Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm

@halitziyausakligil

Mlle de Courton’un, Behlül’ün o kadar istihzalarına hedef olan serpuşları ne derece müzeyyen, mutantan ise sergüzeşti bilakis o derece sade, muhtasardı. Servetinin son kırpıntılarını Paris’in Longchamps koşularında kaybettikten sonra ancak bir kuş kafasını doldurabilecek kadar beynini kurşunla yakan bir babanın kızıydı; o vakit evlenmek için pek geç kalan Mlle de Courton ya ailesinin bütün asalet tarihini lekeleyecek bir hayatla Paris kaldırımlarına düşmek, yahut ömrünün sonuna kadar fakir fakat asilzade bir kız sıfatıyla vilayetlerden birinde, hısımlarının yanında sığınacak yer bulmak çarelerinden birini ihtiyara mecburdu. İkincisini tercih etti. Hatta burada tamamıyla sığınmış bir mahluk menziletinde kalmamak, sofrada yediği ekmeği kazanmış olmak için evin çocuklarının talim ve terbiyesini üzerine almıştı. Bu hayatının o veçhesini tebdil etmiş oldu. Bir gün ufak bir iğbirar, o iğbirarın arasına giren küçük bir fırsat sebep olarak bu fakir asilzade kız, ta Fransa’nın bir köşesinden Beyoğlu’nun güzide bir Rum ailesine mürebbiyeliğe geldi. Burada uzun bir zaman, İstanbul’un Beyoğlu’ndan Şişli’ye, Köprü’den Büyükdere’ye kadar sokaklarından, denizlerinden başka bir yerini bilmeyerek senelerce kaldı; Adnan Bey’in yalısı mürebbiyelik hayatının ikinci ve galiba sonuncu sahnesiydi.

Nihal henüz dört yaşındaydı. Adnan Bey bir mürebbiyeye lüzum gördü. Çocuklarına mürebbiye arayanlara ilk kabul ettirilmek istenilen mahluklardan, o henüz Fransa’dan geldiklerini iddia eden, ancak bir nihayet iki yerden ziyade bulunmuş olduklarını itiraf etmeyen, rahibelerin yetimhanelerinde yahut terzi çıraklığında nakıs öğrenilmiş Fransızcalarını sahte bir telaffuzun süslerine boğmaya çalışan kızlardan takım takım gelmişlerdi. Adnan Bey’in müşkülpesentliğine galebe çalabilecek bir tanesine tesadüf olunamadı. Bazen ikinci günü bir bahaneyle izin verilmeye lüzum görülenlerden nihayet iki ay oturmalarına tahammül edilebilenlerine kadar bunların her çeşidinden iki sene bir geçit resmi yapıldı. Bugün Alman olduğunu iddia ederken ertesi gün Sofya Yahudilerinden olduğu anlaşılan, geldiği zaman bir İtalyan kocadan dul kalmış görünerek bir hafta sonra hiç teehhül etmediğini ağzından kaçıracak kadar yalancılıkta hatırası sağlam olmayan bu mürebbiyelerden o kadar korkmuştu ki Adnan Bey kızı için başka çareler düşünmeye başlamıştı.

Bir tesadüf –İstanbul’da mürebbiyeler için ancak tesadüfe itimat olunabilir– Adnan Bey’e o bulunamayan şeyi buldurdu: Mlle de Courton.

Mlle de Courton’un İstanbul’da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk memleketinde bir Türk hayatıyla yaşamak... Adnan Bey’in yalısına girerken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan içinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan hayrete münkalip oldu. O, mermer mefruş azim bir sofa; taştan sütunlar üzerine kondurulmuş bir kubbe; cabeca, sedef işlenmiş, şark halılarıyla döşenmiş sedirler; bunların üzerinde elleriyle çıplak ayakları kınalı, gözleri sürmeli, başları daima yaşmaklı, sabahtan akşama kadar zenciyelerin darbukalarıyla uyuyan yahut bir kenarda küçük gümüş mangaldan amber kokuları etrafa dağılırken elmastıraş nargilelerinin yakutlara zümrütlere müstağrak marpuçlarını ellerinden bırakmayan çifte çifte kadınlar tahayyül etmiş, bütün o Garp muharrirlerinin, ressamlarının Şarka dair hurafe ve efsanelerinden hatırasında kalan uzak yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey olabileceğine ihtimal vermemişti. Kendisini yalının şık küçük misafir odasında görünce istifsar eden gözlerle delilesine bakmıştı: “Sahih! Beni bir Türk evine getirdiğinizden emin misiniz?”

İhtiyar kız hülyasında aldatılmış olduğuna bir türlü kanaat edememişti, işte senelerce Türk kibar hayatının içinde yaşamış iken hâlâ kalbinde bir şey o mefruz Şark hayatının mutlaka mevcut olmasına inanmak ister.

Aradığının hilafını bulanlara mahsus bir şevk inkisarıyla daha birinci günü avdet etmek emelini duymuştu; avdet edecekti, eğer o gün soluk, süzgün mariz simasıyla, iki senedir ikide birde tebeddül eden bu mürebbiye çehrelerinden bezgin, yorgun bir vaziyetle gelen, ona mini mini elinin ince parmaklarını müessir bir teslimiyet manasıyla uzatan Nihal için kalbinde derhal derin bir merhametle karışık bir muhabbet hissetmemiş olsaydı...

Onun sevmek için azim bir ihtiyacı vardı: Dünyada annesini tanıyamamış, babasını sevememiş, kimse için gönlünde bir merbutiyet duyamamış olan, sevmekten mahrumiyet içinde çırpınan bu biçare kalbin yaşlanmış bekâreti daima sarf olunacak bir şey arar; etrafında bulunan çocukları, bulunduğu evin hizmetçilerini, kedisini, papağanını dost eder; bunlara yüreğinin o saklanmış hazinesini dökerdi; fakat bir gün bu söylenen şeylerde birden açılan bir boşluk keşfederek, kalbinden akan muhabbet selsebilinin nasıl çorak bir kum sahrasına döküldüğünü acı bir vuzuhla görerek beş dakika evvel dostları olan çocuklara, hizmetçilere, kedilere, papağana düşman olurdu.

O gün Nihal’in elini elinden bırakmayarak: “Küçüğüm, bakayım, gözlerinize!..” demiş ve Nihal uzun, uçları yukarıya kıvrık, nigâhına garip bir yorgunluk hali veren sarı kirpiklerini kaldırarak mavi gözlerinde bahar safiyetiyle parlayan bir tebessümle yüzüne bakınca Mlle de Courton delilesine dönerek birden karar vermişti: “Evet, kalıyorum!..”

Ertesi gün bütün ev halkıyla dost oluyordu. Lisanlarını anlamaksızın, yalnız ona gülerek “Matmazel!..” deyişleri için Şakire Hanım’a, Şayeste’ye, Nesrin’e kalbinde derhal muhabbet duymuş; o zaman henüz paytak paytak yürüyen Cemile’yi yerden kaparak hoplatmış; Beşir’in, ortasında küçük bir çukuru, çehresine daimi bir tebessümün dalgalarını seren çenesini okşayarak “Oh! Mini mini siyah mücevher!” demişti. Adnan Bey’in terbiyesinden, zarafetinden pek hoşnuttu; hususiyle o, sofrada kendisine karşı takayyüt eserleri göstermişti. Behlül için o kadar sarih bir meyelan duymamış olmakla beraber muayyen bir soğukluk da hissetmemişti. Fakat bütün bu ev halkının üstünde, hatta Nihal’den ziyade, muhabbeti evin hanımına teveccüh etti.

