,” dedi.

Bihter, cevap vermeyerek, merdivene dönüyordu; o dakikada merdivenden, yavaşça, sessiz, gürültüsüz, sanki bir gölge kayıyor, düşüyor ve hemen oraya yığılıveriyordu.

Bihter bir dehşet sayhasını zapt edemedi:

“Nihal!..”

Behlül koştu, Nihal orada, ayaklarının altında, gerilmiş asabıyla, kilitlenmiş çenesiyle, uzanmış kollarıyla, dimdik, bir ölü sarılığıyla yatıyordu. Behlül diz çöktü, Nihal’in başını kaldırmak istedi. Bu baş kıvrılmıyordu, Nihal’in dudakları kısılmış, bütün saçlarının dibi bol bir terle ıslanmıştı. Behlül çıldırmışçasına:

“Öldürdük, biz öldürdük,” diyor, sonra Bihter’e bakarak ilave ediyordu:

“Anlıyor musunuz? Biz, ikimiz...”

Bir korku buhranı içinde bağırdı:

“Koşunuz, Nihal, Nihal bayıldı...”

Şimdi hep koşuyorlardı. Herkesten evvel Adnan Bey, anlamayarak merdivenlerden atılmıştı. Sonra Nihal’i, orada, başı Behlül’ün kolunda, merdivene uzanmış görünce anladı. Bütün vücudu titriyordu, eğildi; Nihal’i kucağına aldı. Boğuk bir sesle Nihal’in yüzüne eğilerek, bu açılmayan gözlere rica edercesine:

“Nihal! Nihal! Bana baksana! Nihal!..” diyordu.

Şimdi herkes oradaydı, Peyker Bihter’den soruyordu:

“Ne oldu? Nasıl oldu?” diyordu; Bihter merdivenin kenarına dayanmış, hareketsiz, bu etrafında cereyan eden şeylerden habersiz, donuk gözlerle bakıyordu.

Adnan Bey, Nihal’i bir çocuk hiffetiyle kaldırdı, merdivenden çıkarıyordu. Babasının kucağında, böyle çıkarken, Nihal geniş bir nefes aldı ve gözlerini açarak babasına uzun bir nazarla baktı, sonra bu nazarla ifade edilmek istenen şeyler söylenerek, gözleri tekrar kapandı.

Sofadan geçerken Firdevs Hanım, yerinden kımıldanamayarak, telaşlı bir sesle soruyordu:

“Ne oldu, rica ederim? Nihal mi düştü?”

Behlül takip ediyordu. Nihat Bey hizmet arz ederek:

“Bir tabip bulmak icap ederse?..” diyordu.

Nihal’in odasının kapısında Adnan Bey arkasından gelenlere eliyle rica etti. Kimsenin girmesine muvafakat etmek istemedi. Kendisi tedavi edecekti.

Nihal’in buna benzer baygınlıklarını tahattur ediyor­du; beş yaşına kadar iki kere, şedit, bir kere hafif baygınlıklar gelmişti; ondan sonra, uzun fasılalarla Nihal’de bunu andıracak asabi haller eksik değildi. Bu defa biraz şedit görünüyordu, fakat biraz kolonya ile...

Adnan Bey, Nihal’i yatağında soyarken kendisini dinlemeyerek giren Behlül’e, Peyker’e bu izahatı veriyordu. Nihal gözlerini bir kere daha açarak etrafındakilere baktı. Adnan Bey etrafa rica ederek:

“Yalnız kalsak daha iyi olacak,” dedi.

Peyker çıktı, Behlül kalmak istiyordu, Adnan Bey ısrar etti:

“Hayır, hayır, kimseyi istemem,” diyordu; “göreceksiniz ki yarım saat sonra Nihal yatağından kalkacak.”

Sonra Şayeste’ye de izin verdi:

“Nesrin kalsın…” diyordu.

Adnan Bey’in kalbinde birden bir şüphe uyanmıştı. Nihal’in o gün Ada’dan birdenbire avdetini Nihal için pek tabii bir çocukluk olmak üzere telakki etmiş iken Nihal’i Bihter’le Behlül’ün ayakları altında serilmiş görünce kendi kendisine:

“Bir şey var!” demişti.

Bu şüphe müphem ve o şeyin nevi, mahiyeti düşünülmeksizin peyda olmuş bir histen ibaretti. Sonra, bütün bu kargaşalık arasında, bilinemez nasıl bir hisle, gözleri Bihter’i aramıştı. Bihter ne için orada değildi? Neden herkesle beraber ve herkesten ziyade o telaş etmiyordu?