Nihal’in annesi hasta ve Bülent’e gebeydi. Mlle de Courton evin içinde en son onu tanıdı. İki gün sonra onu, Adnan Bey refakat ederek, hastanın odasına götürmüştü. Tabipler, hastanın yürümesine, gezmesine mümanaat ediyorlardı; genç kadın odasında geniş bir koltuk içinde penceresine mahkûmdu. Hastayı, beyaz elbisesinin, sarı saçlarının arasında daha solgun görünen ince zayıf çehresiyle görür görmez ihtiyar kızın kalbinde derhal bir merhamet uyanmıştı. O gün hasta, şüphesiz iki senedir görülen mürebbiye çehrelerinin ihsas edemedikleri itimadı ihtiyar kızın elli senelik bir safvet hayatıyla ferih ve asude duran simasından duyarak hazin bir tebessümle ve kocasının vesatetiyle: “Ümit ederim ki Nihal sizi çok sıkmayacak,” demişti; “biraz şımarıkça büyüdü, fakat tabiatında bir mazlumluk var ki şımarıklığının fazlasını affettiriyor. Ben bir hayli zamandan beri onunla meşgul olamıyorum. Hatta bilmem ne için, belki bensiz kalıverecek korkusuyla onu mümkün mertebe görmemek, düşünmemek, istiyorum. Nihal size yetim kalmış bir çocuk hükmünde bırakılıyor demektir. Siz onun için bir muallimeden ziyade bir valide olacaksınız...”

Bu sözler ölmekten ziyade çocuğunu yalnız bırakmaktan korkan bir valide tesiriyle, titrek bir sesle söylenmişti. Mlle de Courton, Adnan Bey’in tercümesini dinlerken bu sözlere hastanın ruhunu terfik etmek isteyerek gözlerini, üzerinde rica eden bir tebessümün mevceleri uçan mariz simadan ayırmıyordu. Son cümle onun kalbinde en hassas, en ziyade titremeye meyyal bir teli canlandırdı: Valide!.. Nihal’in validesi olmak fikri hayatının bütün mahrumiyetleri içinde en acısıyla o kadar samimi bir irtibatı haizdi ki... Neseviyet emellerinden feragat etmiş bütün biçare kadınların kalbinde her türlü mahrumiyetlerin gözyaşları sükût edebilir; fakat bunlardan biri, analıktan mahrum kalmış olmak acısı, daima zehirden birer katreyle damlayan iltiyam bulmaz bir cerihadır. Zannolunur ki tabiat kadınların ruhuna boş kalmaya tahammül edemeyen bir beşik koymuştur. Bu ihtiyar kızın da ruhunda böyle boş bir beşik, o beşiğin yanında hiç olmazsa boşluğunu uyutmak isteyen bir ananın mersiye kabilinden ninnileri vardı. Birden, hastanın o son sözüyle, bu boş beşiği dolmuş zannetti ve bugünden başlayarak rikkatle karışık bir muhabbet onu hastaya meftun etti.

Mlle de Courton’un asalet vakarına karşı feda olunamayan birtakım hisleri vardı. Bunlar, Adnan Bey’in evine intisabı esnasında hükmünü icra ederek birkaç esas şartın takarrürüne sebebiyet vermişti: Çocuğun adi hizmetlerine karışmayacaktı, giydirilmesine nezaret edecekti, fakat yıkanmasına müdahale etmeyecekti, kendisinin yalnız nefsine ait bir odası olacaktı, şöyle yapılacaktı, böyle edilecekti... Bu esas şartlar resmî bir muahede kadar ehemmiyetle tadat ve tayin olunmuştu. Hastayı gördükten sonra o gece Mlle de Courton çocuğu yatırmadan evvel ayaklarını yıkamak için Nesrin’den sıcak su istedi. Nesrin, bilhassa ayaklarından pek ziyade gıcıklanan Nihal’i güldürerek yıkarken bir aralık Mlle de Courton bütün asalet vakarını unuttu, Nesrin’in yanına oturarak ve ıslanmamak için yenlerini çekerek ellerini leğenin içine soktu; bu mini mini beyaz şeylerden birini alarak, okşayarak, gıcıklayarak, Nihal’i fıkır fıkır güldürerek, güya Nesrin’e ders verdi. Nihal için bir valide olmak fikri bütün o esas şartları mefsuh bir nüsha hükmüne getirmişti.

Her gün öğleye yakın, derslerini bitirdikten sonra, çocuğu alır, hastanın odasına gider, bir dakika bir yerde duramayan Nihal ortalığı karıştırırken, o hastanın karşısında gülümseyerek otururdu. Bu iki kadın yalnız gözlerinin sakit ifadesiyle birbirine kalplerini dökerlerdi. Böyle ne kadar beliğ sükûtlarla birbirinin ruhunu duymuşlar, görüşemeksizin ne demek istediklerini anlayarak dost olmuşlardı.

Bülent doğduktan sonra hastada o kadar inhitat eseri görünmeye başlamıştı ki herkesle beraber Mlle de Courton da çocukların annesiz kalmaya mahkûm olduklarını anlamıştı. Hasta iki sene, bir camekânın içinde yavaş yavaş kuruyan nazik bir nebat gibi güya katre katre can vererek, sürüklendi; nihayet Nihal bir gün mürebbiyesiyle Büyükada’ya, Adnan Bey’in ihtiyar halasına gönderildi. Çocuk, orada geçirdikleri on beş gün zarfında hiçbir kere ne annesini sormuş, ne evi aramıştı. Yalnız avdet ettikleri gün birden, kendisini istikbal eden yaşlı gözlerin karşısında hakikati anlayarak bağırdı: “Anne!.. Annemi görmek isterim!..” Sonra etrafında cevap veremeyerek yüzlerini çeviren bu perişan ev halkını görünce çocuk kendisini yere atmış, kollarıyla bacaklarını kıvırıp buran asabi bir ihtilaç içinde, boğazını yırtan ve heyhat, cevapsız kalmaya mahkûm olan “Anne!.. Anne!..” feryatlarıyla ağlamaya başlamıştı.

O zaman ihtiyar kızın gözlerinin önüne olanca mehabet ve azametiyle bir mukaddes vazife dikilmiş oldu: Bu validesiz çocuğa validesizliğini unutturmak...