Nihal’in bileklerini ovuştururken kendi kendisine bunu soruyordu. Sonra, birden ellerinin içinde Nihal’in bileklerini o kadar zayıf, terden şakaklarına yapışan sarı saçlarının altında simasını o kadar süzük ve solgun buluyordu ki, ihtimal bu çocuğu kendi saadetine, hep kendisini düşünmesine feda etmiş olmaktan mütevellit bir azapla kalbi kıvranıyordu.

Nesrin’le yalnız kaldıktan sonra bir müddet bir şey soramamıştı, onu tevkif etmekten maksadı Ada’dan nasıl olup da avdet ettiklerine dair istizahatta bulunmaktı. Bir aralık Nesrin’e:

“Kapıyı kapar mısın?” dedi.

Sonra, kapı kapanınca, cesaret edemedi. Nihal’e bakıyordu.

Nihal şimdi baygın olmaktan ziyade rahat, derin bir uykuda görünüyordu, elleri kolları gevşemişti, uzun uzun, muntazam nefeslerle göğsü kalkıp iniyordu. Onu şimdi bu çocuğun yanında ağlamaya sevk eden bir his vardı. Birden bütün haksızlıkları birer birer, insafsız bir muaheze manasıyla gözlerinin önünden geçiyordu. İtiraf ediyordu ki bu izdivaç bir hata, müthiş, ihtimal tamir edilemeyecek bir hataydı. Evet, bu nasıl tamir olunabilirdi? Bir gün belki, bu hatanın kurbanı, bu mini mini Nihal, bu bir nefesle sönüverecek kadar nahif çiçek, böyle birden, artık bir daha başını kaldırmamak üzere düşüvermez miydi?

Sanki bu hatanın affı temennisiyle eğildi; Nihal’in çenesine, o biraz keçi çenesini andıran zarif sivri çenesine dudaklarını uzattı.

Odanın kapısı gıcırdadı. Giren kimdi? Belki Bihter’di. Başını kaldırıp bakmaya, onu görmeye cesaret edemiyordu. Nihal’in, sıcak, çok güneş altında kalmış bir çiçek nefesine benzeyen, rayihasını teneffüste gecikiyordu. Kapı tekrar açıldı, kapandı, birisinin odada bulunduğunu fark etti, Adnan Bey o zaman başını kaldırdı ve yataklığın ayak ucunda Beşir’i gördü.

Beşir orada, dirilmiş bir heyula heyetinde duruyor ve kavrulmuş dudakları titreyerek, beyazları donmuş gözlerinde vahşi bir handeyle bütün simasını geren derin bir ıstırapla Nihal’e bakıyordu; sonra gözleri titreyerek Adnan Bey’e dikildi, bir şey söylemek isteyerek dudakları kıpırdandı; daha sonra birden döndü, odanın kapısına kadar giderek sürmeledi ve dönerek, söylemeye davet bekleyen gözlerle baktı.

Adnan Bey sordu:

“Ne oluyorsun, Beşir?”

Beşir kuru bir sesle:

“Küçük hanımı öldürüyorlar,” dedi; “artık hepsini söyleyeceğim.”

Ve yataklığın demirine dayanarak, gözleri Adnan Bey’in gözlerinden kaçınarak, başladı. O hepsini biliyordu, kaç geceler soğuklarda, yağmurların altında, karanlık köşelerde gizlenerek, sofanın şehnişininde saatlerle onları bekleyerek, yorulmaz bir tecessüsle takip etmişti.

Söylemeye, kendisini kemiren bu sırrı haber vermeye kuvvet bulamamıştı. Beşir anlatırken, perişan bir tarzda bütün gördüklerini, bildiklerini böyle dökerken ikide birde:

“Size neden haber vermedim?” diyor, sonra bu sualine cevap veremeyerek:

“Haberiniz olsaydı belki böyle olmazdı,” mütalaasıyla Adnan Bey’in yüzüne bakıyordu.

Adnan Bey sapsarı, bir hareket edemeyerek, bir kelime söyleyemeyerek, kulaklarının içinde işittiklerini bir kargaşalık buhranına boğan uğultularla, gözlerini Beşir’den ayırmayarak dinliyordu. Beşir bugün Ada’dan avdeti naklediyordu:

“Bülent Bey geldi, Behlül Bey İstanbul’a indi,” diyordu, sonra malumatına burada bir vukuf fasılası açarak son vakaya atlıyordu.