 

***

 

Nihal’de bazı şeyler fark ederdi ki bunlar kalbinde ufak bir korku uyandırırdı. Bu çocukta garip, tahlilden firar eden tezatlar vardı. Babasından başlayarak bütün ev halkına kadar ona gösterilen muhabbette her vesileyle bir merhamet hâkim olur ve bu acınarak sevilmek zaten çocuğun mevrus bir zaafla mariz asabında daha ziyade bir incelik, daha ziyade bir hassasiyet uyandırırdı. Bu, onu bir mazlumiyet havası içinde sarıyordu ve sanki bu havadan şu narin çiçeği öldürmeyecek fakat daima sarartıp solduracak bir müsemmim nefes intişar ederdi. Onun için Nihal’de herkesin gözlerinde katre katre içilen merhamet manasının bir yetim elemi vardı. İhtimal bu, o kadar dikkati celp etmeyecekti, eğer yanında tezatlar teşkil eden şeyler olmasaydı. Bu tezatlar mazlumiyetini, daha ziyade vuzuh ve sarahat veren, bir daireyle kuşatırdı. Öyle şımarıklıkları vardı ki Nihal’i birden başka bir çocuk olmuş zannettirirdi. Hele babasına karşı ara sıra birkaç yaş küçülür, dizlerine tırmanır; sakallarının altından, ta dudaklarını kılların tırmalamayacağı yerlerden, öpmek ister; güya sevildiği kadar sevilmek ruhunu tatmin etmiyormuşçasına daha ziyade sevilmek için muacciz bir çocuk olurdu. Bir yerde beş dakikadan ziyade durmak, bir şeyle beş dakikadan ziyade eğlenmek; daimi bir sıkıntıdan, gizli, durmadan ruhunu ezen, derin bir yürek üzüntüsünden firar etmeye çalışıyor zannolunan Nihal’den beklenemezdi.

Mlle de Courton en ziyade bundan bizardı; Nihal’e yarım saat muntazam imla yazdırmaya, piyanosunda temrin yaptırmaya muvaffak olamazdı; dersler daima sektelere uğrayan kırık kırık parçalardan teşekkül ederdi; fakat bir gün, bilinemez nasıl, Nihal o kazazede derslerden öğrenmiş olarak çıkardı.

Uzun uzun hırçınlıkları vardı ki eğer bir gözyaşlarının tuğyanıyla, bir asap buhranıyla sükûn bulmayacak olursa günlerle sürerdi. Gözyaşlarından; çırpınmalardan, tepinmelerden sonra fazla uyku uyumuş gibi simasına bir yorgunluk çöker, sanki bu buhran onu hırpaladıktan sonra dinlendirirdi. Muayyen olmayan fasılalarla, olmayacak vesilelerle bu dökülen yaşlar ruhunun rikkati fazlasıydı ki mutlak taşmaya muhtaçtı. Ondan sonra çılgınca bir şetaret devresi başlardı; Bülent’le, Cemile’yle, Beşir’le yalının geniş sofalarını, büyük bahçesini bitmez tükenmez cevelanların gürültülerine boğardı.

Mlle de Courton korkardı ki bu tezatların arasında Nihal’in zayıf, rakik vücudu muhtelif rüzgârların tesadüm noktasına tesadüf etmiş ince, narin bir dal mukavemetsizliğiyle kırılmasın.

Adnan Bey’le ne kadar uzun istişareler etmişler, bu tezatları mümkün mertebe tahfif ederek çocukta bir mizaç ıttıradı vücuda getirebilmek için ne çareler düşünmüşlerdi; fakat buldukları tedbirlere karşı bu asap muamması her defasında isyan ediyordu.

Asıl Bülent’le idaresinde zorluklar görülürdü. Annesinin karnından bir bebek çıkaracakları haberini daima sevinerek, sevincinden ellerini çırparak telakki ederken o doğduktan sonra birden bu meserrette bir tebeddül vukua gelmişti. Evvelce annesinin yanına ancak günde bir iki defa giderken artık oradan ayrılmamak, başkasının bu yeni bebekle meşgul olmasına meydan bırakmamak, annesinin yatağına tırmanarak muttasıl Bülent’i öpmek için türlü huysuzluklar icat etmişti. Bir hafta, çocuk annesinin odasında kaldığı müddetçe, Nihal kıskançlığından çıldırmış zannolundu. Çocuğu hastanın yanından ayırıp da yalının bir köşesine, Şakire Hanım’ın yanına atmaya mecburiyet görüldükten sonra Nihal, Bülent’i unutmuş göründü. Çocuğu annesine nadir ve gizli getirirlerdi, yalının içinde Bülent arızi görülürdü.

Daha sonra Şakire Hanım’ın yanından alınarak Mlle de Courton’a verilebilmek için Nihal’in reyine müracaat olundu: “Bülent’i sana vereceğiz, onu sen terbiye edeceksin, yanında yatıracaksın, soyup giydireceksin, Bülent artık senin olacak...” denildi. Nihal bu desiseye kapılmış göründü, Bülent’in kendisine verileceğini çılgınca bir sevinçle kabul etti ve işte o günden beri Bülent Nihal’in, yalnız Nihal’indir, başka hiç kimsenin değildir.

Nihal’in kıskançlığında, ta küçüklüğünden beri, hemen bütün çocukların kıskançlığına karışan hıyanet fikri yoktu; çocuğun ne gizlice parmağını ısırır, ne yavaşça kolunu çimdiklerdi. Onun kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülent’ten değil Bülent’i herkesten esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın olmak istiyor zannolunurdu.

Evin içinde âdet olmuştu –ilk önce latife olarak başlanıp yavaş yavaş bir kaide hükmünü ve kuvvetini alan bir âdet– ne zaman Bülent’e dair bir şey olsa Nihal’e müracaat edilir, Bülent’e tembih olunacak şeyler Nihal’e söylettirilir, hatta Bülent de daima Nihal’le tehdit olunurdu. Annelerini kaybettikten sonra ruhunun gizli bir ihtiyacıyla Nihal, Bülent’e daha ziyade takarrüp etmişti. Bir tabii his sanki mini mini kızı küçük kardeşine bir valide olmaya sevk ediyordu; fakat öyle bir valide ki çocuğunu herkesten kıskansın, ona başka birisinin eli sürüldükçe kalbinde bir şey yırtılsın.

Bir gün Adnan Bey, Bülent’i dizlerinin üstünde hoplatıyordu, Nihal onları görmemek için o tarafa bakmıyordu, bir aralık babası Bülent’in gevrek gevrek kahkahalarına dayanamayarak mini mini tombul yanaklarını öperken Nihal başını çevirdi, duramayarak ilerledi, ta yanlarına gitti, sokuldu, o kadar ki bu buselerin arasına bir hail çekmek istiyordu, sonra birden babası tevakkuf ederek kendisine bakınca kızardı, fakat itiraf etti: “Oh! Yeter artık, baba... Fena oluyorum!” dedi. Nihal’in bütün hassas ruhu bu son sözün içindeydi. Adnan Bey o günden sonra Nihal’in yanında Bülent’i sevmekten nefsini menetti; lakin Nihal artık bir kaide ittihaz etmiş oldu: Bülent’i sevmek, okşamak için birisinde, bilinemez nasıl bir keşif hissiyle, arzu olduğuna vâkıf olur olmaz kendisinden izin alınmaksızın bu arzuya müsaade olunmasından korkarak: “Bülent’i hiç sevmiyorsunuz!..” cümlesine benzer bir şey söylerdi.

Dünyada bu endişelerden mütecerrit, bu bin türlü kayıtlardan azade, etrafında cereyan eden bütün bu şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülent’ti. Onun yalnız bir şeye merakı vardı: Gülmek... Ve dünyada en ziyade onu güldürecek, en neşveli kahkahalarına serbest bir tayaran verecek Nihal’di; hususiyle iki kardeş yalnız, aralarına bir üçüncü kalp girmeksizin, yapayalnız bulundukları zamanlar...

Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye nazır olan cenahtaydı. Büyük sofadan buraya genişçe bir dehlizden gidilirdi. Birinci odada Adnan Bey, üçüncüde Mlle de Courton, ikisinin arasındakinde onlar yatarlardı. Burada hem yalnızdılar, hem bir taraftan babalarıyla diğer taraftan ihtiyar kızla beraberdiler. Odaların arasında birer aralık kapı vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapanmasıyla set olunurdu. Daha sonra, dehlizin dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil olunmuştu. Dershaneye tahsis olunan bu oda mürebbiyenin bir derd-i daimisiydi, Bülent’in derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir yer daha olamayacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine kıyametler koparacak kadar intizam merakında ifrat gösteren Adnan Bey çocukların bu odasına giremezdi, oraya ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi.

Yalıda başka hiçbir yere ilişmemek ahdine mukabil burada bütün istediklerini yapmak için Bülent’e müsaade verilmişti, Bülent de bu müsaadeden yalının hiçbir yerine bir tahrip eseri bırakamamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade ediyordu. Mini mini bir yazıhaneleri vardı ki babasının bir gün birkaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle kenarlarına kendine mahsus rişeler hakketmişti. Mlle de Courton’a sırasıyla gelen Figaro nüshalarından gemiler, külahlar, sepetler yapılmış, duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı tahtasının kenarına asılmıştı. Ablasının bütün eski kitaplarından, musavver nota kapaklarından resimler oyulmuş, camlara, kapıların arkasına, ta duvarda Avrupa haritasının denizlerine yapıştırılmıştı; böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki ta bahr-i muhitin bir tarafına atılmış, bir rüzgâra kapılarak Amerika seyahatine çıkmıştı. Daha sonra bin türlü kırılmış oyuncaklar, koparılmış kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülent’in yalnız bir uğramasıyla güya canlanarak haşarı kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak tefekler ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı. Şimdi Bülent yeni bir merak çıkarmıştı: Elinde kurşun kalemiyle duvarlara resimler yapıyordu. Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş yavaş doluyordu. Artık boyu yetişebilecek kadar yer kalmadığı için şimdi iki günden beri Bülent’in zihnini başka bir fikir gıcıklıyor. Nihal’in daha gönlü olup da müsaade etmemişti, fakat onun öteden beri hep âdeti öyleydi: Evvela müsaade etmemek, kendisine itaat olunduğunu gördükten sonra artık mümanaata lüzum görmemek... Oh! Ne güzel olacaktı!.. Behlül ona bir kutu boya getirmişti, bunların içinde her renkten vardı, bütün o resimler boyanacaktı... Deveyi kırmızı yapacaktı, “Değil mi, abla, deve kırmızı olur, değil mi?” Nihal henüz yumuşamamıştı, “Deli misin?” diyordu, fakat devenin rengini haber vermiyordu.

Hemen bütün hayatları bu odada geçerdi. Sabahleyin uyandıktan sonra yıkanırlar, giyinirler; Mlle de Courton’la beraber aşağıya, yemek odasına inerek sütlü kahvelerini içerler; güzel havalarda bir saat kadar bahçede gezerler, Bülent Beşir’le koşar, Nihal büyük kestane ağacının altında Matmazel’le beraber oturur, sonra ihtiyar kız hiçbir vakit göğsünden eksik olmayan küçük saatine bakarak haber verir, “Vakit geldi!..” der, tekrar içeriye girerler ve odalarına çıkarlar.

Artık ders başlardı. Nihal şimdi akşamları babasına tashih ettirilmek üzere küçük ahlak parçaları tercüme ediyor, kolay manzumeleri nesre tahvil ediyor, cari hayata dair esaslar üzerine mektuplar yazıyordu. Mlle de Courton, Nihal’le meşgul olurken Bülent her vakit geri kalan fiil defterlerini doldurmak için yazıhanenin ta öte tarafında kalemini hokkadan çıkarmazdı. Bazen Mlle de Courton’un gözü Bülent’e ilişirdi ve sert bir sesle bağırırdı: “Bülent!..” Bülent, nihayet emr-i hazır sigalarına kadar ciddiyetle yazabildiği bir fiilden usanarak oraya, suret-i emriye ile suret-i inşaiye arasına, ya sekiz on eğri büğrü çizgiyle bir köşk, yahut ortasında hiçbir çiçeğe benzemeyen bir şeyle bir saksı kondurmak üzere bulunurdu.

Bülent’in sebebiyet verdiği bu fasılalar Nihal için ganimet sayılacak fırsatlardı; o mutlak sekiz satırlık bir iştigalden sonra bir nefes almak, derste tesadüf olunmuş bir kelimeden inşiap ettirilerek uzun uzun devam eden bir muhavere açmak, yahut Mlle de Courton yerinden kalkıp Bülent’in defterinden köşkleri saksıları kaldırırken o da pencereye koşup bahçeye bakmak için vesile kollardı. Nihayet bu arızalar arasında Nihal’in dersi biter, on dakikalık bir tatilden sonra Bülent’in derslerine başlanırdı.

Mlle de Courton, Bülent’le meşgul olurken Nihal’in piyanosuna, gergefine, dikişine, işlemelerine çalışması mukarrerdi; fakat onun yarım saat bir şeyle iştigali mümkün olmadığı için canı ne zaman isterse piyanosundan dikiş takımına, dikiş takımından gergefine geçmesine müsaade olunurdu. İhtiyar kız bu kelebek için başka bir çare bulamamıştı.

Mlle de Courton, Nihal’in hiçbir şeye dikkat etmeyerek, hiçbir şeyle meşgul olmayarak her şeyi öğrenmesine artık o kadar alışmıştı ki şaşmıyordu; fakat piyanoda terakkisine hayretten nefsini menedemezdi. Mutlak parmakların uzun işlemesiyle istihsal olunabilecek şeyleri Nihal bir gün, yapıvermiş bulunurdu.

Bütün Cerni’nin temrin silsileleri böyle can sıkacak bir oyun kabilinden geçmişti, şimdi Clementi’nin Mlle de Courton’u bile titreten Gradus ad Parnassum’una hazırlanıyordu. İtalyan musikisinin Cimarosa’larından, Donizetti’lerinden,Merkadante’lerinden, Rossini’lerinden, Adnan Bey’in takım takım getirdiği operaları güya evvelden görmüş, işitmiş, hissetmiş denecek bir his ve ihsas kolaylığıyla, Mlle de Courton’un inanmak istemeyen mütehayyir gözlerinin önünde, gelişi güzel okuyuverirdi. O vakit ihtiyar kız Adnan Bey’e: “Bilir misiniz, bu altı senede olmayacaktı,” derdi; “fakat bunda ne benim, ne kendisinin meziyeti var; bu kızın parmaklarına Rubinstein’in ruhundan bulaşmış olacak...”

Nihal’in parmaklarına o üstadın sanat dehasından bir şey bulaşmış olması fikri öyle bir şeydi ki Mlle de Courton’un nazarında anlaşılmaz bir hakikati izah ederek bu musiki muammasını tefsir etmiş oluyordu, artık başka bir sebep aramaya da lüzum görmezdi.

Nihayet derslere bir mücadeleyle hitam verilirdi. Babasının getirdiği operaların arasında Wagner’den de vardı ki Mlle de Courton kati bir memnuiyetle çalınmasına mâni oluyordu. Nihal de bilakis bu menedilen şeyi mutlak her gün eline alır, mürebbiyeyi Bülent’in pek ziyade hiddetlendirdiği bir sırayı kollayarak piyanosundan tecrübe etmek isterdi. O zaman Mlle de Courton Bülent’i unutur, piyanoya koşardı: “Lakin çocuğum, size bin defa söyledim ki bunu çalmak için insanın Alman parmakları olmalı. Parmaklarınızı kıracaksınız, yalnız o kadar değil, fikrinizi, musiki zevkinizi berbat edeceksiniz. Düşününüz bir kere: Bir fırtına ki bacaları deviriyor, kiremitleri atıyor, ağaçları söküyor, kayaları yuvarlıyor, düşününüz o gürültüyü, bundan bir musiki yapınız, işte Mösyö Wagner!..”

Onun Wagner için sükûn bulmaz bir husumeti vardı. Mösyö Wagner derken bütün bu asilzade Fransız kızının damarlarındaki kanlar Alman dâhisini tezyif ederek ıslık çalıyor zannolunurdu.

Artık ondan sonra derse devam olunamaz, ihtiyar kız yemek vaktine kadar odasına çekilir ve çocuklar istedikleri yere gitmek için hür bırakılırdı.

Nihal babasının yanına giderdi. Aşağıda, iş odasında Adnan Bey ikide birde saate bakarak kızının bu sabah ziyaretlerini sabırsızlıkla beklerdi.

İkisinin arasında böyle sürur ve saadetle seçen saatler ne tatlı saatlerdi! Onun babasına bir iptilası, bir meftuniyeti vardı ki hiçbir zaman tatmin edilmiş olmazdı. Daima sevilmek, her vakitten ziyade, saniyeden saniyeye teşeddüt edecek bir muhabbetle sevilmek için ruhunda asla teskin edilemeyen bir ihtiyaç vardı. Babasının yanında pek ziyade şımarır, geveze bir kuş, yaramaz bir kelebek olurdu. Sonsuz bir lakırdı sermayesi vardı: Derslerinden, gördüklerinden, işittiklerinden bir küçük esas sebep olurdu, babasına birbiri ardınca sualler irat ederdi. O, yorulmayarak hatta eğlenerek, ara sıra Nihal’in bir şeytanet ve istihza fikriyle üzerine bir parça neşve serptiği bu muhaverelerden gülerek, çocuklaşırdı; aralarında bir yaş seviyesi hâsıl olurdu.

Yemekten sonra Adnan Bey İstanbul’a inerdi. Çocukların o gün Mlle de Courton’la uzun bir seyranları yoksa yalının içinde Adnan Bey’in avdetine kadar süren cevelanları olurdu. Nihal’in hususiyle vakit geçirmek için hoşuna giden yer Şakire Hanım’ın mutfağıydı.

Haremde bu mutfak bir oyuncak kabilinden yaptırılmıştı. Ara sıra Adnan Bey senelerden beri ittıradına halel gelmeyen aşçısının yemeklerinden usanır, Şakire Hanım’dan bir midye dolması, bir Tatar böreği, bir Çerkez tavuğu isterdi. Bu, Hacı Necip’ten gizli tutulurdu, haber alacak olursa Hacı Necip günlerce surat asar, günlerce Adnan Bey’e görünmezdi.

Bir gün midye kabuklarını görmüş, kırk senelik aşçı olduktan sonra Şakire Hanım kadar midye dolması dolduramazsa ayıp olacağını söyleyerek gitmeye kalkmıştı. Şakire Hanım’la aralarında daimi bir çekişme vardı: Mutlaka Şakire Hanım dönme dolaptan harç verirken kavga olur, Hacı Necip ikide birde: “Ya kiler dışarıya çıksın, ya mutfağı büsbütün içeriye alın,” derdi.

Bazı defalar bu mücadeleler o kadar şiddet kesbederdi ki Şakire Hanım’ın kocası, vekilharç Süleyman Efendi, barış için vesatetini istimale lüzum görürdü. Bu mücadelelerden evin içinde iki kişi pek memnundu. Bülent’le Beşir... Hatta onlar biraz da iki tarafı kızıştırmaya yardım ederlerdi.

Şakire Hanım’dan bir şey istenilince Nihal yalvarırdı:

“Kuzum, bacı, beni bekle, e mi? Beraber yapalım...”

O gün Nihal, Cemile, Nesrin, hatta ara sıra Nesrin’e çıkışmak için gelerek avdette teahhur eden Şayeste, Şakire Hanım’ın etrafında dönerler, küçücük mutfağı bir mahşere çevirirlerdi.

Burası yalının ikinci katında, bahçeye nazır, müşemmes, pencerelerini sarmaşıklar kaplamış, beyaz mermer mefruş, daima son derece temiz, bir nezafet havasıyla insana iştiha veren bir yerdi. Bazar Allemand’dan alınmış tencereler, sahanlar, bütün o bir salon eşyası zannolunacak kadar zarif ve narin şeyler, sarmaşıkların yeşilliklerinden süzülerek giren güneş ziyaları altında nezafetlerinin şaşaalarını serperlerdi. Artık burada, bu sevimli mutfağın içinde, kendisine merbutiyetlerini bütün ruhuyla hissettiği bu mahlukların arasında latifelerle, sahte kavgalarla, itişip kakışmalarla, kahkahalarla geçen saatleri Nihal bütün kalbini ısıtan bir saadet duyarak geçirirdi.

Akşam babasının avdetine sabırsızlıkla intizar eder, ta merdivenlerin üstünden bağırırdı:

“Baba!.. Bugün size bir şey pişirdim ki... Şakire Hanım’a sorunuz da bakınız, onlar hiç karışmadılar.”

Güzel havalarda babalarıyla beraber akşam seyranlarına çıkarlardı. Mlle de Courton bu saatleri yalının bahçesinde Alexandre Dumas’nın hikâyelerine hasrederdi.

Genç kızlara roman okutmamak Mlle de Courton için en ziyade tatbiki lazım bir terbiye kaidesiydi ki şiddetle Nihal hakkında meriyetini muhafaza ederdi; fakat kendisinin hikâyelere, hususiyle Alexandre Dumas’ya derin bir meftuniyeti vardı. Nihal’in suallerinden azade kalabilmesine müsait fırsatları bütün hikâyelere hasrederdi. Bu itiyadın neticesiyle onun hayatına, hissiyatına Alexandre Dumas ve ona benzeyenlerden bir şeyler sirayet etmişti. Sanki hikâyeler ihtiyar kızın gözlerine renkleri değiştiren bir gözlük takmıştı; o, ancak kenarından hisse aldığı hayatı hep bu gözlüğün arasından görür, önüne tesadüf eden çehreleri anlamak, hayatının ufak tefek vakalarına bir hüküm vermek için bütün zihninde yaşayan hikâye hatıralarına müracaat eder, onlarla bir müşabehet nispeti kurduktan sonra bir netice çıkarırdı. Hemen hikâyelerinden birinin bir sahifesiyle tetabuk edemeyen vakalar ehemmiyet verilemeyecek bir yalan derekesine inerdi.