O, bugün bir şeye, bir büyük vakaya muntazırdı; bu vakayı, odasında, yarı giyinmiş, yatağının kenarında mevut bir şey beklercesine beklemişti. Beşir bitirdikten sonra, bütün kuvvetleri birden sönerek, oraya, Nihal’in yatağının kenarına çöktü ve iki elleriyle yüzünü kapayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Adnan Bey başının üstünde bir dünya parçalanmışçasına, ezilmiş gibi, hâlâ gözlerini Beşir’den ayırmayarak duruyordu; sonra birden taşan çılgın bir tehevvürle, bir şeyler kırmak, bir şeyler öldürmek isteyen bir feveranla kalktı.

Ne yapacağını bilmiyordu, odanın içinde dönüyordu. Bihter! Bihter! Ona Bihter lazımdı; kollarından tutacak, Bihter’i kıracaktı. Aralık kapısına koştu.

 

***

 

Bihter bu hiç beklenmeyen vakadan sonra, kollarında Nihal’i çıkaran kocasını takip edemeyerek, orada, bir hareket etmeksizin donmuşçasına kalmıştı. Şaşkın gözlerle etrafına bakarak kendisini oradan ayıracak bir başka vakaya intizar ediyordu.

İşte şimdi bütün tasavvur edilen neticelerden başka bir neticenin karşısındaydı. O kâğıt, Nihal’e her şeyi haber verecek olan o iki satır, onun elindeydi; sonra, yavaşça, merdivenlerden inerek burada onları işitmiş, hepsini öğrenmişti. Şüphesiz, şimdi, babasına söylüyordu; babasının boynuna sarılarak, hıçkırıklar içinde:

“Baba! Sizin bana koca yapmak istediğiniz adam Bihter’in âşığı imiş!..” diyecekti. O zaman Adnan Bey, çıldırarak, onu, onların hepsini kollarından tutarak atacaktı.

Kocasına gidip o hakikati itiraf etmek için kendisinde kuvvet bulan bu kadın hakikatin bu suretle meydana çıkmış olmasına karşı titriyordu. Demek buradan, böyle, mülevves bir alüfte zilletiyle atılacaktı ve iki gün içinde bu vaka bütün halka yayılacak, bu memleketin havasında, etrafında handeler serperek, çalkanacaktı. O zaman, Bihter için Firdevs Hanım’ın hayatı başlayacaktı. Etraftan kendisine gülümseyerek bakmak için salahiyet bulan gözler açılacak, yalının şehnişinine mektuplar atılacak ve...

Bütün vücudundan buzlar akıtan bir raşe ile titriyordu.

.... Ve bunları kabul etmek lazım gelecekti. Bunları reddedemeyecekti. Ne salahiyetle? Firdevs Hanım’ın kızı değil miydi? Kocasının evinden kovulmamış mıydı? Bu zillet hayatı boynuna dolanmış bir zincirdi ki onu boğuncaya kadar sürüklemek icap ediyordu.

Kollarını uzatarak boğazını sıkmak üzere uzanan bu zinciri atmak istedi. Her şeye, her şeye, hatta ölüme katlanacaktı, yalnız buna değil... Merdivenden birisi iniyordu. Titredi. Belki kocasıydı. Hayır, bu Behlül’dü ve onun karşısında durdu. Ona perişan, mecnun gözlerle bakıyordu. Birden boğuk bir sesle:

“Ben gidiyorum!” dedi.

Tehlikeyi ancak Nihal’in odasından çıkarıldıktan sonra hissetti. Bu vakayla her şeyin meydana çıkacağını ancak o zaman anlayarak birden karar vermişti: Buradan kaçmak!..

Bihter, kilitlenmiş dişlerinin arasından:

“Alçak!..” dedi.

Behlül ona yaklaştı, gözlerini gözlerine sokarak:

“Ne için? Siz, yalnız siz sebepsiniz!...” diyordu. “Her şey pek güzel bitmek mümkün iken...”

İkmal edemedi. Bihter bir adım geri atmıştı, Behlül’ün yüzüne bir şey düştü. Bu o kadar aniydi ki Behlül birden anlamadı, sonra bir hamlede bu kadının üstüne atılmak, onun kollarını kırmak hevesiyle çıldırdı, fakat derhal bulunan bir itidalle geri döndü ve odasına uğramaya lüzum görmeyerek, Bihter’e son bir kudurmuş nazarla, merdivenlerden atıldı.