 

***

 

Nihal o akşam Adnan Bey’in kendisini görmek istediğini haber verince işte altı seneden beri birinci defa olarak böyle talep olunan mülakat için ihtiyar kız derhal bir şüphe duydu. Bunun hikâye hatıralarından hangisinde bir tatbik zemini bulabileceğini hemen düşünmüştü.

Adnan Bey hayatının bu şartlar içinde devam edemeyeceğine dair bir dolaşık nutukla ihtiyar kızı kendi efkârı dairesine celp etmeye çalışırken o hâlâ düşünüyordu, nihayet izdivaç fikri bu nutkun bulutları içinden bir şimşek parıltısıyla nazarında tutuşunca Mlle de Courton mebhut, mütehayyir, ağzı yarı açık durdu. Hayır, hikâyelerinden hiçbirinde bu vakaya bir tatbik zemini bulamıyordu, inanmadı ve kendisini zapt edemeyerek Adnan Bey’le bütün resmî tekellüflerine rağmen: “Latife ediyorsunuz!..” dedi.

Bu latifenin müthiş bir hakikat olduğunu anladıktan sonra ihtiyar kız duramadı, ayağa kalktı, “Lakin Nihal, lakin Nihal! Bu onu öldürür, anlıyor musunuz?” diyordu. Sonra Adnan Bey’in gözlerini indirerek cevap vermediğini görünce hissetmişti ki Nihal’in başı ağrısa çıldıran bu babada o ihtimalin feryadı bir makes bulamıyordu. Nihayet Adnan Bey cevap verdi:

“Hayır,” dedi; “yanılıyorsunuz. Nihal’i o kadar yakından tetkik etmemişsiniz, yalnız ittihazına lüzum görülecek bazı tedbirler var. Hatta size de müracaattan maksat bu...”

O zaman bu mühim vazife kendisine teveccüh olunmuştu. Kabul etmemek için çırpındı, hatta bu vazifeyi icraya mecbur olmamak için bu evden kaçacağını söyledi; sonra birden Nihal’in asıl bu zamanda kendisine muhtaç olacağını düşündü, bu müthiş hakikatle o narin vücudun arasında müsademeyi tahfif edecek bir kalp lazımdı ve o kalp ancak kendisinin kalbi olabilirdi.

Adnan Bey’in odasından çıkarken Mlle de Courton sallanıyordu. Yemek zamanına kadar Nihal’den kaçtı, sofrada ona bakarken hep ağlamak istiyordu.

O gece Nihal’e mutlak haber vermek için kati talimat almıştı. Bülent uyuduktan sonra orada, yavaş sesle, ikisinin arasında cereyan eden muhavereden sonra Mlle de Courton, müsterih oldu. Kendi kendisine, “Galiba babasının hakkı var,” dedi.

Nihal’e yalnız eve bir kadın geleceğinden, bu kadının herkesle beraber sofraya oturacağından, onun da bir odası olacağından, bu kadının Nihal’i pek ziyade seveceğinden bahsetmişti. Nihal bütün bu şeyleri pek büyük bir sükûnla dinlemiş, sanki yeni bir şey işitmiyormuşçasına küçük bir hayret eseri bile göstermemişti. Yalnız birtakım teferruatı merak ediyordu: Odası nerede olacaktı? Bu kadın güzel, kendisinden daha mı güzeldi? Beybabası ona ne diyecekti? Hangi odada yatacaktı. Bülent’e karışacak mıydı? Beşir yine Nihal’in olacak değil miydi? Ondan sonra... –bu suali en nihayet irat etmişti– Ondan sonra babası Nihal’i gene evvelki kadar sevecek miydi?..

Bu sualin cevabını aldıktan sonra Nihal, henüz kapanmamış cibinliğinin altında şüphesiz gene bir araba seyranına gülerek uyuyan Bülent’e bakarak uzun uzun düşünmüştü. Nihayet Mlle de Courton demişti ki:

“Şimdi beybaban senden izin bekliyor, eğer sen izin verecek olursan gelecek. Yarın sabahleyin beybabana söylersin, değil mi çocuğum?..”

Nihal, yalnız başını hafifçe sallayarak sakit bir “Evet!” demiş ve o gece yalnız kaldıktan sonra Bülent’in yataklığına eğilerek rüyasının saadetiyle gülen bu çehreyi, güya saadet tebessümünü orada tespit etmek isteyerek, uzun bir buseyle öpmüş; daha sonra, bilinemez nasıl bir hisle, o geceden başlayarak aralarına bir duvarın çekilmesi lüzumunu anlamışçasına, babasının odasıyla kendi odalarının arasındaki kapıyı birinci defa olarak kapamıştı.

 

***

 

“Behlül Bey!..”

“Nihal Hanım!..”

“Niçin bana bakmadan cevap veriyorsunuz?”

Behlül bir iskemlenin üstüne çıkmış, duvarda bir levhanın köşesine resim sokuşturmakla meşguldü. Nihal’in son sualine gene başını çevirmeyerek cevap verdi:

“Dargın değil miyiz?”

Nihal, kin tutmaz çocuklara mahsus bir barışıklık hevesiyle:

“A!..” dedi, “Ben tamamıyla unutmuştum. Sahih, dün akşam dargındık, değil mi? İstersen çıkayım...”

Behlül iskemleden atladı:

“Çerçevenin hiç aralığı yok. Biraz daha zorlansa cam kırılacak...” –elinde resmi sallayarak duvarlara bakıyordu– “Şimdi bunu nereye koymalı?.. Nihal! Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Sen benimle niçin dargın duramıyorsun, bilir misin? Çünkü dargın duracak olsan kavgaya imkân bulamayacaksın. Yeniden kavga etmek için mutlak barışmak lazım geliyor...”

Nihal gülerek Behlül’ün indiği iskemleyi çekip oturdu:

“Bak, bunda da yanılıyorsun. Sen bugün İstanbul’a ineceksin, değil mi? Sana ısmarlanacak birçok şeyler var. İşte barışmak için âlâ bir sebep...”

Behlül birden reddetti:

“Mümkün değil; Nihal... Başkasına havale et. Bu ufak tefek beni yoruyor. Hem bugün…”

Elini sallayarak işlerinin çokluğunu anlatmak istiyordu. Sonra aklına bir şey gelerek:

“Çantanı göster bakayım, Nihal... Ne kadar paran var?”

“İşte saygısızca bir sual...”

“Canın isterse! Ben şimdi ücret almadan hiçbir iş görmüyorum. Bana ikraz edecek kadar paran varsa mesele değişir.”

Nihal çantasını cebinden çıkardı, açtı ve içindekileri eteğine dökerek:

“Oh! bilsen,” dedi; “bana bugün o kadar şeyler lazım ki... İpek alınacak bir; Bülent makası ikiye ayırarak beline hançer yapmış, makas alınacak, iki; Beşir ne kadar zamandan beri yalvarıyor, kıpkırmızı bir fesle mavi bir püskül istiyor onlar alınacak, üç...”

Behlül dönerek uzaklaştı:

“Ben vazgeçtim. Bir de Beşir’in şeylerini havale ediniz; tamam olsun. Kırmızı fesle mavi püskül nereden bulmalı? Çarşıya kadar çıkılacak. Hem bana ikraz edecek kadar paran yok...” –tekrar Nihal’e döndü– “Evvela buradan çıkar, babana gidersin, paralarını gösterirsin, anlıyor musun?..”