İşte o da gidiyordu. Bihter ne yapacaktı? Beşir’in dehlizden çıktığını, merdivenleri yavaş yavaş tırmandığını gördü. Öyle zannetti ki geçerken derin ve vahşi bir lezzetle ona bakıyor. Artık herkeste bu nazarı bulacaktı. Hatta annesinde, hatta hemşiresinde, hatta eniştesinde; hususiyle bu herifin her vakit onun gözlerini inmeye mecbur eden gözlerinde bu nazar ne çirkin manalar kesbedecekti.

Yaşamak, böyle, bu nazarların altında yaşamak? Lakin ne için yaşayacaktı? O zaman ölümü düşündü. Evet, ölecekti. Birden aklına bir şey geldi. Kocasının odasında, yataklığın yanında, küçük dolabın çekmecesinde, sedef kaplı kabzasıyla bir zarif oyuncağa benzeyen bir şey vardı ki onun küçücük ağzını şuraya, işte kalbinin elim bir cerihayla sızlayan şu noktasına koysa ve ancak bir saniyelik bir metanetle, yalnız küçük bir tazyikle dokunsa, her şey, her şey bitecekti. Ve o zaman yaşayan sefil bir mahluk için diriğ edilen merhamet bir ölü için diriğ olunmayacaktı...

Bu fikir ona bütün kuvvetlerini iade etmiş oldu. Yürüdü, merdiveni çıktı. Sofada, köşede, Firdevs Hanım’ın etrafında eniştesiyle Peyker’i gördü. Üç baş birbirine sokulmuştu. Onu görünce başlarını kaldırarak baktılar. Tevakkuf etmeden geçti.

Dehlizin önünde Emma halının üstüne oturmuş Feridun’a kibritlerle bir oyun yapıyordu. Çocuk kollarını uzatarak:

“Teyze!..” dedi.

Kenarda Şayeste ile Nesrin, duvara dayanmış, görüşüyorlardı. O geçerken vaziyetlerini tebdil etmediler. Arkasından onu gülen gözlerle takip ediyorlar zannetti. Nihal’in odasının önünde bir lahza tevakkuf eder gibi oldu: Ya buraya girse? Belki henüz hiçbir şey meydana çıkmamıştı...

O anda bu riya fikrine karşı bir nefret duydu. Artık riya yetişmemiş miydi? İki adım daha attı ve kocasının odasına girdi. Küçük dolaba koştu, çekmecesini çekti. İşte oradaydı. Aldı ve onu eline alırken düşündü ki ihtimal şimdi kocası da gelecek, onu arayacaktı. Bu, pek mümkündü. Lakin mademki ortada öldürülecek bir müttehim var, –bunu düşünürken vahşi bir tebessümle gülüyordu– bu vazifeyi o, kendisi ifa edecekti.

Odasına girerek aralık kapısını sürmeledi. Kaç kereler kocasının hukukuna karşı böyle kapanan bu kapı işte nihayet onun intikam hakkına karşı da kapanıyordu.

Kendisini odasında, elinde o zarif bir oyuncağa benzeyen şeyle, yapyalnız, karanlıkta bulunca titredi. Bütün kuvvetleri birden söndü. Sahih, bunu yapacak mıydı? Böyle genç, güzel, henüz yaşamaya vakit bulmaksızın...

En evvel mumunu yakmak istedi. Her halde karanlıkta ölmeyecekti. Kendisini bir defa daha görmeksizin ölmek... Demek öldükten sonra artık her şey bitecekti, o da, kendisi de bitecekti, artık bir daha yaşamamak üzere? Karanlık, bitmez tükenmez bir karanlık içinde ebedi bir gölge olacaktı?

Elinden silahı bırakmayarak sol eliyle kibrit kutusunu arıyordu; birden aralık kapısının, bir dakika evvel sürmelenen bu kapının gıcırdadığını, birisinin onu açmak istediğini işitti ve birden dizlerini gevşeten bir kesiklikle bulunduğu yerde duramayarak gözleri karanlıkta, hâlâ, gittikçe şiddet kesbeden bir gıcırtıyla sarsılan kapıya dikilmiş bakıyor ve elinde sedef kaplı kabzayı sıkıyordu.

Bu kapı karanlıkta kudurmuş bir intikam hırsıyla gıcırdayan yırtıcı, parçalayıcı bir ağızdı ki ona vahşi bir handeyle sırıtan dişlerini gösteriyor gibiydi; gözleri oraya dikilmiş, beyni donmuş, titriyordu. Bu bir korkunç rüya mıydı?

Sonra, bir saniye içinde bütün hakikat nazarında seri levhalarla deveran ederek tecelli ediyordu. Ve o zaman gittikçe kilitlenen parmaklarının arasında sedef kabzayı daha ziyade sıkıyordu, o kadar ki avucunun acıdığını hissediyordu. Bunu ne için sıkıyordu? Bu menhus şeyi ne için kaldırıp o dişleri gıcırdayan müthiş ağzın önüne atmıyordu? Onu, sahih, kendisini öldürmek maksadıyla mı gidip almıştı?

Şimdi o eline yapışmış, dişleriyle oraya kilitlenmiş bir canavardı; onu silkip atamıyordu. Şimdi o, bu canavarın mahkûmuydu; sanki kendi iradetinin haricinde bir kuvvetle bu küçük zarif oyuncağın siyah ağzı kıvrılıyor, kıvrılıyor, ona çevrilmek istiyordu. Ve artık kapı sarsılıyordu; örtülü, müthiş fırtınalar saklayan bulutlar altında bir sesle kocası ona:

“Açınız, diyorum, lakin neden açmıyorsunuz?” diyordu.

Demek o ne bu kapıyı açmaya, ne bu sese cevap vermeye, ne bu adamın karşısına çıkmaya kuvvet bulamıyordu? Demek böyle zelil, sefil ve müstahkar, titriyordu; hatta kaçamayarak, hatta yalan söyleyemeyerek, hatta:

“Sizi aldatıyorlar!” demeye kuvvet bulamayarak?.. Ve elinde hep o küçük zarif oyuncağın siyah ağzı kıvrılıyor, kıvrılıyor, ona çevrilmek, karanlıkta onu bulmak istiyordu.

Şimdi o ses, sarsılan kapının arasından, adeta yalvararak:

“Bihter!” diyordu, “Açınız, rica ederim. Anlamıyor musunuz? Rica ediyorum...”

O karanlıkta bir adım atmıştı; dişlerini sıkıyordu ve odanın o yığın yığın zulmetlerine gülen asabi, geniş bir handeyle sanki çehresi yırtılıyordu; birden titreyen dizlerine bir şey, bir alçak sandalye, dokundu; ayaklarının önünde onu yürümekten meneden bir duvar yükseldi. Oh!.. Açamayacaktı, o adamın karşısına çıkamayacaktı ve elinde hep o küçük zarif oyuncağın siyah ağzı kıvrılıyor, kıvrılıyor, ona çevrilmek, karanlıkta onu bulmak istiyor ve ikna eden bir sesle:

“Evet, güzel, genç, nefis kadın, senin için yapılacak yalnız bu var!” diyordu.

Kendisini aldatmak isteyen bu hain şeyi silkip atacaktı, ölmeyecekti; bu güzel, genç, nefis kadın yaşayacaktı; sonra birden, artık kırılmaya müheyya, çatırdayan kapının karşısında, bileğinin mukavemetine bir keselan geldi, sanki onu bir kuvvet büktü, mağlup etti, nihayet o siyah ağız kıvrıldı, kıvrıldı, bir yılan hıyanetiyle, karanlıkta, o elim aşk cerihasıyla sızlanan noktayı buldu.

 

***

 

Nihal ancak üç gün odasında hasta kalmıştı, fakat üç aydan beri nekahet hali devam ediyordu.

Babasına tabipler:

“Burada kalmayınız, kızınıza Ada’nın mebzul güneşleri, sık çamları altında uzun seyranlar yaptırınız!” demişlerdi ve üç aydan beri Ada’da, ihtiyar halanın tek atlı arabasında sabah akşam baba ile kıza tesadüf olunuyordu.

Biri daha ihtiyar, diğeri daha çocuk olmuş gibiydiler; onların pek az görüşerek, fakat birbirine pek çok sokularak arabada yan yana bir duruşları, çamlıkta biri ötekinin koluna asılarak bir yürüyüşleri vardı ki onlara, birbirinden şifa bulan iki hasta halini verirdi.

Baba ile kız arasında ne Behlül’e, ne Bihter’e dair bir küçük kelime teati edilmemişti. O menhus hatıradan kaçıyorlardı, maziden son seneleri unutmuş gibiydiler; istikbal için, nadir dakikalarda iki kelimeyle, hülyalar kuruyorlardı:

Adnan Bey ihtiyar mürebbiyeye uzun bir mektup yazmış ve ondan kısa bir cevap almıştı: Mlle de Courton kış iptidasında gelecekti, Şakire Hanım’la kocası, Cemile’lerini gelin ettikten sonra artık o iki taze güvercini yuvalarında rahat bırakarak hayatlarının son senelerini yalıda ikmal edeceklerdi, Bülent mektepte geceleri kalmayacaktı. Yine bahçede uzun koşuşlar olacak, o küçük mutfağın parlak takımları arasında kitaplarda bulunmuş tarifnamelerle tatlılar yapılacaktı. Hayat yine onlar için müebbet bir bayram olacaktı, mademki artık baba kızına, kız babasına avdet etmişlerdi.