Nihal yerden paralarını toplayarak çantasına doldurdu, “Vazgeçtim!” dedi. Bugün gidip babasından para istemek fikri Nihal’i ani bir tesirle değiştirmişti. Dalgın bir nazarla karşısında bekleyen Behlül’e baktı, sonra dedi ki:

“Büyük meseleden elbette haberin vardır. O senden bir şeyi saklamaz ki...”

Şimdi birden yekdiğerine karşı yine düşman gibi söylemeye başlamışlardı. Bu iki kardeş çocuğunun arasında böyle her dakika çocukluktan beri tutuşmaya müheyya bir cidal şeraresi vardı.

Behlül sordu:

“Kim?”

Nihal dudaklarını kısarak cevap verdi:

“O!..”

“Baban için o demek terbiyeye pek muvafık bir şey değil. Sen gittikçe büyüyeceğine günden güne şımarık bir çocuk oluyorsun, Nihal. Evin içinde bunu sana söyleyecek kimse yok da onun için ben söylüyorum. Mlle de Courton şapkasının çiçeklerine, esvabının dantelalarına bakmaktan vakit bulamıyor ki... Dün akşam sofrada o ağlamak ne oluyordu, sanki?..”

Nihal sapsarıydı. İskemlede, hareketsiz, Behlül’ü dinleyerek duruyordu. Boğuluyor gibi yutkundu, şüphesiz ağzından çıkmak isteyen şeyleri zapt etti, dedi ki:

“Görüyorsun ki bugün seninle kavga etmeye hiç arzum yok...” –sonra ellerini iki tarafına salıvererek ilave etti– “Kuvvetim yok...”

Sesinde öyle acı bir makhuriyet manası vardı ki Behlül birden bu başlayan mücadelenin bir çocukluk mücadelesinden başka bir şey olacağını anladı. Birbirine bakışarak durdular. Sonra Behlül sakin bir sesle dedi ki:

“Nihal! Ben öyle zannediyorum ki sen bu meselede fena hareket ediyorsun. Bilsen, onu görsen, birden seveceksin... Bundan sonra senin için artık bir kadın olmak zamanı gelecek. O zamanın da bir hususi terbiyesi vardır ki onu ne Mlle de Courton’dan, ne de Şakire Hanım’dan öğrenebilirsin. Daha sonra evin intizamı... İtiraf et ki şimdi bu bir evden başka her şeye benziyor. Buraya öyle bir kadın girecek olursa...”

Nihal gittikçe sararıyordu. O bu sabah babasının yanından çıktıktan sonra buraya Behlül’ü kendisiyle müttefik bulmak ümidiyle gelmiş, onun hiç olmazsa bu meselede kendisiyle beraber olacağını zannetmişti. Hep, öyle, hareket etmeden, duruyordu. Behlül devam ediyordu:

“Evet, öyle bir kadın girecek olursa bütün ev birden değişecek; bugün istedikleri gibi yaşayan bu hizmetçiler, bak, onun elinde ne olacak; hatta Bülent, hatta sen, anlıyor musun, Nihal!.. Senin için öyle şık, zarif, genç, güzel bir anne...”

Behlül ikmal edemedi, birden mihaniki bir kuvvetle yerinden fırlayan Nihal ellerini uzattı ve yorgun bir sesle bağırdı:

“Oh! Yetişir, yetişir, fena oluyorum, Behlül...”

Behlül sustu, birden hatasını anlamıştı, her vakitkine benzer bir latifeyle muhavereyi kapamak istedi, kuvvet bulamadı. Nihal bir şey söylemeye çalışarak bakıyordu, sonra vazgeçti ve yavaş yavaş çıktı.

Behlül o gençlerden biriydi ki onlar yirmi yaşında hayatı tamamıyla öğrenmiş olurlar, mektepten hayata çıkarken sahneye ilk defa çıkan mübtedi bir sanatkârın helecanını bile duymazlar, hayat onlar için mektepte bütün sırlarıyla öğrenilen bir mudhike hükmündedir, onu o kadar iyi öğrenmişler, onun esas mahiyetini öyle nafiz bir vukufla teshir etmişlerdir ki sahneye çıkınca ufak bir iptida tehaşisinden azadedirler. Behlül bir seneden beri geniş bir mudhike sahnesi olmaktan başka bir sıfatla telakki etmediği hayata girmişti: Burada hissettiği yegâne hayret evvelden bilinip öğrenilmiş, keşfedilip anlaşılmamış bir şey bulamamaktan ibaretti.

Babası vilayetlerden birine memur olup gittikten sonra Behlül, Galatasaray’da leyli olarak bırakılmıştı, haftada bir gece Adnan Bey’in yalısına giderdi; babası o kadar uzaktaydı ki tatil zamanlarını uzun bir seyahat için israf etmektense İstanbul hayatı hakkında mektepte başlanan taallümü tevsi ve ikmal için istimali tercih etmişti.

Hayallere kapılır değildi, hayatı bütün maddiyat ve hasasetiyle görürdü. Mektepte hendese kitabının üstüne başını koyup da pencereden bir köşesi görünen semaya dalarak fikrinin bir hülya nuhbesi arkasından tayaranı vâki olmuş bir şey değildi. Öğrendiklerini öğrenmek için, bilmemiş olmamak için öğrenirdi, ne istikbaline ait bir emel kâşanesi kurmuş, ne şebabına ait bir şiir demeti bağlamıştı. Hayat onun için uzun bir eğlenceydi. En ziyade eğlenebilenlere yaşamak için en ziyade istihkak sahibi olanlar nazarıyla bakardı.

Eğlenmek... Bu kelimenin manası da Behlül’de tebeddüle uğramıştı. O hakikatte hiçbir şeyden eğlenmezdi. Bütün eğlence yerlerine koşardı, bütün gülünecek şeyleri arardı, ihtimal herkesten ziyade gülerdi; fakat eğlenir miydi? Eğleniyor görünürdü, onun için eğlenmek, eğleniyor görünmek demekti. Bütün gülüşlerinin, eğlenişlerinin altında saklı bir can sıkıntısı vardı ki onu daima bir zevkten diğerine sevk ederdi. Geceyi Tepebaşı’nda bir opereti dinleyerek geçirdikten sonra ertesi gün Erenköy bağlarında bir siyah çarşafın peşinde dolaşırken görülürdü; bir pazar günü Concordia muganniyelerinden birini arabayla Maslak’a kadar götürür, bir cuma günü Çırçır Suyu’nda saz dinlerdi. İstanbul’un hiçbir eğlence yeri yoktu ki Behlül oradan bir zevk hissesi almasın. Ramazan’da akşamları Direklerarası seyranına devam eder, kışın Odéon’un balolarında ortalığı neşvesinin velvelesine boğardı. Henüz mektepte iken kendisine muhtelif ülfetler peyda etmişti. Mektebin her unsurla karışık hayatı içinde başlayan bu ülfetler mektepten çıktıktan sonra inşiap etmiş, ona memleketin bütün muhitlerinde selamlanacak çehreler, sıkılacak eller vücuda getirmişti.