Yalnız Beşir eksikti. Nihal:

“Oh!.. Biçare Beşir!” der, sonra bu feci hatırada tevakkuf etmek istemeyerek ilave ederdi:

“Değil mi, baba? Ne kadar güleceğiz, haniya evvelleri nasıl gülerdik...”

Ve mesut zamanının mesut kahkahalarından birini bulmaya çalışarak, kesik, kuru, içinde bir ıstırap şehkası ağlayan bir kahkahayla kollarını babasının boynuna dolar, dudaklarını uzatır, ta çenesinin altından o kılsız noktadan öperdi.

 

***

 

Ağustos nihayetinin bir akşamıydı, baba kız yine seyranlarına çıkmışlardı; artık döneceklerdi, birden Nihal terbiyeleri babasının elinden aldı:

“Rica ederim, biraz daha, baba!.” dedi, sonra babasına donuk beyaz bir safha şeklinde parlayan ayı göstererek ilave etti: 

“Bakınız, bize fener çekiyorlar.”

Bunu söylerken dudaklarında bir tebessüm vardı, sonra bu tebessüm elim bir hüsran manasıyla dudaklarının üstünde kaldı. Başı biraz öne mütemayil, gözleri süzgün, artık esmerleşen yolun üstünde bir hatıranın uçan hayalini takip ederek daldı. İşte onlar, mesut nişanlılar, tek atlı arabalarının hafif seyranıyla uçarak, mesut, kalpleri aşklarıyla dolu, başlarının üstünde sevişenler için çekilen bir fenerle, koşuyorlar, koşuyorlardı.

Nihal kamçısıyla atın karnını okşayarak bu müphem saadet hayaline yetişmek, kendisinden kaçan bu şeyi yakalamak istiyordu. Sonra birdenbire silkinerek, artık ümidini kaybetmişçesine, durdu:

“Burada biraz inelim mi?” dedi.

Onunla beraber burada yarım saatlik bir istiğrak içinde neler duymuştu!.. Yine deniz uzak bir feşfeşeyle mahrem neşideler söylüyor, yine ay beyaz ziyalarıyla etrafa baygın bir inbisat handesi yayıyordu; fakat... Nihal düşünmemek için, görmemek için kalbinde acı bir düğümle, babasının koluna asılıyor, onun omuzuna başını koyuyor. Ve kendi kendisine:

“Artık hep böyle!..” diyordu.

Evet, hep böyle ve bununla mesut olacağına yemin ediyordu. Gözlerini kapayarak o saadet hatırasını muazzez bir mevta hatırası hükmünde, ta kalbinin derinliklerine defnedecek ve babasının koluna asılarak, başını omuzuna koyarak mesut olmak için çalışacaktı.

Bunu düşünürken babasını yavaş yavaş çekerek götürüyordu, çekti, çekti, bir de çamlığa, o yeşil sevda aşiyanına, o bir zümrüdün içinde oyulmuş rüyaya avdet etmek istiyordu; sonra çamlığın ta kenarında durdu; ilerlemekten onu meneden sanki bir el vardı.

Orada durarak bakıyordu; belki onlar içerideydiler, o mesut nişanlılar: Behlül’le Nihal... Acı bir tebessümle dudakları titriyordu, birden bunu düşünmemek için nefsine cebretti, zihninden geçen bu şeyin babasını mahzun etmesinden korkuyordu. Artık bundan sonra hayatını babasına medyun değil miydi? Yalnız ona?..

Şimdi bu baba kız yaşamak için birbirine merbut, muhtaçtılar. Bunu tekrar ederken zihninden bir şimşek süratiyle bir korku geçiyordu: Ya ikisinden biri yalnız kalırsa? Sonra bu korkudan kaçmak için babasını çekiyor:

“Artık kaçalım!” diyordu ve gözlerini kapayarak, kalbî bir duayla o korkuya cevap veriyordu:

“Beraber, hep beraber, yaşarken ve ölürken...” 

 

SON

Loading...
0%