O kadar çok adam tanır, muhabbetini o kadar muhtelif çehrelere taksim ederdi ki bunlardan bir tanesine biraz fazla bir merbutiyet hissesi ayırmaya vakit bulamamıştı. Onun için lazım olan şey Beyoğlu’ndan yalnız geçmemek, Lüksemburg’a giderse kendisini dinleyecek bir muhatap bulmak, Kâğıthane’ye gidecek olursa arabada bir kişi kalmamaktı. İnsanlara bu yolda hizmetler, bu tarzda lüzumlar için yaratılmış nazarıyla bakardı; hiçbir zaman refakat edebilecek birisine tesadüf edememek vuku bulmamıştı.

Onu herkes sever, herkes arardı. Öyle kahkahaları vardı ki en derin melallere galebe çalarak yanındakine neşve iras ederdi; öyle nükteler, mazmunlar yağdırır ki bunlar geçtiği yerlere fikrinin israf olunacak çiçekleri kabilinden serpilir, toplanır; memleket içinde gezerdi. Bir vaka olsa, bir yeni şey işitilse arkasından Behlül’ün zarif bir sözü, hoş bir latifesi naklolunurdu.

Her vesileyle naklolunacak hikâyeleri vardı; bir kitapta okunmuş bir sahife, bir ceridede tesadüfen görülmüş bir fıkra Behlül’e bir nakş-ı zemini olurdu. Onu dinlerler ve mutlaka gülerlerdi. Nazarında bütün kendisini dinleyenler, dinlediklerine gülenler bir alay ahmaklardan başka bir şey değildi; asıl eğlenen kendisiydi. Etrafındakilere kendisinin zevki için ancak böyle lüzum görüldükçe istimal olunacak aletler kadar ehemmiyet verirdi.

Başlıca merakı herkes tarafından taklit edilmekti. Bir sınıf gençlerin giyiniş ibresi hükmündeydi, ufak tefekler hakkında onun reyine bir nefis zevk düsturu hükmünde müracaat olunurdu. Kokular, kravatlar, bastonlar, eldivenler, bütün o lüzumsuz fakat o nispette mühim şeyler için Behlül’de taklit olunacak mutlak bir yenilik vardı.

Bu adamın ahlak hüviyeti nasıldı?

Bu öyle bir sualdi ki Behlül şimdiye kadar nefsine karşı bile iradına lüzum görmemiş, vakit bulmamıştı. Bazı şeylere itikadı vardı: Parayı büyük bir kuvvet olmak üzere telakki ederdi, iyi bir adam olmak için güzel giyinmek başlıca bir şart olduğuna zahipti; insanlara karşı vazifesinin onlarla mümkün mertebe beraber eğlenmek, memleketine karşı vazifesinin mümkün mertebe mesirelerinden istifade etmek, nefsine karşı vazifesinin bu haşarı çocuğu mümkün mertebe sıkmamak noktalarından ibaret olacağında tereddüt etmemişti.

Hayatta hiçbir şeye şaşmazdı, yalnız bu ahlak felsefesine iştirak etmeyenlerin safvetine şaşardı, lehçesinde hayret kelimesini yalnız bunun için muhafaza etmişti. Edison’un yeni bir ihtiraını mesela canbazhanede görüle görüle bıkılan bir sanat eseri kabilinden öteden beri muntazar bir şey hükmünde telakki ederdi. Hayatta bütün yeni şeyler için onda bir alışıklık, bir aşinalık vardı; sanki onlar eski imiş de herkes vâkıf olmak için kendisinden sonraya kalmışçasına, ağızlarını açarak hayret edenlerin arasından o, omuzlarını silkerek geçerdi. Herkes için günlük vakalar arasında garip addolunanlar Behlül için eski zaman tarih-i marufiyetine inerdi.

Refiklerini hayretlere düşüren bir vaka naklolunurken o, “Bundan adi bir şey olamaz,” hükmünü vererek başını çevirirdi. Hatta Adnan Bey ona, “Haberin var mı, Behlül? Firdevs Hanım’ın kızını alıyorum, sana bir şık yenge...” dediği zaman Behlül’de küçük bir hayret eseri bile uyanmamış, “Ben zaten bekliyordum,” demişti.

Nihal çıktıktan sonra Behlül hatasının fena tesirini nefsine unutturmak isteyerek resmi tekrar eline aldı, etrafına baktı, nihayet bir Japon yelpazesinin arasına koymak için karar verdi. Oraya iliştirirken kendi kendisine “Bu izdivaç fena değil, fakat Nihal için hiç iyi bir şeye benzemiyor. Zavallı çocuk!..” dedi. İkisi ta çocukluktan beri daima birbirine karşı cidalci, hatta kinci olmakla beraber türlü küskünlüklere, kavgalara rağmen aralarında, şüphesiz kan bağlarıyla, büsbütün kaybolamayan bir dostluk vardı.

Onların münasebeti hiç bitmeyen bir cenkti. Behlül, aralarındaki sekiz senelik yaş farkının verdiği salahiyetle bir büyük birader sıfatını alır, Nihal’in bütün çocukluklarını muaheze eder, ona verilen terbiye tarzının aleyhinde bulunur, bu kızın şımarık bir çocuktan başka bir şey olmayacağını söyler, onu tazip etmekten garip bir haz alırdı. Bunlar Nihal’i çıldırtırdı: Keskin bir kelimeyle, anif bir vaziyetle Behlül’ün hiçbir itirazını mukabelesiz bırakmazdı; nihayet kavga başlardı. Bu kavgalarda Behlül, Nihal’in hırçınlıklarını istihzalara, mukabele olunamayacak kahkahalara boğarak galip çıkmaya çalışırdı. Aralarında her vakit halledilecek bir mesele, hatime verilecek bir kavga vardı.

Bu münasebet tarzı onları neticesiz kalmış bir müsademede galebe fırsatı bulmak için dakikaların tesadüf lütfuna muntazır iki muharip sıfatında tutardı. Birbirlerini ararlar; her kavgadan sonra birbirine sokulurlar; önceden gülerek, bütün cidal hatıralarını unutarak başlarlar; sonra, birdenbire, bir kelime, bir nazar, bir hiç sebep olur; Behlül güya bir çocuğu kızdırarak eğlenen bir adam sıfatından düşmeyerek, Nihal bu sahte taarruz vazından daha ziyade kudurarak kavga ederlerdi.

Bugün Nihal’de mukabeleye kuvvet yoktu. O çıktıktan sonra Behlül kalbinin ta derin bir köşesinde merhamete benzer bir şey duymuş, bu hissin istemeksizin bir nidasını zapt edememişti. Resmi nihayet Japon yelpazesinin bir tarafına iliştirdikten sonra geri geri çekilerek baktı ve hiçbir şeye ehemmiyet vermek istemeyen felsefesi kalbinin o nidasına cevap verdi:

“Bir hafta sonra alışacak, değil mi?”

Hâlâ resme bakıyor; fakat onu görmeyerek, zihninde hep o meseleyi takip ederek duruyordu. Bir aralık amcasının sözü aklına geldi, kendi kendisine:

“Evet,” dedi; “şık bir yenge, şık bir izdivaç, şık bir valide ile şık bir hemşire! Bütün şık!.. Biz de Melih Bey takımından oluyoruz.” Odasının bütün duvarlarını dolduran resimlere bir fikir anlatmak isteyerek elini savurdu ve içinden gelen bir raks havasıyla tuğyan ederek iki vals devresinden sonra kendisini ta ötede koltuğa attı, bağırdı: “Hurra!..”

Loading...
0%